Musa Kâzım GÜLÇÜR
18 / 8 / 2020
İçindekiler
Ğayb Kelimesi ve Cenâb-ı Hakk’ın Basîr Sıfatı 10
Önceki yazımızda, Hucurât Suresi 11 ve 12’nci ayet-i kerimeler üzerinde tafsilatlı bir şekilde durmaya çalışmıştık. Bu yazımızda ise “teâruf, takvâ, iman, İslam, ilm-i ezelî ve ğayb” konuları üzerinde durarak surenin yorumunu tamamlamış olacağız.
Teâruf ve Takvâ

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَأُنْثَىٰ وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا ۚ إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ 13
“Ey insanlar! Sizi, bir erkekle bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık. Hem sizi soylara ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız (kim olduğunuz sorulunca, bağlı bulunduğunuz soy veya milletin adını söyleyesiniz). Biliniz ki, Allah katında en keremliniz, takvası en ziyade olanınızdır (insanın şerefi, soy ve neseple değildir). Şüphe yok ki Allah Alîm’dir (ilmi ezelî ve ebedî olup her şeyi bilendir), Habîr’dir (her şeyden haberdardır).” (Hucurât, 49/13)
Kur’ân-ı Kerîm, karşılıklı anlayışı, kültürel ilişkilerin zenginleştirilmesini, maddi-manevi yatırım ve hedeflerin gerçekleştirilmesini, öteki olarak görünenlerin ihtiyaç ve menfaatleri için ilgi ve duyarlılığın oluşmasını talep etmektedir. İnsanın şeref ve değeri, kendi iradesi ile elde etmediği coğrafî ve kültürel aidiyetlerle değil, Allâh’ın hoşnutluğuna uygun olarak ve O’nun inayeti ile üretebildiği yüksek değerler iledir.
“Teâruf” kelimesi, insanların karşılıklı olarak birbirlerini tanımaları, bilmeleri, tanışmaları ve ülfet etmeleri anlamına gelmektedir.
Her kültürün mümeyyiz vasıf ve farklılıkları vardır. Bir arada barış içinde yaşayabilmemiz, bizden farklı olanlara saygı gösterme, dillerini, kültürlerini yaşamalarına yardımcı olma ve tanışma ile mümkündür. Hiç kimsenin doğuştan ırkını, dilini, dinini, milliyetini, rengini, kültürünü vb. seçme imkânı yoktur. İnsanların dil, din, kültür ve düşüncelerinin farklı olması dezavantaj değil aksine önemli bir avantajdır. Bu açıdan din, dil, ırk, etnik köken, fikir vb. nedeniyle ayrımcılık, ırkçılık ve önyargılara yer vermeden maruf bir şekilde davranılması oldukça önemlidir.
“Kerîm” kelimesi, Allah’ın (cc) esmâ-i hüsnasından, “karşılık beklemeksizin veren, iyilik yapan, çok cömert, hayrı ve bağışı tükenmeyen, her türlü şeref ve fazileti kendisinde toplayan, övülmeye lâyık, noksanlıklardan münezzeh” anlamlarına gelmektedir. Allah (cc) kerem sahibi olduğu içindir ki, hak sahibi olmasa bile yarattıklarına nimet verir, karşılıksız bağışta bulunur, günahlarını örter, kötülük yapanları affeder.
Ayet-i kerimedeki (أَكْرَمَ) “Ekram” kelimesi yine, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin esmâ-i hüsnasından olup, “keremin kemâl mertebesinde olan, kullarına sayılamayacak kadar çok nimetler ihsan eden, inkâr ve nankörlüklerine rağmen onları cezalandırmakta acele etmeyen, tevbeleri kabul eden, keremi sonsuz” anlamındadır. Bu anlamıyla, ilk inen beş ayet grubunda şu şekilde yer almaktadır:
اِقْرَاْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُ
“Oku! Senin Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir.” (Alak, 96/3)
Cenâb-ı Hakk’a ait olan ve esmâ-i hüsnâdan “ekram” kelimesi, yukarıdaki ayet-i kerimede (Hucurât, 49/13) insanlara da sıfat olarak verilmiş, ilâhi mizanda “en keremli” insanlar aynı zamanda “en takvalı” kimseler olarak kabul edilmiştir.
Bu durumda “ekram” kelimesi insan için kullanıldığında, “bir kimsenin kemâl mertebesine ulaşması, ruh asaletinin sonucu olan cömertlik ve ihsan şuuruna sahip olması, muhataplarının yanlışlıklarına rağmen onlara misliyle mukabele etmeyip alicenap davranması” anlamlarına gelmektedir.
İbni Abbas’tan (ra) gelen bir hadîs-i şerifinde Efendimiz (sas), nasıl “ekram (en keremli), ekvâ (en kuvvetli) ve ağnâ (en zengin)” olunabileceğini şu şekilde tarif buyurmaktadırlar:
“İnsanların en keremlisi (ekram) olmak isteyen kimse, Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olsun. İnsanların en kuvvetlisi olmak isteyen kimse, Allah’a tevekkül etsin. İnsanların en zengini olmak isteyen kimse, Allâh’ın yed-i kudretinde olana, kendi elinde olandan daha çok güven (itimat) duysun.”[1]
“Peki bu güzel sıfatlara kimler haiz olmaktadır?” sorusuna da Kur’ân-ı Kerîm (أَتْقَاكُمْ) “takvası en ziyade olanlarınız” cevabını vermekte ve “takvâ” kelimesine referansta bulunmaktadır. Bu açıdan “takvâ” kelimesi ile ilgili kısa bir açıklama yapmamız uygun olacaktır.
“Takvâ” kelimesi, Allah korkusuyla kendini günahlardan uzak tutmaya, Allah’tan gereğince sakınmaya ve O’na saygıda kusur etmemeye denmektedir.[2] Bu açıdan “takva” imanın adeta ruhu derecesinde olmakta, mümin bir kalpte takvanın yerleşmesi, o kalpte imanın gerçekleşmesinin ve Allâh katında da ruh safveti ve asaletinin temel gerekçesi olmaktadır.
Kısa ve sathi bir şekilde bakacak olursak “takvâ”, genel olarak üç mertebede sınıflandırılmıştır:
Birincisi; ebedî olarak Cehenneme girme tehlikesinden korunmak için şirkten ittikâ edip, imana sarılmaktır. (وَاَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوٰى) “Ve (Allah) onlara, sorumluluk bilincini lütfetti” (Fetih, 48/26) ayet kerimesinde olduğu gibi.
İkincisi; kişinin büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten kendisini alıkoyması, farz ibadetleri yerine getirmesidir. (وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرٰى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا) “Oysa bu toplumlar imana erip de Bize karşı sorumluluk bilinci taşıyor olsalardı” (Araf, 7/96) ayetinde olduğu gibi.
Üçüncüsü ise; kalbi masivadan temizleyerek, insanın bütün varlığı ile Allâh’a yönelmesidir. Bu husus şu ayet-i kerimede tebarüz eder: (يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهٖ) “Siz ey imana ermiş olanlar! Derin bir duyarlıkla, Allah’a karşı sorumluluğunuzun hakkıyla bilincinde olun” (Ali İmran, 3/102).[3]
Hz. Ebu Zer (ra) anlatıyor: Resülullah (sas) buyurdular ki:
“Her nerede olursan ol Allah’tan ittikâ et (sakın) ve kötülüğün arkasından iyilik yap. Bu yapacağın iyilik o kötülüğü siler. İnsanlara iyi ahlâkla muamele et.”[4]
İman ve İslâm

قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا ۖ قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلَٰكِنْ قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ ۖ وَإِنْ تُطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ أَعْمَالِكُمْ شَيْئًا ۚ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ 14
“Bedevîler “İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz. (Öyle ise, “iman ettik” demeyin.) “Fakat boyun eğdik” deyin. İman henüz kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Peygamberine itaat ederseniz, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Hucurât, 49/14)
Bu ayet-i kerimede de imanın mahallinin “kalp” olduğu çok açık bir şekilde beyan buyurulmaktadır. Dolayısı ile Müslüman olma ile mümin olma arasında belirli bir ayırım olduğu anlaşılmaktadır.
“İman” kelime anlamı itibarı ile “emniyet, güven” manasında olup; bir habere veya hükme, kesin olarak ve gönülden gelerek inanmak, bir şahsın sözünü doğru kabulle mutlak manada tasdik etmek demektir. İnanmanın, bir manada tasdikin yanı sıra, imanda ikrarın da çok önemli olduğuna Peygamber Efendimiz (sas) şu hadisleriyle işaret buyurmuşlardır:
“Lâ ilâhe illallâh deyip de kalbinde bir arpa ağırlığınca hayır (yani iman) bulunan kimse Cehennem’den çıkacaktır. Lâ ilâhe illallâh deyip de kalbinde bir buğday ağırlığınca hayır bulunan kimse Cehennem’den çıkacaktır. Lâ ilâhe illallâh deyip de kalbinde zerre ağırlığınca hayır bulunan kimse Cehennemden çıkacaktır.”[5]
Dil ile ikrarın önemini ifade eden diğer bir diğer hadis-i şerifte de Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“İman, kalp ile marifet, dil ile tasdik ve erkân ile ameldir.”[6]
Ehl-i Sünnet âlimlerinin cumhuru nazarında imanın hakikati; Allah Teâlâ’nın ulûhiyetini ve tevhidini, Hz. Muhammed’in (sas) peygamberliğini ve Allah’tan getirip tebliğ ettiklerinde sadık olduğunu dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir.
Ebu Hanife (h. 150) hazretleri Fıkh-ı Ekber’inde imanı şu şekilde tanımlamaktadır:
وَالْإِيمَانُ هُوَ الْإِقْرَارُ وَالتَّصْدِيقُ. وَإِيمَانُ أَهْلِ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ لَا يَزِيدُ وَلَا يَنْقُصُ مِنْ جِهَةِ الْمُؤْمَنِ بِهِ، وهُوَ يَزِيدُ وَيَنْقُصُ مِنْ جِهَةِ الْيَقِينِ وَالتَّصْدِيقِ
“İman, ikrar ve tasdiktir. Yer ve gök ehlinin imanı, inanılacak hususlar itibarı ile ne artar ne de eksilir. Ancak iman, yakîn ve tasdik açısından hem artar hem de eksilir.”[7]
Ehl-i Sünnet âlimlerimizin tamamı da “mü’menün bih / kendisine inanılması gereken bütün unsurlar”da bir artma ya da eksilme olmayacağında icma etmişlerdir.
Ebû Mansur es-Semerkandî (h. 333) bu konuda şunları söylemektedir: “Sadece ikrarla iman olmaz. Çünkü sadece ikrarla iman olsaydı, bütün münafıkların mümin olmaları gerekirdi. Keza sadece tasdikle de iman olmaz. Eğer sadece tasdikle iman olsaydı, bütün kitap ehlinin mümin olması gerekirdi. Zira Allah (cc); “Allah şahitlik eder ki münafıklar yalancıdırlar” (Münafikun 63/1) ve “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Peygamberi oğullarını tanır gibi tanırlar” (Bakara 2/146) buyurmaktadır”[8].
İmam Maturidî hazretleri, imanın lügatte tasdik manasına geldiğini,[9] bir kısım insanların kalpte tasdikin değil, ancak marifetin olabileceğini iddia ettiklerini, halbuki kalpte tasdikin mümkün ve doğru olduğunu ifade etmektedir. Devamla, tasdikin zıddının tekzip, marifetin zıddının cehalet olduğunu, haktan cahil olanın, hakkı tekzip eden anlamına gelemeyeceğini, dolayısıyla da imanın kalpte marifet dışında bir cevher (tasdik) olması gerektiğini ifade etmektedir.[10] Sa’düddîn et-Teftâzânî, Ebû Hafs Ömer b. Muhammed en-Nesefî’ye (ö. 537) ait el-Akâid isimli eserine yapmış olduğu şerhte, sadece bazı kaderiyecilerin imanı marifet olarak tanımladıklarını ifade etmektedir[11].
Toparlayacak olursak iman bir iç duyuş ve kalbî hissedişle hayat bulmakta, inanılan prensiplerin salih amele dönüşmesi, aza ve cevârihle pratiğe aktarılması vb. hususlar itibarı ile de tazeliğini korumakta, yenilenmekte, güçlenmekte ya da (hafazanallah) eskimekte, güçsüzleşmekte ve partallaşmaktadır.
Son devir din âlimlerimizden Elmalılı Muhammed Hamdi (1878-1942) ise, iman ve İslâm farkını üç maddede şu şekilde özetlemektedir:
“Birincisi: Biri diğerinin şartı, biri zahir diğeri batın nokta-i nazarından asıl, ancak tahakkuk itibarı ile eşit ve birbirini gerektiriyor olmalarıdır. Mesela imanda, İslâm’ın batını sayılan ihlâs mefhumu, zahirde de teslim mefhumu şart olduğu gibi, İslâm’da da iman bir medlul olmak üzere şarttır. Bundan dolayıdır ki (وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ اَلْقٰى اِلَيْكُمُ السَّلَامَ لَسْتَ مُؤْمِنًا) “Size selâm veren kimseye, “Sen mümin değilsin” demeyin.” (Nisa, 4/94) buyurulmuş, mümin ve Müslim bir sayılmıştır.
İkincisi: İslam, imandan daha genel ve imana giriş mahiyetinde bir kabul, iman ise İslâm’ın bir amacı ve daha üst bir seviyeyi ifade etmesidir. Dolayısıyla ayet, henüz tam bir Müslümanlığı değil, sadece İslâm’a girişi kast etmektedir.
Üçüncüsü: İmandan çok daha özel, onun daha olgun bir seviyesi ve hedefi durumunda olan İslâm’dır ki (بَلٰى مَنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ) “Hayır, Kim ihsan derecesine yükselerek özünü Allah’a teslim ederse…” (Bakara, 2/112) ayetinde buyurulduğu üzere İslâm, “ihsan” mertebesini dahi içermiş olmaktadır. Bu ayet-i kerime aynı zamanda (اِنَّ الدّٖينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ) “Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır” (Ali İmran, 3/19) hakikatini ifade ederken (اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ) “Biliniz ki, Allah katında en keremliniz, takvası en ziyade olanınızdır” (Hucurât, 49/13) hitabında da işaret edilen ve terğîb edilen manadır.”[12]
Efendimiz (sas), yukarıdaki ayet-i kerime tahtında gördüğü kimselere, Ebu Berze el-Eslemî’den yapılan rivayete göre çağları aşar bir şekilde şöyle buyurmuştur:
“Ey diliyle iman edip, kalbine iman girmeyen kimseler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız ve onların ayıplarını araştırıp durmayınız. Çünkü her kim onların ayıplarını araştırırsa, Allah da onun ayıplarını araştırır. (O şunu iyi bilsin) Allah kimin ayıbını araştırırsa (o ayıbı) evinde (en gizli bir köşede işlemiş olsa dahi meydana çıkarmak suretiyle) o kimseyi (alemin gözleri önünde) kepaze eder.”[13]
Sonraki ayet-i kerîme, kalbine imanı yerleştirmiş gerçek müminlerin sıfatlarını da şu şekilde açıklamaktadır:
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ ۚ أُولَٰئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ 15
“Mümin olanlar ancak, Allah’a ve Peygamberine inanan, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat edenlerdir. İşte onlar sadıkların ta kendileridir.” (Hucurât, 49/15)
İman; Allah’ı (cc) ve Resülullah’ı (sas) hiçbir şüphe ve kuşku duymadan doğrulamaktır. Sahih ve halis imana sahip kâmil müminler o kimselerdir ki Allah’ı ve onun Resulü Muhammed’i (sas) kalbiyle tam olarak tasdik edip bunu diliyle ikrar eden, sonra da bundan asla şüphe duymayan ve imanı sarsılmayan, tasdik hali üzere sabit kalanlardır.
İlm-i Ezelî

قُلْ أَتُعَلِّمُونَ اللَّهَ بِدِينِكُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ ۚ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ 16
“De ki: “Siz, Allah’a dininizi(n mahiyetini) mi öğret(mek ist)iyorsunuz? Allah göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Allah (ilmi ezelî ve ebedî olup) her şeyi bilendir!” (Hucurât, 49/16)
Bedevi Araplar yalan yeminlerle hem kalben, hem de zahirde mümin olduklarına dair yeminler etmişlerdi. Bunun üzerine bu ayet-i kerimeler nazil oldu.
“İlim”, Allah’ın zâtına nispet edilen sübûtî sıfatlar içinde yer alır ve bunların en kapsamlısını oluşturur. Allah Teâlâ’nın her şeyi bilmesi, ilminin her şeyi kuşatması demektir. Diğer sıfatları gibi ilim sıfatı da kadimdir, öncesizdir. İlim kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’in yaklaşık 380 âyetinde isim, muhtelif fiil sîgaları ve sıfatlar (alîm, allâm, a’lem) şeklinde Allah’a nispet edilmiştir.
Allâh’ın (cc) ilmi, her şeye taalluk eden bir ilimdir. Bu âlemi en güzel şekilde, en mükemmel bir nizam üzere yaratan ve onu idare eden Zât-ı Akdes’in, yarattığı varlığı en ince teferruatına kadar bilmesi gerekir. Zira hakikati, faydası, lüzumu ve hikmeti bilinmeyen bir şey, nasıl ve niçin yaratılacaktır?
O halde yaratıcının bir şeyi yaratabilmesi için, evvelâ ilim sâhibi olması, sonra o ilmin icaplarına göre yaratması şarttır.
(اَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطٖيفُ الْخَبٖيرُ)
“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (Mülk, 67/14)
Bu âyet-i kerimenin de vurguladığı gibi, ilim nesne ve olayların üzerinden bilinmezliği kaldıran bir özellik taşır (sıfat-ı kâşife) ve geniş bir alana yöneliktir. Bu beyanda, dindarlığın sırf Allah için olması gerektiğine bir işaret vardır.
(يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِى الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَاءِ وَمَا يَعْرُجُ فٖيهَا)
“Yere giren, oradan çıkan, gökten inen, oraya yükselen şeyleri O bilir.” (Hadid, 57/4)
Bu buyruğu ile de Cenâb-ı Hak, ilminin sonsuzluğunu hem âfâkta hem de enfüste olan biteni en iyi şekilde bildiğini beyan buyurmaktadır.
Yine, iman ve salih amel sahiplerini mükâfatlandırmak, isyan eden ve kötü yolda olanları da cezalandırmak, ancak bu kimselerin yaptıklarını bütün teferruatı ile bilmekle mümkündür.
سَوَاءٌ مِنْكُمْ مَنْ اَسَرَّ الْقَوْلَ وَمَنْ جَهَرَ بِهٖ وَمَنْ هُوَ مُسْتَخْفٍ بِالَّيْلِ وَسَارِبٌ بِالنَّهَارِ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْكَبٖيرُ الْمُتَعَالِ
“O (Hâlık-ı Kerîm) gizliyi de açıkta olanı da bilicidir. Pek büyüktür, her şeyden üstündür. Aranızdan sözü gizleyen de onu açık söyleyen de geceleyin gizlenen de gündüzün görünen de (O’nca) birdir. Hepsini bilir, görür. O’nun bilgisinden ve görmesinden hiçbir şey kaybolmaz.” (Rad, 13/9-10)
Bu ayet-i kerime de Allah’ın kâmil bir ilim ve tam bir kudret ile mevsûf olduğuna, kendisine yakışmayan her şeyden uzak olduğuna delâlet etmektedir. O’nun ilmi, bütün kâinatı çevreler. Allah her şeyi bilir. Onun bilgisinden hiçbir zerre hariçte kalamaz. Hiçbir varlık düşünce ve hareketini Yüce Allah’tan saklayamaz. Bir başka âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلَا فِى الْاَرْضِ وَلَا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَا اَكْبَرُ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ
“Ne göklerde ne yerde zerre miktarda bir şey O’ndan (ilminden) kaçamaz. Bundan daha küçük ve daha büyük (hiçbir şey) müstesna olmamak üzere (hepsi) muhakkak apaçık bir kitaptadır (yazılıdır).” (Sebe, 34/3)
Allah’ın (cc) böyle her şeyi bildiğini güzelce düşünüp doğrulayan bir insan, elbette daima uyanık bulunur, her söz ve hareketini bir edep üzere düzenler. Fena sözler söylemez, fena işler düşünmez, başkasına sarkıntılık etmez, hiç kimsenin görüp bilemeyeceği yerlerde bile Allah’ın buyruklarına aykırı bir iş yapmaz. Çünkü her yaptığını bilen Yüce Allah’ın varlığına imanı vardır.
İlmin zıddı cehil, gaflet ve unutkanlıktır. Bütün bunlar Hak Teâlâ hakkında muhaldir. Çünkü O Yüce Zat; (وَهُوَ بِكُلِّ شَیْءٍ عَلٖيمٌ) “Her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/29; Enam, 6/101; Yasin, 36/79; Hadid, 57/3)
يَمُنُّونَ عَلَيْكَ أَنْ أَسْلَمُوا ۖ قُلْ لَا تَمُنُّوا عَلَيَّ إِسْلَامَكُمْ ۖ بَلِ اللَّهُ يَمُنُّ عَلَيْكُمْ أَنْ هَدَاكُمْ لِلْإِيمَانِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ 17
“(Birçok insan) Müslüman olmayı (ey Muhammed), sana bir minnetmiş gibi görüyorlar (Müslüman olmalarını başına kakıyorlar). De ki: “Müslümanlığınızı bana bir minnetmiş gibi görmeyin! Tam aksine, şayet iddianıza bir sadakatiniz varsa, iman hidayetini vermekle Allah size (çok büyük bir) minnette bulunmaktadır.” (Hucurât, 49/17)
Elmalılı’ya göre “minnet”, o nimettir ki veren kimse, verdiği kişiden hiçbir karşılık beklemez. Sadece onun ihtiyacını gidermek ister. Veren hiçbir karşılık beklemediği ve hiçbir şey yapmamış gibi kestirip attığı için, nimeti alan kimse ebeden minnettar kalır. İşte fiilen böyle bir nimet ile minnettar etmeye “menn” denilmektedir. (فَاِمَّا مَنًّا بَعْدُ) “Sonra ise ya iyilik (yapın)…” (Muhammed, 47/4) ayetindeki anlamda olduğu gibi. “Menn” kelimesi böyle “iyilik yapma” anlamına geldiği gibi, ayrıca “başa kakma, minnet etme” anlamına da gelmektedir. Her iki anlam da “kesme” manasına gelen (من) kökünden gelmektedir. Birinci anlam, yani nimet verme, iyilik yapma fiilleri kişinin var olan ihtiyacını kesmekte, ikinci anlam yani yapılan iyiliğin söylenerek başa kakılması da Allâh’tan (cc) gelecek nimetleri ve O’na yapılacak şükürlerin önünü kesmektedir.
Ragıb el-Isfahânî ise (من) “menn ve minnet” kelimesinin kökünün iki şekilde “ağırlık” manasına geldiğini kabul eder ve “falan, filana minnet etti” denildiğinde “o kimseyi nimetler ile ağırlaştırdı” yani “çokça nimetlendirdi” demektir ki bu anlam şu ayet-i kerimelerde açık bir şekilde görülür:
(لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ) “Allah, müminlere bol bol ihsanda bulundu” (Ali İmran, 3/164),
(فَمَنَّ اللّٰهُ عَلَيْكُمْ) “Allah size bol bol lütufta bulundu.” (Nisa, 4/94),
(وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلٰى مُوسٰى وَهٰرُونَ) “And olsun ki, Musa ve Harun’a ihsanda bulunduk.” (Saffat, 3/114),
(يَمُنُّ عَلٰى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهٖ) “Allâh, kullarından dilediğine bol bol lütfeder.” (İbrahim, 14/11) ve
(وَنُرٖيدُ اَنْ نَمُنَّ عَلَى الَّذٖينَ اسْتُضْعِفُوا فِى الْاَرْضِ) “Biz, güçsüz kalmışlara ihsanda bulunmak istiyorduk.” (Kasas, 28/5).
Bu ayet-i kerimelerde yer alan (مَنَّ) kelimesinin taşıdığı anlam, bütün ihsanların ve lütufların ancak ve sadece Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden geldiğidir.
İkinci anlam ise, “söz ile ağırlık verme, minnet altında bırakmadır” ki bu insanlar arasında cereyan eder ve çirkin ahlâktan sayılır.
İşte yukarıdaki ayet-i kerime ile Allâh’tan (cc) fiilen gelen minnet “insanların hidayete kavuşturulmuş olmalarıdır.” Bu durumda insanların minnette bırakmak için Müslümanlıklarını öne sürmeleri tamamen yanlış olup, tam aksine aslında İslâm’ı ve hidayeti lütfettiği için, Müslümanların Allâh’a (cc) minnet duymaları gerekmektedir.[14]
Ğayb Kelimesi ve Cenâb-ı Hakk’ın Basîr Sıfatı

إِنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ ۚ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ 18
“Muhakkak ki Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Allah, bütün yaptıklarınızı da görür.” (Hucurât, 49/18)
Vahidî’nin naklettiğine göre, bu ayet-i kerime, adı el-Hâris b. Amr b. Hârise olan, çölde yaşayan bir kişi hakkında nazil olmuştur. Bu zat Hz. Peygamber’in (sas) yanına gelerek şöyle demiştir:
“Yaşadığımız yerler kuraktır, ne zaman yağmur yağacağını bana söyle. Benim hanımım hamiledir, ne doğuracağını bana haber ver. Nerede doğduğumu biliyorum, fakat nerede öleceğimi bana söyle.”
Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-î kerîmeyi indirmiştir.[15]
Önce bu âyet-i kerimede geçen (غيب) “ğayb” kelimesi üzerinde biraz durmaya çalışacağız.
“Ğayb” kelimesi sözlük anlamı itibarı ile, “gizli kalma, kaybolma ve görünmeme” manalarına gelmekte, “gizlenen, hazırda olmayan, bulunmayan, müşahede alanının dışında kalan şey” anlamında isim veya sıfat olarak kullanılmaktadır.
“Ğayb” kavramını dört kategori halinde görmek istersek; birinci kısım, yukarıda ifade ettiğimiz göz önünde olmayan, bazı insanların malumat dairesinde olabilirken diğerlerince bilinmeyen eşya ve hadiseler ve gizli kalan durumlardır. İkincisi, henüz içinde yaşanılmayan gelecek zamanda meydana gelecek hadiselerdir. Üçüncüsü, duyularımızı doğrudan kullanma vasıtası ile hakkında bilgi alamadığımız alanlardır. Dördüncüsü ise, Allah’ın Zatı, kıyamet saati, mahiyeti, boyutları ve süresi, haşir, sırat, mizan, Cennet, Cehennem, Kürsî, Arş ve melekler gibi, ancak Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de ve O’nun Yüce Elçisinin de (sas) hadîs-i şeriflerinde bildirdikleri ile sınırlı olan alandır.
Bu kategorilerden ilkine “izafî ğayb”, diğerlerine de “mutlak ğayb” diyoruz. “Ğayb” kökünden türeyen “muğayyeb / gizli tutulmuş” kelimesinin çoğulu olan “muğayyebât / mahiyeti bilinemeyen gizlilikler” kelimesi, akıl ve duyularla bilinemeyen, hakkında Allâh’tan (cc) başka kimsenin bilgisi bulunmayan varlık ve olaylar alanını ifade eder.
“Ğayb” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de 48 ayette 49 kez geçmektedir. Bu ayet-i kerimelerin altısında gerek insan davranışları gerekse de bilinemeyen alan (غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ) “göklerin ve yerin bilinmezliği” şeklinde tanımlanmakta ve bu bilinmezliğin sadece Allâh (cc) tarafından bilindiği ve bilinebileceği beyan edilmektedir. Allah (cc), (لَهُ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ اَبْصِرْ بِهٖ وَاَسْمِعْ) “Göklerin ve yerin ğaybı O’nun olan, (ğaybi hususları) en güzel şekilde gören ve en güzel şekilde işitendir.” (Kehf, 18/26)
İmran’ın karısının bebeğini mabede adaması, Meryem validemizin mabedde yetişmesi ve İsa peygamberin (as) mucizevi keyfiyeti (Ali İmran, 3/33-43), Nuh (as) peygamberin kavmi ile olan tevhid mücadelesi, Allâh’ın vahyi ile yaptığı gemi ve yeryüzünü kaplayan tufandan beraberinde az sayıdaki inananla kurtulması (Hud, 11/25-48), Yusuf peygamberin (as) “ahsenü’l-kasas” olarak isimlendirilen ibretlerle dolu iffet ahlâkı (Yusuf, 1-101) hep (انباء الغيب) “bilinmeyene (zaman dilimlerine) ait önemli haberler” olarak nitelendirilmiştir.
Bir ayet-i kerimede (وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ) “ğaybın anahtarları O’nun yanındadır” (Enam, 6/59) buyurularak, bütün kâinatta meydana gelen her şeyin, hatta yere düşen her bir ağaç yaprağının, ya da yeryüzünün karanlıklarında bulunan her bir tanenin, kısaca her şeyin çok net bir şekilde kaydedilmiş olduğu bir kitaptan haber verilmektedir. Enam, 6/50’nci ayetinde yer alan (خَزَائِنُ اللّٰهِ) “Allah’ın hazineleri” beyanı ile Sebe Suresi 3’üncü ayet-i kerimesi anlam birliği içerisindedir.
Abdullah b. Ömer’in rivayeti ile (r. anhumâ) Efendimiz (sas) “Mefâtîhu’l-ğayb beştir” buyurmuş, arkasından da Lokman Suresi’ndeki şu ayet-i kerimeyi okumuştur:
“Kıyametin ilmi, (kopacağı vakti bilmek), muhakkak ki Allah’ın katındadır. Yağmuru (dilediği zaman ve dilediği yere istediği miktar) o yağdırır. Rahimlerde (erkek, dişi, sağlam, sakat, iyi veya kötü) ne varsa O bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını (başına ne geleceğini) bilmez. Hiçbir kimse hangi yerde öleceğini de bilemez. Şüphesiz ki Allah, Alîm’dir (her şeyi bilir), Habîr’dir (her şeyden haberdardır).” (Lokman, 31/34)[16]
Allâh (cc), beş ayet-i kerimede (Enâm, 6/73; Rad, 13/9; Secde, 32/6; Haşir, 59/22; Tegabün, 64/18), El-Hakîm, El-Habîr, El-Kebîr, El-Müteâl, El-Azîz, Er-Rahîm, Er-Rahmân esmâ-i hüsnâlarını ikişerli olarak zikrederek, kendisini çok net bir şekilde (عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ) “yaratılmışların zihinsel kavrayışlarının ötesinde olanları, ayrıca duyular yoluyla yahut akıl ile kavranabilen şeyleri bilen” (Haşir, 59/22) olarak tanıtmaktadır.
Beş ayet-i kerimede de (يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ بِالْغَيْبِ) “o (bilinçli, duyarlı) kimseler ki, algı ve tasavvurlarının ötesinde olsa da Rablerinden korkarlar” (Enbiya, 21/49; Fatır, 35/18; Yasin, 36/11; Kaf, 50/33; Mülk, 67/12) buyurularak müminlerin temel özelliklerinden birisine dikkat çekilmektedir.
İki ayet-i kerimede ise (Neml, 27/65; Cin, 2/26), yerin ve göklerin ğaybını hiç kimse değil, sadece Allâh’ın (cc) bileceği ihtar edilmektedir.
Allâh’ın (cc) güzel isimlerinden bir diğeri ise, “bütün varlığı en mükemmel şekilde en gizli ayrıntısına kadar gören” anlamındaki esmâ-i hüsnâsından “Basîr” ismidir.
“Basar” görme kuvveti demektir. Yüce Allah kendi şanına uygun bir halde “Basîr” (bütün ayrıntısı ile gören) sıfatı ile vasıflanmıştır. Allah (cc), herhangi bir alet ve vasıta olmaksızın her şeyi görür. Fakat alet ve vasıta ile görenlerin gördüklerini de görür. Her gözden gören O’dur. Bazı şeyleri görmesi, diğer şeyleri görmesine engel olmaz ve O’nun görmesinden hiçbir şey gizli kalamaz.
O sebeple, ibadetler ancak “Basîr” bir mâbuda yapılabilir. Diğer sübûtî sıfatlar gibi kadîm olan bu sıfat da görülebilen her şeye sonsuz (lâ yezâlî) olarak taalluk eder. Bu sıfatın kadîm olması, onun taalluk ettiği şeylerin de kadîm olmasını gerektirmez.
Şüphe yok ki, görememek ve bilememek büyük bir noksanlıktır. Yüce Allah ise böyle bütün noksanlıklardan beridir ve bütün kemal sıfatları ile vasıflanmıştır. Kalbi iman dolu bir insan, Yüce Allah’ın kendisini görüp gözetmekte olduğunu bilir ve üzerinde düşünür. Böylece durumunu düzeltir, edebe aykırı hiçbir harekette bulunmaz, melekler gibi temiz bir hayat içinde yaşamaya çalışır.
(لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَیْءٌ وَهُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ) “O’nun misli (O’na benzer) hiçbir şey yoktur. O, Semî’dir (bütün söylenenleri işitir), Basîr’dir (bütün yapılanları görür).” (Şura, 42/11) ve
(وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصٖيرٌ) “Her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir ve Allah, bütün yaptıklarınızı görendir” (Hadîd, 57/4) nass-ı kerîmlerince bir mümin, ihsan şuurunda yükselerek, O’ndan gizleyebileceğimiz ve gizlenebileceğimiz hiçbir uzay zaman ve mekân bulunmadığının hakikatine vakıf olur.
İşte her şeyi hem zahiri hem de batını itibarı ile en ince teferruat ve ayrıntısına kadar bilen Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, suredeki (وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ) “Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir” (Hucurât, 49/18) fezlekesi ve hükmü ile, müminleri teyakkuz, takva ve haşyet dairesinde kalmaları konusunda uyarmaktadır.
وَمَا تَكُونُ فٖى شَاْنٍ وَمَا تَتْلُوا مِنْهُ مِنْ قُرْاٰنٍ وَلَا تَعْمَلُونَ مِنْ عَمَلٍ اِلَّا كُنَّا عَلَيْكُمْ شُهُودًا اِذْ تُفٖيضُونَ فٖيهِ وَمَا يَعْزُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا فِى السَّمَاءِ وَلَا اَصْغَرَ مِنْ ذٰلِكَ وَلَا اَكْبَرَ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ
“Ne işte bulunsan, Kur’ân’dan ne okusan ve ne iş yapsanız, içine daldığınız an, mutlaka Biz üzerinizde şâhidiz (her yaptığınızı görürüz). Ne yerde ne de gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey, Rabbinden kaçamaz. Zerreden daha küçük veya daha büyük her şey apaçık bir Kitaptadır (Levh-i Mahfuz).” (Yunus, 10/81)
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” (Bakara, 2/32)
Şimdi salât u selâm ve dua zamanı:
اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنْ مِنْهُ انْشَقَّتِ الأَسْرَارُ ، وَانْفَلَقَتِ الأَنْوَارُ ، وَفِيهِ ارْتَقَتِ الْحَقَائِقُ ، وَتَنَزَّلَتْ عُلُومُ آدَمَ فَأَعْجَزَ الْخَلاَئِقَ ، وَلَهُ تَضَاءَلَتِ الْفُهُومُ فَلَمْ يُدْرِكْهُ مِنَّا سَابِقٌ وَلاَ لاَحِقٌ ، فَرِيَاضُ الْمَلَكُوتِ بِزَهْرِ جَمَالِهِ مُونِقَةٌ ، وَحِيَاضُ الْجَبَرُوتِ بِفَيْضِ أَنْوَارِه ِمُتَدَفِّقَةٌ ، وَلاَ شَيْءَ إِلاَّ وَهُوَ بِهِ مَنُوطٌ ، إِذْ لَوْلاَ الْوَاسِطَةُ لَذَهَبَ كَمَا قِيلَ الْمَوْسُوطُ ، صَلاَةً تَلِيقُ بِكَ مِنْكَ إِلَيْهِ كَمَا هُوَأَهْلُهُ.
اللَّهُمَّ إِنَّهُ سِرُّكَ الْجَامِعُ الدَّالُّ عَلَيْكَ، وَحِجَابُكَ الأَعْظَمُ الْقَائِمُ لَكَ بَيْنَ يَدَيْكَ اللَّهُمَّ أَلْحِقْنِي بِنَسَبِهِ، وَ حَقِّقْنِي بِحَسَبِهِ، وَعَرِّفْنِي إِيَّاهُ مَعْرِفَةً أَسْلَمُ بِهَا مِنْ مَوَارِدِ الْجَهْلِ، وَأكْرَعُ بِهَا مِنْ مَوَارِدِ الْفَضْلِ ، وَاحْمِلْنِي عَلَى سَبِيلِهِ إِلىَ حَضْرَتِكَ حَمْلاً مَحْـفُوفاً بِنُصْرَتِكَ، وَاقْذِفْ بِي عَلَى الْبَاطِلِ فَأَدْمَغُهُ، وَزُجَّ بِي فِي بِحَارِ الأَحَدِيَّةِ، وَأَغْرِقْنِي فِي عَيْنِ بَحْرِ الْوَحْدَةِ ، حَتَّى لاَ أَرَى وَلاَ أَسْمَعَ وَلاَ أَجِدَ وَلاَ أُحِسَّ إِلاَّ بِهَا، وَاجْعَلِ الْحِجَابَ الأَعْظَمَ حَيَاةَ رُوحِي، وَرُوحَهُ سِرَّ حَقِيقَتِي، وَحَقِيقَتَهُ جَامِعَ عَوَالِمِي، بِتَحْقِيقِ الْحَقِّ الأَوَّلِ
يَا أَوَّلُ يَا آخِرُ يَا ظَاهِرُ يَا بَاطِنُ، اسْمَعْ نِدَائِي بِمَا سَمِعْتَ بِهِ نِدَاءَ عَبْدِكَ زَكَرِيَّا وَانْصُرْنِي بِكَ لَكَ وَأَيِّدْنِي بِكَ لَكَ وَاجْمَعْ بَيْنِي وَبَيْنَكَ وَحُلْ بَيْنِي وَبَيْنَ غَيْرِكَ اللهُ اللهُ اللهُ
إِنَّ الَّذِي فَرَضَ عَلَيْكَ الْقُرْآنَ لَرَادُّكَ إِلَى مَعَادٍ، رَبَّنَا آتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا، سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ وَالْحَمْدُ لِلّه رَبِّ الْعَالَمِينَ
Ey Rabbim! Bütün sırların kendisinden zuhur ettiği, bütün nurların kendisinden saçıldığı ve bütün hakikatlerin kendisinde toplandığı zata salât et ki Âdemoğlunun tüm ilimleri O’na indirilmiştir ve böylece mahlukatı âciz bırakmış ve idrakler âciz kalmıştır. Öyle ki ne geçmişte ne de gelecekte kendisini hakkıyla idrak edebilecek kimse yoktur. Melekût bahçeleri, O’nun cemâlinin çiçeği ile şenlenmiştir. Ceberut havuzları, O’nun nurlarının feyzi ile fışkırmıştır. Hiçbir şey yoktur ki ona bağlı olmasın. Zira aracı olmasaydı, mevcudiyeti aracıya bağlı olan giderdi. Senin şanına lâyık bir salât ile, onun da ehli olduğu bir salâtla ona salât et.
Ey Rabbim! Muhakkak O, her şeyi içinde barındıran, sana delâlet eden sırrındır. Senin katında, senin için duran en büyük perdendir. Ey Rabbim beni, O’nun nesebine dâhil eyle ve O’nun şerefinin hakikatine vâkıf eyle. Bana O’nu öyle bildir ki cehalet yollarından selâmette olayım. Fazlın geleceği yerlerden vasıtasız olarak o salavat ile içeyim. O’nun yolu üzerine sana kulluk etme yükünü yardımınla bana yükle. Beni bâtılın üzerine fırlat ta ki bâtılı ortadan kaldırayım. Beni ehadiyet denizlerinde yüzdür. Beni vahdet denizinin hakikatine öyle bir gark eyle ki yalnız O’nunla göreyim, duyayım, bulayım, idrak edeyim. En büyük hicabı (Resülullah’ı) ruhumun hayatı, O’nun ruhunu hakikatimin sırrı ve Hakku’l-Evvel hakkı için O’nun hakikatini, âlemlerimi kuşatıcı kıl.
Ey Evvel! Ey Âhir! Ey Zâhir! Ey Bâtın! Kulun Zekeriyyâ’nın duasını kabul ettiğin gibi benim duamı da kabul et. Bana seninle ve senin için yardım eyle ve beni seninle ve senin için destekle ve beni seninle beraber kıl ve senden gayrısı ile aramı ayır. Allah! Allah! Allah!
Her halde sana o Kur’ân’ı farz kılan, elbette ki seni bir meâda kadar geri getirecektir. Ey Rabbimiz, bizlere katından rahmet ihsan eyle ve bizim için işimizden bir muvaffakiyet hazırla.
“Kudret ve izzet sahibi Rabbin, insanların her türlü tasavvurunun üstünde (bir yüceliğe sahip)tir. O’nun bütün elçilerine selam olsun. Ve hamd, bütün alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (Saffât, 37/180-183)
وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
“Onların duaları, ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur’ sözleri ile sona erer.” (Yunus, 10/10)
[1] Ebû Muhammed Abd b. Humeyd b. Nasr el-Kissî (el-Keşşî) (v. 249/863-64), el-Müntehab min Müsnedî Abd b. Humeyd (Tahk. Ebu Abdullah Mustafa el- Adevî), 1/505 (674), Dâru Belensiye, Riyad-2002; Ebû Abdillâh Muhammed b. Selâme b. Cafer el-Kudâî (v. 454/1062), Müsnedü’ş-Şihâb (Nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), 1/234 (265), Müessesetü’r-Risale, Beyrut-1985; Hâkim, Müstedrek, 4/270 (7707).
[2] El-İsfehânî, Râğıb, el-Müfredât fi Ğarîbi’l-Kur’ân, s. 833, İstanbul-1986.
[3] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 1/169.
[4] Tirmizî, Birr, 55 (1987).
[5] Buhârî, Îmân, 33 (44); Tirmizî, Cehennem, 9 (2593).
[6] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, 6/226 (6254), 8/262 (8580); İbn Mâce, Mukaddime, 9 (65); Beyhakî, Şuabü’l-İman, 1/47 (16), Dâru’l-Kütübi’l-İlmî-2000.
[7] Ebu Hanîfe, Şerhu Fıkhi’l-Ekber, s. 11, Daru’n-Nil, 2007.
فالإقرار وحده لا يكون إيماناً. لأنه لو كان إيماناً لكان المنافقون كلهم مؤمنين. وكذلك المعرفة وحدها لا يكون إيماناً. لأنه لو كانت إيماناً لكان أهل الكتاب كلهم مؤمنين. وقال اللّٰه تعالى في حق المنافقين: ﴿وَاللّٰهُ يَشْهَدُ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ﴾ (المنافقون 63\1) وقال اللّٰه تعالى في حق أهل الكتاب:
﴿اَلَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءَهُمْ﴾ (البقرة 2\146, والأنعام 6\20﴿
Ebû Mansur Muhammed b. Mahmud es-Semerkandî, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 148, Katar, trsz.
[9] Mâturîdî, Ebu Mansur, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 375, Dâru’l-Maşrik, Beyrut, Lübnan, trsz.
[10] Mâturîdî, age., s. 380.
[11] Et-Teftezânî, Sa’düddin, Şerhu’lAkâidi’n-Nesefî, s. 82, Mektebetu’l-Külliyyâti’l-Ezherî, Kâhire-1988.
[12] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, C. 6, s. 4483-4484.
[13] Ebu Davud, Edeb, 40 (4880).
[14] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 6/4485-4486.
[15] Vahidî, Esbâbü Nüzûl, s. 555.
[16] Buhari, İstiskâ, 29 (1039); Tefsir, 31 (4778).
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.