Tasavvufta Makam ve Mertebeler V

Fatma ÖZTÜRK GÜLÇÜR 

6 Temmuz/2019

İçindekiler

Tevekkül 1

Rıza 4

Yakîn 6

Zikir 7

 Nimetlerine uygun ve lütuflarına yaraşır hamdler ve şükürler, alemlerin Rabbi, Rahmânu’d-dünya ve Rahîmu’l-âhira, din ve ceza gününün sahibi Allâh (cc)’a, salat ve selam ve her türlü ihtiram, müjdecimiz, Efendimiz, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sas)’ya, onun âl ve ashabına olsun.

“Tasavvufta Makam ve Mertebeler” konulu yazımızın beşincisi ile devam etmekteyiz.

Tevekkül

(فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ)

“Eğer yüz çevirirlerse de ki: “Bana Allah yeter. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O’na tevekkül ettim. O, yüce Arş’ın sahibidir.” (Tevbe, 9/129)

“Tevekkül” kelimesi lügatte vekil kılmak, kendi işini başkasına havale etmek, itimat etmek ve güvenmek anlamına gelir. Bu anlamın zıddı vesvese ya da vehimdir. Istılahta ise tevekkül kelimesi, Cenâb-ı Hakk’a itimat edip, bağlanıp, teslim olmaktır.[1]

Vaad ettiği hususlarda Allâh’a tam olarak güvenerek, rızık ve geçim kaygısı çekmeme manası itibarı ile tevekkül, bir sonuca ulaşmak için gerekli tedbirleri aldıktan ve şartları eksiksiz bir şekilde hazırladıktan sonra o neticenin elde edilmesini Allâh’tan beklemek ve bilmektir.

Kul tedbiri alır, fakat neticeyi tedbire ve sebebe bağlamaz, Allâh’tan bilir. Allâh’a tevekkülü ölçüsünde sebepler ve tedbirlere itimadı azalır.[2]

Tevekkül eden kişinin sual sormaması, bir istekte bulunmaması ve kendisine buyrulan her şeyi reddetmemesi lazımdır.[3]

Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

(وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ فَهُوَ حَسْبُهُ)

“Kim Allah’a tevekkül ederse, Allâh ona yeter.” (Talak, 65/3)

Allâh’ı vekil yapma, o işin yapılması için değil, tarafımızdan yapılan işin sonucunu Allâh’ın tayin etmesi içindir. Bu manada vekil olma hakkı sadece Allâh’ındır. Böyle bir yetki peygambere bile verilmemiştir. Kur’ân böyle bir vekillik hakkının Hayyu lâ yemût yani “Ebedî diri ve asla ölmeyen” bir kudrete layık olduğunu beyan etmektedir.

(وَتَوَكَّلْ عَلَى الْحَيِّ الَّذٖى لَا يَمُوتُ وَسَبِّحْ بِحَمْدِهٖ وَكَفٰى بِهٖ بِذُنُوبِ عِبَادِهٖ خَبٖيرًا)

“Sen, o ölümsüz ve daima diri olana (Allah’a) tevekkül et. O’nu her türlü övgüyle yücelterek tesbih et. Kullarının günahlarından hakkıyla haberdar olarak O yeter.” (Furkan, 25/58)

Tevekkülün tam manası ile yerine gelebilmesi beş esasa bağlıdır:

1. Bütün durumlarında Allâh’ın kendisini bildiğini düşünmektir. Bu açlık ve buna benzer hususlarda olabildiği gibi yedi kat yerin derinliklerinde gerçekleşen bir durum olsa bile değişmez.

2. Allâh’ın (cc), kudretinin sonsuzluğuna inanmak.

3. Allâh’ın (cc), yanılma ve unutmadan münezzeh olduğuna inanmak.

4. Allâh’ın (cc), vaadini bozmasından münezzeh olduğuna inanmak.

5. İlahi hazinelerin tükenmeyeceğine inanarak, O’nu “hiç unutmayan bir cömert” olarak düşünüp kabul etmek.

Tevekkülle aynı manada veya tevekkülden daha ileri bir merhale olarak “teslim” ve “tefviz” kelimeleri kullanılır.

“Teslim”, Allâh’a teslim olmaktır.

“Tefviz” de yapılacakların yerine getirilmesinden sonra gerisini Allâh’a bırakmaktır. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

(وَاُفَوِّضُ اَمْرٖى اِلَى اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ بَصٖيرٌ بِالْعِبَادِ)

“Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını hakkıyla görendir.” (Mümin, 40/44)

Tefvîze sarılan kul, kendisine düşeni yapmıştır. Fakat neticenin ne şekilde tecelli edeceğini talep etmeden, sonuçla ilgili takdiri Allâh’a (cc) bırakmıştır.

Ebu’d-Derdâ (ra) şöyle der: “İman; ihlas, tevekkül ve Allâh’a teslim olmaktan ibarettir.”

Hiçbir makam, tevekkül makamı gibi Allâh indinde değerli olamaz. Allâh’a tevekkül, kulu Allâh’a sevdirir. Kişinin iradesinin tasarrufunu, yani işlerini Allâh’a tefviz etmesi, Allâh’ın hidayetine nail olmasına sebep olur.

Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Kim Allâh’a tevekkül ederse, kalbinin dağınıklığını önlemek için o kimseye Allâh yeter.”[4]

Sufiler tevekkülü, kifayet tevekkülü ve inayet tevekkülü olmak üzere ikiye ayırmışlardır.

İnayet tevekkülü, tevekkül için herhangi bir karşılık beklememektir.[5]

Peygamber (sas) yine bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurur:

“Eğer siz, hakkıyla Allâh’a tevekkül etseydiniz, sabahleyin aç çıkıp akşama da tok olarak dönen kuşları rızıklandırdığı gibi Allâh da sizleri rızıklandırırdı.”[6]

Sehl de şöyle demiştir: “Takva ve yakîn terazinin iki kefesi, tevekkül de o terazinin dili gibidir. Fazlalık ve eksiklikler onunla bilinir.”

Sühreverdî’ye göre tevekkül, her şeyin kendisine havale edildiği Cenâb-ı Hakk’ı bilme miktarında olur. Marifeti olan kişinin tevekkülü de tamdır. Tevekkülü tam olan kişi ise, işlerini havale ettiği vekil olan Allâh’ı görmekte kendini kaybeder ve kendi tevekkülünün farkında bile olmaz.[7]

Salik ve derviş olarak bu yola yeni giren kişi ile bu yolda mesafe kat etmiş kimselerin tevekkül anlayışları farklıdır. İlk zamanlarda dünya ile ilgili şeyler bir kenara atılarak nefis terbiye edilir. Bu safhada mutlak tevekkül gereklidir. Belli bir süre manevi yol kat edildikten sonra ise, tedbir ve sebeplere ister önem verir isterse de önem vermez hale gelmiş olur.[8]

Rıza

وَعَدَ اللّٰهُ الْمُؤْمِنٖينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرٖى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدٖينَ فٖيهَا وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فٖى جَنَّاتِ عَدْنٍ وَرِضْوَانٌ مِنَ اللّٰهِ اَكْبَرُ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظٖيمُ

“Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, ebedî olarak kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde çok güzel köşkler vadetti. Allah’ın rızası ise, bunların hepsinden daha büyüktür. İşte bu büyük başarıdır.” (Tevbe, 9/72)

“Rıza” kelimesi lügatte “râzı olma, kalben hoş görüp kabul etme, kolaylıkla benimseme, hoşnutluk, memnunluk, bir kimsenin kendi hukûkî durumuna âit arzu ve isteğini gösteren veya ortak hukûkî durum ve menfaat için başkası tarafından gösterilen irâde, muvâfakat, izin ve icâzet gibi anlamlara gelmektedir.

Istılahta ise; sızlanmama, şikayetçi olmama, dert yanmama, Allâh’ın sevdiği ve istediği amellere muvafakat ile yaklaşma, kaderin üzücü tecellilerine en az neşelendirici tecellileri seviyesinde memnun olma, Allah’ın kulundan, kulun da Allah’tan hoşnut ve memnun olması anlamlarına gelmektedir. Bu açıdan rıza, neredeyse mutlak iyimserliktir.

Sufilere göre ise rıza, Allâh’ın takdirine itiraz etmemektir. Kulun rızası, ancak Allâh kuldan razı olduktan sonra gerçekleşebilen bir safhadır. Kul, kalbini Allâh’tan razı bir vaziyette gördüğü zaman, Rabb’inin de kendisinden razı olduğunu müşahede eder ve Allâh’tan gelen her şeyden razı hale bürünür.

Cüneyd Bağdadî, rızayı, kuldan ihtiyarın, seçme gücünün kaldırılmasıdır diye tarif eder.

Yüce Rabbimiz, salih kullarına vereceği o çok yüksek mükafat olan Cennet’in dışında bir de şu mükafatı vereceğini müjdeler:

(رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذٰلِكَ لِمَنْ خَشِىَ رَبَّهُ)

“Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat Rablerine derin saygı duyanlara mahsustur.” (Beyyine, 98/8)

Bütün isteklerin en üstünü, bütün lezzetlerin en yükseği olan Allah’ın rızasına ermişler, “gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hiçbir beşerin aklının ermediği” en büyük rızaya kavuşmuşlar, “râdıyeten” razı olmuş olarak, “merdıyye” (razı olunmuş) makamına ermişlerdir.[9]

Allâh ile kul arasındaki en güzel muamele rıza ve teslimiyettir. Kim bu dünyanın perdelerinden ve karanlık vasıflarından kurtulur ve iradesiyle nefsinin arzu ve isteklerinin önüne geçerse, Allâh da onu inayet ve rahmeti ile ruh planında yüceltir. Ayet-i kerimede şöyle buyrulur:

اَوَ مَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشٖى بِهٖ فِى النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِى الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَا كَذٰلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرٖينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

“Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, hiç, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu? İşte kâfirlere, işlemekte oldukları çirkinlikler böyle süslü gösterilmiştir.” (Enam, 6/122)

Şuur ve ruhtaki bu dirilişe “hayat-ı hâkkanî” denir.[10]

Zünnun Mısrî, rızanın alametlerini şu şekilde açıklar:

1. Bir iş gerçekleşmeden önce (kazâ) seçimin (ihtiyarın) terk edilmiş olması,

2. İş gerçekleştikten sonra (kazâ), acılığı kaybetme,

3. Belanın içinde sevginin heyecanını kabartma.[11]

Hz. Ömer (ra), Ebu Musa el-Eşarî’ye (ra):

“Bunlardan sonra muhakkak ki hayrın tamamı rızadır. Eğer razı olabilirsen ne âlâ, aksi takdirde sabreyle” dedi.[12]

Haris el-Muhasibi de şöyle der: “Rıza, Allâh’ın (cc) hükümlerinin cereyanı anında kalbin sükûn halinde olmasıdır.[13]

Rızada olgunlaşıp yücelen ruh, Kur’ân-ı Kerîm’in “rıdvan” dediği ve en büyük nimet olarak vasıflandırdığı “ilâhî hoşnutluğa” erer.

Yakîn

(وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ)

“(O müminler) Ahirete de şeksiz ve şüphesiz bir şekilde kesin olarak inanırlar.” (Bakara, 2/4)

“Yakîn” kelimesi “doğruluğunda şüphe bulunmayan, vakaya uygun bilgi, sabit ve kesin inanış, kanaat, itikat, şüphe ve tereddütten sonra ulaşılan kesinlik” anlamına gelir.

Tasavvuf ıstılahında ise, manevi gerçekleri kalp gözü ile görmek, gayba ait hususları Allâh’ın izni dairesinde keşfederek zan ve tereddütlerden kurtulmak, Allâh’a tam bir teslimiyetle hareket etmek demektir.

Yakînin üç derecesi bulunmaktadır:

1. İlme’l-yakîn ki habere dayanan bilgi demektir.

2. Ayne’l-yakîn ki müşahedeye dayalı bilgidir.

3. Hakka’l-yakîn ki bir şeyi yaşayarak ve deneyerek elde edilen bilgidir.

Yakîn, “bütün şüpheleri bertaraf edip gaybı tasdik etmek” anlamı taşıdığı için bütün hallerin en son mertebesidir.

Sufilerden Sehl’e göre yakîn, ruhun sırrını keşfetme yani mükaşefedir. Nitekim “aradaki perde kalksa, yakînim artmaz” denilmiştir.[14]

Zünnun da “üç şey yakînin alametlerindendir” der.

1. Her şeyde Allâh’ın kudret eserlerini müşahede etmek.

2. Her işte Allâh’a dönmek.

3. Yardımı her zaman Allâh’tan talep etmek.

İbnu Ata da şöyle der: “Takvaya yakınlıkları oranında elde edebilecekleri yakîni elde ettiler. Takvanın aslı, yasaktan uzak durmaktır. Yasaklardan uzaklaşıp ayrılmak ise nefisten uzaklaşmaktır. Öyle ise nefisten ne kadar uzaklaşırsa o derecede yakîn hasıl olmaktadır.[15]

Cüneyd-i Bağdadî de “yakîn, değişmeyen ve bozulmayan bir ilmin kalpte yerleşip istikrar bulmasıdır, yani şüphenin ortadan kalkmasıdır” der.[16]

Zikir

اُتْلُ مَا اُوحِىَ اِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَاَقِمِ الصَّلٰوةَ اِنَّ الصَّلٰوةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَلَذِكْرُ اللّٰهِ اَكْبَرُ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ

“Sana vahyedilen kitabı oku. Namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz edepsizlikten ve akıl ve şeriata uymayan her şeyden alıkoyar. Allah’ı zikretmek elbette en büyük ibadettir. Ne yaparsanız Allah bilir.” (Ankebut, 29/45)

“Zikir” kelimesi lügatte sözünü etme, ismini söyleme ve anma anlamlarına gelmektedir. Istılahta ise zikir, Allah’ı dille hamd, tesbih ve tekbir şekliyle övmek, nimetlerini anmak, bunları kalple hissetmek ve tefekkür etmek, kulluğun gereklerini akıl, beden ve mal ile yerine getirmek, namaz kılmak, dua ve istiğfarda bulunmak, kevnî âyetler üzerinde düşünmek şeklindeki manalarının yanı sıra Kur’an, önceki kutsal kitaplar, levh-i mahfûz, vahiy, ilim, haber, beyan, ikaz, nasihat, şeref, ayıp ve unutmanın zıddı gibi anlamlarda da kullanılmıştır.

Zikir dil veya kalp ya da her ikisiyle beraber yapılır; bu ise ya unutulan bir şeyi hatırlama ya da hatırda olanı muhafaza etme şeklinde olur. Kur’an’da, Allah’ın, içten yalvararak ve korkarak alçak sesle sabah akşam çokça zikir ve tesbih edilmesi emredilmiş (el-A‘râf 7/205; el-Ahzâb 33/41-42), O’nun zikrinin her şeyden üstün olduğu vurgulanmış (el-Ankebût 29/45), Allah’ı anmanın bütün ibadet ve itaatlerden önemli sayıldığı ifade edilmiştir. “En büyük olma” (ekberiyyet) vasfıyla nitelenen zikir, “Yalnız beni anın ki ben de sizi anayım” âyeti dikkate alınarak (el-Bakara 2/152) kulun Allâh’ı anması ve Allah’ın kulunu anması şeklinde de anlaşılmıştır.[17]

Ruhi hayatın hedeflerinden birisi de insan nefsine huzur ve sükûnet vermek, üzüntü, sabırsızlık ve ızdırabı atmaktır ki bunlar nefsin en azgın düşmanlarıdırlar. Allâh’ı (cc) zikretmek ise bu yüce hedefe ulaşmak için en faal bir vesiledir. Kâinatın tasarrufunu elinde bulunduran Allah’a (cc) kuvvetli bir iman ve sarsılmaz bir itimat, insanın nefsine öyle bir huzur ve kuvvet verir ki onların yanında hayatın bütün üzüntüleri iltifata değmeyen basit ve sönük birer olay olarak kalır.

Allâh’ı (cc) zikretmek, Allâh’a (cc) inanmanın en güzel tezahürlerinden ve ruhun en önemli itminan kaynaklarından birisidir. Öyle bir itminan ki insanın dertlerine deva ve kalbine huzur bahşeder.

Cenab-ı Hak, bu hakikati beyan için şöyle buyurur:

(اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللّٰهِ اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ)

“Bunlar, iman edenlerdir, Allah’ın zikriyle gönülleri (vicdanları) huzur ve sükûna kavuşanlardır. Haberiniz olsun ki kalpler ancak zikrullah ile oturaklaşır (olgunlaşır).” (Rad, 13/28)

İslâm’ın zikrullaha verdiği büyük ehemmiyet sebebiyledir ki Allah Teala insanı Rabbine yaklaştıran namazı, çeşitli zikirlere şamil kılmış ve onu günde beş vakit olarak emretmiştir. Bundan fazla olarak sünnetleri de talep etmiştir.

Günlük işler esnasında yapılan dua ve zikirler kul ile Rabbi arasında doğup gelişen sağlam rabıtayı yenilemekten ve bu rabıtayı yad etmekten başka bir şey öğretmiyor ve başka bir tesir bırakmıyor.[18]

Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Efendimiz (sas) şöyle buyurur:

“Allâh azze ve celle buyuruyor ki: “Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, beni andıkça ben onunla beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden anarım. O, beni bir cemaat içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet bana bir karış yaklaşacak olursa, ben ona bir zira yaklaşırım. Eğer o, bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.”[19]

Zikrin birtakım dereceleri vardır:

1. Allâh celle ve alâyı ism-i celâli ile yad etmektir.

2. Allâh’ın (cc) zatının esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulyâsı itibarı ile tefekkür etmek.

3. Vasıta bulunmaksızın zâkirin, Allâh’ı tefekkür ve tezekkür etmesine imkân veren bir durumda olması ve esmânın aracılığının kalkmasıdır.[20]

İlk sırada yer alan zikir çeşidinde herhangi bir disipline bağlı olmadan kişinin Allâh’ı dil ile zikretmesidir. Burada bütün iş dile kalmakta, kalbin yani iç benliğin iştiraki aranmamaktadır. Buna bidayet zikri de denir.

Bidayet zikri ilerleyerek, kâinatın da insana iştiraki ile çok sesli hale gelmektedir. Bu safhada, varlıkların, Kur’ân tarafından tesbih olarak adlandırılan faaliyetlerinin tümü bir senfoni gibi insan ruhunda ve benliğinde hissedilir.

Varlıkla birlikte zikir, kâinatın insanın zikrine iştiraki nasıl mümkün oluyor? İnsanın zikrinin bütün kâinatı zikri halini alışını İmam Rabbani şu şekilde dile getiriyor:

“İnsan, emir ve halk alemlerini kendisinde toplamıştır. Bunun da ötesinde insan bu alemleri aşan bir varlığa sahiptir ki buna insanın vahdani heyeti diyoruz. Bu vahdani heyet insandan başka hiçbir mahlukta yoktur. İnsanda hamd özelliği bütün varlıkların hamdinden kat be kat daha fazladır.”[21]

Üçüncü mertebe olan Allâh ile zikir, zikredenin zikredilende diğer bir tabirle zakirin mezkurda fani olup kendi varlığından sıyrıldığı zaman tecelli eden bir keyfiyettir. Bu noktaya kadar olan zikirler, Allâh’ın “ben zikredin/anın” emrinde manasını bulurken, bu noktadaki zikir:

(فَاذْكُرُونٖى اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لٖى وَلَا تَكْفُرُونِ)

“Öyle ise siz beni (taatle, ibâdetle) anın, ben de sizi (sevap ile, mağfiretle) anayım. Bir de bana şükredin, bana nankörlük etmeyin.” (Bakara, 2/152)

emr-i ilâhisinde belirtildiği üzere “ben de sizi (sevap ile, mağfiretle) anayım” sırrına denk düşer.

Hakiki zikir, Efendimiz (sas)’in şu hadîs-i şerifindeki durumdur:

“İhsan, Allah’ı görür gibi ibadet etmendir; çünkü sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.”[22]

Zikrullah bu şekilde hasıl olduktan sonra insan devamlı olarak Allâh’ın manevi huzurunda bulunduğu ve kendisini O’nun dergahında hissettiği cihetle, hiç değilse Allâh’ın sevap ve azabı, rıza ve ikabı o kimse tarafından görülmüş ve seyredilmiş olacaktır. Bu takdirde de böyle bir kuldan masiyet nasıl sudur edebilir. Böyle bir kuldan küçük sürçmeler ya da zelleler dışında vaki olabilecek bir günah düşünülemez.[23]

Devamlı zikir, Allâh’tan başka herşeyi unutarak sadece O’nu zikretmek demektir. Nitekim Allâh Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

(وَاذْكُرْ رَبَّكَ اِذَا نَسٖيتَ)

“Unuttuğunda Rabbini an.” (Kehf, 18/24)

Buradaki “unuttuğunda” tabiri, O’ndan başka bütün varlıkları ve eşyayı unutma anlamındadır.[24]

Çünkü iki zikir, iki anış bir yerde bulunamaz. Dünyayı ve ahireti bir arada zikretmek, anmak mümkün değildir. Böyle olunca zikr-i muttasıl (birbiri ile bitişik, beraber) değil de zikr-i munkatı (kesik ve aralıklı zikir) yapmış oluruz ki kulluğumuzun derecesi de o nispette eksik ve kusurlu olur.

Zikirden gaye kalbin huzur duymasıdır. Yoksa dilin dönmesi değil. Buradaki devamlı zikirden maksat halvette bulunanların dil ile yaptıkları sürekli zikirdir. Gaye, kalbi zikrin devamlılığını sağlamaktır. Dil ile yapılan zikrin sesli (zikr-i cehrî) olmasının büyük tesiri vardır. Sesli zikirden gaye, Allâh’a değil de bu zikri nefse işittirmektir. Çünkü Allâh için sesli ya da sessiz, uzak ya da yakın hepsi birdir. Bütün eşyada tecelli eden de O’dur. [25]

Zikir, kalp huzuru içinde, çok kuvvetli bir şekilde sesi fazla yükseltmeden dil ile damar ve atardamarlara tesir edecek şekilde Allâh Teâlâyı anmaktır. Zikrin sesli yapılması ile şeytan, Allâh zikri karşısından geri çekilir ve kendisini gizlemeye çalışır. En faziletli zikir de (لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ) “lâ ilâhe illallâh / Allâh’tan başka ilâh yoktur” (Saffât, 37/35; Muhammed, 47/19) kelime-i tayyibe-i münciyesidir.

Çünkü nefis, kalbi istila etmiş, bağımsızlık ve uluhiyet iddiasında bulunmuştur. Heva, şehvet ve şeytan ise nefsi köpürten asıl düşmanlardır.

Kul (لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ)lâ ilâhe illallâh / Allâh’tan başka ilâh yoktur dediği zaman ki bu ifade nefiy ve ispattan, red ve kabulden ibarettir, rububiyet iddia eden nefis, heva ve şehvetten uluhiyet izhar eden ilahları red ve inkârı kast etmiş olur. Bu zikre devam eden kul, (لَا اِلٰهَ) “lâ ilâhe / ilah yoktur” nefiy cümlesi ile, kendisine düşman olanların arzularına ve saltanatlarına son vermiş olur. (اِلَّا اللّٰهُ) “illallâh / Allâh’tan başka” kısmı ise ispatı ifade eder ve Hakk’ın ve O’nun askerleri (Tevbe, 9/40) durumunda olan kalp, ilim, Kur’ân, Sünnet ve ilhamın hakimiyetlerini sağlamlaştırır.

Zikir doğrudan Allâh’a yükselir. Çünkü Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:

(اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ)

“O’na hoş kelimeler yükselir, o hoş kelimeleri de ancak ameli sâlih yükseltebilir.” (Fatır, 35/10)

Zikrin özelliklerinden bazıları da şöyledir:

1. Zikir herhangi bir vakte bağlı değildir.

2. Her zaman kul Allâh’ı anmakla emrolunmuştur.

3. Zikir emri bazen farzı bazen de mendubiyeti ifade eder.

4. Namaz, ibadetlerin en şereflisi olduğu halde, bazı vakitlerde edası doğru değildir. Halbuki kalp ile olan zikir her halu kârda devam eder.[26]

اَلَّذٖينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فٖى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلًا سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.” (Ali İmran, 3/191)

Yaratanından gafil olmamak, daima O’nu zikredip O’nunla meşgul olmak, varlığı O’nunla bütünleştirmek zikrin temel gayesidir. O’nu zikir için, bazen kelimeler bile şart değildir.

 وَاذْكُرْ رَبَّكَ فٖى نَفْسِكَ تَضَرُّعًا وَخٖيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِ وَلَا تَكُنْ مِنَ الْغَافِلٖينَ

“Rabbini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam zikret ve gafillerden olma.” (Araf, 7/205)

Zikre sarılmak, tefekkürle Hakk’ı anmaktır. İnsan bütün varlığı ile, Kur’ân ile, salavatlar ile, dualar ile namazlarında Hakk’ı zikretmiş olur.

Sehl şöyle diyor: “Rabbi unutmaktan daha çirkin bir günah bilmiyorum.”

Denilir ki, gizli zikri, melek kaldırıp da Rabbin huzuruna taşıyamaz. Zira melek, o gizli zikre muttali değildir. O gizli zikir, ancak kul ile merhametli ve şefkatli Rabbi arasında keyfiyeti meçhul bir sırdır.[27]

Efendimiz (sas)’den nakledilen şu hadîs-i şerîf, zikir konusunda bizlere özlü bir fikir vermiş olacaktır:

“Allah Teala Hazretleri buyuruyor ki: “Ben, kulumun benim hakkımda yaptığı zanna göreyim. O beni zikretti mi onunla beraberim. Eğer o beni nefsinde zikrederse ben de onu onunkinden daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım, o bana bir zira’ yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.”[28]

İnşaAllâh, “Tasavvufta Makam ve Mertebeler VI” başlıklı yazı ile devam etmeye çalışacağız…


[1] Kelâbâzî, Taarruf, s. 151.

[2] A.y.

[3] Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, s. 705.

[4] İbn Mâce, Zühd, 14 (Hadis no: 4166).

[5] Kelâbâzî, Taarruf, s. 152.

[6] İbn Mâce, Zühd, 14 (Hadis no: 4164).

[7] Sühreverdî, Avarifu’l-Maârif, s. 622.

[8] Necmuddin Kübrâ, Tasavvufi Hayat, s. 49-50.

[9] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, C. 9, s. 6004.

[10] Necmuddin Kübrâ, Tasavvufi Hayat, s. 68-70.

[11] Kuşeyri, Risale, s. 244.

[12] A.e., s. 245.

[13] Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, s. 690.

[14] Kelâbâzî, Taarruf, s. 154.

[15] Kuşeyri, Risale, s. 230.

[16] Kelâbâzî, Taarruf, s. 154.

[17] TDV İslam Ansiklopedisi, Zikir md.

[18] Abdulbari en-Nedvi, Tasavvuf ve Hayat (Tercüme: Mustafa Ateş), s. 59, İstanbul-1967.

[19] Buharî, Tevhid 15; 35; Müslim, Zikr 2, (26 75), Tevbe 1, (2675).

[20] Abdulbari en-Nedvi, age., s. 66.

[21] İmam Rabbani, Mektubat, 1/307.

[22] Buhârî, İman, 1.

[23] Abdulbari en-Nedvi, age., s. 70.

[24] Necmuddin Kübrâ, Tasavvufi Hayat, s. 58.

[25] Necmuddin Kübrâ, age., s. 58.

[26] Kuşeyri, Risale, s. 270-271.

[27] Kuşeyri, Risale, s. 271.

[28] Buhari, Tevhid, 50; Müslim, Zikr, 2, (2675); Tirmizi, Daavat, 142, (3598).

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.