Söz, Gıybet ve Dilde İstikamet

Musa Kâzım GÜLÇÜR

19 Şubat/2019

Söz

Türkçemizde “söz”; bir veya birkaç heceden oluşan ve anlamı bulunan ses birliği, kelime, sözcük; bir düşünceyi eksiksiz olarak anlatan kelime dizisi ya da bir konuyu yazılı olarak açıklamaya yarayan kelime dizisi olarak tanımlanmaktadır. “Kelime” ve “lafız” tabirleri de dilimize Arapçadan geçmekle birlikte Türkçeleşmiş olarak “söz” ile eş anlamlı bir şekilde kullanılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de “kelime” tabiri tekil, yalın ve “kelime-i küfür, kelime-i tayyibe, kelime-i habise, kelime-i azab, kelime-i fasıl, kelime-i bâkiye ve kelime-i takvâ” gibi tamlamalı halleri ile on sekiz defa geçmektedir. “Kelimât” şeklinde çoğul olarak ve bütünü ile de Allâh’a (cc) izafe edilmiş bir şekilde ise on üç defa geçmektedir. “Kavl” kelimesi ise tekil hali ile ve bir söz ya da kelime ifadesinden daha fazla olarak bir düşüncenin, kavramlar dizesinin ve beyanın belirtilmesi anlamında on iki yerde geçmektedir.

İster söz, ister kelime isterse de lafız diyelim, insan, düşüncelerini ifade ettiği kelime ya da kelimeler ile müspet ya da menfi anlamda üzerine daimi bir sorumluluk almaktadır. Hatta yüklenilen bu sorumluluğun, Allâh’ın (cc) rızasının ya da gazabının kıyamet gününe kadar o kişi üzerinde kalmasına sebep olacak kadar büyük olabileceği de anlaşılmaktadır (Tirmizi, Zühd, 10).

Dilin doğru kelimelerle süslenmesi, yanlış, kaba ve yaralayıcı bir şekilde kullanılmamasına irşad eden başta Kur’ân-ı Kerîm, insanın her telaffuz ettiği sözün kayda alındığını ifade buyurmakta (Kaf, 50/16-18), Efendimiz (sas) de uygunsuz söz kullanımı ile toplum içinde emniyet ve huzurun yok olabileceği hususuna dikkat çekmektedir (Buhârî, Îmân, 4; Müslim, Îmân, 65; Tirmizî, Îmân, 12).

İnsan sabahladığında bütün azalarının dile başvurduğunu, istikametli olması yönünde ona adeta yalvardıklarını, kişinin kötü dili sebebi ile neticede kendilerinin cezalandırılacağını, iyi olursa kendilerinin de iyi ve rahat olacaklarını ifade ettiklerini bizlere haber veren (Tirmizi, Zühd, 61) Efendimiz (sas), bir defasında da Muaz b. Cebel’e: “Bu dinin başı İslam’dır, direği namazdır, zirvesi Allâh için çabalamaktır!” dedikten sonra, dini tamamlayan en temel amilin ise dil olduğunu, insanları yüzlerinin üstüne veya burunlarının üstüne ateşe atan sebebin de dilleriyle kazandıklarından başka bir şey olmadığını beyan buyurmuştur (Tirmizi, İman, 8, (2619).

Dilin Dedikoduda Kullanılması

Bir davranış bozukluğu olan dedikodu, Türkçemizde, başkalarını çekiştirmek ve kınamak amacıyla yapılan konuşmadır.

Dedikodu, özel konuşmalarda ağızdan ağza dolaşan kötü niyetli sözler; konusu çekiştirme ve kınama olan yüzeysel konuşmalar; çoğunlukla güvenilir olmayan haberleri yayma şeklinde tanımlanabilir.

Dedikodu konusu Kur’an-ı Kerîm’de; “hümeze”, “lümeze”, “hemmâz” ve “gıybet” kelimeleri ile ifade edilmektedir. Kur’an-ı Kerîm, özellikle de “hümeze” ve “lümeze” kavramlarıyla (Hümeze, 104, 1-2) hem “yüze karşı” hem de “arkadan yapılan dedikodu” çeşitlerini göstermiştir. Kur’an-ı Kerîm bu kavramlarla, dedikodunun sadece sözlü dil ile değil ama aynı zamanda beden dili kullanılarak da yapılabileceğine dikkat çekmiş olmaktadır.

Arapça “hemz” kelimesi, “göz kırpma, bir şeyi sıkma, itme, kovma, kırma, çiğneme, mahvetme, hayvanı dürterek ya da vurarak yürüyüşünü hızlandırma, ayıp, kusur” (Lisânu’l-Arab, 5/425-426) anlamlarına gelir. Bu kelimenin kökündeki “sıkma, itme, kovma, kırma, çiğneme, mahvetme” anlamları, dedikodu eylemi ile bireyin ahlâkî kişiliğinin ve insanlar arası ilişkilerin nasıl yıkıcı bir boyuta varabileceğine işaret eder. Kur’an’da, şeytanın insanın kalbine vesvese vermesi de “hümeze” kelimesiyle anlatılır.

“Lemz” kelimesi ise, “alçak bir sesle konuşmak, göz, baş ya da dudak /ağız ile işarette bulunmak, itmek, kovmak ve vurmak” (Lisânu’l-Arab, 5/406) gibi anlamlara gelmektedir. “Lemz”, hem sözlü hem de beden dili kullanılarak dedikoduyu ifade etmektedir.

Müfessirler, âyette geçen “hümeze” kelimesine, “inceden inceye veya geriden geriye insanların şahsiyet ve namusuna dil uzatan, hafife alarak, alay ederek onları inciten, bir kimseyi yüzüne karşı sözlü olarak açıktan kötüleyen, insanları gıybet ederek ayıplayıp kınayan”gibi anlamlar vermişler, benzer anlamları “lümeze” kelimesi için de kullanmışlardır. Buna göre “lümeze”, “insanlara kulp takan, kaş göz işaretiyle birini başkalarına göstererek aşağılayan, bir kimseyi arkasından kötüleyen, sadece beden diliyle değil, sözlü olarak çekiştiren ve gıybet edendir” (Bkz. Razi, Mefâtihu’l-Ğayb, 32/92).

Genel ve evrensel ahlâktan uzak yaşayan bu insanlar, başkalarını açıktan ya da arkalarından kötülemeyi ve çekiştirmeyi normal bir davranış gibi kabul etmişlerdir. Vicdanları öylesine körelmiştir ki, yaptıklarının bir suç, hak ihlali olduğunu bile hissetmemişlerdir. Dedikodu yapmak onlar için bir zevk haline gelmiştir.

Ben merkezli, kişisel çıkarlarından başka amaçları olmayan bu türden insanların en büyük zevklerinden birisi, başkalarını aşağılayıp eğlenmektir. Başkalarını çekiştirmek ve gıybetlerini yapmak bu kimselerde kötü bir alışkanlığa dönüşmüştür.

Kur’an-ı Kerîm, Kalem suresi, 68/11. âyet-i kerîmede dedikoduculuk davranışına “hümeze” ile aynı kökten gelen “hemmâz” kalıbıyla bir kez daha değinmektedir. “Hemmâz, insanlardan hoşlanmayacakları şekilde söz ederek kişileri yeren, hafife alan, gıybetlerini yapan, arkadan çekiştiren, kusurlarından bahsederek onurlarını kıran, kaş göz işareti yaparak insanların şahsiyetiyle oynayan kimsedir.” (Bkz. Razi, Mefâtihu’l-Ğayb, 30/84). Bu âyet-i kerimede “hemmâz”, inkârcı kimselerin karakter özelliği olarak tasvir edilmektedir. Kur’an-ı Kerîm aynı âyet-i kerîmede, “hemmâz” adını verdiği karaktere “nemîm” yani “koğucu” özelliğini de ekler.

Sözün Gıybet Amacı İle Kullanılması

Arapça’da “gıybet” kelimesinin alındığı “ğayb” kelimesi, “şüphe, kalpte hissedilse bile gözle, diğer duyu organlarıyla görülmeyen şey, yeryüzünde gözle görülemeyen çukur, derin bölge” vb. anlamlara gelir (Bkz. Lisânu’l-Arab, 1/654-656).

“Gayb”, bir yerde hazır bulunmanın zıddı, yani mevcut olmamaktır. Gıybeti yapılan kişinin kendisinin çekiştirildiğinden haberi olmaz. Dedikoducu kimse, çekiştirdiği kimsenin bulunmadığı bir ortamda, onun bilgisi olmadan gıybetini yapar. Gıybetin bu yönü, bu kelimenin alındığı “ğayb” kelimesinin kök anlamında açıkça kendini gösterir.

Kur’ân-ı Kerîm Hucurât Suresi 49/12. âyet-i kerîmede, önce bir kısım zandan sakınma, ardından da tecessüsten uzak durmayı emretmekte ve gıybet yapmamayı temel ahlâk ilkesi olarak açıklamaktadır.

Zan, tecessüs ve gıybet davranışları incelendiğinde âyetteki sıralamanın belli bir amacı ve anlamı ifade ettiği anlaşılmaktadır. Her üç davranış tek başına bir davranış bozukluğu olmanın yanında, birbirinin tetikleyicisi olma özelliğine de sahiptir. Şöyle ki, zan insanı tecessüste bulunmaya iter, tecessüs de gıybetin yolunu açar. Dolayısıyla âyette üç davranış bozukluğunun diziliş şekli, adeta gıybetin ortaya çıkış sürecini ifade eder.

“Zan” kelimesi “şüphe, tereddüt, tahmin, hayal ve vehim” anlamlarına gelmektedir. “Su-i zann” ise, hakkında bir delil olmadığı halde başkasının fenalık yaptığına ve kötü niyetli olduğuna inanmaktır. “Sû” kötü anlamına gelir. “Zan” ise “delilsiz, belgesiz ve bilgisiz tahminde bulunmadır.” 

Sû-i zan, olayları ve fiilleri kötüye yormak demektir. Davranışa ve ahlaka yönelik olursa “kötü huy” ve “kötü niyet” anlamına gelir ve sahibini kötü ahlaka sürükler. İnanca ait olursa buna “küfür ve dalalet” denir; sahibini dalalete götürür. Nitekim Allah (cc), inanmayanların çoğunun zan ve tahminle hüküm verdiklerini, zannın ise gerçek karşısında hiçbir şey ifade etmediğini belirtir (Yunus, 10/36).

Doğruyu ve yanlışı, açık belirtileriyle seçmeden, iyice gözleyip düşünmeden zanda bulunulmaması önemlidir. Açık bir sebebi ve doğruluk belirtisi olmayan zandan kaçınılması gerektiği ve haram olduğu Hucurât Suresi, 49/12 ile sabittir. İhtimal üzerine bina edilen zanlar, gerçeğe uymadığından, başkasına bühtan ve iftira olacağından, zanda bulunanı vebâl altına sokacaktır.

Efendimiz (sas), şimdi sıralayacağımız kurtuluş çarelerini uygulamadıktan sonra kimsenin “kötü zan, uğursuzluk düşüncesi ve haset” duygularından kurtulamayacağını beyan etmiştir:

Kötü zanna kapılan kişinin, konunun üzerinde durup işin iç yüzünü araştırmamasını,

Uğursuz telakki edilen bir durum ile karşılaşıldığında aldırış etmeden insanın işine devam etmesini,

Haset edilen kimseye karşı da sözlü veya fiilî olarak ona karşı haksızlığa yönelmemeyi tavsiye etmektedir. (Begavî, Şerhu’s-Sünne, XIII, 114)

İnsanın gıybete girme sebepleri genelde psikolojiktir ve çok çeşitli olabilir. Bu genel sebepler arasında şunları sayabiliriz:

Kızgınlık ve kin beslemek, intikam duygularını tatmin etmek, boş vakit geçirip kendince eğlenmek, rakiplerini gözden düşürmek, kendi kusurlarını örtebilmek için başkalarının kusurlarını öne sürmek, başkalarının eksiklerini açığa çıkararak kendi üstünlüğünü göstermek, insanları küçük görmek, kıskançlık duymak. Toplumda birtakım üstün özellikleri ile öne çıkanlara karşı daima rekabet ve kıskançlık duyguları içinde olmak.

Gıybet, aşağılık duygusu içerisinde bulunan, düşüncelerini dile getirmekte yetersiz kalan kimselerde görülen bir özelliktir. Böyle kimseler, kendilerinden daha üstün gördükleri kişilerin beğenmedikleri görüş ve yönlerini yüzlerine karşı açıklamaktan çekinirler.

Gıybet, bir anlamda “sözel şiddet” demektir. Bu sözel şiddetin kaynakları ise; “korkaklık, saldırganlık, düşmanlık, öfke, kin, kızgınlık, hor görme, aşağılama” vb’dir. Kişi gıybet yaparak bu duygularının doyuma ulaşmasını amaçlar. Bu açıdan gıybet ahlâkı, sadist ve narsistik psikolojiye oldukça yakın sayılabilir. Bilindiği üzere Efendimiz (sas) gıybeti, insanın duyduğunda hoşlanmayacağı bir şekilde anılması (Müslim, Birr 70) ve zinadan daha büyük bir günah olarak tarif buyurmuştur (Kenzu’l-ummâl, 3/1057).

Bir kimsenin olmadığı ortamda gerek onun şahsıyla ilgili maddî, bedenî, dünyevî, manevî, ahlâkî ve dinî kusurlarından söz edilmesi; gerekse çocukları, ebeveyni ve diğer yakınlarının kusurlarının anlatılması gıybet kategorisindedir. Çünkü bu onun haysiyet ve şerefini ihlal etmekte, insanlar arasındaki konumuna zarar vermektedir. Bir insan yapısı gereği kızgın, tembel veya uyuşuk olabilir. Onun böylesi bir yapıya sahip olması bütünüyle onun yaratılışı ile alakalıdır. Eğer biz bu hususlarda arkasından eleştiri sadedinde konuşursak gıybetini yapmış oluruz.

İnsanın Şeref ve Haysiyeti

İslam dini, iman, ahlak ve beden açısından sağlıklı bir toplumun meydana gelmesi için insanoğlunun bir takım değerlerini muhafaza altına almış ve bu değerlere zarar verecek tüm şeyleri onlar için yasaklamıştır. Bu değerlere “külliyat-ı hamse” veya “zarurat-ı hamse” adı verilmiştir. Bu esaslar sırasıyla Din emniyeti, can emniyeti, şeref emniyeti, akıl emniyeti, mal emniyetidir.

İslam’da bu beş esasa zarar verecek her şey haram kılınmıştır. Örneğin, adam öldürmek haramdır; sebebi can emniyetinin ihlalidir. İçki haramdır; sebebi akıl emniyetini ortadan kaldırmasıdır. Hırsızlık ve gasp haramdır; nedeni mal emniyetine zarar vermesidir. İşte gıybet de tıpkı bu sayılanlar gibi haramdır. Sebebi ise insanın “ırz” kavramıyla ifade edilen “haysiyet, şeref, onur ve saygınlığının” ihlalidir.

Bilinmelidir ki, Allah’a iman etmiş bir kulun saygınlığı Allah indinde Kâbe’nin saygınlığından daha üstündür. Bu ifade ilk bakışta biraz garip gelebilir; ama Efendimiz aleyhisselam’ın şu hadisini okuyan bir kimse bu ifadenin hiçte garip olmadığını anlar. Hayatı boyunca hiç kimseyi incitmemiş bulunan Peygamberimiz Efendimiz, çok sevdiği Kâbe’yi tavaf ederken –İbn Ömer’in müşahede ve rivayetiyle- ona hitaben şöyle seslenmişlerdir:

(Ey Kâbe!) Sen ne güzelsin, kokun da ne hoştur! Sen ne ulusun, hürmetin de ne yücedir! (Fakat bununla beraber) Muhammed’in ruhunu elinde bulunduran Zât’a yemin ederim ki, bir müminin Allah katındaki hürmet ve kıymeti senin hürmetinden çok daha büyüktür. Mümin hakkında hayırdan başka zanda bulunmanın (yani sû-i zannın) hürmeti (haramlığı) da böyledir. (Biz Mümin hakkında sadece hüsn-ü zanda bulunmakla emrolunduk). Şüphesiz Allahu Tealâ sende bir şeyi haram kıldı; seni haram bölgesi yaptı. Fakat müminin üç şeyini haram kıldı; malını, kanını ve şerefini, bir de mümin hakkında kötü zan beslemeyi.” (İbn Mâce, Fiten, 2; Heysemî, Mecmua-üz Zevaid, 1/81)

Dil ve Düşüncede İstikamet

Beyan yani ifade kabiliyeti Allâh (cc) tarafından insana verilmiş en önemli nimetlerden birisidir. (Rahmân, 55/4) Bu sebeple dilin, hayır ve iyilikten başka amaçlarla kullanılmaması, dilin istikameti ve nezaheti manasına gelmektedir.

“Kötü düşünmeme, eksik ve kusurları araştırmama, gıybet ve dedikodu yapmama, aşağılayıcı ve alaycı bir tarzda konuşmama, kaba ve küfürlü sözler kullanmama, yalan söylememe” gibi dil ve düşünce istikametini korumaya çalışırken; “boş ve malayani sözler dinlememe” gibi kulağın isitikametini de önemsemek gerekmektedir.

İsfahânî; “Kişi; el, dil, kulak ve göz gibi âza ve cevârihini yanlışlardan korumadıkça, tam olarak istikametli hale gelemez. İnsan dilini alay, aşağılama, gıybet, dedikodu ve lakap takmaktan; kulağını da kötü ve çirkin şeyleri dinlemekten uzak tutmalı” demektedir (İsfahânî, ez-Zerîatü ilâ Mekârimi’ş-Şerîa, s. 319).

Resülullah (sas) Allah Teâlâ hazretlerinin düşük ve çirkin söz/davranış sahiplerine öfkelendiğini (Tirmizî, Birr, 61; Ebu Dâvud, Edeb, 8), müminin kaba ve çirkin sözlü olamayacağını ifade buyurmaktadır (Tirmizi, Birr, 48). Ayrıca gevezelerin ve boşboğaz kimselerin kıyamet günü kendisine en uzak kimseler olacağını beyan etmiştir (Tirmizî, Birr, 70).

Bazı Öneriler

Öncelikle ibadet u taatinizde hassas davranmayı önemseyiniz. Kötü duygu ve düşünceler atmosferinize girmeye çalıştığında, kendinizi bütün kalbinizle Allâh’a bağlayınız. Allâh’a samimi ve içten bir şekilde yöneldiğinizde kötü ve kirli düşüncelerin atmosferinizden biiznillâh dağıldığını göreceksiniz.

Kur’ân-ı Kerîm okuyunuz ve gücünüz yettiği kadarı ile ezberlemeye çalışınız. Ezberlediğiniz bölümleri sesli ya da sessizce okuyunuz. Bu okuma sonucunda sizi kışkırtan yanlış düşünce ve tasavvurların yok olduğunu müşahede edeceksiniz.

Allâh’ı (cc) sesli ya da sessiz şekilde zikredip anınız. Bu zikir ya da anma zihninize yerleşebilecek kötü düşünce ya da sözlerin önünü tıkayacaktır.

Allâh (cc) kullarının yüksek ahlâkî değerlerle donanmasını istemektedir. Söz ve kelamda istikamette kalabilmek için istenmeyen düşünce, söz ve davranışları istenen ve makbul sözler ile değiştirmek gerekmektedir.

Böyle bir aksiyon için gerekenleri ise şu şekilde sıralayabiliriz:

Olumlu, yapıcı ve ahlâkî düşünceler, negatif ve ahlâkî olmayan düşünceleri hayatınızdan silecektir. Hayatınızı olumlu ve yapıcı düşünceler ile doldurduğunuzda, negatif unsurları yok etme yönünde bir kabiliyet elde edeceksiniz. Dini kaynaklara yönelerek, ailenize ve insanlığa hizmet ederek, özenle çalışarak ve bütünü ile yapıcı davranarak düşünce ve sözlerinizi kontrol etme konusunda ilerleme sağlayacaksınız. Kendi saygınlığınıza gölge düşüren, hayatın güzel yönlerini görmenize engel olan söz ve davranışlardan uzak kalınız. İnternet, gazete, dergi vb. medyanın yanlış kullanımı konusunda dikkatli olunuz.

Sözleriniz diğer kimseleri geliştirici ve güçlendirici olsun. Kaba-saba, terbiyesiz, bayağı, adi ve ayak takımının küfürlü sözlerini asla kullanmayınız. Başkalarına karşı saygılı olmaya ve elinizden gelenin en iyisini yapacak şekilde yardımda bulunmaya hazır olunuz.

Sonuç

İnsan, arkasından konuşulamayacak derecede onuru, şerefi ve haysiyeti yüksek bir varlık olup, bu hali ile kâbeden daha mükerrem kılınmıştır.

İnsanları sadece sözel anlamda değil beden dili ile de ayıplamanın Kur’ân-ı Kerîm’de ve Efendimiz (sas)’in hadîs-i şerîflerinde yasaklandığı ve kınandığı görülmektedir.

Gıybet sözel bir şiddet olup, zan ve tecessüs ile beslenmekte, bu kötü ahlâkı besleyen ana damarlar, ancak gerçek delillere dayanmak ve hüsn-ü zan ile memur olduğumuzu hatırlamakla kurutulabilmektedir.

Söz, dil ve düşüncede istikamet, kişinin imanının derecesini gösteren ahlâkî bir duruştur. Bunun aksi, yani dil ve düşüncedeki istikametsizlik de imandaki zaafa işaret etmektedir. Dolayısı ile dilde ve düşüncede istikamet duygusunun gelişebilmesi için Cenâb-ı Mevlâya yakarışta bulunmak gerekmektedir. Bir insan, gizlide ve açıkta murakabe edildiği şuuruna yani ihsan derecesine ulaşabilirse, Allâh (cc)’ın hoşuna gitmeyecek amellerden uzak durmaya, dilde ve düşüncede istikametli hale gelmeye başlamış demektir.

Sözde, dilde, duyguda, düşüncede ve amelde istikamet, peygamberlerin ümmetlerine bırakmış oldukları bir menheli’l-azbi’l-mevrûddur. Hiçbir nebi yoktur ki afîf olmasın. Bütün peygamberler (ase) hem söz hem de fiillerinde ümmetlerine bu konuda yüksek bir örnek olmuşlardır.

Sözün ve dilin istikameti, müminin kalbindeki imanına sadık kaldığına güçlü bir delildir. O, bütün azalarını fısk u fücur ve haramlardan uzak tuttukça, artık lisanı da ona buna sövüp saymaktan, gıybet ve dedikodudan, başkalarından herhangi bir şey istemekten ve diğer insanların mal ve mülklerine haset etmekten uzak kalmış olacaktır.

Söz ve dil istikametinin bir ahlâk halinde insan nefsinde yerleşebilmesinin temel şartlarından biri de akîde ve inançta güçlü bir hale gelmesi, masiyetlerden uzak durması, sonra da dilinin istikameti ile onurunu ve imanını muhafaza etmesidir.

Söz, dil ve düşünce istikameti sayesinde kişi; imanda tahkike, aza ve cevâhirini Allâh’ın rızası istikametinde kullanma şerefine, fuhşiyat ve rezâilden selamette kalma rahatlığına, ferdî ve içtimâi huzura, yüksek irade gücüne, Allâh katında yüksek derecelere mülaki olur.

Sözde, dilde ve düşüncede istikamet, kişinin en başta dili ile haramlara girmesini önleyen; zulüm ve insanın kendisine ihanet manasına gelen günahlar gibi çirkin söz ve davranışların terkini sağlayan, dil, kalp ve ruhun Allâh rızası istikametinde yücelmesine vesile olan temel ve önemli bir ahlâktır.

İstifade Edilen Kaynaklar

Kur’ân-ı Kerîm.

Ali b. Muhammed eş-Şerîf el-Cürcânî, Ta’rîfât, Mektebetu Lübnan-Beyrut, trsz.

Allâme Alauddin Ali El-Muttakî bin Husamuddîn El-Hindî, Kenzu’l-Ummâl Fi Süneni’l-Akvâl Ve’l-Ef’âl, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut, trsz.

Begavî, el-Hüseyin b. Mes’ûd, Serhu’s-Sünne, Beyrut, 1983.

Ebu Davud Süleyman İbnu’l-Eş’as es-Sicistanî el-Ezdî, Sünenü Ebî Davud, I-IV Dâru İhyâi’s-Sünnetü’n-Nebevî, Beyrut.

Ebu’l-Kâsım el-Hüseyn b. Muhammed el-Esfahânî, el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, trsz.

Ebu’l-Kâsım el-Hüseyn b. Muhammed el-Esfahânî, ez-Zerîatü ilâ Mekârimi’ş-Şerîa, trsz.

el-Buharî, Ebu Abdillah Muhammed İbn İsmail, Sahîh-i Buharî, I-VIII, Kahire, 1958.

Er-Razi, Muhammed, Mefâtihu’l-Ğayb, Dâru’l-Fikr-1981.

et-Tirmizî, Ebu İsa Muhammed İbn İsa b. Sevre, Sûnenü’t-Tirmizî,I-V, Çağrı Yay. İst. 1981.

İbn Mace, Ebu Abdillah Muhammed Abdullah İbn Müslim İbn Kuteybe, Sünenü İbn Mace, I-II, Çağrı Yay., İst. 1981.

İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, Dâru Sâdır, Beyrut, trsz.

İbrahim Enîs ve diğerleri, Mu’cemu’l-Vasît, Dâru’l-Maârif, trsz.

Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim İbnu’l-Haccac el-Kuşeyrî en-Neysabûrî, Sahîh-i Müslim, I-III, Kahire, 1955.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s