Sorumluluklarımız ve Âdâb-ı Muâşeret

Musa Kâzım GÜLÇÜR

29 Ocak/2019

İçindekiler

Giriş 1

Sorumlulukların Mahiyetleri ve Nevileri 2

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine Karşı Sorumluluklarımız 2

Kişinin Kendine Karşı Sorumlulukları 2

Ailedeki Sorumluluklar 3

Toplumsal Sorumluluklar 4

Âdâb-ı Muâşeret 5

Takva 7

Sonuç 9

Giriş

Eûzübillahi mineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim.

Elhamdülillahi rabbilalemîn. Vessalâtu vesselâmü alâ seyyidina ve nebiyyina ve şefîi zünübina Muhammedin ve alâ âlihi ve ashâbihi ve ihvanihi minennebiyyîn velmürselin vessiddîkîn veşşühedâi vessâlihîn ecmaîn. Âmin.

Bilindiği üzere âdâb-ı muâşeretin kaynağı, dinimizin yüce ve yüksek kaynakları olan Kur’ân-ı Kerîm ayetleri ve Efendimiz’in (sas) hadîs-i şerîfleridir. Kaynağını dinden almamış hemen hiçbir ahlâkî prensip ya da kaide yoktur desek yanılmış olmayız. Bu beşer üstü ve vahiy eksenli ahlâkî düzenlemeler, her şeyi ve bu arada da yarattığı insanı en iyi bilen çok Merhametli Rabbimizin bizlere adeta bir armağanıdır.

Şimdi “sorumluluklar” konusunu kısaca açmaya çalışacağız.

Sorumlulukların Mahiyetleri ve Nevileri

Sorumluluk, yapılması zorunlu olan veya tavsiye edilen herhangi bir hayır, bir kemal ve güzel bir şey demektir. Bu tarife göre, sorumluluklar iki nevidir. Biri, dince zorunlu olan sorumluluklar yani farzlardır ki, bunları yapmamak azabı gerektirir. Namaz, oruç, zekât gibi…

Diğer nevi ise, dinen zorunlu olmamakla beraber istenen ve tavsiye edilen ahlâkî birtakım sorumluluklardır. Bunlara riayet edilmesi bir kemaldir ve iyi hale, insanın sevaba kavuşmasına ve övgüye layık hale gelmesine sebep olur. Yapılmaması ise, bir noksanlıktır. Nafile kılınan namazlar, fakirlere verilen sadakalar, insanlara karşı yapılan güzel ve kibar davranışlar gibi.

Bir de Allah’a (cc), insanın kendi şahsına, ailesine ve topluma karşı sorumlulukları bulunmaktadır. Şimdi bunları kısaca açalım.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine Karşı Sorumluluklarımız

Her âkil ve bâliğ kimse, Allah Teâlâ Hazretlerine iman etmekle ve ona kullukta bulunmakla yükümlüdür. Bir insan için kulluktan daha büyük bir nimet ve şeref olamaz. Kulluk, bizim doğrudan inançla ilgili görevlerimiz arasında yer alır. Sonra da namaz, oruç, zekât ve hac gibi sırf bedenî veya sırf malî veya hem bedenî ve hem de malî olan ibadetlerle yükümlü bulunduğumuzu bilir ve bunları seve seve yaparız. Bunlardan feyizler alır, büyük zevk duyarız. Bunlar da bizim birer amelî görevimizdir. Bir kısım nafile ibadetler Cenâb-ı Allâh’a karşı sorumluluklarımız içerisinde yer alır. Yüce Allah’ın rızasını kazanmak için nafile namaz kılar, oruç tutarız. Kalplerimizin nurlanması için Kur’an-ı Kerim okuruz. İmanımızın ışığını artırmak için her işe Yüce Yaratıcımızın kutsal isimleri ile başlarız.

Kişinin Kendine Karşı Sorumlulukları

İnsanların kendi benliklerine karşı birtakım sorumlulukları vardır. Bu sorumlulukların bir kısmı bedenlerine, bir kısmı da ruhlarına aittir. Başlıcaları şunlardır:

1. Beden terbiyesi. Öyle ki, her insan için temiz ve pak olmak, güçlü bir bedene sahib olmak önemlidir. Ebu Hüreyre’den (ra) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:

“Kuvvetli olan mümin, zayıf olan bir müminden hayırlıdır.”[1]

2. Sağlığı koruma. Sağlık büyük bir nimettir. Onun için sağlığa zararlı şeylerden kaçınmalı ve tedaviye gereken önem verilmelidir.

3. Zararlı riyazetlerden kaçınma.

4. Vücudu yıpratacak şeylerden sakınma.

5. İradeyi kuvvetlendirme. İnsan sağlam bir irade sahibi olmalıdır. Yararlı şeyleri öğrenip yapmalı, yararsız şeyleri de yapmamalıdır.

6. Aklı ve zihni ilim, irfan nurları ile aydınlatma, kalpte yararlı ve yüksek duyguları uyandırma, ilim ve marifet kazanma.

7. Nefs ile mücadele. Hz. Peygamber (sas), Tebük Gazvesinden dönüşünde Ashab-ı kirama şöyle buyurmuştur:

“Küçük savaştan büyük savaşa dönüyoruz.”[2]

Ailedeki Sorumluluklar

Aile hayatı, toplumsal varlığın başlangıcıdır. Aile fertleri, başta zevç ile zevceden ve bunların çocuklarından ibarettir. Bireylerin aile içinde birbirlerine karşı sorumlulukları vardır.

Kocanın başlıca sorumlulukları; Zevcesi ile güzel geçinmek, onu korumak, onun geçim ihtiyaçlarını karşılamak, eşine doğruluktan ayrılmamaktır. Bir hadis-i şerîfte şöyle buyurulmuştur:

“Sizin hayırlılarınız, eşlerine karşı ahlâkça en hayırlı davrananlarınızdır.”[3]

Kadınların başlıca görevleri ise; kocasının dine uygun olan emirlerini tutmak, onun namus ve şerefini korumak, bulunduğu hale kanaat etmek, israftan kaçınmaktır. Mutlu bir şekilde yaşamanın yolu budur.

Çocukların anne-babalarına karşı başlıca sorumlulukları, ebeveynlerine saygı gösterip itaat etmektir. Kendilerini yıllarca sevgi ve şefkatle kucaklarında beslemiş bulunan ana-babalarına karşı “öf” bile demeleri doğru değildir. Anne-babasına bakmayan, onların dine uygun emirlerini dinlemeyen, ihtiyaç zamanlarında yardımlarına koşmayan bir çocuk, hayırlı evlat olma şerefinden mahrum kalır. Böyle bir kişi toplum içinde yararlı olmaktan çıkar, hem de Yüce Allah’ın sorgulamasını hak etmiş olur.

Ebeveynlerin çocuklarına karşı görevleri ise, evlatlarını güçleri yettiği kadar terbiye etmek ve onları okutup bir kazanç yoluna koymaktır. Baba ile anne, çocuklarına karşı eşit hareket etmeli, onları sevme ve gözetme hususunda eşit davranmalıdır. Anne ve baba, çocuklarına yumuşak davranmalı, isyana götürmeyecek şekilde terbiye etmeye çalışmalı ve onlara karşı fazilet örneği olmalıdırlar.

Kardeşlerin başlıca sorumlulukları ise, birbirlerini sevmeleri, yardım edip saygı ve merhamet göstermeleridir. Kardeşler arasındaki kuvvetli bağ daima korunmalıdır. Maddî bir mesele yüzünden birbirlerine düşman kesilen kardeşler, iyi ruhlu kimseler sayılamazlar.

Toplumsal Sorumluluklar

Bilindiği üzere, insanlar yaratılış bakımından medenîdirler. Toplu bir halde yaşamak ihtiyacındadırlar. Bu yönden aralarında karşılıklı birtakım görevler bulunur. Bunlar gözetilmedikçe, toplum hayatı devam edemez, hiçbir işte düzen bulunamaz. Bu görevlerin başlıcaları şunlardır:

1. Cemiyet fertlerinin hayatını korumak: Her insan yaşama hakkına sahiptir. Hiçbir kimsenin hayatına haksız yere tecavüz edilemez. İslâm gözünde bir insanı haksız yere öldüren, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Aksine bir insanın yaşamasına sebep olan kimse de bütün insanları hayata kavuşturmuş gibi olur.

2. Fertlerin hürriyetini korumak: Yüce Allah aslında bütün insanları hür olarak yaratmıştır. Ancak hürriyetlerin çerçevesi belirlidir. Her insan her istediğini yapmak yetkisine sahip değildir. Öyle olsa, cemiyetin hürriyeti kaybolur gider.

3. Fertlerin vicdanlarını korumak: Vicdan İlahî bir kuvvettir, ruhun bir özelliğidir. İnsan, bozulmayan bir vicdan sayesinde, iyi şeylerle kötü şeylerin arasını ayırabilir. Vicdanın kıymeti dışarıdaki eserlerinden anlaşılır. Fena harekette bulunan insanın, iyi bir vicdana sahip olduğu söylenemez. İslâm, bütün insanların hidayet ve mutluluğunu isteyen vicdanlara büyük önem verir. Kirli vicdan sahiplerinin de hallerine acır, kendilerini doğru yola getirmeye çalışır.

4. Fertlerin ilmî görüşlerini korumak: Herhangi bir fikrin ve kanaatin doğru olup olmadığına, yine ilmî bir şekilde müdahale etmelidir. Çünkü bir hakkın meydana çıkması, ancak bu sayede mümkün olur. Bir batılın kötülüğünden cemiyetin kurtulabilmesi de ancak böyle yapmakla mümkündür.

5. Fertlerin namus ve şereflerini korumak: Dinimizde herkesin namus ve şerefi saldırıdan korunmuştur. Böyle bir saldırı ağır bir cezayı gerektirir. Bunun içindir ki, İslâm’da gıybet, iftira, alay etme, sövme ve kötü söyleme kesinlikle haramdır.

6. Fertlerin mülkiyet haklarını korumak: Herhangi bir kimsenin mülkiyet ve tasarruf hakkına tecavüz etmek haramdır. Herkesin kazancı kendine aittir. Cemiyetin ilerlemesi ve medenî bir halde yaşayabilmesi, ancak bu korunma ile mümkün olur. Bir cemiyeti meydana getiren fertlerin servet ve meslek bakımından değişik derecelerde olmaları, hikmet ve ihtiyaç gereğidir. Herkes Allah’ın taksimine razı olmalıdır.

Âdâb-ı Muâşeret

Önce bu kelimelerin anlamlarını kısaca görmeye çalışacağız.

Âdâb kelimesinin aslı Arapça olup tekil hali “edep”tir. “Edep” kelimesi lügatte; ziyafet ve davet[4] manalarına gelen “edb” veya “zarif, edepli olmak anlamındaki “edep” mastarından isim olarak “davet, iyi tutum, incelik/kibarlık, hayranlık ve takdir”[5] anlamlarına gelmektedir. Istılahî olarak ise, iyi tutum ve davranışlar anlamına gelmektedir.

Âdâb, ahlâk, terbiye ve nezaket kurallarının bütününe verilen bir ad olup, İslâm’ın güzel saydığı söz ve davranışlardır. Bu itibarla edep, insanların kendisine davet olunan bilumum hayır, zarafet, usluluk ve güzel ahlâk demektir.

Seyyid Şerîf, “et-Tarifât” adlı eserinde edebi, “bütün hata türlerinden kendisi ile muhafaza olunan hususları bilmekten ibarettir” şeklinde tarif etmektedir.

İbn Hacer ise şöyle der: “Edep, söz, fiil ve davranış itibariyle takdir edilen ve övülen şeyleri yapmaktır. Bu, güzel ahlâk sahibi olmak demektir. Edep, ‘hoş ve güzel olan davranışları yerine getirmek’ veya ‘büyüklere hürmet etmek, küçüklere yumuşak ve şefkatli davranmak’tır diyenler olduğu gibi, edep kelimesinin ‘yemeğe davet’ manasına gelen ‘medebe’ kelimesinden alındığı görüşünde olanlar da vardır.[6]

Ku’rân-ı Kerim’de doğrudan “edep” kelimesi veya bu kelimeden türemiş başka bir kelimenin geçtiğini görmeyiz. Ancak şu âyet-i kerîmelerde “âdet, tutum, yol, gidiş” anlamında “de’b” ve “deeb” kelimeleri kullanılmıştır.;

“Tıpkı Firavun’un ve onlardan daha öncekilerin gidişi gibi” (Al-i İmran, 3/11) ve

“Evet, tıpkı Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin tutumu gibi.” (Enfâl, 8/54)

“Yedi sene, bildiğiniz şekilde ekin ekersiniz.” (Yusuf, 12/47)

Başka bir âyet-i kerîmede ise (İbrahim, 14/33) “dâibeyn” kelimesi kullanılmıştır ki “sürekli” anlamındadır.

Hadis-i şerîflerde de bu kelime kullanılmaktadır:

“Beni Rabbim eğitti (edeplendirdi) ve eğitimimi en güzel şekilde yaptı.”[7]

Bu hadiste edep kelimesinin eğitim anlamında kullanıldığı görülmektedir.

Muâşeret kelimesi ise; karışmak, arkadaş olmak ve beraber yaşamak manalarına gelir.[8] İslam dini, insanların muaşeretine, birbiriyle görüşüp konuşmalarına, toplum halinde medeniyet üzere yaşamalarına büyük bir önem vermiştir.

Sosyal ilişkilerde âdâb-ı muâşeretin önemi derhal göze çarpmaktadır. Hatta âdâb-ı muâşeret, büyük ve küçüğün kimliğini gösteren dış görünümdür diyenler de olmuştur. Bu açıdan çocuğa âdâb-ı muâşeret elbisesini giydirmek ahlâk eğitiminde öncelikli vazifelerden sayılmıştır. âdâb-ı muâşereti, insanı ayıplanma ve kötülenme sebeplerinden koruyan nefsin köklü bir kuvveti olarak görenler de vardır.

Âdâb-ı muâşeret, daha geniş ifadesiyle Allah’ın ve Peygamberin emir ve yasaklarına uygun biçimde hareket etmektir. Âdâb kaideleri Hz. Peygamber (sas) tarafından tavsiye ve teşvik edilmiştir. Yapıldığında sevap kazanma söz konusudur.

Kâinatı en mükemmel bir düzen ve intizam üzere yaratan Allah, yaratıkları içinde insanı en güzel bir kıvamda yaratmıştır (Tîn, 95/4). Diğer yaratıkları da onun istifadesine vermiştir. Böylece insanı âlem için hâkim duruma getirerek onu muhatap ve mükellef kılmıştır. Peygamberleri vasıtasıyla saadet yollarını göstermiş, iyi ve güzeli, kötü ve çirkini öğretmiştir. Her şeyi mükemmel olarak yaratan Allah, insanlara da kendileri için en doğru olan yaşayış ve hareket yollarını bildirmiştir. Dolayısıyla Allah’ın bize öğrettiği edep ve ahlâk, değişmeyen en güzel ve doğru ahlâktır. Bu ahlâkı en güzel şekilde yaşayan da Hz. Peygamber (sas)’dir.

“Gerçekten sen, çok büyük bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 68/5)

âyeti ile Allah’ın (cc) yüksek iltifatına mazhar olan Hz. Peygamber (sas) kendi hakkında:

“Ben, ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.”[9]

buyurmuş ve Kur’an’dan ibaret olan güzel ahlâkını, hayatında yaptığı tatbikatı ve tavsiyeleri ile ümmetine tebliğ etmiştir.

“(Hz. Peygamberin) şahsında Allah’ı ve Âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça hatırlayanlar için güzel edeb ve ahlâk numuneleri vardır.” (Ahzab, 33/21).

Takva

Burada konumuzla irtibatı açısından kısaca “takva” konusuna girmenin faydalı olabileceğini düşünüyoruz. “Takva” kelimesi genel olarak iki manada kullanılır:

1. Âmm (geniş) olan manasıdır ki “ahirette kişi için zararlı olacak hususlardan sakınıp korunmak” demektir. Bunun en önemlisi “cehennemde ebedi kalmayı neticelendiren şirkten sakınmaktır.” En yükseği de kişinin “sırrını” Hak’tan uzaklaştırabilecek her husustan temiz tutması ve bütün varlığı ile Hakka dönüşü, bütün maneviyatıyla Allah’ın korumasına girmesidir.

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekirse öylece sakının.” (Âl-i İmrân, 3/102)

âyet-i kerîmesinde bu duruma bir işaret sezilmektedir.

2. Bir de bilinen özel bir manası vardır ki şudur: Mutlak olarak zikredildiği ve manayı değiştirecek bir karine bulunmadığında “nefsi günaha sevk edebilecek gerek fiil ve gerekse de iyi olanı işlemeyi terk ile meydana gelebilecek herhangi bir günahtan korunma” takva olarak adlandırılır.

“(O iyiler), ufak kusur ve günahlardan olmasa da büyük günahlardan, aşikâr hayâsızlıklardan kaçınırlar. Senin Rabbinin mağfireti boldur.” (Necm, 53/32)

ayeti gereğince böyle bir “takva” büyük günahlardan kaçınmayı gerektirir.

“Dini ıstılahta takva, nefsi günahtan korumaktır, bu ise haramı terk ile olur, bu da işlenmesi mübah olan şeyleri terk ile tamamlanır. Çünkü rivayet olunan “Helal belli, haram da bellidir, aralarında şüpheli şeyler vardır…” hadisi gereğince korunun kenarında otlayan içine düşebilir.[10]

Biraz önce Necm Suresinden aktardığımız âyet-i kerîme (Necm, 53/32) “küçük günahlar” konusunda insanın gevşek davranabileceği anlamında değildir. Çünkü Said İbn Cübeyr (ra)’den rivayet olunmuştur ki,

“Kendileri de ihtiyaç duydukları halde yiyeceklerini, sırf Allah’ın rızasına ermek için fakire, yetime ve esire ikram ederler.” (İnsan, 76/8)

âyet-i kerimesi nazil olduğu zaman, bazı Müslümanlar az bir şey verdiklerinde sevap kazanamayacaklarını zannetmiş, diğer bazıları da “Allah, cehennem ateşini büyük günahlar için vaat etmiştir” diyerek, yalan söyleme, harama bakma, gıybet etme vb. küçük günahlardan ötürü kınanmayacaklarını düşünmüşlerdi. Bunun üzerine Allah (cc);

“Zerre ağırlığınca hayır yapan onu bulur, Zerre ağırlığınca şer yapan da onu bulur.” (Zilzal, 99/7–8)

âyetlerini inzal buyurdu. Said b. Cübeyr (ra) der ki: Allah bu âyet-i kerîmeleri inzal buyurarak, bir yandan; “az, kısa zamanda çoğa vesile olur” diye Müslümanları azımsamadan vermeğe teşvik etmiş, diğer yandan da “küçük günahlar kısa zamanda çoğalır, dolayısıyla büyük günahlara dönüşür” diye onları küçük günahlar işlemekten sakındırmıştır.[11]

İslam bilginlerine göre küçük günahlar, beş sebeple büyük günahlara dönüşebilir:

1. Küçük günahlar üzerinde ısrar etme.

2. Küçük günahlara lakayt kalma, ehemmiyet vermeme, hafife alma.

3. Küçük günahı, büyük günaha kıyas ederek ferahlanma, sevinme.

4. İşlemiş olduğu küçük günahla insanlar arasında iftihar etmek.

5. Küçük günahın bir âlimden, kendisine uyulan bir rehber kimse tarafından işlenmesi de büyük günah olmasını gerektiren bir durumdur.

Günah hususunda bilmemiz gereken husus, Allah’ın yasakladığı şeylere yaklaşmamak, küçük veya büyük günahlara karşı Allah’a sığınmak, Kur’ân’da bildirilen günahı günah olarak kabullenmek ve günahta ısrar etmemektir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sas) İbn-i Abbas’tan (ra) rivayetle şöyle buyurmaktadır:

“İstiğfar edildiğinde büyük günah artık ‘büyük’ olarak kalmaz. Israrla işlenmeye devam edildiğinde ise, küçük günah artık ‘küçük’ değildir.”[12]

Sonuç

Muhaddisler, Hz. Peygamber’in bizzat yaşadığı ve ümmetine tavsiye ettiği edeb ve ahlâk kaidelerini ihtiva eden hadisleri, tasnif ettikleri hadîs kitaplarında “Kitâbu’l Edeb”, “Bâbu’l-Edeb” gibi başlıklar altında toplamışlardır.[13] Buna ilâveten İmam-ı Buhârî “El-Edebu’l Müfred” isimli kitabını, Hz. Peygamber’in (sas) ahlâkî yaşayış ve emirleri ile ilgili hadislerini derleyerek meydana getirmiştir.

Edep, insanlara karşı bütün davranış ve muamelelerinde terbiyeli ve ahlâklı olmaktır. Selâm vermek, güler yüz göstermek, tırnak kesmek gibi nice İslâmî edepler vardır ki, bunlar Hz. Peygamber’in birer sünneti olduğu gibi, daha önce geçen peygamberlerin de sünnetidir.

Rivayetlerle sabit olan edep ve güzel ahlâk hakkındaki Peygamber (sas)’in emir ve yasakları herkesi ilgilendirmektedir. Bu sebeple, edep verme ve terbiye etme konumunda olan her kişinin de bu emir ve yasakları önce şahsında tatbik etmesi, daha sonra da terbiyesi altında bulundurduğu kişileri bu güzel ahlâk ile ahlâklandırmaya çalışması gerekir.

Her insan, elinin altında bulundurduğu kimselerin her türlü hak ve hukukundan, eğitim ve öğretiminden, kısacası onların terbiyesinden doğrudan sorumludur. Ebeveynlerin evlatları üzerindeki eğitiminin önemini Allah Resulü (sas) şöyle tebarüz ettirmektedir:

“Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Bundan sonra anası, babası onu Yahudi yaparlar, Nasranî yaparlar, Mecusî yaparlar. Nitekim hayvan yavrusu derli toplu bir hayvan yavrusu olarak doğar. Siz kusursuz doğan bu hayvan yavrularının içinde kulağı, dudağı, burnu, ayağı, kesik olanını hiç görüyor musunuz?”[14]

Hadisi rivayet eden Ebu Hüreyre devamla: “İsterseniz şu âyeti okuyunuz” dedi.

“O halde sen yüzünü bir muvahhit olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır.” (Rum, 30/30)

Yukarıdaki âyet-i kerîme ve hadîs-i şerif, insanın fıtraten tertemiz olduğunu, ahlâkın en güzeli olan İslâm’ı kabule kabiliyet ve istidatlı bulunduğunu ortaya koyar. Ancak, insana verilen yanlış eğitim, onu kötü ahlâk sahibi ve inançsız bir insan durumuna getirir. Bu sebeple çevrenin ve ebeveynin çocuk üzerindeki etkisi tartışılmayacak kadar önemlidir. Allah insanı fıtraten temiz yaratmış ve onun fıtratına uygun edebi, terbiyeyi verme işini de baba ve anneye havale etmiştir. Baba ve annenin evlâda en güzel ve kalıcı hediyesi, onu iyi terbiye etmeleridir. Terbiye edilmiş sâlih bir evlat ölümünden sonra da baba-anne için hayırlı amellerin yazılmasına sebep olur.


[1] Müslim, Kader, 8 (2664).

[2] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 425, Beyrut-1351, 3. Baskı.

[3] Tirmizi, Rada, 11 (1162); Ebu Davud, Sünnet, 16 (4682).

[4] Ahter-i Kebîr, elif-dal-maddesi.

[5] Lisanu’l-Arab, “edb” maddesi.

[6] İbn Hacer, Fethu’l-Bari, XIII, 2.

[7] Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, 1/70.

[8] Ahter-i Kebîr, “ayn-şin” md.

[9] Muvatta, Kitabu’l-Cami, 10 (2633); Hâkim, Müstedrek, 2/613 (4221); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/381 (8939); Buhârî, Edebü’l-Müfred, C. 1, s. 143 (273).

[10] M. Hamdi Yazır-Hak Dini Kur’an Dili-İst., Eser Neşr., trsz., C. 6, s. 4479.

[11] İbn Kesir, Tefsir, Muhtasar, 3/667.

[12] Beyhakî, Şuab, 9/406 (6882); Ebu Mansur ed-Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, C. 5, s. 287 (7914); Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, C. 6, s. 436 (9920).

[13] Bkz. Buhârî Edeb; Müslim Edeb, Muvattâ, Hulk.

[14] Müslim, Kader, 6 (2658).

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.