Kalbin Sıfatları ve Halleri 4

Musa Kazım GÜLÇÜR

11 Şubat/2020

İçindekiler

لْفُؤَادُ) Fuâd 2

(اللب) Lüb 4

Aklı Lüb Haline Gelmiş Kimselerin Özellikleri 5

(النهى) Nühâ 9

Sonuç 10

Şiir:

Kalbini bâğ-ı cinân et ravza-i tevhîd ile,

Can dimâğın kıl muattar nefha-i tevhîd ile,

Kâbe-i nûr-i siyâhın bî-nihâyet yolların,

Kat eder erbâb-ı aşk bir lemha-i tevhîd ile,

Her ne denlü rû siyâh etti ise isyanın seni,

Ağarır bî-şek yüzün bu ğarra-i tevhîd ile,

Mâverâ-i ins-ü cinni seyredip arşa kadar,

Kim ki miraç eylediyse cezbe-i tevhîd ile,

Ey Niyâzî, ârif-i billâh gönülden selb eder,

On sekiz bin perdeyi bir lem’a-i tevhîd ile.

Niyâzî-i Mısrî (1618 / 1694)

Önceki yazılarımızda; kalbin imanın ve takvanın mahalli olması, kalb-i selîm, sadrın şerhi, kalbin Kur’ân-ı Kerîm ve zikirle inşirahı, körlüğü, kayması, kasveti, manevi hastalıkları, kilitlenmesi ve gerçeği algılamaktan alıkonulması gibi konuları açmaya çalışmıştık.

Bu yazımızda ise, tahlil çerçevesine alacağımızı söylediğimiz “fuâd, lüb ve nühâ” kavramları üzerinde duracak ve böylece mevzuyu biiznillâh tamamlamış olacağız.

(الْفُؤَادُ) Fuâd (Kalbin Üçüncü Hali)

Hakim Tirmiziye göre kalbin irtibatlarını özet şekilde gösteren grafik.

(الْفُؤَادُ) “Fuâd” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de beş ayette tekil, sekiz ayette de (أَفْـِٔدَةُ) “efide” şeklinde çoğul hali ile “kalp, yürek ve gönül” anlamlarında kullanılmaktadır.

Kelimenin tekil hali Kur’ân-ı Kerîm’de; (مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَاٰى) “Gözün gördüğünü, fuâd yalanlamadı (Necm, 53/11) ayet-i kerimesinde olduğu gibi, çoğul hali ise (Nahl, 16/78; Müminun, 23/78; Secde, 32/9; Mülk, 67/23) ayet-i kerimelerinde (السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَة) işitme, gözler ve gönüller sıralaması ile kullanılmıştır.

Meşhur sûfilerden olan ve tasavvuf, ahlâk, kelâm, hadis, tefsir ve dil ilimleri gibi değişik konularda eserler yazmış Hakîm Tirmizi (v. 320/932), “ev” ve “harem” kelimelerine benzetme sureti ile “kalp” kelimesini izah etmektedir. Nasıl ki “ev” kelimesi söylendiğinde, bir evin odaları, salonu, bahçesi, deposu vb. iç ve dış müştemilatı kastedilmiş oluyorsa, “harem” dediğimizde de dıştan içe doğru olma kaydı ile “Mekke etrafı, Mekke şehri, Mescid-i Harâm ve Kâbe” ifade edilmiş oluyorsa, benzer şekilde “kalp” kelimesi de dıştan içe ve sırasıyla “sadır, kalp, fuâd, lüb ve nühâ” hal ve sıfatlarını ihtiva eden bir kelimedir.

Hakîm Tirmizi, kalbi “göz” kelimesine benzeterek de anlatmaya çalışır. “Göz” denildiğinde, nasıl ki iç içe ve sıra ile “kornea, göz içi sıvı, göz bebeği (pupilla) ve göz merceği” bir bütün halinde “göz” kelimesini ifade ediyorsa, “kalp” kelimesi de yine aynı şekilde “sadır, kalp, fuâd, lüb ve nühâ” sıfatlarını ve iç içe makamları ifade etmektedir.

Ona göre “sadır” ilk makamdır. “Sadır”, olumlu düşüncelerin, her türlü fikrî meşguliyetin ya da insi ve cinni şeytanların vesveselerinin kalbe ulaşmaya çalıştığı ilk menzildir.

Kalp” ise ikinci makamdır. “Göz içi sıvı”nın “kornea”dan daha içeride olması gibidir. “Kalp; iman, huşu, takva, muhabbet, rıza, yakîn, havf, recâ, sabır ve kanaat” gibi ulvi duyguların kaynaklandığı yerdir. “Kalp” asıl olup, “sadır” bu aslı desteklemektedir.

Fuâd” üçüncü makamdır. Göz benzetmesinde yer alan “göz bebeği (pupilla)” ve “harem” benzetmesinde yer alan “Mescid-i Harâm” gibidir. “Fuâd”, havâtır ve rü’yetin mahallidir. Fuâd’ın yeri, sadefteki inci gibi kalbin tam ortasıdır.[1]

Fuâd” kelimesine, şimdi aktaracağımız ayet-i kerime açısından bakacak olursak, onun kalpteki temel nirengi noktalarından biri olduğu sezilir. Şöyle ki:

وَكُلًّا نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْبَاءِ الرُّسُلِ مَا نُثَبِّتُ بِهٖ فُؤَادَكَ وَجَاءَكَ فٖى هٰذِهِ الْحَقُّ وَمَوْعِظَةٌ وَذِكْرٰى لِلْمُؤْمِنٖينَ

“Peygamberlerin her birinin haberlerinden bazı kıssaları, senin fuâdını kuvvetle tatmin edeceğimiz şekilde sana anlatıyoruz. Bu surede de sana gerçek, müminlere bir öğüt ve bir hatırlatma gelmiştir.” (Hûd, 11/120)

Bu ayet-i kerimede, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, geçmiş ümmetlere gönderilmiş muallâ peygamberlerin ibret dolu kıssaları ile şanlı nebisini teselli etmekte, ayrıca O’nun yüksek şahsında bütün müminlerin kalplerini ve psikolojilerini güçlendirmektedir. Bu ayet-i kerimede, Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan bütün kıssalara şamil olduğunu düşündüğümüz üç temel özelliğe dikkat çekilmiştir. Bu özellikler sırası ile;

a) Kurân-ı Kerîm kıssalarının; tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet temel konuları etrafında bütünü ile hak yani tamamen gerçek oldukları,

b) Kıssaların; gönülden dinleyenleri kesinlikle kötülüklerden uzaklaştıran, takvaya yönlendiren, güzel ahlâk, iyilik ve doğruluğu ilham eden özelliklere sahip muhteşem mevizeler, öğütler ve nasihatler oldukları,

c) Kur’ân-ı Kerîm’deki bu kıssalar ile; peygamberlerini yalanlayan kavimlerin başlarına gelen felaketlerden ve bu tür toplulukların her türlü yalan, hile ve düşmanlığa kilitlenmiş olmalarından Allâh dostlarının önemli çıkarımlar yapmaları istenmiştir. Böylece müminler kalben ve ruhen dikkatli ve uyanık olabilecek, asırlarının getirmiş olduğu hadiseler karşısında bedbinliğe düşmeden tevbe, evbe ve inâbe ile Allâh’a (cc) yönelebileceklerdir. Kur’ân kıssalarının bu manada birer “zikrâ/hatırlatıcı/uyarıcı” oldukları anlaşılmaktadır.

Yukarıdaki bilgilerden hareketle, şimdi aktaracağımız ayet-i kerime kalbî yönelişlerle ilgili olarak bize önemli bir anahtar vermektedir. Şöyle ki:

وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهٖ عِلْمٌ اِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ اُولٰئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُلًا

“Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve fuâd, bunların hepsi peşine düştüğün şeyden sorumludurlar.” (İsrâ, 17/36)

Bu ayet-i kerimeyi, hemen bir önceki ayet-i kerime ile (Hûd, 11/120) beraber düşündüğümüzde, Allâh’ın (cc) izni ve inayeti ile hassas bir noktaya ulaşmış oluruz. Bir önceki ayet-i kerimede, nasıl bütün Kur’ân-ı Kerîm kıssaları “gerçeklik, iyilik ve mehâsin-i ahlâk” olarak özetleyebileceğimiz üç temel ve pozitif özellikle süslü ise, zıt kutupta yer alan her türlü malayaniyat da insanların kalp ve gönül dünyaları için o oranda, “bâtılı, kötülükleri ve mesâvî-i ahlâka” ait unsurları taşımaktadır. Dolayısı ile çok kıymetli kalp donanımı, ya hakîki sahibine aittir ya da kişinin aksi yöndeki tutum ve davranışlarına göre de faniyât ve zâilâta…

(اللب) Lüb (Kalbin Dördüncü Hali)

“Lüb” kelimesi Arapça’da, “bir şeyin özü, esası, kusurlar ve eksikliklerden uzak, saf ve bozulmamış akıl” anlamlarına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de “lüb” kelimesi “selim akıl sahipleri” manasına, çoğul şekli olan اُولُوا الْاَلْبَابِ halinde on altı yerde geçmektedir.

Tasavvufî tefsir ve terimlere dair eserleriyle tanınan mutasavvıf Kemâlüddîn Abdürrezzâk b. Ebi’l-Ganâim Muhammed el-Kâşânî’ye göre (v. 736/1335) lüb kelimesi; vehimlerden ve sanrılardan uzak, kutsî ışıkla aydınlanmış akla verilen addır. Bu öylesine kutsî ve ilâhî bir ışıktır ki akıl onunla güçlenmiş, vehim ve hayal tortularından da arınmıştır. Yüksek ilimler, böyle bir akıl yani kalp aracılığı ile idrak edilir.[2]

“Lüb”, “iman ile aydınlanmış bir kalbin” adıdır. Bunun en önemli delili şu ayet-i kerimedir:

هُوَ الَّذٖى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَاَمَّا الَّذٖينَ فٖى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَاْوٖيلِهٖ وَمَا يَعْلَمُ تَاْوٖيلَهُ اِلَّا اللّٰهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِهٖ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ

“O, sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih ayetlerin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bu inceliği) ancak lüb (akıl) sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân, 3/7)

Akıl, pek çok unsur ve delillerle irtibat kurup, onları analiz ve sentezlerle geliştirmek ve delillerin kendisini daha da ilerletmesi ile itminana ulaşır. Bu noktadaki aklın adı artık yukarıdaki ayet-i kerimede zikredilen “lüb” olmuştur. Dolayısı ile aklın delillerle ilgili başlangıç durumundaki haline “akıl”, mükemmelleşmiş ve nihayetteki özlü haline de “lüb” denir.

Hakîm Tirmizi “lüb” kavramını da yine benzetme ile izah etmektedir. Ona göre “lüb”, göz benzetmesindeki “göz merceği” ve harem benzetmesindeki “Kâbe” ile ifade edilmekte, benzetmede yer alan unsurlar nasıl birbirlerinin olmazsa olmazları ise, kalbin sıfatları olan “sadır, fuâd, lüb ve nühâ” da birbirlerini gerektirmekte ve ayrılmaz bütünlüklerini göstermektedirler. Ona göre “lüb”; tevhîdin, tefrîdin, tamamiyetin ve büyük hükümranlığın makamıdır.[3]

Aklı Lüb Haline Gelmiş Kimselerin Özellikleri

Kur’ân-ı Kerîm bizlere, tertemiz ve saf, tevhidin ve tefridin makamı haline gelmiş kalplerin yani kalbin lüb halinin, âfâkî delillerden olabildiğince ibretler aldığı tespitinde bulunmaktadır. Şöyle ki:

اِنَّ فٖى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَاٰيَاتٍ لِاُولِى الْاَلْبَابِ

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ayetler vardır.” (Âl-i İmrân, 3/190)

Peygamber efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:

“Yazıklar olsun o kimseye ki, bu ayeti okumuş da üzerinde düşünmemiştir.”[4]

Kur’ân-ı Kerim’in temel maksatlarından en önemlisi, kalplere ve ruhlara tevhid hakikatinin yerleştirilmesidir. Sağlam bir idrak ve özlü bir akıl, yerin ve göklerin yaratılış safhalarını incelemekle, astronomi ve jeoloji bilgilerini artırmakla, yaratıcısına ait sağlam ve şaşmaz delillere ulaşır. Böyle sağlıklı bir araştırma merakı, ilmi faaliyetler ve araştırma ruhu ile kozmosu anlamaya çalışır. Bütün bu olağanüstü ihtişam karşısında, selim bir akıl yani kalp ile Allâh’a (cc) imanı artar. Yüce Allah’ın varlığına, kuvvet ve kudretinin büyüklüğüne dair sayısız delilleri görür. Astronomi, kozmografya, biyoloji, kimya, psikoloji ve anatomi gibi ilimlerin verdiği bilgilerle ayet-i kerimenin işaret ettiği inceliklere biiznillâh vakıf olur.

Ali İmran 3/190 ayet-i kerimesinin benzeri Bakara 2/164’te de zikredilmektedir. Ancak Bakara 2/164 ayet-i kerimesi, altı farklı tevhid delilini (1. Gece ve gündüz, 2. Denizlerdeki gemiler, 3. Yağmur ile toprağın hayat bulması, 4. Her çeşit canlılar, 5. Rüzgâr çeşitleri, 6. Bulutlardaki gizem) zikrettikten sonra, (لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ)aklını kullanan bir toplum için” fezlekesi ile biterken, Ali İmran 3/190 ayet-i kerimesinde, üç tevhid delili (1. Göklerin yaratılışındaki ihtişam, 2. Yeryüzünün yaratılışındaki ahenk, 3. Gece ve gündüzün oluşumundaki hayret verici denge) zikredilmekte ve âyet-i kerîme (لِاُولِى الْاَلْبَابِ)selim akıl sahipleri için” fezlekesi ile sona ermektedir.

Bakara 164’teki “akıl”, pek çok unsur ve delillerle irtibat kurup, onları analiz ve sentezlerle geliştirdikten sonra, delillerin gösterdiği tevhid aydınlığına ulaşır. Bu da onda yüksek bir itminan ve doyum hasıl eder.

Ancak, Ali İmran 3/190 ayet-i kerimesinde betimlenen kavrama gücü, inançta yüksek seviyeye ulaşmış bireyin, tevhid hususunda sadece bir ya da iki delille iktifa edebileceği seviyedir. Zekâsı, adeta en küçük bir kıvılcımla parlamakta ve ışık saçmaktadır. Çünkü arif olduktan sonra, delillerin gösterdiği Zât-ı Vâcibu’l-Vücûd bilgisini idrak edebilmek için, delillere daha az ihtiyaç duymaktadır. İşte bu tür zekanın adı Arapça’da “lüb”dür.

Kur’ân-ı Kerim’de, hem Ra’d Suresi hem de Ali İmran Suresi’nde, aklı “lüb” hale gelmiş kimselerin özellikleri madde madde verilmektedir. Şimdi, aklı “lüb” hale gelmiş kimselerin önce Ali İmran Suresi 3/191-194 ayet-i kerimelerinde yer alan üç özelliğine, arkasından da Ra’d Suresi 13/19-22 ayet-i kerimelerindeki sekiz özelliğine muhtasar şekilde yer vermeye çalışacağız:

1. Birinci Özellik:

Allâh’ı (cc) her daim anmaları, tefekkür ve havf içerisinde olmalarıdır.

اَلَّذٖينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فٖى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلًا سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ رَبَّنَا اِنَّكَ مَنْ تُدْخِلِ النَّارَ فَقَدْ اَخْزَيْتَهُ وَمَا لِلظَّالِمٖينَ مِنْ اَنْصَارٍ

 “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru. Rabbimiz! Sen kimi cehennem ateşine sokarsan, onu rezil etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.derler.” (Âl-i İmrân, 3/191-192)

Burada Cenâb-ı Hakk’ın, (يَذْكُرُونَ اللّٰهَ) “Allah’ı zikrederler” buyruğu, dil ile yapılan kulluğa, (قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ) “ayakta, otururken ve yanları üzerinde iken” beyanı, azalarla yapılan amellere ve ibadetlere; (وَيَتَفَكَّرُونَ فٖى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ) “gökler ile yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler” tembihi de kalbin, fikrin ve ruhun kulluğuna bir işarettir. “Tefekkür” kelimesi; “aklın kullanılarak kalpte bir suretin oluşturulması, kalbin eşyaya ve delillere ait anlamlarda tasarrufu” manalarına gelmektedir. Peygamber Efendimiz (sas) bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurmuştur:

Tefekküre denk ibadet yoktur. Öyle ise gelin, Cenâb-ı Hakk’ın nimet ve kudret eserlerini tefekkür edin. Ama zinhâr Zât-ı Bârî’yi tefekküre kalkışmayın.[5]

Dolayısı ile marifetullahın, ancak Allâh’ın (cc) eserlerini anlamaya çalışmakla meydana gelebilecek bir iman ışığı, ledünnî bir bilgi olduğu bizlere ihtar edilmiş olmaktadır. Bu da neticede ubudiyetin kalp ile tasdik, dil ile ikrar, azalarla amel ve ibadet olduğunu gösterir.

2. İkinci Özellik:

İmanlarını güçlü tutmaları, istiğfar halinde olmaları ve ebrârın arasında bulunmayı istemeleridir.

رَبَّنَا اِنَّنَا سَمِعْنَا مُنَادِيًا يُنَادٖى لِلْاٖيمَانِ اَنْ اٰمِنُوا بِرَبِّكُمْ فَاٰمَنَّا رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّپَاتِنَا وَتَوَفَّنَا مَعَ الْاَبْرَارِ

Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman edin’ diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört. Canımızı iyilerle beraber al.” (Âl-i İmrân, 3/193)

Bu ayet-i kerimede istiğfar halinin, kişinin imanını güvende tutmaya yarayan oldukça önemli bir yöneliş olduğu görülmektedir. Biz buna imanın, istiğfar ile ışığını artırması ya da kişinin kulluk bilincinde derinleşmesi de diyebiliriz. Efendimiz’in (sas), mübarek beyanları içerisinde bakmaya çalışacak olursak şöyle buyurduğunu görürüz:

İnsanoğlunun hepsi hatalıdır. Ancak hatalıların en hayırlısı ise tövbekâr olanlardır.[6]

Dolayısıyla insan hata ve unutkanlığa dayalı davranışlar sergileyebilmekte, hatalardan dönme ise büyük bir erdem olmaktadır. Kişi, hatalarından dönmeye çalışırken Rabbine özür ve af dilekleri ile yönelir. Bu açıdan istiğfar, kişinin zulüm, unutkanlık ve haksızlıklarını Cenâb-ı Hakk’a itiraf etmesi, hatalarını anlaması, Rabbine yönelmesi ve O’nun şefkat ve merhametini talep etmesidir. Ayrıca istiğfarın şöyle güzel bir sonucu da bulunmaktadır. Efendimiz (sas) buyurur:

“Tövbe ve istiğfar ile büyük günah ‘büyük’ değil, ısrarla işlenmeye devam edildiğinde de küçük günah ‘küçük’ değildir.”[7]

Bir defasında da Efendimiz (sas) şu ikazda bulunmuştur:

La ilahe illallah zikrini ve istiğfarı sıklıkla yapmanız üzerinize bir görevdir. Çünkü İblîs; ‘Ben insanları günah işletmekle helak ettim, onlar ise beni ‘La ilahe illallah’ cümlesini söylemek ve istiğfâr etmekle helâk ettiler’ demektedir.”[8]

3. Üçüncü Özellik:

Güçlü bir ahiret duygusu ile, Allâh’tan (cc) Cennet’ini istemeleridir.

رَبَّنَا وَاٰتِنَا مَا وَعَدْتَنَا عَلٰى رُسُلِكَ وَلَا تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْمٖيعَادَ

Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığı ile bize vadettiklerini ver bize. Kıyamet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, vadinden dönmezsin.” (Âl-i İmrân, 3/194)

Cennet, Allâh Teâlâ’nın, ahirette iman eden erkekler ve iman eden kadınlar için hazırlamış olduğu selâm yurdudur. Bir hadis-i kudsîde Cenab-ı Allâh şöyle buyurur:

Ben sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer zihninin tasavvur edemeyeceği mutluluklar hazırladım.[9]

4. Dördüncü Özellik:

Allâh’a (cc) verdikleri sözü yerine getirmeleri, verdikleri sözü bozmamalarıdır.

Kuran-ı Kerîm Ra’d Suresinde Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

اَفَمَنْ يَعْلَمُ اَنَّمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ كَمَنْ هُوَ اَعْمٰى اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ اُولُوا الْاَلْبَابِ

Rabbinden sana indirilenin hakikat (gerçek) olduğunu bilen kimse, kör (imansız) kimseler gibi olur mu? Bunu, sadece aklı lüb haline gelmiş kimseler anlar.” (Ra’d, 13/19)

Bu ayet-i kerîmeden sonraki üç ayet-i kerime, aklı “lüb” hale gelmiş kimselerin sekiz özelliğini, şu şekilde beyan buyurmaktadır:

اَلَّذٖينَ يُوفُونَ بِعَهْدِ اللّٰهِ وَلَا يَنْقُضُونَ الْمٖيثَاقَ وَالَّذٖينَ يَصِلُونَ مَا اَمَرَ اللّٰهُ بِهٖ اَنْ يُوصَلَ وَيَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ وَيَخَافُونَ سُوءَ الْحِسَابِ وَالَّذٖينَ صَبَرُوا ابْتِغَاءَ وَجْهِ رَبِّهِمْ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً وَيَدْرَؤُنَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ اُولٰئِكَ لَهُمْ عُقْبَى الدَّارِ

Onlar, Allah’a verdikleri sözü yerine getirirler ve bu verdikleri sözü bozmazlar. Onlar, Allah’ın gözetilmesini emrettiği hakları gözetirler. Rablerine saygı beslerler ve kötü hesaptan korkarlar. Onlar, Rablerinin rızasını kazanmak için sabrederler. Namazı gereği üzere kılarlar. Kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve aşikâr harcarlar. Kötülüğü iyilikle savarlar. Ahiret saadeti, işte sadece bunlar içindir.” (Ra’d, 13/20-22)

5. Beşinci Özellik:

Allâh’ın (cc), gözetilmesini emrettiği hakları gözetmeleridir.

6. Altıncı Özellik:

Yüce Rabbe saygı göstermeleridir.

7. Yedinci Özellik:

Kötü hesaptan korkmalarıdır.

8. Sekizinci Özellik:

Yüce Rablerinin rızasını kazanmak için sabır haline devam etmeleridir.

9. Dokuzuncu Özellik:

Namazlarını, gereği üzere kılmalarıdır.

10. Onuncu Özellik:

Allâh’ın (cc), kendilerine lütfetmiş olduğu maddi ya da manevi rızıktan, gizlice ve açıkça harcamalarıdır.

11. On birinci Özellik:

Kendilerine gelebilecek kötülükleri, iyilikle savma yolunu seçmeleridir.

Allâh (cc), akıllı kimselere ait bu özelliği, bir başka ayet-i kerimede şu şekilde pekiştirmektedir:

وَلَا تَسْتَوِى الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتٖى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذٖى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمٖيمٌ

İyilik ile kötülük eşit değildir. Sen kötülüğü, en güzel şekilde uzaklaştır. Böyle yaparsan, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, tıpkı sana yakın bir dost gibi olur.” (Fussilet, 41/34)

Bu özelliğin vurgulandığı bir diğer ayet-i kerime şöyledir:

اُولٰئِكَ يُؤْتَوْنَ اَجْرَهُمْ مَرَّتَيْنِ بِمَا صَبَرُوا وَيَدْرَؤُنَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

İşte bunlara, sabretmelerinden, kötülüğü iyilikle uzaklaştırmalarından ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (hayra) harcamalarından dolayı, mükâfatları iki defa verilecektir.” (Kasas, 28/54)

Benzer bir ayet-i kerime de şöyledir:

اِدْفَعْ بِالَّتٖى هِىَ اَحْسَنُ السَّيِّئَةَ نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَصِفُونَ

Kötülüğü en güzel şekilde (iyilikle ve sabırla) sav. Biz onların yakıştırmalarını (küfürlerini ve yalanlarını) çok iyi bilmekteyiz.” (Müminun, 23/96)

Annemiz Hz. Aişe’nin (r. anhâ) rivayeti ile, Yüce Nebi (sas), kesinlikle edepsiz değildi. Müstehcen konuşmazdı. Çarşıda pazarda bağırmazdı. Kötülüğe kötülükle karşılık vermezdi. Aksine affeder ve görmezden gelirdi (Tirmizi, 2016).

Abdullah b. Amr’ın (ra) rivayeti ile, Allah Resulü’nün (sas) Tevrat’ta geçen bazı özellikleri şöyle anlatılmaktadır:

Ey Peygamber! Sen benim kulum ve elçimsin. Resulüm, Sana Mütevekkil (Allah’a tevekkül eden) adını verdim. Sen, ne sertsin, ne de çarşılarda gürültü çıkarırsın. Sana kötülük yapanlara kötülük etmez, onlara mağfiret ve ihsan ile muamele edersin.” (Buhari, 2125)

Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayeti ile Yüce Nebi (sas) şöyle buyurmaktadır:

Haksızlıkla zulme uğratılmış, ancak sırf Allâh azze ve celle için bu haksızlığı affetmiş her kulu, Allâh (cc) yardımı ile aziz hale getirir.” (Ahmed b. Hanbel, 9622)

Annemiz Hz. Aişe’nin (r. anhâ) rivayetine göre, bir grup Yahudi, Peygamber’i ziyaret etmek için izin istediler. İçeri girdiklerinde (selam kelimesini lam harfi olmaksızın söyleyerek), (السَّامُ عَلَيْكَ‏) “Ölüm üzerine olsun” dediler. Ben de onlara, “Hayır, asıl ölüm ve Allah’ın laneti sizin üzerinize olsun!” dedim. Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Ey Ayşe! Allah her işte yumuşaklığı sever. Nazik ol, sert olmaktan ve kötü sözler söylemekten sakın.” (Buhari, 6395, 6401) Müslimin rivayetinde şu ziyadelik bulunmaktadır: “Ey Ayşe! Allah sert sözlerin kullanılmasını sevmez.” (Müslim, 2165)

Çeşitli zamanlarda, başkalarından hiç de hoş olmayan muamelelerle karşılaşabiliriz. Ancak, kendimizi bu tür davranışların üzerine çıkabilmek için eğitmeli ve yapılan yanlışlıkların davranış standartlarımızı etkilemesine izin vermemeliyiz. Asil bir karakterin en yüksek işaretlerinden biri, size kötü davranan birine iyilik yapabilmektir. Bu durum, güçlü bir karakter ve egosuz bir zihin gerektirir. Çoğumuz başlangıçta, kötülük yapanlara karşı bir misilleme yapmayı veya en azından o tür kişilerden uzaklaşmayı düşünürüz. İslam, yukarıda nakletmeye çalıştığımız naslar çerçevesinde yüksek bir karakter iktisabının, yapılan yanlışların bizleri etkilemesine izin vermemekle gerçekleşebileceğini öğretmektedir.

(النهى) Nühâ (Kalbin Beşinci Hali)

(النهى) “Nühâ” kelimesi, “bir şeyi engellemek, sakındırmak, yasaklamak, sona ermek” gibi manaları taşımakla birlikte “kötülüklerden alıkoyan akıl, idrak ve kalp” anlamlarına da gelmektedir. Çünkü “nühâ” ile insan aklı, çirkinliklerden uzak durmakta, “aklın yolu birdir” deyiminde olduğu gibi neticede işler, aklî bir şekilde tasarlanmakta yani nihayete ermektedir.

“Nühâ” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de iki âyette geçmektedir:

اَلَّذٖى جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا وَسَلَكَ لَكُمْ فٖيهَا سُبُلًا وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجْنَا بِهٖ اَزْوَاجًا مِنْ نَبَاتٍ شَتّٰى كُلُوا وَارْعَوْا اَنْعَامَكُمْ اِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِاُولِى النُّهٰى

“O ki, yeryüzünü sizin için bir döşek yaptı. Orada sizin için yollar açtı ve gökten bir yağmur indirdi. İşte biz, bu yağmur sebebiyle muhtelif nebattan çiftler (sınıflar yahut erkekli dişili bitkiler) çıkardık. Bu bitkilerden kendiniz yiyesiniz ve hayvanlarınızı otlatasınız diye. Sağduyu sahiplerinin bu olaylardan alacakları birçok dersler vardır.” (Tâhâ, 20/54)

Sağlıklı bir akıl, bu muhteşem düzeni düşündüğünde tevhide güçlü bir yol bulur ve müşahedelerinden ders alır. Allâh korusun, bir akıl, şirk gibi çok temel bir tehlikeye yaklaşmama konusunda kendisini durduramıyor, Allâh’a iman etmesi gereken yerde de harekete geçmiyorsa böyle bir akıl “nühâ” yeteneğini kaybetmiş demektir.

Bu âyet-i kerime, Musa Peygamberin (as), Firavun’a karşı anlattığı tevhid delilleri olarak gelmektedir. Firavun, Musa Peygambere (as) Sizin Rabbiniz kimdir? Ey Mûsa! (Tâhâ, 20/49) diye sorduğunda, Mûsâ (as): Rabbimiz, her şeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra onu doğru yola ileten (yaratılış gayesine uygun yola) yöneltendir (Tâhâ, 20/50) demiş, daha sonra da yukarıdaki ayet-i kerimeyi tevhid delilleri olarak zikretmişti. Ancak bilindiği üzere Firavun imansızlığında diretmiş, böylece onun aklı nühâ yeteneğini kaybetmişti. Çünkü “nühâ” özelliği, bilhassa da imansızlıktan ve zulümden vazgeçen akıllar için söz konusudur.

“Nühâ” kelimesinin geçtiği diğer bir ayet-i kerime ise şu şekildedir:

اَفَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ يَمْشُونَ فٖى مَسَاكِنِهِمْ اِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِاُولِى النُّهٰى

“Yurtlarında dolaşıp durdukları, kendilerinden önceki nice nesilleri helâk etmiş olmamız, onları doğru yola iletmedi mi? Şüphesiz bunda akıl/kalp sahipleri için ibretler vardır.” (Tâhâ, 20/128)

Burada “nühâ” özelliğine sahip akıllar için umumi bir hitap bulunmaktadır. Daha önce helak olan toplumlar ve nesiller ile ilgili tarihi bilgiler, hemen herkes tarafından görülmekte ve bilinmektedir. Dünya üzerinden nice topluluklar geçmiş, iyilik ve takva üzerinde yardımlaşanlar mükafatlandırılmış, bunun aksine zulüm ile abad olmaya çalışanlar da yokluk ve hiçlik derelerine yuvarlanmışlardır. Geçmiş ümmetlere ve nesillere ait bomboş ve ıssız harabeler bu durumu gösteren ibret tablolarıdır. Dolayısı ile daha önce inançsız ve zulüm içerisindeki toplumların başlarına gelenlerin bir benzerinin kendi başlarına gelmesi ihtimalinden günümüz toplulukları endişe etmeli, bir Kahhâr-ı Zülcelâl’in kabza-i tasarrufunda bulunduklarını hep hatırlamalıdırlar.

Sonuç

Numan b. Beşîr (ra), Resülullah’tan (sas) şu hadîs-i şerîfi duyduğunu rivayet etmektedir:

“Dikkat ediniz, insan vücudunda bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur, bozuk olursa bütün vücut bozulur. O, kalptir.”[10]

Kalp, insanın iman, duygu ve düşünce merkezidir. Bir insanın kalbi kararmamış, saflığını, selim halini koruyor ise doğruya kolayca ulaşabilir. Bunun için çalışmak, kötü sıfatlardan arınmak, dünyevî alâkaları azaltmak, bütün gönlü ile Allah’a yönelmek gerekir. Kalbin temizlenmesine, parlatılmasına ve durulanmasına önem veren, sonsuz bir parlaklıkla Hakk’ın esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulyâsının kalbinde tecellisi için çalışan bir kul, artık Allah Teâlâ’ya tam anlamıyla yönelmiş, ilim nurlarıyla kalbi aydınlanmış olur. Allâh’ın rahmeti sağanak halinde o kalbe yağmaya ve İlâhî aydınlık kalbe doğmaya başlar. Böyle bir insanın kalbi inşiraha ermiş, onun için mülk ve melekûtun sırrı inkişaf etmiştir. Bu seviyedeki bir kulun kalbinden, Allah Teâlâ’nın lütfu ile karanlık perdeler kalkmış ve ilâhî hakikatler onun ruh ve gönül dünyasında parlamaya başlamıştır.

Şimdi de kalplerle ilgili olarak Efendimizden (sas) şeref sudur olmuş bazı dualar ile konuyu tamamlamak istiyoruz:

İbn Abbâs (r.a.)’den rivayete göre, şöyle demiştir: Resülullah’ın (sas) gece namazından sonra şöyle dediğini işittim:

اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِكَ تَهْدِي بِهَا قَلْبِي وَتَجْمَعُ بِهَا أَمْرِي وَتَلُمُّ بِهَا شَعَثِي وَتُصْلِحُ بِهَا غَائِبِي وَتَرْفَعُ بِهَا شَاهِدِي وَتُزَكِّي بِهَا عَمَلِي وَتُلْهِمُنِي بِهَا رَشَدِي وَتَرُدُّ بِهَا أُلْفَتِي وَتَعْصِمُنِي بِهَا مِنْ كُلِّ سُوءٍ اللَّهُمَّ أَعْطِنِي إِيمَانًا وَيَقِينًا لَيْسَ بَعْدَهُ كُفْرٌ وَرَحْمَةً أَنَالُ بِهَا شَرَفَ كَرَامَتِكَ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الْفَوْزَ فِي الْعَطَاءِ وَيُرْوَى فِي الْقَضَاءِ وَنُزُلَ الشُّهَدَاءِ وَعَيْشَ السُّعَدَاءِ وَالنَّصْرَ عَلَى الأَعْدَاءِ اللَّهُمَّ إِنِّي أُنْزِلُ بِكَ حَاجَتِي وَإِنْ قَصَّرَ رَأْيِي وَضَعُفَ عَمَلِي افْتَقَرْتُ إِلَى رَحْمَتِكَ فَأَسْأَلُكَ يَا قَاضِيَ الأُمُورِ وَيَا شَافِيَ الصُّدُورِ كَمَا تُجِيرُ بَيْنَ الْبُحُورِ أَنْ تُجِيرَنِي مِنْ عَذَابِ السَّعِيرِ وَمِنْ دَعْوَةِ الثُّبُورِ وَمِنْ فِتْنَةِ الْقُبُورِ اللَّهُمَّ مَا قَصَّرَ عَنْهُ رَأْيِي وَلَمْ تَبْلُغْهُ نِيَّتِي وَلَمْ تَبْلُغْهُ مَسْأَلَتِي مِنْ خَيْرٍ وَعَدْتَهُ أَحَدًا مِنْ خَلْقِكَ أَوْ خَيْرٍ أَنْتَ مُعْطِيهِ أَحَدًا مِنْ عِبَادِكَ فَإِنِّي أَرْغَبُ إِلَيْكَ فِيهِ وَأَسْأَلُكَهُ بِرَحْمَتِكَ رَبَّ الْعَالَمِينَ اللَّهُمَّ ذَا الْحَبْلِ الشَّدِيدِ وَالأَمْرِ الرَّشِيدِ أَسْأَلُكَ الأَمْنَ يَوْمَ الْوَعِيدِ وَالْجَنَّةَ يَوْمَ الْخُلُودِ مَعَ الْمُقَرَّبِينَ الشُّهُودِ الرُّكَّعِ السُّجُودِ الْمُوفِينَ بِالْعُهُودِ إِنَّكَ رَحِيمٌ وَدُودٌ وَأَنْتَ تَفْعَلُ مَا تُرِيدُ اللَّهُمَّ اجْعَلْنَا هَادِينَ مُهْتَدِينَ غَيْرَ ضَالِّينَ وَلاَ مُضِلِّينَ سِلْمًا لأَوْلِيَائِكَ وَعَدُوًّا لأَعْدَائِكَ نُحِبُّ بِحُبِّكَ مَنْ أَحَبَّكَ وَنُعَادِي بِعَدَاوَتِكَ مَنْ خَالَفَكَ اللَّهُمَّ هَذَا الدُّعَاءُ وَعَلَيْكَ الاِسْتِجَابَةُ وَهَذَا الْجَهْدُ وَعَلَيْكَ التُّكْلاَنُ اللَّهُمَّ اجْعَلْ لِي نُورًا فِي قَبْرِي وَنُورًا فِي قَلْبِي وَنُورًا مِنْ بَيْنِ يَدَىَّ وَنُورًا مِنْ خَلْفِي وَنُورًا عَنْ يَمِينِي وَنُورًا عَنْ شِمَالِي وَنُورًا مِنْ فَوْقِي وَنُورًا مِنْ تَحْتِي وَنُورًا فِي سَمْعِي وَنُورًا فِي بَصَرِي وَنُورًا فِي شَعْرِي وَنُورًا فِي بَشَرِي وَنُورًا فِي لَحْمِي وَنُورًا فِي دَمِي وَنُورًا فِي عِظَامِي اللَّهُمَّ أَعْظِمْ لِي نُورًا وَأَعْطِنِي نُورًا وَاجْعَلْ لِي نُورًا سُبْحَانَ الَّذِي تَعَطَّفَ الْعِزَّ وَقَالَ بِهِ سُبْحَانَ الَّذِي لَبِسَ الْمَجْدَ وَتَكَرَّمَ بِهِ سُبْحَانَ الَّذِي لاَ يَنْبَغِي التَّسْبِيحُ إِلاَّ لَهُ سُبْحَانَ ذِي الْفَضْلِ وَالنِّعَمِ سُبْحَانَ ذِي الْمَجْدِ وَالْكَرَمِ سُبْحَانَ ذِي الْجَلاَلِ وَالإِكْرَامِ

Allah’ım, kalbimi doğru yoluna iletecek, işlerimi toparlayacak, dağınıklığımı düzene koyacak, iç ve dış dünyamı iyileştirecek, amellerimi aklayacak, olgunluğumu ilham edecek, sana muhabbetime vesile olacak ve beni her türlü kötülükten koruyacak katından bir rahmet istiyorum.

Allah’ım, küfrü asla barındırmayacak bir yakîn ve iman, dünyada ve ahirette senin ikramına erebileceğim bir rahmet lütfetmeni istiyorum.

Allah’ım, senden hüküm ve bağış gününde kurtulmayı, şahitlerin derecelerine çıkmayı, mutlu kimselerin yaşantısını ve düşmanlara karşı yardımını istiyorum.

Allah’ım, ihtiyaçlarımı sana arz ediyorum. Görüşüm kısa, amelim zayıf olsa da rahmetine muhtacım. Ey bütün işlerin hâkimi ve tüm gönüllere şifa veren. Denizleri birbirine karışmaktan koruduğun gibi beni de Cehennemin azabından, Cehennemde helâki haykıranlardan olmaktan ve kabir azabından korumanı istiyorum.

Allah’ım, fikrimle yetişememiş, niyetimle ulaşamamış, istemeyi becerememiş olsam bile, kullarından birine söz verdiğin veya kullarından birine ulaştırdığın bir hayır varsa onu Senden ben de istiyorum. Ey Alemlerin Rabbi, ulaşamadığım her türlü rahmetini Senden istiyorum.

Ey sağlam şeriatın ve dosdoğru işlerin sahibi Allah’ım. Senden ceza gününde emniyet, sonsuzluk gününde de Sana yakınlıkla İlâhî tecellîlere şâhit olmuş, çokça rükû ve secdeler yapmış, sözlerini hep tutmuş müminlerle birlikte Cennet istiyorum. Sen çok merhametli, kullarını çokça seven, sevilen ve şüphesiz dilediğini yapansın.

Allah’ım, bizi hidayete götüren ve hidayet üzere olanlardan eyle, sapıklığa düşenlerden eyleme. Bizleri dostların için dost olanlardan, düşmanların için de düşman olanlardan yapmanı, böylece Seni sevenlerin sevgisiyle Seni sevenlerden, Sana muhalif olanlara düşmanlığınla da düşmanlık yapanlardan olmayı istiyoruz. Allah’ım duamız budur. Kabul etmek sana aittir. Gayretimiz bundan ibarettir. Sana güvenip Sana dayanırız.

Allah’ım, kalbimi nurlandır, kabrimi nurlandır. Önümü nurlandır, arkamı nurlandır. Sağımı nurlandır, solumu nurlandır. Üstümü nurlandır, altımı nurlandır. Kulağıma bir nur, gözüme bir nur, saçıma bir nur, derime ve etime bir nur, kanıma ve kemiklerime bir nur ver. Allah’ım nurumu büyüt ve artır, benim için bir nur yarat.

Her türlü güç ve kuvvete bürünen Allah’ım. Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim. Büyüklük ve ikram sahibi Rabbimi her türlü eksiklikten tenzih ederim. Tenzih edilmeye sadece kendisi layık olan Zatı tenzih ederim. Bol bağış ve nimetlerin sahibini tenzih ederim. Yücelik ve ikramların sahibini tenzih ederim. Celal ve ikram sahibi Allah’ı her türlü eksikliklerden tenzih ederim.[11]

Şekel b. Humeyd (ra) anlatıyor: Peygamber’e (sas)’e geldim ve şöyle dedim:

“Ey Allah’ın Resulü bana bir sığınma duası öğret de onunla sığınayım.”

Bunun üzerine Resülullah (sas), omzumdan tuttu ve şöyle dua etmemi buyurdu:

Allah’ım! Kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden ve mahrem organımın şerrinden sana sığınırım.[12]

Annemiz Hz. Âişe’den (r.anha) rivayete göre Resülullah (sas) şöyle dua ederdi:

Allah’ım tembellikten, bunaklık derecesinde ihtiyarlıktan, günahtan, korkaklıktan, kabir sualinden ve kabir azabından, ateş fitnesinden ve ateş azabından, zenginlik gururunun şerrinden Sana sığınırım. Fakirlik fitnesinden Sana sığınırım. Mesîh Deccâlin fitnesinden Sana sığınırım. Allah’ım hatalarımı kar ve dolu suyu ile yıka. Kirden temizlenmiş bembeyaz bir elbise gibi, kalbimi de günahlardan temizle. Doğu ile batının arasını uzaklaştırdığın gibi benimle günahlarımın arasını aç ve uzaklaştır.[13]

Annemiz Hz. Ümmü Seleme’nin (r.anha) rivayetine göre Efendimizin (sas) en çok yaptığı dua şuydu:

Ey kalpleri halden hale çeviren Rabbim, kalbimi dinin üzere sabit kıl.[14]

Abdullah b. Ebî Evfâ (ra)’den rivayete göre Resülullah (sas) şöyle dua ederdi:

Allah’ım! Kalbimi kar, dolu ve soğuk su ile soğut. Allah’ım! Beyaz elbiseyi kirden temizlediğin gibi kalbimi de hatalardan temizle.[15]

Hanzeleoğullarından bir adam (ra) şöyle anlatıyor: Bir yolculukta Şeddâd b. Evs’e arkadaş olmuştum. Şöyle demişti:

“Dikkat et! Resülullah (sas)’in bize söylememizi emrettiği bir duayı sana da öğreteyim mi?

Allah’ım işlerimde sebat isterim Senden. Doğru yolda gayretli ve becerikli olmayı isterim Senden. Nimetlerine karşı şükretmemi, güzelce ibadet ve kulluk yapmayı isterim. Doğru dil ve selamet bulan bir kalp isterim Senden. Bildiğin her zararlı şeyin şerrinden Sana sığınırım. Bildiğin her faydalı şeyin hayrını Senden isterim. Bildiğin her bir günahımdan dolayı bağışlanma isterim Senden. Şüphesiz Sen, kimselerin bilemeyeceği gaybı bilensin.[16]

Ebû Hureyre (ra), Resülullah’ın (sas) şöyle dua ettiğini rivayet etmektedir:

Ey Allah’ım! (Şu) dört şeyden Sana sığınırım: Faydası olmayan ilimden, huşu duymayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul edilmeyen duadan.[17]

Ey Azîm, ey Kebîr, ey Cebbâr, ey Kadîr, ey Kavî. Sen en Mukaddes, en Münezzeh ve en Yücesin.

Allâhım! Büyük ve tam isimlerinin hürmetine, bizleri inatçı zalimlerden, azgın şeytanlardan, hasetçilerden, mahlukatının şerlerinden korumanı isteriz.

Ey bütün yaratılmışların kalplerini elinde dilediği gibi çeviren Mukallibu’l-Kulûb, ey Celâl ve İkrâm sahibi Allâhım!

Senden, kalplerimizi dinin ve taatin üzerine sabit tutmanı, her türlü şirkten muhafaza etmeni, azamet ve heybetinden korkanların ilmi ile süslemeni, Zât’ına yönelenlerin yönelişini, yakîn sahiplerinin ihlasını, sabredenlerin şükrünü, sadık kullarının tevbesini lütfetmeni dileriz.

Ey umut makamlarının en hayırlısı, ey dilek makamlarının en keremlisi, ey merhametlilerin en merhametlisi. Amellerimizi kabul eyle, hallerimizi ıslah eyle, meşguliyetimizi Sana ibadet ve taat eyle.

Ey kalpleri evirip çeviren, halden hale koyan Allâh’ım! Sonsuz rahmetinden kalplerimizi ışık saçan ecrad kalpler haline getirmeni[18], dininde sabitleyip perçinlemeni[19], ibadet ü tâatine yönlendirmeni[20] diler, kalplerimizin ağlaf hale gelmesinden, menkûs bir şekle dönüşmesinden, musfah olmasından, düşmanlıkla dolmasından, nifaktan ve her türlü kötü ahlâktan sana sığınırız[21]. Âmin.

(سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ)

“Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki Sensin, Sen.”

(Bakara, 2/32)


[1] Hakîm Tirmizî Muhammed b. Alî b. Hasen b. Bişr (v. 320/932), Beyânu’l-Fark Beyne’s-Sadr ve’l-Kalb ve’l-Fu’âd ve’l-Lubb (Tahk. Ahmed ‘Abdu’r-Rahîm es-Sâyih), Merkezu’l-Küttâb li’n-Neşr, 1. Baskı, Kahire-1998, ss.17-19.

[2] Kemâlüddîn Abdürrezzâk b. Ebi’l-Ganâim Muhammed el-Kâşânî, Istılâhâtü’s-Sûfiyye, Dâru’l-Menâr, Kahire-1992, s. 90.

[3] Hakîm Tirmizî, ae., ss. 21-22.

[4] İbn Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed el-Büstî (ö.354/965), Sahîh İbn Hibbân bi Tertîb İbn Belbân, I-XVIII, (thk. Şuayb el-Arnavut), Müessesetü’r-Risâle, 2. Baskı, Beyrut 1993, C. 2, s. 386 (Hadis no: 620).

[5] Beyhakî, Şuabü’l-İman, 1/136, (H. No: 120).

[6] Tirmizî, Kıyâmet, 49 (2499); İbnu Mâce, Zühd, 30 (4251).

[7] Beyhakî, Şuab, 9/406 (6882); Ebu Mansur ed-Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, C. 5, s. 287 (7914); Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, C. 6, s. 436 (9920).

[8] Ebu Ya’lâ el-Mevsılî, Müsnedü Ebî Ya’lâ, 1/99 (136), Dâru’l-Kıble, Cidde-1988.

[9] Buhârî, Tefsîr, 32/1 (4780); Müslim, Cennet, 2 (2824); 5 (2825).

[10] Buhari, İman, 39 (52); Müslim, Müsakat, 20 (1599).

[11] Tirmizi, Daavât, 30 (3419); Duanın sekizinci paragrafı için bkz: Ebu Davud, Tatavvu, 26 (1353); Müslim, Salat, 26 (763).

[12] Nesâî, İstiaze, 10 (5455); Ebû Dâvûd, Salat, 368 (1551); Tirmizi, Daavât, 75 (3492).

[13] Buhârî, Deavat, 39 (6368); Müslim, Zikir, 14 (589); Tirmizi, Daavât, 77 (3495).

[14] Tirmizi, Daavât, 90 (3522); 125 (3587); Kader, 7 (2140); İbnü Ebî Şeybe, Musannef, 10/208 (29789); 10/209 (29790).

[15] Tirmizî, Deavât, 102 (3547); Nesâî, Tahare, 49 (61); Miyâh, 5 (333).

[16] Tirmizi, Daavât, 23 (3407); Nesâî, Sehv, 61 (1303).

[17] Ebu Davud, Vitir, 32 (1548); Müslim, Zikir, 18 (2722); Nesâî, İstiaze 13 (5458); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/371.

[18] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/17 (11146); Taberanî, er-Ravdu’d-Dânî ile’l-Mu’cemu’s-Sağîr, 2/228 (1075); Ebu Nuaym, Hilye, 4/385.

[19] Tirmizî, Daavât, 90 (3522).

[20] Müslim, Kader,3 (2654).

[21] Ebu Davud, Salât, 367 (1546); Nesâî, İstiaze, 21 (5471).

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.