Mehmet Akif Ersoy’un Şiirlerinde Dini Duygu ve Düşünce

Musa Kazım GÜLÇÜR

3 Mart/2019

Kısa Biyografisi

Mehmet Âkif Ersoy, 1873 yılı Aralık ayında, İstanbul’un (Fatih) Sarıgüzel semtinde doğdu. Babası, Mehmet Tahir Efendi, oğluna ebced hesabıyla doğum tarihini belirten “Ragif” adını verdi (hicri 1290) ve vefatına kadar onu bu adla çağırdı. Ancak bu isim, yaygın olmadığı ve güç söylendiği için annesi ve yakın çevresi, daha bilinen bir ad olan “Âkif”i kullandılar. 

Mehmet Âkif, dört yaşlarındayken, Fatih’te Emir Buhârî Mahalle Mektebi’nde başladığı ilköğrenimini Fatih’teki iptidâî Mektepte (ilkokul) tamamladı. Ortaöğrenimine Fatih Merkez Rüştiyesi’nde devam etti (1882-1887). Dil derslerine büyük ilgi duyan Mehmet Âkif, Rüştiyedeki (ortaokul) eğitimi sırasında, özel öğretmenlerden Arapça, Farsça ve Fransızca dersleri aldı.

Rüştiye’yi (ortaokul) bitirdikten sonra dönemin gözde okullarından Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fakültesi)’nin âli kısmında bir müddet okudu ancak babasını kaybedince Halkalı’daki Baytar Mekteb-i Âli (Veterinerlik Fakültesi)’ne parasız yatılı olarak girdi ve bu okulu birincilikle bitirdi.

1893 yılında “Ziraat Nezâreti Umur-u Baytâriye Şubesi”nde (Ziraat Bakanlığı Veterinerlik İşleri) göreve başladı. “Umur-u Baytâriye Müdür Muavini” (Veterinerlik İşleri Müdür Yardımcısı) olarak sürdürdüğü görevinden 1913 yılında istifa etti.

Baytarlığa başladığı ilk yıllarda bile, mesleğinden çok, şairliği ile tanınan Mehmet Âkif, öğretmenlik hayatına 1906’da Halkalı Baytar Mektebi’ne “kitâbet-i resmîye” (resmî yazışma usulü) dersi hocalığı ile başladı. 1908’den sonra ise Edebiyat Fakültesi ile Dârülhilâfe Medresesi’nde “Osmanlı Edebiyatı” hocalığında bulundu.

Mehmet Âkif, 1920’de Burdur milletvekili seçildi. 1921 yılında açılan milli marş yarışmasına, “para ödülü almamak” koşuluyla katılmayı kabul etti ve orduya ithaf ettiği şiiri, 12 Mart 1921 günü milli marş olarak kabul edildi. Ödül olarak verilen 500 lirayı Hilal-i Ahmer (Kızılay) bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Darü’l-Mesâi Vakfına (İş Evi) bağışladı.[1]

Safahat Adlı Eseri

Mehmet Âkif, şiir yazmaya Baytar Mektebi’nde öğrenci olduğu yıllarda başladı. Yayımlanan ilk şiiri “Kur’an’a Hitap” başlığını taşır. 1908’den itibaren aruz ölçüsü kullanarak manzum hikâyeler yazdı. Hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlattı. Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başladı. İlk büyük destanı, “Çanakkale Şehitleri’ne” başlıklı şiiridir. İkinci büyük destanı ise Bursa’nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül” adlı şiiridir.

Mehmet Akif Ersoy tüm şiirlerini 7 kitaptan oluşan “Safahat” adlı eserinde topladı. 1911 yılında yazdığı birinci bölümde Osmanlı toplumunun Meşrutiyet Dönemini; 1912 yılında yazdığı “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı ikinci kitapta, Osmanlı aydınlarını anlattı. 1913’te Safahat’ın üçüncü bölümü olan “Halkın Sesleri”ni ve 1914 yılında dördüncü bölüm “Fatih Kürsüsünde”yi yazdı. Ardından 1917 tarihli “Hatıralar” ve I. Dünya Savaşı hakkında görüşlerinin yer aldığı 1924 tarihli “Asım”ı yazdı. Son ve 7. bölüm olan “Gölgeler”i 1933 yılında yazdı. Şiirlerinin toplu olarak yer aldığı 7 kitaplık eserine “İstiklal Marşı”nı koymayarak bu eserini Türk Milleti’ne armağan etmiştir.

Mehmet Akif, sancılı bir dönemin şairidir. Dinî duygu ve düşünceleri de o çalkantılı dönemin, ruhunda bırakmış olduğu pek derin tesirlerle yoğrulmuştur. İnsan, Akif’in Safahat’ını, Safahat dışındaki şiirlerini, makalelerini, tercüme ve tefsirlerini sathî bir şekilde dahi tetkik edecek olursa; mazide kalmış dedelerimizin, ninelerimizin topyekûn ah u vahlarını, iniltilerini ve bazen de canhıraş feryatlarını duyacaktır.

Muhterem şâir-i şehîrimiz Mehmet Akif de büyük bir gürültüyle gelmekte olan, ama maalesef pek çok kimsenin farkında bile olmadığı bu tehlikeyi avazı çıktığı kadar haber vermeye çalışan kısık bir sestir. Biz, bu yazımızda Akif’in dinî duygu ve düşüncelerini belli bir tasnif dahilinde vermeye çalışacağız.[2]

Din

Akif, milleti bir arada tutan yegâne unsurun “din” gerçeği olduğunu hassasiyetle belirtir:

Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam,

Bağlamak lâzım iken, anlamadım anlayamam,

Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?

Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?

Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,

Aynı milliyetin altında tutan İslâm’ı,

Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir,

Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir.

Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez…

Son siyasetse bu, hiç böyle siyaset yürümez.

Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan,

Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan

Siz bu davada iken yoksa, iyâzen billah,

Ecnebîler olacak sâhib-i mülkün nâgâh[3]

Mütefekkirlerin dini pek anlamadıklarını, İslâm’ın ruhunu telâkkide gayet yanlış olduklarını belirtir. Akif’e göre şayet din, ilerlemeye mâni olsaydı, İslâm’ın o başlangıçtaki baş döndürücü süratle yayılışının imkânsız olması gerekecekti. Din, ilerlemeye engel teşkil etseydi, o seçkin asır yüce bir uygarlığı yüklenip ortaya çıkamazdı. İslâm’ın ruhunda sınırsız bir tekâmül cevheri bulunmasaydı, İslâm öncesi asırlarda vahşet ve katılığa dalmış bulunan, hattâ evlâdını diri diri gömmekten zevk alan insanlık yüce bir hâle gelemezdi.[4]

Daha günümüzden yüz sene öncesinde kendi çağını “bilgi çağı” olarak nitelendiren Akif, dinin sadece korunması için bile okur-yazar olunması gerektiğini ihsas eder:

Zaman zaman-ı ulûm olmasaydı böyle, yine,

Kemâl-i şevk ile madem atılmışız dine,

Okur-yazar olacaktık siyâneten dini:

Onun maarife vabeste, çünkü te’mini.[5]

Müslümanlık, ancak bir gayret dinidir. Hakikî Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.[6] Şayet bu ülke çiğnenmek ve zelil bir hayat yaşamak istemiyorsa İslâm’ın koruyuculuğuna sığınmalıdır.[7]

Akif, ülkenin parçalanmaması için dinin en kuvvetli bir bağ olduğunu düşünmekte, ırkçılık cereyanlarının en medenî, en gelişmiş ülkeleri bile birbirine düşürerek yok ettiğine inanmaktadır. Hattâ kendisi, bir zamanlar ırkçılık cereyanlarını önleyici bir teklif de ortaya atmış, ancak bu faaliyet, fedakârlık ve gayret gerektirdiğinden olsa gerek ilgililer bu teklifi kulak ardı etmişlerdir.[8] Bu konu ile ilgili olarak bir makalesinde şöyle demektedir:

Allah aşkına olsun gerçek din ile gösterişi birbirinden ayıralım. Tamamı canlı olan İslâm dinini, bilgisizliğimize, tembelliğimize ve anlayışsızlığımıza bir delil yapmayalım. Dinin özünü, Allah’ın kitabından ve hadîs-i şerîflerden alamıyorsak; Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünneti ile amel eden Müslümanları kendimize önder kabul edelim.”[9]

Akif, doğuyu dolaşıp gelmiştir. Din adına görmüş olduğu şeyler oldukça üzücüdür. Şöyle diyor:

Kasap görmüş koyundan beş beter yılgın cemaatler

Tezellüller, tazarrular, esaretler, şenaatler;

Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar

Gaza namıyla dindaş öldüren biçare dindaşlar.[10]

Birinci Dünya Savaşı sırasında vazifeli olarak gittiği Berlin’den sonra, 1915 yılının Mayıs ayı sonunda yine resmî ve vatanî bir vazifeyle Arap yarımadasına bir seyahati olmuştur. Bu seyahati esnasında ilham duygularıyla yüklü “Necid çöllerinden Medine’ye” adlı şiirini yazmıştır. Bir gün ezanlar okunmuş, topluluk da saf hâlinde namaza durmuştur. İşte o andaki duygularını şöyle dile getiriyor:

Önümde ümmet-i mazlûmesiyle peygamber;

Gözümde sel gibi yaşlar, içimde titremeler,

Ne ihtiyarıma sahip ne itiyadıma râm,

Bu girdâb-ı ibâd ortasında bî-ârâm[11]

Yine, Medine’de Hz. Peygamber’in kabri baş ucunda dua etmektedir. Tam o sırada iri-yarı Sudan’lı bir siyahî: “Ya Resulallah” diye haykırarak Babu’s-Selâm tarafına gelir. Bu zat, kabri çevreleyen demir parmaklıklara sarılır ve Sudan’ı nasıl yaya olarak geçtiğini, Tihame çöllerinde üç ay nasıl kızgın güneş altında çeşitli zorluklara katlanarak yürüdüğünü, hiç uyumadığını, tabiattaki varlıklarla hasbihâl ettiğini, hasretler çekerek buraya geldiğini, ama bu hasretinin sonunda kabri çevreleyen bu demir parmaklıklarla karşılaştığını belirterek:

Demir nikâbını kaldır mezâr-ı pâkinden

Bu hasta ruhumu ayırma artık hâkinden

Nedir o meş’ale? Nûrun mu? Yâ Resulallah!

der ve oracığa yığılır. Ölmüştür artık. Akif, bu hâdiseyi öyle derin hislerle dile getirir ki gözünüz önünde cereyan ediyor zannedersiniz.[12]

Ulûhiyet

Akif;

Yâ Rab, bu yüreklerdeki ses dinmeyecek mi?

Senden bir daha emr-i sükûn inmeyecek mi?[13]

derken, Allah’ın, yaptığı işlerden dolayı sorgulanamayacağını bilmiyor değildir:

Lâ yüs’el’e binlerce sual olsa da kurban

İnsan bu muammâlara dehşetle nigehbân.[14]

Tevhid yahut Feryad” adlı şiirinde zulmün saldırgan kılıcının dünyayı yakıp yıktığını, rastgele kesip biçtiğini belirterek: “Ey Allah’ım, bunlar hep senin emir ve işaretlerinle mi olmaktadır?[15] diyor. Burada da sanki Akif, zulmün Allah’ın emirleriyle meydana geldiğine düşünüyor gibi görünse de böyle olmadığına inandığı, İran’da büyük katliamların meydana geldiği 1907-1909 yılında, diktatörlüğüyle tanınan İran Şahı Muhammed Ali için Mithat Cemal Kuntay ile müştereken yazmış oldukları şu şiirde açık bir şekilde görülebilmektedir:

Hayır… Bunları Allah’a yüklemekte bir mânâ yok.

Cenab-ı Hak -haşa- hiçbir zaman caniye yardım etmez[16] diyor.

Ahlâka yücelik veren ne irfan ne de vicdandır. Şayet gönüllerden Allah korkusu kaldırılsa, vicdanın ve bilginin hiçbir tesiri kalmayacaktır.[17] Bir toplumda Allah korkusu hâkim olursa, bu toplum da bütün dünyaya sahip ve bütün milletlere efendi olacaktır.[18]

Cami-Ezanlar-İbadet

Akif, cami konusundaki duygularını şöyle belirtir: Cami, bir ibadet evi olmaktan da öte, ibadetlerin mabet şeklinde Allah’a yükselişidir. Bu, sadece bir görüntü değil, Hakk’ın cemâline vasıl olmuş hayranlar kafilesidir. Şüphesiz ki gökten inmiş değildir. Ama semavî bir hüviyete sahiptir. Allah’ın, sınırsız, feyizli cilvesini ihtiva etmektedir.[19] Yine; o ışıklar âlemi karanlığın ne olduğunu bilmez. O kutsal yuva bugüne kadar hiçbir şekilde kirlenmemiş, bundan sonra da kirlenemeyecektir… Onu yücelten, sonsuza kadar yüce kalsın diye yüceltmiş… Sağnak sağnak pislik yağıp dünyaları kirletse de yine temiz yine yüce kalacaktır.[20]

Minareleri de hayalinde birer ney’e benzeterek: “O taş yürekte bu suzişli nağmeler ne garip[21] der. O; “İhtilaf-ı metal’i sebebiyle küre üzerinde ezansız zaman yoktur[22] diyor. İlk defa 8 Ekim 1908 tarihinde Sırat-ı Müstakim dergisinde yayınlanan “Ezanlar” şiirinin başında da belirttiği üzere, gerçekten her an dünyanın yeni bir noktasında ezan vakti olmakta ve orada ezan okunmaktadır. Çünkü ezan vakti güneşin hareketiyle ayarlıdır. Dolayısıyla Kâinatın Yaratıcısı fasılasız olarak her an anılıp, insanlar ibadete çağrılmaktadır.

Ona göre; bu kutsal haykırış dalga dalga göklere yükseldikçe, göklerden de Allah’ın kudret sırları bütün azametiyle yeryüzüne inmeye başlar. O zaman lisan-ı hâl ile her an Hakk’ı ezberden zikreden kâinat varlıkları, nurlar nuru o kudret sırlarından yüz yüze feyz almaya başlarlar. Çünkü, artık gecenin karanlığı da seherin aydınlığı da Canan’ın (Allah’ın) tecellisiyle dolup taşmıştır.[23]

Namaz kılan cemaatin hâlini de coşkun duygularla dile getirir. Saf saf olup ibadete yönelen bu birlik âleminin vakur havasında Allah’ın ebedî rahmet nefhasının estiği hissedilmektedir. Binlerce kişinin gölgeyi andıran birliğini hareketlendirip ona yön veren bu kutsal nefhadır. Bu nefesle, canların tepeden tırnağa bütün zerreleri ürpermekteydi. Mabed, içini dolduran müminlerin ibadet uğultularını duydukça, kapı ve duvarlarından onların feyzini artıracak sesler aksettiriyor… İbadetin feyziyle yanmaya başlayan ruhlar, eriştikleri İlâhî tecelliye dayanamayacak kadar yorgun düşüyor… Gözler hiç ayılmayacakmış gibi kendinden geçiyordu…[24]

Ahiret-Kader-Tevekkül

Akif’in, bu konuda “Ahiret Yolu” adlı bir şiiri vardır. Bir cenaze merasiminden ilham alarak yazdığı bu şiirde duygularını şöyle dile getiriyor:

Senin en son serîrindir şu bî-perva uzanmış taş,

Ki nermin hâb-gâhından çıkar, birgün vurursun baş!

Elinde yok halâs imkânı, mâ-dâme’l hayat uğraş…

O, mutlak, sedd-i râhındır, aşılmaz… Muktedirsen aş![25]

İnançlı kimse, bu dünya hayatını, ahiret adına hükmü yok bir şekilde kullanamaz. Dünya hayatını önemsemeyen, bu önemsememe telâkkisi sonucunda ahirette her şeyin kendi emrine amade bir şekilde beklediğini sanan kimse hüsrandadır. Çünkü insan, ekmeden, çalışmadan mahsul bekleyemeyeceği gibi, dünyayı da iyilikler-güzellikler adına değerlendirmeden de ötelerde bir şey bekleyemeyecektir.[26]

İnsanın dilinden ahiretin düşmemesi değildir önemli olan. Üstelik bu tutum, divanecesine bir vehimdir. Bu tarz tutum devam ettiği sürece de “sıfru’l-yed (elde sıfır)” gidilir ve yine sıfru’l-yed ortada kalınır.[27]

Tedbir konusunda tembel davranıp, kaderi itham etmek, “kaderde varmış” demek yanlış bir davranıştır.[28] Hattâ insanlar, kendilerine bazı sorumluluklar yükleyen Kur’an’ın muhatabının neredeyse Cenab-ı Hak olduğunu söyleyecek, sorumluluğu da Allah’a yükleyeceklerdir.[29] Bu tür insanların kader anlayışı da dine karşı bir iftira, tevekkül düşünceleri de hüsran içinde hüsrandır.[30]

Onun, “Azimden Sonra Tevekkül” başlıklı şiirini konumuza ait önemi sebebiyle buraya alıyoruz:

Allâh’a dayandım! diye sen çıkma yataktan…

Mânâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdân!

Ecdâdını, zannetme asırlarca uyurdu;

Nereden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?

Üç kıtada, yer yer, kanayan izleri şâhid:

Dinlenmedi birgün o büyük nes-i mücâhid.

Âlemde tevekkül demek olsaydı atâlet

Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?

Çoktan kürenin meş’al-i tevhîdi sönerdi;

Kur’ân duramaz, nezd-i İlâhî’ye dönerdi.[31]

Görenek-Uyanıklık-Ümit

Akif, 1900’lü yıllarda halkın genel temayüllerini tahlil ederken, onların hâlâ göreneklere bağlı kalmayı düşündüklerini, Batı’nın tüm fikir ve yeniliklerini düşman saydıklarını, hattâ kendi bünyelerinden çıkabilecek yerli ve haklı yenilikleri dahi reddettiklerini belirtir.[32]

Göreneğe, özellikle: “biz bunu atalarımızdan böyle gördük” düşüncesine karşı çıkar. Ona göre bütün âlem-i İslâm bu derde düşmüştür. Uzak-Batı’daki bir Müslümanla Uzak-Doğudaki bir Müslüman bir araya getirilse hepsinin ruhlarından titrek bir sesle, “Böyle gördük dedemizden” sözü duyulacaktır. Bu tür düşünüş, dinen yanlış sayıldığı hâlde bu kadar geniş dindar bir kitlenin bu yanlı tavrından dolayı da oldukça şaşırdığını belirtmektedir.[33]

Ancak hemen belirtmeliyiz ki Akif, geçmişin silinip süpürülmesini, bir çırpıda yok sayılmasını istiyor da değildir. Hattâ o, meşhur müfessir Fahruddin Razi için yazmış olduğu bir şiirinde, geçmişteki başarıları küçük görmeyip, onları takdir etmemiz gerektiğini belirtir ve hemen arkasından da şöyle der:

Ben demem eldeki âsâr ile kaani olalım,

Müteceddidlere, sa’y ehline mâni olalım!

Gayret erbâbını hürmetle telâkkî ederiz

Ne demek? Çünkü biz onlarla terakki ederiz.[34]

Daha 1912’li yıllarda sanki ülkenin istilâ edileceğini, büyük kan akacağını, askerlerin silâhtan arındırılıp ordunun terhis edileceğini görmüş gibidir. Eğer ülkenin maneviyatı düzelmezse, düşmanların rahat rahat gelip bu mukaddes yurdu çiğneyeceğini belirttikten sonra:

Ey cemaat, uyanın! Yoksa hemen gün batacak.

Uyanın, korkuyorum: Leyl-i nedâmet çatacak![35] der.

Zamanında cereyan eden sızlatıcı hâdiseler karşısında insanlığın perişanlığını kalbinin en derin köşelerinde hissetmiş ve bu şiirleri yazmak zorunda kalmıştı. Bu şiirlerin yazılabilmesi, yarayı kalpte hissedebilmeye bağlıdır. Kanaatimizce, günümüz dünyasının karmaşasını Akif kadar gönlünde hissedebilenler de hemen hemen aynı mısraları terennüm edeceklerdir. Dolayısıyla onun hem ümitsiz hem de bazı mısraları itibariyle Allah’a isyankâr olduğunu düşünmek hata olsa gerektir. Çünkü, yarayı ve acısını bu derecede hissetmesine karşın, akidesini bozacak ye’se hiçbir zaman düşmemiştir. Şöyle diyor:

Ye’sin sonu yoktur, ona bir kerre düşersen

Hüsrâna düşersin, çıkmazsın ebediyyen.[36]

Ona göre, Allah’a inanma ile ümitsizlik bir kalpte yerleşemez. Öyleyse boynu bükük ve ümitsiz olmamak gerekmektedir. İnsan, kendi için hedefine ulaşmazsa dahi, gelecek nesilleri düşünerek, onlara merhameten ümitsizliği üzerinden atmalıdır.[37] Çünkü, ümitsiz bir insanın faaliyette bulunması çok zordur.

Son olarak, merhum Akif’in birkaç noktadaki görüşleri ile yazımızı tamamlamak istiyoruz.

Akif, mevlidi ve güzel sesli mevlithanları tasvip etmektedir. Daha önceleri neşri yapılmamış “Said Paşa İmamı” adlı şiirinde (Hilvan, 15 Haziran 1931) bu tür hislerini dile getirir.[38]Bir Gece” adlı o muhteşem şiirinde de:

Medyûn ona cem’iyyeti, medyûn ona ferdi.

Medyûndur o masum’a bütün bir beşeriyyet…[39]

diyerek topyekûn insanlığın Hz. Peygamber’e manen borçlu olduğunu belirtir. Yine, onun “Hasbihâl” adlı şiiri de Peygamber Efendimiz için yazılmış bir na’ttır. O’na karşı duyulan sevgi ve hasreti ifade etmek üzere nazmedilmiştir.

Akif’in makalelerinden anlayabildiğimiz kadarıyla o, tasavvufa da oldukça sıcak bakmaktadır. Hattâ, tasavvufu tenkit edenlerle uzun münakaşalara girmiş olduğu görülmektedir. Buna paralel olarak Mevlâna, İbn Arabi vb meşhur mutasavvıflardan da hayranlıkla bahsetmektedir.[40]

Ancak esefle belirtmek gerekir ki, bazı araştırmacılar, “Asım” şiirindeki, “Türklere tasavvuf diye sürdüler olgun şırayı” cümlesine bakarak Akif’in, tasavvuf karşıtı olduğunu öne sürmektedirler. Halbuki söz konusu cümle, bu şiirdeki dört zattan biri olan “Köse İmam”a aittir. Yani Akif, şiirinde Köse İmam’ı konuşturmakta ve onun düşüncesini onaylamadığını da bir şekilde anlatmaya çalışmaktadır.

Burada bir noktayı daha beyan etmeden geçemeyeceğiz. Yine bazı araştırmacılar, Akif’in “İkinci Ariza[41] adlı şiirindeki

Yetmez gibi vâiz kesilip ettiği kem küm,

İster edebiyata kadar, bulsa, tahakküm.

mısralarına bakıp, onun vaizleri tenkit ettiğini belirtmektedirler. Evet, Akif, bilgisiz vaizleri tenkit etmiştir ama bu mısralar ile değil. Çünkü, bu şiirin tamamı biraz dikkatlice okunduğunda bu şiirde Akif’in kendisini anlattığını görürüz. Zaten, mezkûr mısraların arkasındaki cümleler bunu açıkça göstermektedir.[42]

Sonuç

1923 yılında Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gitti. Birkaç sene yazları İstanbul’da, kışları Mısır’da geçiren Mehmet Âkif, 1926 kışından sonra Mısır’dan dönmedi. 1929-1936 yılları arasında Kahire’deki “Câmiü’l-Mısriyye” Üniversitesi’nde, Türkçe öğretmenliği yaptı. Daha sonra ise Kahire yakınlarındaki Hilvan’a yerleşti. Burada adeta inzivaya çekilerek Kur’an meali üzerinde çalışmayı sürdürdü ancak ülkede ulusal din projesinin (Türkçe ezan-ibadet) hayata geçirilme projesini öğrenince kendi çalışmasının bu projede kullanılmasından çekinerek 1932’de mukaveleyi feshetti. Diyanet İşleri Başkanlığı hem tercüme hem yorumlama işini Elmalılı Hamdi Efendi’ye verdi. Mehmet Âkif, Mısır yıllarında Kur’an çevirisinin yanı sıra Türkçe dersleri vermekle meşgul olmuştu. Kahire’deki “Câmiat-ül Mısriyye” adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi (1925-1936).

Siroz hastalığına tutulunca hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle önce Lübnan’a, sonra Antakya’ya gitti fakat Mısır’a hasta olarak döndü. 17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a geldi. 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybetti. Edirnekapı Mezarlığı’na gömüldü. Mezarı iki yıl sonra, üniversiteli gençler tarafından yaptırıldı. 1960’ta yol inşaatı nedeniyle kabri Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi. Mezarı, Süleyman Nazif ve arkadaşı Ahmet Naim Bey’in mezarları arasındadır.

Mehmet Âkif’e 1 Haziran 1936 tarihi itibarı ile 478 lira 20 kuruş emekli maaşı bağlanmıştır. Bu maaş 1936 yılı Ekim ayından itibaren ödenmeye başlanmış, toplu olarak 2976 lira almıştır. Emekli cüzdanının son sayfasında ise “600 lira borç” ibaresi yazılıdır. Bu borç düştükten sonra ise kalan kısım ailesine verilmiş ve Mehmet Âkif bundan iki ay sonra vefat etmiştir. Allâh rahmet eylesin.


[1] http://aregem.kulturturizm.gov.tr/kygm/TR-12228/mehmet-akif-ersoy-yili-etkinlikleri.html

[2] Bu araştırmada, büyük oranda Hikmet Neşriyat’ça (1. Baskı, İstanbul/1992) yayınlanan “Açıklamalı ve Lügatçeli Mehmet Akif Külliyatı”ndan faydalanılmıştır. Söz konusu külliyatı İsmail Hakkı Şengülerce yayına hazırlamış ve on cilt olarak neşredilmiştir. Bundan sonra gelecek dipnotlardaki ilk rakam mezkûr külliyatın cilt numarasını, ikinci rakam ise aynı külliyatın sahife numarasını göstermektedir.

[3] 2/88.

[4] 2/112.

[5] 2/348.

[6] 3-/58.

[7] 3/60.

[8] 5/292-294.

[9] 5/163.

[10] 4/22.

[11] 3/174.

[12] 3/178-184.

[13] 1/44.

[14] 1/44.

[15] 1/46.

[16] 1/238.

[17] 3/26.

[18] 3/28.

[19] 1/10.

[20] 2/14-16.

[21] 1/306.

[22] 1/298.

[23] 1/298.

[24] 2/28-30.

[25] 1/426-428.

[26] 3/42.

[27] 3/46.

[28] 4/258.

[29] 2/304.

[30] 2/306.

[31] 7/62.

[32] 2/100.

[33] 2/58.

[34] 4/292.

[35] 2/90.

[36] 1/190.

[37] 4/54.

[38] 4/174.

[39] 4/160.

[40] 5/179-184.

[41] 4/388.

[42] 4/390.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.