Ümmet-i Vasat ve Özellikleri

Musa Kâzım GÜLÇÜR

18 / 05 / 2022

İçindekiler

Abstract 2

Giriş 4

Ümmet-i Vasat ve Bazı Temel Özellikleri 6

1. Ümmet-i Vasat ve Denge/Adalet Özelliği 6

2. Ümmet-i Vasat ve Şahitlik Özelliği 10

3. Ümmet-i Vasat ve Tevhid Özelliği 16

4. Ümmet-i Vasat ve Bilgi Özelliği 20

5. Şeriat ve Minhâc Kavramları 24

Sonuç 25

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم

بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اللَّهُمَّ صَلِّ وسلـم عَلَى الْأَوَّلِ فِي الْإِيجَـادِ وَالْـجُـودِ وَالْوُجُودِ، اَلْفَاتِـحِ لِكُلِّ شَــاهِدٍ وَمَشْـهُودٍ، حَضْرَةِ الْمُشَـاهَـدَةِ وَالشُّهُودِ، اَلـسِّــرِّ الْبَـاطِـنِ وَالنُّـورِ الظَّاهِرِ الَّذِي هُـوَ عَيْنُ الْمَقْصُودِ، مُمَيِّزِ قَصَبِ السَّـبْقِ فِي عَالَمِ الْخَلْقِ الْمَخْصُوصِ بِالْعُبُودِيَّةِ، اَلرُّوحِ الْأَقْدَسِ الْعَلِيِّ وَالنُّـورِ الْأَكْمَلِ الْبَهِيِّ، اَلْقَائِمِ بِكَمَالِ الْعُبُودِيَّةِ فِي حَضْرَةِ الْمَعْبُودِ، اَلَّـذِي أُفِيضَ عَلَى رُوحِي مِـنْ حَضْرَةِ رُوحَانِيَّتِهِ، وَاتَّصَلَتْ بِمِشْكَاةِ قَلْبِي أَشِـــعَّةُ نُـورَانِيَّتِهِ، فَهُوَ الرَّسُـــولُ الْأَعْظَمُ وَالنَّبِيُّ الْأَكْـرَمُ وَالْوَلِيُّ الْمُقَرَّبُ الْمَسْـعُودُ، وَعَلَى أٰلِـهِ وَأَصْحَابِهِ خَزَائِنِ أَسْـرَارِهِ، وَمَعَارِفِ أَنْوَارِهِ، وَمَطَالِـعِ أَقْمَارِهِ، كُنُوزِ الْحَقَائِقِ، وَهُدَاةِ الْخَلَائِقِ، نُجُومِ الْهُدَى لِمَنِ اقْتَدَى، وَسَلَّمَ تَسْلِيماً كَثِيراً كَثِيراً

(8/85 ، سُورَةُ القَصَصِ) (إنَّ الذي فَرَضَ عَلَيْكَ القُرآنَ لَرادُّكَ إلَى مَعَادٍ)

(18/10 ، سُورَةُ الْكَهْفِ) (رَبَّنا آتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَداً)

(7/105 ، سُورَةُ الأعراف) (ۚحَقِيقٌ عَلَىٰٓ أَن لَّآ أَقُولَ عَلَى ٱللَّهِ إِلَّا ٱلْحَقَّ)

رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ، وَبِهِ الْعَوْنُ

(20/25-28 ، سُورَةُ طه) (رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي)

Bütün hamdler, âlemlerin Rabbi Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine mahsustur. Allahım! Yaratılışta, ihsanda ve varlıkta en Evvel’e, her şahit ve meşhudun Fâtih’ine, müşahede ve şuhûdun Efendisine, maksadın bizzat kendisi, bâtınî sır ve zahirî Nûr’a, ubudiyete mahsus varlık aleminde herkesi geçen en Seçkin’e, en yüce Kutsal Ruh’a, en mükemmel parlak Işığa, Tanrı’nın huzurunda kemâl-i ubûdiyetle kâim Kişiye, ruhuma ruhaniyetini ifâza edene, kalp mişkâtımı nûraniyeti ile Aydınlatan’a, en büyük Resule, en keremli Nebî’ye, saadetli en yakın Dost’a, ailesine, sırlarının hazinesi, öğretilerinin aydınlığı, tulû etmiş ayları, hakikatlerinin hazinesi, insanların hidayetçileri, onlara uyanlar için yıldızlar konumundaki ashab hazeratına, sonsuz salâtlar ve selamlar olsun.

Kur’ân’ı (okumayı, tebliğ etmeyi, muhtevasıyla amel etmeyi ve insanlara iletmeyi) sana farz kılan, seni elbet bir sonuca (hiçbir beşere nasip olmayan muazzam, mükemmel ve nihaî bir mutluluk yurduna) vardıracaktır!” (Kasas, 28/85)

Ey Rabbimiz, bizlere katından bir rahmet ihsan eyle ve içinde bulunduğumuz şu durumdan bize bir çıkış yolu göster.” (Kehf, 18/10)

Benim üzerimdeki sorumluluk, Allâh hakkında gerçekten başka bir şey söylemememdir.” (Araf, 7/105)

Abstract

While Islam and Muslims deal with the problems of Islamophobia and xenophobia in the West, they have also become the main targets of ethnic and religious prejudices in the East. Especially in the last century, Muslims were wanted to be shown as full of mistakes, a source of violence and terror both in the east and in the west.

Regarding the role of Islam, which is tried to be positioned against secularism and democracy in various circles by using apagogical arguments (reductio ad absurdum) such as, “Political Islam, Transnational Islam, Liberal Islam, Progressive Islam, Feminist Islam, Secular Islam” etc. terms were created. Unrelated and certainly inconsistent labels had been attributed to Islam. Doubts were formed in the minds. Non-Muslim states, anti-Islamic NGOs and mainstream media have tried to portray Islam as a danger and to distort its precious mission and vision.

Against these negativities, Muslim intellectuals, unfortunately, did not pay the concept of “A Wasat (just and the best) Ummah (nation)” and it’s meaning the necessary attention it deserves. They focused on secondary issues. The great role of the Ummah and its magnificent Islamic civilization in the development of humanity, its sociology, its understanding of economy and its rich culture have been neglected to the utmost. Even the term “A Wasat (just and the best) Ummah (nation)”, which is an inclusive concept, is in the twilight of obscurity.

In the Turkish language, the word “Wasat” is being used in the meanings of “middle, medium, backward, low level” in an erroneous way. This situation creates confusion in the understanding of the term “a Wasat (just and the best) Ummah (nation)”, which is a Qur’anic and divine name, with its “real meaning”.

Insha’Allah, in this article, I will try to explain the term “A Wasat (just and the best) Ummah (nation)” which is placed in the 243rd verse of the Qur’an Surah al-Baqara. Also, I will try to give, some basic principles of the Islamic Ummah and its features within the framework of holy verses and hadiths. It will be appreciated that without relying on reliable and sound religious sources, a correct explanation of the term “A Wasat (just and the best) Ummah (nation)” and related concepts will not be possible.

A Wasat (just and the best) Ummah (nation)” thought means, instead of looking for the faults of others, caring about constructive criticism, turning to development-oriented self-criticism, not engaging in unnecessary polemics, not engaging in idle talk. It also means shaping the thoughts of around the spirit of science and knowledge-based thought production, for those who possess appreciation and respect for other perspectives as well as their own view, and thus being on a mission to present Islam as an integrated wisdom to the others.

Giriş

İslam ve Müslümanlar, Batı’da İslamofobi ve zenofobi sorunları ile uğraşırken, Doğu’da da etnik ve dini önyargıların başlıca hedefi haline geldi. Müslümanlar özellikle son yüzyılda, doğuda ve batıda, yanlışlıklar içinde, şiddete meyilli ve terörün kaynağı olarak gösterilmek istendi.

Çeşitli çevrelerce, laikliğe ve demokrasiye karşı konumlandırılmaya çalışılan İslam’ın rolü ile ilgili olarak, abese irca (reductio ad absurdum) şekilde, “Siyasal İslam, Ulus ötesi İslam, Liberal İslam, İlerici İslam, Feminist İslam, Seküler İslam” vb. terimler üretildi. İslam’a yakışıksız etiketler atfedildi. Zihinlerde şüpheler oluşturuldu. Müslüman olmayan devletler, İslam karşıtı STK’lar ve yaygın medya, İslam’ı tehlike gibi göstermeye, onun çok kıymetli misyonunu ve vizyonunu çarpıtmaya uğraştı.

Bu olumsuzluklara karşı Müslüman entelektüeller, “Ümmet-i Vasat” kavramına ve anlam çerçevesine, hak ettiği ilgiyi maalesef göstermedi. Talî ve ferî mevzulara odaklanıldı. Ümmet-i Vasat’ın ve onun oluşturduğu muhteşem İslam medeniyetinin, insanlığın gelişmesindeki büyük rolü, sosyolojisi, ekonomisi ve zengin kültürü ile ilgili konular alabildiğine ihmal edildi. Kapsayıcı bir kavram olan “Ümmet-i Vasat” tabiri, el’an dahi bir bilinmezlik alacakaranlığında bulunmaktadır.

Türkçemizde “vasat” kelimesi, galat-ı meşhur bir şekilde, “orta, ortam, performans düşüklüğü, aşağı seviye, geri” gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Bu durum, Kur’ânî / İlahî bir isimlendirme olan “Ümmet-i Vasat” tabirinin, “gerçek manası” ile anlaşılmasında karışıklık meydana getirmektedir.

İnşaAllâh bu yazıda, Kur’ân-ı Kerîm Bakara Suresi 243’üncü ayet-i kerimede geçen “Ümmet-i Vasat” tabirini ve ilişkili kavramları, ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler çerçevesinde aralamaya, kavramla ilgili olarak İslam ümmetinin bazı temel özelliklerine yer vermeye çalışacağım. Takdir edilecektir ki, güvenilir ve sağlam dini kaynaklara dayanmadan, “Ümmet-i Vasat” ve ilişkili kavramların uygun bir açıklaması ve izahı yapılamayacaktır.

Ümmet-i Vasat” tamlaması, iki kelimeden meydana gelmektedir. “Ümmet” kelimesi, Kur’an-ı Kerîm’de elli yedi ayet-i kerimede altmış dört kez geçmekte ve genelde “topluluk/toplum” anlamında kullanılmaktadır. Ünlü dil ve edebiyat âlimi Halil bin Ahmed’in (v. 175/791) tarifi ile, “bireylerin inanmış oldukları dine ait topluluklara (Zuhruf, 43/23), bir peygambere nispet edilen her topluma, her bir insan nesline “ümmet” denilmektedir.[1]

Kur’an-ı Kerîm’de “ümmet” kelimesi, hem Üsve-i Hasene İbrahim Peygamberin (aleyhi ve alâ nebiyyina elfü elfi salât ve selâm olsun) Yüce Allâh’a şeksiz ve şüphesiz imanının, bir toplum imanı büyüklüğünde olduğunu beyan (Nahl, 16/120), hem de “belirli bir süre/zaman” anlamını ifade etmesi için kullanılmıştır (Yusuf, 12/45; Hud, 11/8).

İkinci kelime olan “vasat” ve türevleri ise, “âdil, dengeli, akl-ı selim sahibi, bir şeyin en iyisi, en merkezi konum”[2] gibi anlamlarda kullanılmış olup, türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de beş yerde geçmektedir (Bakara, 2/143, 238; Maide, 5/89; Kalem, 68/28; Adiyat, 100/5).

Dengeli/adaletli ümmet” hakikati, İslam’ın özünü ve kimliğini kavramada anahtar bir tamlamadır. Kur’an-ı Kerim’de “ümmet” terimi ile genel olarak;

1. Hem bir “kültür türü”nü inşa eden uygarlık/medeniyet,

2. Hem de “belirli kurallar ile yönetilen organize canlılar” anlamının kastedildiği söylenebilir.

1. “Kültür türü” ile kastım, meydana getirdiği kültürel çevre ile birlikte insan topluluklarıdır. Farklı büyüklükte inanç sistemleri, dünya görüşleri, dini çeşitlilik kalıpları olduğu kadar, birçok farklı kültür türleri bulunmaktadır. Kültürel türler, farklı büyüklük ve şekillerde var olabilmekte, aynı zamanda bu türlerin farklı yaşam süreleri bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim, canlı kültürel türlerin yaşam süreleri ile ilgili olarak şöyle buyurur:

(وَلِكُلِّ اُمَّةٍ اَجَلٌ فَاِذَا جَاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَاْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ)

Her ümmetin belirli bir ömrü vardır. Ömür süreleri sona erdiğinde, bu süre ne bir an sonraya bırakılır ne de bir an öne alınır.” (Araf, 7/34; Yunus, 10/49)

Ümmet” kelimesi, hem kültür türünü inşa eden “topluluk” hem de “belirli kurallar ile yönetilen organize canlılar” anlamını beraberce ifade etmektedir. Belirli kültürel bir türün üyesi olarak insan toplulukları, aynı zamanda yaşayan canlı organizmalardır.

2. “Ümmet” terimini, “belirli kurallar ile yönetilen organize canlılar” şeklinde tanımlarken, Kur’ân-ı Kerîm’de “ümmet” kelimesinin, insan dışında organize halde yaşayan diğer canlı türleri için kullanılmış olmasına dayanmaktayım. Ayet-i kerime şöyledir:

(وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا طَائِرٍ يَطٖيرُ بِجَنَاحَيْهِ اِلَّا اُمَمٌ اَمْثَالُكُمْ)

Yeryüzünde yürüyen veya kanatlarıyla havada uçan bütün canlılar, sizin gibi ümmetlerdir (belirli kurallarla organize olmuş canlılardır).” (Enam, 6/38)

Sathi bir nazar ile bakıldığında dahi, maneviyat temelli ümmetlerin ve uygarlıkların/medeniyetlerin, maddi temelli ümmetlerden ve uygarlıklardan/medeniyetlerden daha uzun ömürlü oldukları görülür. İslam ümmeti/uygarlığı/medeniyeti, maddi anlamda tarih içerisinde oldukça müreffeh ve gelişmiş devletleri barındırmış olmakla birlikte, kültür, siyaset, ekonomi, sanat ve edebiyat gibi, insanların toplu yaşamlarının gerektirdiği manevi tüm alanlarda teşkilatlanmış, güzide insanların aktivitelerinin bir toplamıdır.

Ümmet-i Vasat’ın ve oluşturduğu yüksek uygarlığın/medeniyetin tutarlılığı, zengin çeşitliliği, tevhid ilkesinin oluşturduğu göz kamaştıran birleştirici gücü, kültürel ihtişamı, diğer uygarlıklarla/medeniyetlerle kıyas bile edilmez. İslam’ın getirdiği hükümler, bütün mükellefler için son derece dengeli ve itidallidir. İslam ümmeti ve uygarlığı/medeniyeti, tutarlı, dengeli ve bütünlük arz eden, hem dünya hem de ahiret görüşüne sahip, diğer bütün medeniyetlere karşı aşılmaz bir üstünlük kazanmış nadide bir uygarlık/medeniyettir.

Şimdi, Ümmet-i Vasat’ın bazı temel özelliklerine kısaca yer vermeye çalışacağım.

Ümmet-i Vasat ve Bazı Temel Özellikleri

1. Ümmet-i Vasat ve Denge/Adalet Özelliği

Kur’ân-ı Kerîm’de “Ümmet-i Vasat”, şu şekilde “dengeli/adaletli” bir ümmet olarak vasıflandırılmaktadır:

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهٖيدًا

Böylece sizi, insanlara karşı hakikatin şahitleri olasınız, (Şerefli) Peygamber de üzerinize tam bir şahid olsun diye, sizleri vasat (dengeli/adaletli) bir ümmet yaptık.“ (Bakara, 2/143)

Bu ayet-i kerimede kullanılan “vasat” kelimesi, Türkçemizde şu anda kullanılan ve “orta, ortam, geri, düşük seviye” anlamlarının aksine, “dengeli/adaletli” manasındadır.

İmam Buharî’nin, Ebû Saîd’den (ra) yaptığı rivayete göre, Resülullah (sas) Bakara 143 ayet-i kerimesindeki “vasat” kelimesini “dengeli/adaletli” olarak tefsir etmiştir. Rivayet şu şekildedir:

:‏‏‏عَنْ أَبِي سَعِيدٍ الْخُدْرِيِّ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم

يُدْعَى نُوحٌ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَيَقُولُ لَبَّيْكَ وَسَعْدَيْكَ يَا رَبِّ‏ ‏‏‏.‏ فَيَقُولُ هَلْ بَلَّغْتَ فَيَقُولُ نَعَمْ‏ ‏‏‏.‏ فَيُقَالُ لأُمَّتِهِ هَلْ بَلَّغَكُمْ فَيَقُولُونَ مَا أَتَانَا مِنْ نَذِيرٍ‏ ‏‏‏.‏ فَيَقُولُ مَنْ يَشْهَدُ لَكَ فَيَقُولُ مُحَمَّدٌ وَأُمَّتُهُ‏ ‏‏‏.‏ فَتَشْهَدُونَ أَنَّهُ قَدْ بَلَّغَ ‏‏‏.‏ ‏{‏وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا‏}‏ فَذَلِكَ قَوْلُهُ جَلَّ ذِكْرُهُ ‏{‏وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا‏}‏ وَالْوَسَطُ الْعَدْلُ ‏‏‏.‏

Kıyamet gününde Nuh çağrılacak, Nuh:

Davetine icabet ettim. Emrine hazırım Ya Rabdiyecek. Allâh (cc):

Emirlerimi ümmetine tebliğ ettin mi?diye soracak. Nuh da:

Evet, ettimdiyecek. Bu sefer Nuh ümmeti çağrılıp:

Size tebliğ etti mi?diye sorulacak, onlar da:

Bize hiçbir uyarıcı gelmedidiyecekler. Bunun üzerine Allâh (cc):

Ey Nuh, senin tebliğ ettiğine kim şahitlik eder?diye soracak. Nuh:

Muhammed ve ümmetidiye cevap verecek. Muhammed ve ümmeti, Nuh’un ümmetine tebliği yaptığına şahitlik edecekler. Resul de sizin (şahitliğiniz) için şahidlik yapacaktır. İşte bu beyanım, zikri Yüce Allah’ın indirdiği şu kavlidir: Böylece sizi, insanlara karşı hakikatin şahitleri olasınız, (Şerefli) Peygamber de size tam bir şahid olsun diye, sizleri vasat (dengeli/adaletli) bir ümmet yaptık.“ (Bakara, 2/143) Vasatdengeli/adaletli demektir.[3]

Kur’ân-ı Kerîm, kelimeyi belirttiğimiz anlamda ve ism-i tafdîl hali ile şu ayet-i kerimede de kullanmaktadır:

(قَالَ اَوْسَطُهُمْ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ لَوْلَا تُسَبِّحُونَ)

İçlerinde en dengeli/en âdil olan kişi, (inşâAllâh diyerek, verdiği nimetlere hamd ve şükrederek Allâh’ı) ‘tesbih etmeniz gerekir dememiş miydim?’ dedi.” (Kalem, 68/28)

Şimdi aktaracağım ayet-i kerimelerde, Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Müslüman toplumların kendi içlerinde tezellül/alçak gönüllülük esasına, dış topluluklara karşı da izzetli/onurlu davranış esasına bağlı kalmalarını, bir diğer tabir ile dengeli tutuma sahip olmalarını tavsiye etmektedir:

(اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرٖينَ) “Müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı izzetli/onurlu…” (Maide, 5/54)

(اَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ) “Onlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise çok merhametlidirler…” (Fetih, 48/29)

Bu ayet-i kerimelerden açıkça anlaşılan, “dengeli/adaletli ümmet” kavramı ile, tek taraflı bir tavrın kast edilmediği, dengeli bir tutumun beklendiğidir. İslam ümmetinde hem “ifrat” hem de “tefrit” halleri beğenilmemiş, “dengeli/adaletli” davranış ve tutumlar faziletli kabul edilmiştir. İfrat, haddi aşmayı ve aşırı gitmeyi, tefrit ise yapılması gerekli hususları ihmal demektir. Bu sebepledir ki yerine göre “mülayemet” yerine göre de “izzet ve sertlik” emredilmektedir. İfrat ve tefritten uzaklaşma, ancak bu şekilde mümkündür. Cenâb-ı Hakk’ın izin vermediği aşırılıklar, dindarlık arzusundan ve iyi niyetten de kaynaklansa, mekruh kabul edilmiştir. İslam ümmeti, bilhassa itikatta ve dinî pratiklerde, bütünüyle aşırılıkların uzağında, dengeli ve adaletli bir topluluk halindedir. Adaletli ve dengeli duruş, insanın varoluş problemine, İslam’ın çok veciz bir cevabı ve yorumudur.

İslam, dengesiz davranışları kesinlikle reddetmiş ve asla hoş görmemiştir. Dengesiz davranış konusu ile ilgili olarak, ayet-i kerime nüzulüne de sebep olan önemli örneklerden birisi şu şekildedir:

عن عبد الله بن عمر قال: قال رجل في غزوة تبوك في مجلس: ما رأينا مثل قرائنا هؤلاء، أرغبَ بطونًا، ولا أكذبَ ألسنًا، ولا أجبن عند اللقاء! فقال رجل في المجلس: كذبتَ, ولكنك منافق ! لأخبرن رسول الله صلى الله عليه وسلم، فبلغ ذلك النبي صلى الله عليه وسلم ونـزل القرآن. قال عبد الله بن عمر: فأنا رأيته متعلقًا بحَقَب ناقة رسول الله صلى الله عليه وسلم تَنْكُبه الحجارة, وهو يقول: “ يا رسول الله، إنما كنا نخوض ونلعب!”, ورسول الله صلى الله عليه وسلم يقول: أَبِاللَّهِ وَآيَاتِهِ وَرَسُولِهِ كُنْتُمْ تَسْتَهْزِئُونَ * لا تَعْتَذِرُوا قَدْ كَفَرْتُمْ بَعْدَ إِيمَانِكُمْ

Müfessir, tarihçi, muhaddis ve fakih İmam Taberî (v. 310/923) ile, yine hadis hâfızı, müfessir ve fakih İbnu Ebî Hâtim’in (v. 327/938) Tefsir’lerinde, Abdullah b. Ömer (ra), Muhammed b. Ka’b (el-Kurazî) ve diğerlerinden naklettiklerine göre, Şanlı Nebi (sas), ashab hazeratı ile Tebük gazvesindeydi. Bir adam, bulunduğu mecliste, dengesiz ve adil olmayan şu sözleri sarf etti:

Şu bizim kurralar (hocalar, din alimleri, ilâhiyatçılar) kadar, içimizde boğazına çok düşkün, dilleri çok fazla yalan üreten, düşmanın karşısına çıkma hususunda pek korkak, başka birilerini görmedik!

Bunun üzerine, o mecliste bulunan bir kişi şöyle söyledi:

Yalan söylüyorsun. Sen münafıksın (nifak çıkarıyorsun). Ben, bu söylediklerini mutlaka Resülullah’a haber vereceğim.

Hadise Resülullah’a ulaştı. Bu sözleri söyleyen adam hakkında, ayet-i kerime nazil oldu. Abdullah b. Ömer (ra) devamla şöyle anlatıyor:

Ben, (hakkında ayet-i kerime nazil olduğunu duyan) bu adamın, (özür dilemek amacıyla) Resülullah’ın devesinin yularına sarıldığını gördüm. (Deve, hareket halinde olduğu ve durdurmaya çalıştığı için) Ayakları taşlara çarpıyor ve şöyle diyordu:

“Ey Allah’ın Resulü, biz sadece lafa dalmış, eğleniyorduk!”

Resülullah, bu adama hiç dönüp bakmıyor, nazil olan şu ayet-i kerimeyi okuyordu:

وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ لَيَقُولُنَّ اِنَّمَا كُنَّا نَخُوضُ وَنَلْعَبُ قُلْ اَبِاللّٰهِ وَاٰيَاتِهٖ وَرَسُولِهٖ كُنْتُمْ تَسْتَهْزِٶُنَ لَا تَعْتَذِرُوا قَدْ كَفَرْتُمْ بَعْدَ اٖيمَانِكُمْ اِنْ نَعْفُ عَنْ طَائِفَةٍ مِنْكُمْ نُعَذِّبْ طَائِفَةً بِاَنَّهُمْ كَانُوا مُجْرِمٖينَ

Şayet kendilerine sorsan, ‘Biz sadece lâfa dalmış, eğleniyorduk’, derler. Siz Allah ile, O’nun ayetleri ile, O’nun Resulü ile mi eğleniyordunuz? Özür beyan etmeyin. Çünkü iman ettikten sonra kâfir oldunuz. İçinizden bir kısmını bağışlasak bile, diğer bir kısmını, suçlarında ısrar ettiklerinden dolayı azabımıza uğratacağız.” (Tevbe, 9/65-66)[4]

Bu vakadaki söz konusu kişinin özrünü, Resülullah (sas) kabul etmiyor. Çünkü onun durumu artık, doğrudan Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine aittir. Adamın durumu şayet Resülullah’ın (sas) affetme yetkisinde olsaydı, “Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allahtan günahlarının bağışlanmasını dileseler, Peygamber de onların bağışlanmalarını dileseydi, elbette Allahı, tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı” (Nisa, 4/64) nass-ı kerîmi gereği Resülullah (sas), Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden söz konusu kişi için af talep edebilirdi.

Ancak öyle anlaşılıyor ki adamın durumu, Resülullah’ın (sas) istiğfar isteme yetkisi haricindedir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, bu durumdaki kişilerin kalbî sıfatlarına ve hallerine göre, onları ya affedecek ya da dengesiz davranışlarında ısrar etmekte iseler, Kur’ân-ı Kerîm nassına göre affedilmeyeceklerdir. Af konusunun, doğrudan Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine aidiyeti, Kur’ânî ve Nebevî (sas) bir kural olarak, kıyamete kadar geçerliliğini devam ettirecektir. Bunun sebebi, örnek vakadaki adamın ve günümüzdeki benzerlerinin, “şu içimizdeki kurrâlar (hocalar, din adamları, ilâhiyatçılar)” diyerek yaptıkları dengesiz ve adaletsiz aşağılamaların, aslında doğrudan Kur’ân-ı Kerîm’e, Yüce Nebi’ye (sas) ve Allâh’ın Zât-ı Ecell-i A’lâ’sına yöneliyor olmasıdır. Sadece 500 kadar âyet-i kerimenin iniş sebebi bulunduğu göz önüne alınırsa, konunun ehemmiyeti daha iyi anlaşılır.

Kur’ân-ı Kerîm’in beklenti ve ideallerini gerçekleştirmede, zaman zaman oluşan kısmî başarısızlıklara bakarak, günümüz İslam Dünyasını “en az üç asırdır demans!” vb. yakışıksız nitelemelerle tavsife yeltenmek de açık bir hadsizlik ve densizlik örneğidir. Çünkü denge ve ölçülülük, Müslümanların, İslam uygarlığının/medeniyetinin ve ümmetinin en temel karakteristiğidir. İslam uygarlığı/medeniyeti ve ümmeti, hem maddi hem de manevi anlamda, dengeli ve adaletli bir gelişim çizgisini takipte çok büyük ölçüde başarılı olmuştur.

İslam dışı uygarlıkların/medeniyetlerin en büyük hatası ise, maddi gelişimi insanlar için tek hedef haline getirmeleri, medeni ilerlemenin gerçekleşmesi neticesinde maneviyatın gerekmeyeceği yönündeki yanlış düşünceleridir. İnsanın mutluluğunu sadece maddi ve dar bir çerçevede kabul eden bu bakış açısının yanlışlığı ve yetersizliği, günümüzde daha rahat idrak edilmektedir. Bu anlamda bilhassa Batı uygarlığının/medeniyetinin, maneviyat eksikliğine karşı çeşitli vasıtalarla bir arayış içerisinde olduğu söylenebilir.

2. Ümmet-i Vasat ve Şahitlik Özelliği

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهٖيدًا

Böylece sizi, insanlara karşı hakikatin şahitleri olasınız, (Şerefli) Peygamber de üzerinize tam bir şahid olsun diye, sizleri vasat (dengeli/adaletli) bir ümmet yaptık.”(Bakara, 2/143)

Ayet-i kerimede, İslam ümmeti ile ilgili olarak, dengeli/adaletli olma özelliğinden sonra zikredilen ikinci temel husus, şahitlik konusudur. Şahitlik, “orada bulunmak, kesin bilgi ile tanık olduğu hususu bildirmek, ifade etmek”[5] demektir. Ayet-i kerimede vurgusu yapılan “şahitliğin”, hem dünya hem de ahirete taalluk eden anlam tabakaları bulunmaktadır.

1.Şahitliğin” önemli ilk anlam tabakası, “Dengeli/Adaletli Toplumun (Ümmet-i Vasat)”, dünya hayatında insanlar arasında güvenlik, adalet ve makul hürriyet anlayışının yerleşmesi ve yaygınlaşması faaliyetini icra etme gayesi taşımasıdır. Bu düşünce ne kadar gerçekleştirilebilirse, toplumlar o kadar huzur ve dinginlik içerisinde imrâr-ı hayat ederler. Bu gaye ve idealdeki Vasat Ümmetin bütün çabası, bireylerin bilhassa fikri ve akîdevî planda donukluğa ve batıla sapmamaları, zihinsel üretimsizliğin ve taklidin yok edici bataklığına sürüklenmemeleridir. Taklit, bir başkasının herhangi bir delile dayanmayan görüşüne, körü körüne bağlanmaya verilen addır ve son derece tehlikelidir.

Yukarıdaki tasvirin aksi durum, bireylerin adalet ve makul hürriyet anlamlarının dışına taşmaları anlamına gelir.

Bu her iki, yani olumlu ve olumsuz durumların, bilhassa vefat etmiş kimselerle ilgili şekilde İslam toplumu içerisinde şahitlik/adaletlilik açısından yansıması, hadîs-i şeriflerde şu şekilde anlam bulur:

عَنْ أَنَسَ بْن مَالِكٍ ـ رضى الله عنه ـ يَقُولُ مَرُّوا بِجَنَازَةٍ فَأَثْنَوْا عَلَيْهَا خَيْرًا، فَقَالَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم‏ وَجَبَتْ ‏.‏ ثُمَّ مَرُّوا بِأُخْرَى فَأَثْنَوْا عَلَيْهَا شَرًّا فَقَالَ وَجَبَتْ ‏‏‏.‏ فَقَالَ عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ ـ رضى الله عنه ـ مَا وَجَبَتْ قَالَ

هَذَا أَثْنَيْتُمْ عَلَيْهِ خَيْرًا فَوَجَبَتْ لَهُ الْجَنَّةُ، وَهَذَا أَثْنَيْتُمْ عَلَيْهِ شَرًّا فَوَجَبَتْ لَهُ النَّارُ، أَنْتُمْ شُهَدَاءُ اللَّهِ فِي الأَرْضِ ‏‏‏.

Enes b. Malik’in rivayetine göre, bir defasında Şanlı Nebi’nin (sas) ve ashab-ı güzîninin (r. anhüm ecmain) yanından bir cenaze geçti. Ashab hazeratı bu cenazeyi hayır ile anıp övdüler. Nebi (sas), “Vacip oldu” buyurdular. Daha sonra başka bir cenaze daha geçti. Ashab hazeratı bu cenazeyi ise kötü bir şekilde andılar. Nebi (sas) yine, “Vacip oldu” buyurdular. Bunun üzerine Ömer b. Hattab (ra), “Ya Resulallah, ne vacip oldu?” diye sordu. Resülullah (sas) şöyle cevapladılar:

Şu önce geçen cenazeyi hayır ile andınız ve övdünüz. İşte ona Cennet vacip oldu. Sonraki cenazeyi ise şer ile andınız ve kötülediniz. O cenazeye de Cehennem vacip oldu. Çünkü sizler, yeryüzünde Allâh’ın şahitlerisiniz.[6]

Bu hadis-i şerifte yer alan “Vacip oldu” cümlesi ile, vücub, sübut ve tahakkuk anlamları kast edilmiştir. Hükmün vukuunun sıhhati o kadar kuvvetlidir ki, “Cennet ya da Cehennem, ilgili kişiye vacip derecesini bulmuştur” denilebilir. Bu asla göre hadis-i şerifteki temel anlam, İslam ümmetinin vefat etmiş kimseler ile ilgili hayırla yad edişleri ve şahitliklerinin, o kimsenin dünyada hayır sever, iyilikle dolu bir kimse olduğuna delalet etmesidir. Dolayısı ile ilahi vaad/söz gereği, böyle bir kimseye Cennet vacip hale gelir. Bunun aksine (hafazanAllâh), İslam ümmetinin bireylerinin, herhangi bir mevtayı şer ile anıp vasıflandırmaları, onun dünyadaki kötülüğüne şahitlik etmeleri, söz konusu kimsenin dünyada iken kötülüklerle dolu olduğuna delalet eder. Bu sebeple İlahî adalet gereği olarak o kimseye de Cehennem vacip hale gelir.

Bu düşüncenin hakim olduğu İslam ümmeti bireyleri, daha bu dünyada iken hayırla yad edilebilmek için iyi ve güzel faaliyetlere yönelirler. Bu yönelişin asli saikı, ümmetin tasavvurunda yer alan iyi insan olma düşüncesidir. Dolayısıyla Müslümanlar, ahirette birbirlerinin lehine şahitlik edebilmek için, dünyada iken iyi ve güzel faaliyetlerde bulunmaları gerektiğini idrak ederler. Bu da İslam kültür ve medeniyetinin, iyi insanlarla dolu, ahenkli ve faziletli bir toplum inşası idealini, hem öncelediğini, hem de bu idealin, Müslümanların medeniyet tasavvurlarındaki içkinliğini gösterir.

Benzer bir rivayeti büyük Halife Hazret-i Ömer’den (ra) dinleyelim:

عَنْ أَبِي الأَسْوَدِ، قَالَ قَدِمْتُ الْمَدِينَةَ وَقَدْ وَقَعَ بِهَا مَرَضٌ، فَجَلَسْتُ إِلَى عُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ ـ رضى الله عنه ـ فَمَرَّتْ بِهِمْ جَنَازَةٌ فَأُثْنِيَ عَلَى صَاحِبِهَا خَيْرًا فَقَالَ عُمَرُ ـ رضى الله عنه ـ وَجَبَتْ‏.‏ ثُمَّ مُرَّ بِأُخْرَى فَأُثْنِيَ عَلَى صَاحِبِهَا خَيْرًا، فَقَالَ عُمَرُ ـ رضى الله عنه ـ وَجَبَتْ‏.‏ ثُمَّ مُرَّ بِالثَّالِثَةِ، فَأُثْنِيَ عَلَى صَاحِبِهَا شَرًّا فَقَالَ وَجَبَتْ‏.‏ فَقَالَ أَبُو الأَسْوَدِ فَقُلْتُ وَمَا وَجَبَتْ يَا أَمِيرَ الْمُؤْمِنِينَ قَالَ قُلْتُ كَمَا قَالَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم ‏

أَيُّمَا مُسْلِمٍ شَهِدَ لَهُ أَرْبَعَةٌ بِخَيْرٍ أَدْخَلَهُ اللَّهُ الْجَنَّةَ ‏‏‏.‏

فَقُلْنَا وَثَلاَثَةٌ قَالَ‏ وَثَلاَثَةٌ ‏‏‏. فَقُلْنَا وَاثْنَانِ قَالَ‏ وَاثْنَانِ ‏. ثُمَّ لَمْ نَسْأَلْهُ عَنِ الْوَاحِدِ‏.‏

Tâbiînden Ebu’l-Esved ed-Düelî (ra) anlatıyor:

“Bir defasında Basra’dan Medine’ye gelmiştim. O sırada Medine’de bir salgın vuku bulmuştu. Ben, Ömer b. Hattab’ın (ra) yanına oturdum. Bulunduğumuz topluluğun yanından bir cenaze geçti. Cenaze, topluluktakiler tarafından hayırla yad edildi. Bunun üzerine Ömer (ra), “Vacip oldu” dedi. Daha sonra başka bir cenaze geçti. Topluluktakiler bu cenazeyi de hayır ile yad edip övdüler. Ömer (ra) yine, “Vacip oldu” dedi. Sonra üçüncü bir cenaze daha geçti. Ancak bu defa topluluktakiler, cenazeyi kötü şekilde andılar. Ömer (ra) bu defa da “Vacip oldu” dedi. Ben:

“Ey müminlerin emiri! Ne vacip oldu?” diye sordum. Ömer (ra) şöyle cevapladı:

“Ben, Peygamberin söylediği gibi söyledim. Peygamber (sas);

Herhangi bir Müslüman hakkında, dört kişi hayır ile şahitlik ederse, Allah (cc) o Müslüman kimseyi Cennet’e girdirir” buyurdu.

Bizler, “Üç kişi şahitlik ederse de böyle midir?” diye sorunca, Peygamber (sas),

Üç kişi şahitlik ederse de böyledir” buyurdular. Sonra, “İki kişi şahitlik ederse de böyle midir?” diye sorduğumuzda,

İki kişi şahitlik ettiğinde de böyledir” buyurdular. Bundan sonra ise, tek kişinin şahitlik durumunu sormadık.”[7]

Buradaki dört, üç ve iki şahit konusu, bazı vefat etmiş kimselerin iyilik ve faziletlerinin ya da kötülük ve rezîletlerinin halk nezdindeki yaygınlığı, güzel veya kötü ahlâkının hemen herkes tarafından bilinmesi veya duyulmuş olması ile ilgili olabilir. Bir mevtanın iyilik/kötülük yönü ile ilgili şahitliğin en üst seviyesinin dört olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısı ile bu sayı, şahitlikteki en yüksek mertebe olarak görülebilir. Şayet dört şahit bulunmazsa, şahitlikteki geçerli sayı üç, o da olmazsa ikidir. Ashab hazeratının, ‘bir kişinin şahitliği’ konusunu sorma lüzumu hissetmemeleri, Allâhu a’lem, belki bir kişinin dahi lehte şahitliğinin Cennet’i, yine bir kişinin şahitliği ile de Cehennem’i vücubiyeti cevabını alacaklarını düşünmüş olmalarıdır denilebilir.

2.Şahitliğin” ikinci ve önemli diğer anlam tabakası, Ümmet-i Vasat’ın yeniden diriltiliş gününde, bütün peygamberlerin ümmetlerine tebliğde bulunmuş olduklarına şahitlik yapmalarıdır.

Bu husus, muhaddis, zâhid ve fakih Abdullah İbnu’l-Mübârek’in (v. 181/797) Ez-Zühd ve Er-Rekâik adlı eserinde, büyük müfessir ve muhaddis İbn Cerîr’in (v. 310/923) Tefsir’inde ve Endülüs’ün yıldızı hadis ve fıkıh âlimi Kurtubî’nin (v. 671/1273) Tezkira’sında, Hibbân b. Ebî Cebele’den aktardıklarına, göre Resülullah’ın (sas) mübarek beyanları ile şöyle aydınlatılmaktadır:

:عَنْ حِبّانَ بْنِ أبِي جَبَلَةَ بِسَنَدِهِ إلى رَسُولِ اللَّهِ ﷺ قالَ

إذا جَمَعَ اللَّهُ عِبادَهُ يَوْمَ القِيامَةِ كانَ أوَّلَ مَن يُدْعى إسْرافِيلُ، فَيَقُولُ لَهُ رَبُّهُ: ما فَعَلْتَ في عَهْدِي، هَلْ بَلَّغْتَ عَهْدِي؟ فَيَقُولُ: نَعَمْ يا رَبِّ، قَدْ بَلَّغْتُهُ جِبْرِيلَ. فَيُدْعى جِبْرِيلُ، فَيُقالُ: هَلْ بَلَّغَكَ إسْرافِيلُ عَهْدِي؟ فَيَقُولُ: نَعَمْ. فَيُخَلّى عَنْ إسْرافِيلَ، ويَقُولُ لِجِبْرِيلَ: هَلْ بَلَّغْتَ عَهْدِي؟ فَيَقُولُ: نَعَمْ، قَدْ بَلَّغْتُ الرُّسُلَ، فَتُدْعى الرُّسُلُ، فَيُقالُ لَهم: هَلْ بَلَّغَكم جِبْرِيلُ عَهْدِي؟ فَيَقُولُونَ: نَعَمْ، فَيُخَلّى عَنْ جِبْرِيلَ. ثُمَّ يُقالُ لِلرُّسُلِ: هَلْ بَلَّغْتُمْ عَهْدِي؟ فَيَقُولُونَ: نَعَمْ، بَلَّغْناهُ الأُمَمَ. فَتُدْعى الأُمَمُ، فَيُقالُ لَهم: هَلْ بَلَّغَتْكُمُ الرُّسُلُ عَهْدِي؟ فَمِنهُمُ المُكَذِّبُ، ومِنهُمُ المُصَدِّقُ، فَتَقُولُ الرُّسُلُ: إنَّ لَنا عَلَيْهِمْ شُهَداءَ. فَيَقُولُ: مَن؟ فَيَقُولُونَ: أُمَّةُ مُحَمَّدٍ ﷺ . فَتُدْعى أُمَّةُ مُحَمَّدٍ، فَيُقالُ لَهم: أتَشْهَدُونَ أنَّ الرُّسُلَ قَدْ بَلَّغَتِ الأُمَمَ ؟ فَيَقُولُونَ: نَعَمْ. فَتَقُولُ الأُمَمُ: يا رَبَّنا، كَيْفَ يَشْهَدُ عَلَيْنا مَن لَمْ يُدْرِكْنا؟ فَيَقُولُ اللَّهُ: كَيْفَ تَشْهَدُونَ عَلَيْهِمْ ولَمْ تُدْرِكُوهم؟ فَيَقُولُونَ: يا رَبَّنا، أرْسَلْتَ إلَيْنا رَسُولًا، وأنْزَلْتَ عَلَيْنا كِتابًا، وقَصَصْتَ عَلَيْنا فِيهِ أنْ قَدْ بَلَّغُوا، فَنَشْهَدُ بِما عَهِدْتَ إلَيْنا، فَيَقُولُ الرَّبُّ: صَدَقُوا، فَذَلِكَ قَوْلُهُ: ﴿وكَذَلِكَ جَعَلْناكم أُمَّةً وسَطًا والوَسَطُ العَدْلُ، ﴿لِتَكُونُوا شُهَداءَ عَلى النّاسِ ويَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكم شَهِيدًا﴾ [البقرة: ١٤٣]

Yüce Allah, kıyamet gününde tüm kullarını topladığı zaman huzura ilk olarak İsrafil (as) çağrılır. Yüce Allah kendisine:

Sözümü ne yaptın? Onu yerine ulaştırdın mı?diye sorunca, İsrafil:

Evet, ey Rabbim! Onu Cebrail’e ulaştırdımkarşılığını verir. Bunun üzerine Cebrail (as) çağrılır ve ona:

İsrafil sana sözümü ulaştırdı mı?diye sorulur. Cebrail:

Evet, ulaştırdıkarşılığını verince İsrafil’in gitmesine izin verilir ve Cebrail’e:

Sen sözümü yerine ulaştırdın mı?diye sorulur. Cebrail:

Evet, elçilerine sözünü ulaştırdımkarşılığını verince, elçiler çağrılır ve:

Cebrail sizlere sözlerimi ulaştırdı mı?diye sorulur. Elçiler:

Evet, ulaştırdıdeyince, Cebrail’in (as) gitmesine izin verilir. Arkasından Resullere:

Siz sözlerimi tebliğ ettiniz mi?diye sorulur. Resuller:

Evet, ümmetlere bu sözlerini aktarıp, tebliğimizi yaptıkdediklerinde, bu kez ümmetler çağrılır. Onlara:

Resuller sözlerimi sizlere ulaştırdı mı?diye sorulunca, kimisi böylesi bir tebliğin yapılmadığını, kimisi de yapıldığını söyler. Bunun üzerine elçiler:

Bu konuda şahitlerimiz varderler. Onlara:

Kimler?diye sorulunca, elçiler:

Muhammed’in ümmetiderler. Muhammed’in ümmeti çağrılarak onlara:

Elçilerimin, sözlerimi ümmetlerine tebliğ ettiklerine dair şahitlik eder misiniz?diye sorulunca:

Evet, ederizderler. Ancak diğer ümmetler:

Ey Rabbimiz! Bizim zamanımızda yaşamayanlar, aleyhimizde nasıl şahitlikte bulunabilirler ki?diye sorarlar. Yüce Allah, Muhammed ümmetine:

Onların zamanında yaşamadığınız halde, aleyhlerinde nasıl şahitlik yapıyorsunuz?diye sorunca, Muhammed ümmeti:

Rabbimiz! Bize bir Resul gönderdin. Yanında bir de kitap indirdin. İndirdiğin kitapta da elçilerin, ümmetlerine tebliğlerini hakkıyla yaptıklarını anlattın. Biz de bu sözlerine dayanarak, böylesi bir şahitlikte bulunuyoruzkarşılığını verirler. Bunun üzerine Rabbimiz:

Doğru söylüyorlarbuyurur. Yüce Allah’ın:

Böylece sizi, insanlara karşı hakikatin şahitleri olasınız, (Şerefli) Peygamber de üzerinize tam bir şahid olsun diye, sizleri vasat (dengeli/adaletli) bir ümmet yaptık.“ (Bakara, 2/143) buyruğuyla kastedilen işte budur. Âyetteki vasat’tan kasıt da dengeli olma/adalettir.[8]

Müslüman toplumun, yeniden diriltiliş gününde diğer din sahipleri hususunda yapacağı şahitlik ile ilgili olarak, benzer bir diğer ayet-i kerimede ise şöyle buyrulur:

هُوَ سَمّٰیكُمُ الْمُسْلِمٖينَ مِنْ قَبْلُ وَفٖى هٰذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَهٖيدًا عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ

“(Muhammed) Resulün, size (tebliğ vazifesini yaptığına) şahid olması, sizlerin de bütün insanlara karşı (ümmetlere gönderilen Peygamberlerin vazifelerini hakkı ile yerine getirdiklerine dair) şahitler olmanız için, Allah, daha önce (diğer ilahi kitaplarda) ve bu Kur’an’da, sizlere Müslüman ismini vermiştir.” (Hac, 22/78)

Benzer bir ayet-i kerimede ise, Şanlı Nebi’nin (sas) ümmetine yönelik şahitliği hususu şu şekilde beyan buyurulmaktadır:

فَكَيْفَ اِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ اُمَّةٍ بِشَهٖيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلٰى هٰؤُلَاءِ شَهٖيدًا

Her ümmetten (lehlerine ve aleyhlerine söz söyleyecek) birer şahid, onların üzerine (Ey Habîbim) seni de bir şahid olarak getirdiğimiz zaman, bunların (kâfirlerin, müşriklerin, münafıkların) halleri nice olur?” (Nisa, 4/41)

İmam Buhari, Abdullah b. Mesud’dan (ra) rivayetle şu vakayı nakletmektedir:

“Resülullah (sas); “Bana Kur’an oku” dedi. Ben, “Kur’an sana indirilmiş olduğu halde, sana Kur’an mı okuyayım?” diye sorunca, şöyle buyurdu: “Şüphesiz ben, başkasından dinlemeyi de severim.” Nisa Suresi’ni okudum. “Her ümmetten (lehlerine ve aleyhlerine söz söyleyecek) birer şahid, onların üzerine (Ey Habîbim) seni de bir şahid olarak getirdiğimiz zaman, bunların (kâfirlerin, müşriklerin, münafıkların) halleri nice olur?” (Nisa, 4/41) ayetine gelince, “Tamam, dur” dedi. Gözyaşlarının aktığını gördüm.” (Buhari, 4582)

Şanlı Nebi’nin (sas) ağlaması, bu ayet-i kerimenin ihtiva ettiği dehşetli tasvir sebebiyledir. Zira, kıyamet gününde bütün Peygamberler (ase), ümmetlerinin kendilerini doğrulamalarına veya yalanlamalarına karşı şahidler olarak getirileceklerdir. Şanlı Nebi de (sas), geçmiş ümmetlerin peygamberlerinin aydınlık mesajlarındaki doğruluğu ve Kıyamet gününe kadar yaşayacak İslam’ı kabul eden ümmet-i Muhammed’i teyit, (hafazanAllâh) İslâm’ı kabul etmeyip reddeden münkir, müşrik ve münafıkları da teşhis için şahid olarak getirilecektir.

Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin: (هٰؤُلَاءِ) “Bunlar…” buyruğu ile, hem Kur’ân-ı Kerîm’in nazil olduğu dönemde yaşayan Kureyş müşrik ve münkirlerine, hem de kıyamete kadar gelecek diğer müşrik ve münkirlere işaret vardır. Ayet-i kerimede, özellikle Kureyş münkir ve müşriklerine işaret edilmiş olmasının sebebi, ahiretteki cezanın Kureyş müşrik ve münkirleri üzerinde, diğerlerine göre daha ağır olacağından dolayıdır. Çünkü onlar, Yüce Allah’ın Şanlı Nebi (sas) vasıtasıyla ortaya koyduğu mucizeleri ve harikuladelikleri, gözlerinin önünde cereyan etmesine rağmen şirkte, inkarda ve küfürde dehşetli bir şekilde inat etmişlerdir.

Hadis hâfızı, müfessir ve tarihçi İbn Ebî Şeybe’nin (v. 235/849) El-Musannef’inde İshâk b. Râhûye’den rivayetine göre, Yüce Nebi (sas) şöyle buyurmuştur:

Yüce Allah, kendisini isimlendirdiği iki ismi ümmetime de koymuştur. Allah, Selâm’dır ve ümmetimi ‘Müslümanlar’ olarak isimlendirmiştir. Yine Allah, Mümin’dir ve ümmetimi ‘Müminler’ olarak isimlendirmiştir.[9]

Şahitliğin uhrevî boyutu, ayrıca Zümer Suresi, 39/69’da şu şekilde beyan edilir:

وَاَشْرَقَتِ الْاَرْضُ بِنُورِ رَبِّهَا وَوُضِعَ الْكِتَابُ وَجٖیءَ بِالنَّبِيّٖنَ وَالشُّهَدَاءِ وَقُضِىَ بَيْنَهُمْ بِالْحَقِّ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ

“(Yeniden diriltiliş gününde) Yeryüzü, Rabbinin nuru ile aydınlanır. (Amel) Defterler ortaya konur. Peygamberler ve şahitler getirilir. Hiçbir haksızlığa uğratılmadan, aralarında adaletle hüküm verilir.” (Zümer, 39/69)

Kıyamet kopmuş, güneşimiz dahil bütün ışık saçan cisimler kararmış, ışıklarını yitirmişlerdir. İşte bu karanlık mahşer/yeniden diriltiliş alanı, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin ziyası/ışığı ile aydınlanır. Bireylere ait hesap defterleri de hazırlanmıştır. Ümmetlere, peygamberlerinin tebliğlerini yapıp yapmadıkları sorgulanmaya başlanmış, ümmetler, “peygamberler, bizlere bir tebliğ yapmadı!” yalanını öne sürmüşlerdir. İbn Cerîr’in, İbn Abbâs Hazretlerinden rivayetine göre, “Peygamberler ve şahitler getirilir…” (Zümer, 39/69) ayetinde kastedilen, peygamberlerin vazifelerini tebliğ ettiklerine, ümmetlerinin de o peygamberleri yalanladıklarına şahitlik edeceklerin getirilmesidir.[10]

Yukarıdaki ayet-i kerimelerde ve hadîs-i şeriflerde açıklandığı üzere, Peygamberler (ase) İlahi huzura getirilecek, Rab Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri o nebilere, ümmetlerinin ne cevap verdiklerini soracak, peygamberlerin doğruluk içerisindeki cevaplarını yalanlayan ümmetlerine karşı, Ahir zaman Peygamberi Şanlı Nebi Muhammed (sas) ve O’nun güzide ümmetini şahitler olarak getirecektir. Rab Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Peygamberlerin ümmetlerine tebliğde bulunduklarını, o ümmetlerin peygamberlerini nasıl yalanladıklarını Ümmet-i Muhammed’e (sas) doğrulatacak, bu seçkin ümmeti diğer ümmetlere karşı şahitler kılacaktır.

3. Ümmet-i Vasat ve Tevhid Özelliği

Ümmet-i Vasat’ın dünya ve ahiret görüşü merkezinde, on dört yüz yılı aşkın süredir rasânetini muhafaza eden, biiznillâh kıyamete kadar da devam edecek olan tevhid ilkesi ve düşüncesi yer alır. İslâm dininin, dünya kültürüne en özel katkısı tevhid düşüncesidir. Bu sarsılmaz norm, İslam ümmeti için çok temel bir role sahiptir. Bu yüksek ve yüce ilke, hem bireysel hem de toplumsal anlamda, imanın altı rüknü ile beraber, İslam’ın beş esasının tamamını kapsar. Böylece İslam, yapısal olarak, inanç ve uygulama (İman rükünleri ve İslam esasları) boyutlarına ayrılmaktadır.

Tevhid, “La ilahe illAllah / Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” cümlesidir ve Allâh’a (cc) imana giriş kapısı hükmündeki bu kutsal norm, “ihlas kelimesi” ya da “takva kelimesi” olarak da isimlendirilir. Bu büyük kelime, uluhiyeti sadece Allah’a has kılma, Allâh’ın (cc) varlığını ve birliğini şeksiz şüphesiz kabul demektir. Allâh’ın (cc) birliğinin anlamı, O’nun (cc) bölünmeden münezzeh, hiçbir şekilde iki ilahın, denginin ya da benzerinin olmadığını içtenlikle kabuldür.

Kur’ân-ı Kerîm’de Zât-ı Ecell-i A’lâ’nın, Meleklerin, ayrıca Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin varlığını ve birliğini kati delillerle bilen adil ilim adamlarının, tevhid konusunda bilgiye dayalı şahidlikleri, ilmin fazileti, ilim adamlarının şeref ve üstünlüğü şu şekilde yüceltilir:

شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَالْمَلٰئِكَةُ وَاُولُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

Allah, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler. O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir.” (Ali İmran, 3/18)

(Yukarıdaki ayet-i kerime ile ilgili, Gâlip el-Kattân’dan gelen önemli bir rivayete, sitedeki “ALLÂH’ın (cc) Esmâ-i Hüsnâsı (49-64)” başlıklı yazıda ulaşabilirsiniz.)

Allâh’ın (cc) birliği, O’nun Zât-ı Ecell-i A’lâ’sının varlığının sübutu, O’nun (cc) zorunlu varlığından başka zorunlu bir varlığın, kesin bir şekilde bulunmamasıdır. Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri Vâcibu’l-Vücûd’dur. Konuya, İslâm Meşşâî okulunun en önemli sistemci filozofu Şeyh İbn Sina’nın (v. 428/1037) El-İlâhiyyât adlı eserindeki yüksek ifadeleri içerisinde bakmaya çalışalım:

“Zorunlu varlığın illeti yoktur, bu açıktır. Çünkü Vâcibu’l-Vücûd’un bir illeti olsaydı, varlığı onunla mümkün olurdu. Varlığı başka bir şeyle mümkün olan her varlık, diğer varlık söz konusu olmasa bile, onun varlığı zorunlu değildir. Kendisi de bu durumda vacibu’l-vücud olamaz. Şurası açıktır ki, varlığı için bir illet bulunan, vacibu’l-vücud değildir. Buradan açığa çıkan, Vâcibu’l-Vücûd varlığı itibarı ile illeti olmayandır ve bir varlık aynı zamanda hem vacibu’l-vücud hem de bir başkası ile varlığı meydana gelen değildir. Çünkü bir başkası ile varlığı ortaya çıkanın, o varlık olmadan meydana gelmesi imkansızdır. Bir başkası olmadan var olamayan, zatı itibarı ile de vacip olamayandır. Zatı itibarı ile zorunlu ise, zaten Vâcibu’l-Vücûd’dur. Vâcibu’l-Vücûd’un varlığının zorunluluğunda, bir başka varlığın tesiri asla yoktur. Aksi durumda varlığı zaten zorunlu olmazdı.”[11]

Şeyh İbn Sînâ Hazretleri, El-İlâhiyyât kitabının Dokuzuncu Makalesi’nde de şöyle söyler:

“Şurası açıktır ki bütün varlığın başlangıcı Vâcibu’l-Vücûd’dur. O (cc), bir cins dahilinde değildir. Bir sınır ya da bürhan altında da değildir. Nitelik, nicelik, mahiyet, mekan, zaman ve hareketten münezzehtir. Zıddı, ortağı ve benzeri asla yoktur. Her yönü itibarı ile Tek’tir.”[12]

Râğıb el-İsfehânî (v. 502/1108) meşhur eseri el-Müfredât’ta, Vahid kelimesi Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri için kullanıldığında, tecezzi (bölünme) ve tekessür (çoğalma) manalarının geçerli olmadığını belirtir.[13]

Eş‘arî kelâmcısı Hüccetü’l-İslam İmam Gazzâlî (v. 505/1111), İhyâu Ulûmi’d-Din adlı eserinde, “tevhid” için dört aşama kabul eder:

“İlk aşama gafil bir kalp ile “Lâ ilâhe illAllâh” (Allâh’tan başka Tanrı yoktur) demektir ve bu derecedeki kimse sadece dili ile muvahhittir.

İkinci aşama, dilde ikrar ile oluşan tevhidin manasını, kalben de tasdik etmektir.

Üçüncü aşama, keşif yolu ile ya da Hak nuru ile gerçeği müşahede etmektir. Bu kısım, mukarrebler makamıdır.

Tevhidde ki dördüncü ve en yüksek olan aşamada ise fert, yalnız bir olan Allâh’ı müşahede eder ki bu sıddîkların müşahedesidir. Buna “fena fi’t-tevhid” makamı da denir. Bu makamdaki bir kişi, sadece bir olan Allâh’ta fani olduğu için artık kendini göremez, tevhide müstağrak bir hale gelir, diğer varlıkları görmez olur.”[14]

Orta çağ İslâm dünyasının en meşhur dinler tarihçisi Eş’arî âlim Eş-Şehristânî (v. 510/1116), Nihayetü’l-İkdâm adlı eserinde tevhidi, Allah’ın zatında hiçbir şekilde bölünmeyi ve ortaklığı kabul etmemesi, Bârî Teâlâ’nın yüksek sıfatlarında tekliği, asla benzerinin bulunmaması, fiillerinde birliği ve kesinlikle şerikinin olmaması şeklinde tarif eder.[15]

İslam dünyasında, İmam Gazzâlî ile yükselen Kitap ve Sünnet’in hakemliğine başvurma, şeriatın ruhuna odaklanma, taklidin yol açtığı fikrî/zihnî donukluk ile mücadele çabalarının ve ıslahat düşüncesinin kıymetli bir takipçisi olan Hanbelî âlim İbn Kayyim el-Cevziyye (v. 751/1350), “tevhid” konusu ile ilgili şu güzel yorumu yapar:

Lâ ilâhe illallâh” (Allâh’tan başka Tanrı yoktur) tevhid kelimesi, bu dünyada canı, malı ve nesli koruyan, kabir azabından ve Cehennem ateşinden kurtaran bir söz, ancak kendisi ile Cennet’e girilebilen bir ferman, bu söze sarılmayanın Allâh’a (cc) ulaşamayacağı kopmaz bir halattır. O, teslimiyet sözüdür. Selamet yurdunun anahtarıdır. İnsanlar, bu sözü söyleyerek said ve makbul, söylememekle de şaki ve merdud hale gelirler. Diyar-ı İslam, diyar-ı küfürden, nimetler yurdu kötülük yurtlarından bu söz ile ayırt edilir. Bu söz, hem farzların hem de sünnetlerin dayandığı esas sütundur. Son sözü “Lâ ilâhe illallâh” olan kişi Cennet’e girer.”[16]

Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin (v. 816/1413), İslâmî ilimlere dair terimler sözlüğü et-Tarifât’ta ise, hakikat ehli nazarında tevhid, Zât-ı ilâhîyi akla, hayale ve vehme gelebilecek her türlü tasavvurdan tecrid etme şeklinde anlamlandırılır.[17]

Tevhid, ne yerde ne de göklerde tek ve ortağı olmayan Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini, gönülden gelen bir inançla, ibadetle ve kesin bir itaatle birlemektir. Görünen ve görünmeyen bütün alemlerin egemenliğinin O’na ait olduğuna, tasarrufunda hiçbir ortağı bulunmadığına, her şeyin Rabbinin O olduğuna kalben, ruhen ve zihnen iz’ân ve itaat etmektir. Tevhid, kişinin yardımı için dua ile yöneldiği, umutlarını gerçekleştirmesini, korkularını izale etmesini beklediği, bütün işlerinde sadece O’na itimat ettiği yüce Allah’a ibadet ve tevekkül demektir. Bu itikat aynı zamanda Tevhid-i ulûhiyet olarak da isimlendirilir. Tevhid-i rububiyet ise, Yüce Allah’ın yaratma, var etme, rızık verme, diriltme ve öldürme gibi fiillerinde birliğini kabul etmedir.

Ümmetin, kimliğini üzerine inşa ettiği metafizik-teolojik tevhid ilkesi, İslam’ın en temel epistemolojik ilkesidir. Ümmet-i Muhammed (sas), kesin bir kabulle, eşi ve benzeri bulunmayan Allah’a (cc), gönülden ve sağlam bir sebat ile inanır. Kelime-i Şehadet, İslam’a mensubiyetin güneş gibi parlak bir rüknüdür. Allah’ın (cc) varlığı ve birliğinin ikrarı olan tevhid, delilleri ile ispatlı, insanın akıl ve muhakemesinin tereddütsüz kabulüne tam uygun, çok güçlü ve sağlam bir akidedir.

İslâm’ın özü tevhid akidesidir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin Yüce Zat’ında, Ulvi Sıfatlarında, Hikmetli Fiillerinde ortağı, benzeri olmadığına, doğmadığına ve doğurulmadığına, ilmen ve itikaden inanmadan tevhid şuuru oluşmaz. O’nun (cc), Esmâ-i Hüsnâsı ve Sıfât-ı Ulâsının bilgisi olan tevhid ilmi, aynı zamanda bilginin birliği, düzeni ve hiyerarşisini de belirler. Çünkü, bilginin tüm formları ve dalları, insanlar çeşitli yollarla elde ediyor görünseler dahi Allah’tandır (cc). Bunun en açık ispatı, hiçbir bilim alanının, birbirleri ile en küçük şekilde dahi çakışmamalarıdır.

Tevhid epistemolojisi, Yüce Allâh’ın (cc) varlığına ve birliğine en deruni bir şekilde iman etmenin ulvîliğine, aklın yüksek önemine, yanlışlıklardan önleyici kıymetli rolüne ve doğrulara ulaşmadaki eşsiz işlevine yönelik paha biçilmez bir rehberlik yapar. Allah Teâlâ’nın Zatını ve Sıfatlarını bizlere tavsif eden ayet-i kerimeler, tevhid ilminin merkezini oluşturur. Kelime-i tevhid, Allâh’ın (cc) varlığı ve birliğini kabul edip inanmadaki en temel esastır. İslâm’ın beş temel üzerine kurulduğunu beyan eden hadis-i şerifte[18] ilk esas tevhiddir. Bu esas, bilgi seviyesi en düşük insanların dahi rahatlıkla anlayabilecekleri açık ve asli bir formül şeklindedir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes hazretleri, bu asli formülü kolaylıkla düşünüp idrak edebilmeleri için, insanlara akıl yetisi lütfetmiş, doğru düşünme metotları ile hakikatlere biiznillâh ulaşabilmelerine ve bilgi sahibi olmalarına izin vermiştir.

4. Ümmet-i Vasat ve Bilgi Özelliği

Kur’ân-ı Kerîm’de İslam ümmetinin “bilgi temelli” belirgin özellikleri, şu ayet-i kerimelerde açık bir şekilde beyan buyurulur:

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاُولٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerdir.” (Ali İmran, 3/104)

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ

Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz iyiliği emreder, kötülüğü engeller ve Allah’a inanırsınız.” (Ali İmran, 3/110)

İlk ayet-i kerimede, “İslam’a davet eden belirli bir zümre” gibi özel anlam görülmektedir. İkinci ayet-i kerimede ise, tıpkı (وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا) “Sizleri vasat (dengeli/adaletli) bir ümmet yaptık.”(Bakara, 2/143) ayet-i kerimesinde olduğu gibi, İslam toplumunun seçkinliğine yeni bir vurgu yapılmaktadır. Bu seçkinlik, “O, sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi” (Hac, 22/78) ile “Sonra biz Kur’an’ı, kullarımızdan (diğer ümmetler üzerine) seçtiklerimize (Hz. Muhammed aleyhissâlatü vesselâmın ümmetine), miras olarak bırakmaya hükmettik” (Fatır, 35/32) ayet-i kerimelerinde de vurgulanmaktadır. Bu ayet-i kerimelerdeki “seçkinlik” elbette bazı şartlarla kayıtlanmıştır. Bu şartlardan birisi de “iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma” olarak belirlenmekte ve “en hayırlı ümmetin” üç özelliği sayılmaktadır. Bu özellikler, açık bir şekilde görüldüğü üzere tamamen bilgi temellidir. Şöyle ki:

1. Her iki ayet-i kerimede ilk özellik olarak zikredilen “maruf” kelimesi, “iyi olarak bilinen, evrensel olarak iyi, aklen ve dinen iyi olduğu bilinen her fiil” anlamındadır. Evrensel olarak iyi ve doğru kabul edilen inanç, düşünce ve davranışlara, tek kelimeyle işaret edilmek istendiğinde “maruf” kelimesi kullanılır. “Marifet” yani “bilgi” kelimesi, aynı kökten gelmektedir. “Maruf” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de 36 ayet-i kerimede 39 kez geçmektedir. Elmalılı’nın tarifi ile maruf; bilinmiş manasına sıfat olup, akıl veya din ile güzelliği bilinen her fiile isim olmuş bir kelime-i camiadır ki mukabili münkerdir. Elmalılı’ya göre, maruf kavramının içine; adalet, itidal, hakkaniyet, ihsan, cömertlik, tatlı dil, güzel davranma ve benzeri davranışlarla adeten güzel olan her şey dahildir.[19]

2. Ayet-i kerimelerdeki “münker” kelimesinin ifade ettiği hususların tespiti de, ancak bilgi yoluyla mümkündür. Râgıb el-İsfahânî (v. 400/1010), “Maruf, akıl ve şeriatın güzel olarak nitelendirdiği fiilleri ifade eden bir isimdir, münker de yine aklın ve şeriatın yadırgadığı şeydir” der.[20] Bu açıdan münker; bilgiye aykırılığı, hoşa gitmeyişi, kural dışılığı, tuhaflığı ve kabul görmeyişi ifade eder. Aklen herhangi bir şeyin çirkin görülmesinin veya kabul görmemesinin sebebi, o şeyin bilinmemesi sebebiyledir. Netice itibarı ile münker, bilgi ile zıt anlamlı bir kelimedir. “N-k-r” kökünden türeyen kelimeler, Kur’ân-ı Kerîm’de 37 ayette geçmektedir.

3. Yukarıdaki ayet-i kerimelerin birincisinde fezleke olarak yer alan selamete çıkmış kimseler/kurtulmuşlar (الْمُفْلِحُونَ) (Ali İmran, 3/104), ikincisinde yine fezleke olarak gelen, Yüce Allâh’a gönülden iman edenler (تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ) (Ali İmran, 3/110) olarak sıralanmış özellikler, en hayırlı ümmetin “bilgi” yüklü kriterleridir.

Yüce Allâh’a (cc), gönülden ve hakiki manada “iman”, (فَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ) “İman edenler, bunun Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler” (Bakara, 2/26) ayet-i kerimesinin çok açık delaleti ile yine bilgiye dayalı bir imandır.

Ümmet için bilginin önemi, şu ayet-i kerimede de oldukça barizdir:

(قُلْ هَلْ يَسْتَوِى الَّذٖينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذٖينَ لَا يَعْلَمُونَ اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ اُولُوا الْاَلْبَابِ)

De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Ancak temiz akıl sahipleri hakkıyla düşünebilir.” (Zümer, 39/9)

Bu ayet-i kerimeler, bilginin önemine, ilim edinmeye, ilmi araştırmalar yapmaya ve aklı kullanmaya çok açık bir yönlendirme yapmakta ve teşvikte bulunmaktadır.

İlahi lütfun, Kur’ân-ı Kerîm vasıtası ile bütün insanlara yönelik evrenselliği, mahzâ iyiliğin kötülüğe karşı mücadelesi faaliyetini insanlığa bir vazife olarak yüklemektedir. Bu vazife, evrensel iyiliğin amirane bir şekilde yaygınlaştırılması, kötülerin ve kötülüklerin de engellenmesi faaliyetidir.

Şanlı Nebi (sas), “İslam’a davet eden, kötülükleri engellemeye çalışan belirli bir zümrenin” görevini yapmaması ya da önemsiz görerek terk etmesi ile ilgili olarak, Huzeyfe b. el Yemân’dan (ra) rivayete göre şöyle buyurmaktadır:

وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَتَأْمُرُنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلَتَنْهَوُنَّ عَنِ الْمُنْكَرِ أَوْ لَيُوشِكَنَّ اللَّهُ أَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عِقَابًا مِنْهُ ثُمَّ تَدْعُونَهُ فَلاَ يُسْتَجَابُ لَكُمْ .

Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ya mutlaka iyilikleri emreder ve kötülüklerden insanları sakındırırsınız, ya da (emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker vazifesini yapmayarak bu işte bir tevakkuf gösterecek olursanız) Allah’ın yakın bir zamanda size ceza göndermesinden korkulur. Daha sonra (cezayı kaldırması için) O’na dua edersiniz, fakat (cezayı kaldırması için yapacağınız) duanıza karşılık verilmez.[21]

Hz. Ömer (ra), bu ayet-i kerime ile ilgili olarak, “Her kim bu ümmetten olmayı arzuluyorsa, Allah’ın koştuğu şartı yerine getirsin” demektedir.[22] İyiliği emreden, kötülüklerden de alıkoyan “hayırlı ümmetin” fertleri, güzel ahlak ile mümeyyizdirler. İslam ümmeti, sağlam inançları, rasîn düşünceleri ve güzel ahlâkları ile insanlığa çok önemli bir örnek ve parlak bir ışık kaynağıdırlar.

Yukarıdaki hadîs-i şerîfe mümasil bir şekilde, Abdullah İbn Mesud’dan (ra) rivayet ile Resülullah (sas) şöyle buyurmaktadır:

مَا مِنْ نَبِيٍّ بَعَثَهُ اللَّهُ فِي أُمَّةٍ قَبْلِي إِلاَّ كَانَ لَهُ مِنْ أُمَّتِهِ حَوَارِيُّونَ وَأَصْحَابٌ يَأْخُذُونَ بِسُنَّتِهِ وَيَقْتَدُونَ بِأَمْرِهِ ثُمَّ إِنَّهَا تَخْلُفُ مِنْ بَعْدِهِمْ خُلُوفٌ يَقُولُونَ مَا لاَ يَفْعَلُونَ وَيَفْعَلُونَ مَا لاَ يُؤْمَرُونَ فَمَنْ جَاهَدَهُمْ بِيَدِهِ فَهُوَ مُؤْمِنٌ وَمَنْ جَاهَدَهُمْ بِلِسَانِهِ فَهُوَ مُؤْمِنٌ وَمَنْ جَاهَدَهُمْ بِقَلْبِهِ فَهُوَ مُؤْمِنٌ وَلَيْسَ وَرَاءَ ذَلِكَ مِنَ الإِيمَانِ حَبَّةُ خَرْدَلٍ ‏.

Benden önce Allah’ın, herhangi bir ümmete gönderdiği peygamberin ümmetinden havarileri, o peygamberin sünnetine tabi olan ve emrine uyan sahabeleri olmuştur. Daha sonra bu peygamberlerin ardından, yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan, bazı nesiller meydana çıkmıştır. İşte kim bunlara karşı eliyle mücadele ederse o mümindir. Kim onlara karşı kalbiyle muhalefet ederse o da mümindir. Fakat bunun ötesinde, bir hardal tanesi kadar iman söz konusu değildir.[23]

Hadis-i şerifte geçen “havari” kelimesi, “yardımcı kimseler” anlamındadır. Hadis-i şerifte, Şanlı Nebi’nin (sas) ve ashab-ı güzînin (r. anhüm ecmain) yolunda olan kimselerin, yanlış düşünceli kimselere karşı ne şekilde mücadele edecekleri, bu faaliyetlerinde ne tür yöntemlere müracaat etmeleri gerektiği vurgulanmaktadır.

İnsanlığı bilgi ışıkları ile göz kamaştırıcı bir şekilde aydınlatan Yüce Nebi (sas), yaratılmışların en bilgilisiydi. Liderliği miras edinecekler arasında, kendisinden (sas) sonra gelen dört halife (radiyAllahu anhüm ecmain), bilgileri ve dindarlıkları bakımından en hayırlı olanlardı. Onlar, hem hakiki bir alim, hem de gerçek bir devlet başkanıydılar. Daha sonraları, ulema ve ümeranın nüfuz alanlarının kristalleşerek, ümmet liderliğinin kalitesinin düşmeye devam ettiği asırlarda dahi, İslam siyaset felsefecileri, entelektüel vasfın liderlik için lüzumu ve gerekliliği konusunda hiç şüphe duymamışlardır.

Nitelik ve nicelik açısından iyi takipçileri olmayan liderlere sahip olmanın bir faydası olmadığı gibi, aksi durumun da herhangi bir netice vermeyeceği açıktır. Fârâbî bu hususları, El-Medînetü’l-Fâzıla adlı eserinde “Başkanın Azaları Hakkında” başlığı altında ayrıntılı bir şekilde tahlil eder.[24]

Yukarıda da belirttiğim üzere, İslam’ın bilgi topluluğu, hem inanç (iman) hem de uygulama (İslam) esaslarına dayanan bireylerin oluşturduğu, inanç ve uygulamaların toplumsal olarak görünür hale geldiği, bilgi ile hayata yön veren bir topluluktur. İslam’ın, teolojisi, kültürü ve kurduğu uygarlık/medeniyet, tevhid düşünce ve şiarına dayalı “dengeli/adaletli” bir ümmettir. Bu açıdan İslam, hem Batı hem de Konfüçyen, Slav-Ortodoks Doğu toplumları ile Latin Amerika ve Afrika gibi diğer kültürler için çok önemli bir buluşturma köprüsü durumundadır.

5. Şeriat ve Minhâc Kavramları

Şimdi nakledeceğim ayet-i kerime, insan topluluklarının -ki bu topluluklara Kur’ân-ı Kerîm’in açık bir şekilde “ümmet” adını verdiğini yukarıdan itibaren vurgulamaktayım- her birinin ayrı ayrı takip edeceği şeriatların, yöntemlerin ve metotların bulunduğunu şu şekilde haber vermektedir:

وَاَنْزَلْنَا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَاءَهُمْ عَمَّا جَاءَكَ مِنَ الْحَقِّ لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰكِنْ لِيَبْلُوَكُمْ فٖى مَا اٰتٰیكُمْ فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ اِلَى اللّٰهِ مَرْجِعُكُمْ جَمٖيعًا فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ فٖيهِ تَخْتَلِفُونَ

Kendisinden önceki kitapları doğrulayıcı ve o kitapların hak oldukları hususunda şahitliğine güven duyulan bir kitap olarak (Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önceki Tevrat ve İncil gibi bütün ilahi kitaplar için çok temel bir güvencedir), Sana hak kitabı (Kur’an’ı) indirdik. Artık, onlar arasında, Allah’ın indirdikleri ile hükmet. Sana hak olarak geleni bırakıp da onların heveslerine uyma. Biz, sizden her biriniz için bir şeriat (dinî/kutsal kurallar) ve minhâc (açık yol/yöntem) belirledik. Allah dileseydi, sizleri tek bir ümmet yapardı. Fakat size (çeşitli şeriatlar ve metotlar halinde) verdikleri ile sizi denemektedir. Artık hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Allah, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.” (Maide, 5/48)

Bu ayet-i kerime, insanlık aleminin tamamına, dini çeşitlilik ve çoğulculuk fenomeninin gerçekliğini açıklamaktadır. Ayet-i kerimedeki “şeriat” kelimesi, “dinî/kutsal kurallar” anlamındadır ve fiil hali ile Şura Suresi, 42/13 ve 21 ayet-i kerimelerinde de geçmektedir. “Minhâc” kelimesi ise “açık ve belli yol/yöntem” anlamındadır ve sadece yukarıdaki ayet-i kerimede geçmektedir. “Şeriat” ve “minhâc” kelimelerinin geniş anlamları sırası ile, bireylerin Allâh (cc) ile dikey anlamdaki irtibatları, bireylerin içinde yaşadıkları toplumlarla güzel ahlâka dayalı yatay ilişkilerinin düzenlenmesidir.

Ayet-i kerimenin son pasajında açık şekilde görülen husus, bütün insanlığı tek bir “ümmet” haline getirmenin, Allâh’ın (cc) yüce planı dahilinde yer almadığıdır. Allâh (cc) şayet dileseydi, insanları tek çeşit kurallar manzumesi ile yönetilen bir “ümmet/topluluk” haline getirirdi. Ancak böyle bir hususu dilememiş, tam aksine, her bir topluma/ümmete, onlara has bir “şeriat” ve “minhâc” lütfetmiş, böylece birbirlerinden farklı kılmıştır.

Ayet-i kerimede çok önemli başka bir düşünce ise, toplumların ayrı ayrı şeriat ve minhâca tabi olmalarının görebildiğimiz üç temel amacına dairdir.

Ayet-i kerimedeki ilk amaç, toplumların kendilerine lütfedilen kutsal kanunlar ve ilahi direktifler ile “denendikleri” hususudur. Bu açıdan, Tevrat’ın şeriatı başka, İncil’in şeriatı başkadır. Kur’ân-ı Kerîm’in şeriatı ise daha başka ve en güzeldir. Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, kullarını itaatleri ve isyanları itibarı ile sınamak/denemek için, dilediği hususları onların şeriatlarında helal ya da haram olarak belirlemekte, toplumların emir ve yasaklar karşısındaki tutumlarını değerlendirmektedir. Ancak peygamberlerin (ase) getirmiş oldukları tevhid inancı, bütün dinlerde öz itibarı ile aynıdır, değişmemiştir.

Ayet-i kerimedeki ikinci amaç, toplumların “hayır konularında birbirleri ile yarış halinde olmaları”nın istenmesidir.

Üçüncü amaç, “her toplumun dönüşünün mutlaka Allâh’a (cc) olduğu”, bu dönüş neticesinde, ihtilaflı konuların ilahi huzurda berraklığa kavuşturulacağıdır. Kur’ân-ı Kerîm, böylece küresel insan topluluğunda, şu temel ilkeleri belirlemiş olmaktadır:

Tüm vahyolunan dinler, İslam gibi ortak bir isme ve kökene sahip olsa da, günümüzde yaşayan çeşitli dinlerin ve mensuplarının kimliklerini şekillendiren yapısal elementlerin, onlara ait şeriatların ve minhâcın varlığı yadsınmamalıdır. Dinlerdeki ortak metafizik kökene binaen, din mensupları ile manevi ve ahlâkî öğretilerin, evrensel iyilik pratiklerinin yaygınlaşması hususunda yarışılmalıdır. Toplumların birbirleri ile muarefeleri genişletilmeli ve derinleştirilmelidir.

Sonuç

Vasat Ümmet” düşüncesi, yukarıda yer alan açıklamalar ışığında, derin bilgi birikimini, kapsamlı ve dengeli bir İslam anlayışını, Kur’an-ı Kerîm’in ve Şanlı Nebi’nin (sas) direktiflerinin, dinin en yüksek ve en parlak kaynakları olarak kabulünü, Allah’ın (cc) mutlak birliğini, egemenliğini, kâhir otoritesini, sonsuz ilmini ve her şeye yeten sınırsız gücünü, tavizsiz bir şekilde tasdiki netice veren çok önemli bir bakış açısıdır.

Vasat Ümmet” düşüncesi, adaletli olmanın motor gücü güçlü bir akide, aydınlık bir yol ve fayda veren bir bilgi, onaylanmış bir eylem ve ilahi rıza yörüngeli bir ibadet, insani bir etkileşim ve İslam’ın kapsamlı bir kimliğidir. İyi davranış erdemleri ile ruhların arındırılması, iyiliklerin/doğruların emredilerek kötülüklerin/yanlışlıkların engellenmesi, İslam’a yaygınlık kazandırılarak sosyal ve insani değerlerin güçlendirilmesi, İlahi vahye bağlı bir şekilde akla, adalete ve dengelilik haline saygının muhafaza edilmesidir.

Vasat Ümmet” düşüncesi, başkalarının hatalarını arama yerine, kendisi için yapıcı eleştirileri önemseyerek, gelişim odaklı özeleştiriye yönelmeyi, gereksiz polemiklerle meşgul olmamayı, boş konuşmalara dalmamayı, ilim ruhu ve bilgiye dayalı düşünce üretimini, kendi görüşünün yanı sıra, istikametli bakış açılarını takdiri ve saygıyı, şaşırmış hâirler için İslam’ı bütünleşik bir uygarlık/medeniyet misyonu olarak sunmayı gaye edinmedir.

Ümmet-i Vasat’ın temel karakteristiğinin ne olduğu sorusunu, baştan itibaren yapmaya çalıştığım tahlillere dayanarak, ‘Müslümanların din ve dünya görüşündeki seçkin bütünlük, manevi zenginliklerini oluşturan kültürel çeşitlilik, kendilerini ahenkli olarak bir araya getiren aslî ilkelerin muhafazası, dünya ve ahiret anlayışındaki denge ve İslam’ın inşa ettiği ihtişamlı medeniyet’ şeklinde cevaplamaktayım.

Fiziksel, kültürel, entelektüel ve manevi olarak, İslam medeniyeti ve ümmeti küreseldir.

Fiziksel yön, Efendimiz’in (sas) dar-ı bekâya irtihalinden çok kısa bir süre sonra gerçekleşmiştir. İslam bilimi, kültürü, sanatı ve teknolojisinin meydana getirdiği tüm ürünler, kısa zamanda küreselleşmiştir. Dolayısıyla İslam ümmeti, önceki peygamberlere verilmiş temel iman rükünlerini muhafaza ederek, geçmişi ve günümüzü şekillendirmiş, bu açıdan gelenekseli ve moderni beraberce kucaklamış bir ümmettir.

Kültürel, entelektüel ve manevi anlamda, İslam’ın ortaya koyduğu pek çok fikir, kavram, değer ve kurum, çeşitli vasıtalar ile hem Doğu’ya hem de Batı’ya geçmiş, modern dünyanın ve kültürün ayrılmaz bir parçası olmuştur. İslami entelektüel kültür, geçmişte olduğu gibi şimdide ve gelecekte, insanlık kültürünün önemli bir tamamlayıcısıdır.

Mahiyeti açısından evrensel, kapsamı bakımından kuşatıcı bir medeniyet bilimi, ilk kez İslam’da vücut bulmuş, El-İlmü’l-Medenî adlı eseri ile ünlü Türk filozofu Farabî’, El-İlmü’l-Umran adlı eseri ile de İbn Haldun, bu önemli konuyu ayrıntılı şekilde ele almış filozoflarımızdır.

İslam, bir bilgi dini olduğunu özellikle vurgular. Bilgi kültürünün, bir uygarlığın/medeniyetin merkezî noktasında yer alması, epistemolojik olarak bilginin tanımlanmasını, bilginin mahiyetinin ve özelliklerinin belirlenmesini, bilginin amaçlarının açık olmasını gerektirir. Bir uygarlık/medeniyet ne kadar ilerler ve gelişirse, bilgi kültürü de o derece sistematikleşir. İslam uygarlığının/medeniyetinin kalbi olarak bilgi kültürü, onun en önemli boyutudur.

İslam’ın uygarlık/medeniyet yürüyüşünün arızasız devam edebilmesi için, İslam ilim merkezlerinde “ümmet kimliği” ile ilgili araştırmaların mutlaka artırılması gereklidir. Bunun yanı sıra, “İslâmî epistemoloji” üzerinde, yeni ve derinlikli analizlere dayalı bakış açılarının geliştirilmesi, konu ile ilgili öğretim ve araştırma programlarının zenginleştirilmesi büyük önemi haizdir. Bu faaliyetlere dayalı yeni vizyon ile, “ümmet kimliği” güçlenecek, İslam’ın bilgi ve düşünme kültürü, daha işlevsel ve pratik hale gelecektir.

Adil ve dengeli Müslüman ümmet, yüksek kültür ve irfanına dayalı bir şekilde başkalarına şahitlik edecek, adalet mekanizmasına anlamlı katkılar sunacak, insanlığın aydınlanma çabalarına güçlü bir umut kaynağı olarak işlev görecektir. İnsi ve cinni şeytanlar, insanları Cennet yolundan ayırıp onları Cehennem yolcusu yapmaya çalışırken, İslam Ümmetinin samimi gönüllüleri, Cehennem yoluna girmişleri, Allâh’ın izni ile döndürüp, Cennet yoluna koymayı hedefleyeceklerdir.

. والله سبحانه وتعالى أعلم بالصواب، وإليه المرجع والمآب

(سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ)

Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yok. Her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki Sensin.

(Bakara, 2/32)

اللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا البَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ.‏ ‏

Allâhım, bizlere gerçeği gerçek olarak göster ve ona tabi olmakla rızıklandır. Bâtılı da bâtıl olarak göster, ondan kaçınmakla rızıklandır.” Amin.

(وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ)

Onların dualarının sonu, ‘Bütün övgüler, âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur’ demeleridir.

(Yunus, 10/10)

اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ النُّورِ الذَّاتِيِّ وَالسِّرِّ السَّارِي فِي سَائِرِ الأَسْمَاءِ وَالصِّفَاتِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ عَدَدَ كَمَالِ اللهِ وَكَمَا يَلِيقُ بِكَمَالِهِ.‏ 

Allâhım, (Kur’ân-ı Kerîm’in ve şeriatın tercümanı olması hasebiyle) varlık dünyasına ait bütün isimlerde ve sıfatlarda gerçekleşen sır (ya da diğer bir anlam olarak, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ait, esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı ulâ kendisinde tecelli eden/yansıyan, gerçek ışık) Şanlı Nebî’ye, âline ve ashabına, kemâlin adedince ve kemâline yaraşan şekilde salât ve selam et.


[1] Halil bin Ahmed, Kitabu’l-Ayn Mürettiben alâ Hurûfi’l-Mu’cem,1/87-88, (Tahk. Abdülhamid Hindâvî), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Kahire-2003.

[2] Halil bin Ahmed, Kitabu’l-Ayn,4/369-370.

[3] Buhârî, Tefsirü’l Kur’an, 13 (4487); Enbiya, 2 (3339); Tirmizi, Tefsir, 2 (2961); İbn Mâce, Zühd, 34 (4284).

[4] Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, 11/543, 545, (Tahkik: Abdulmuhsin et-Türkî), Dâru Hicr, Kahire-2001; İbnu Ebî Hâtim, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿAẓîm Müsneden an Rasulillâh ve’s-Sahabeti ve’t-Tâbiîn, 6/1829-1830 (Hadis no: 10047), (Tahk: Es‘ad Muhammed et-Tayyib), Mekke-1417/1997.

[5] Ebü’l-Hüseyn Ahmed b. Fârîs, Mu’cemu Mekâyîsi’l-Lüğa, 3/221, Dâru’l-Fikr, trsz.

[6] Buhari, Cenâiz, 85 (1367); Müslim, Cenâiz, 60.

[7] Buhari, Cenâiz, 85 (1368).

[8] Abdullah b. Mübarek el-Mervezî, Ez-Zühd ve Er-Rekâik, 2/895-896, (Tahk. Ahmed Ferid), Dâru’l-Mi’râc, Riyad-1995; İbn Cerîr et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, 2/635, (Tahk. A. Muhsin et-Türkî), Dâru Hicr, Kahire-2001; Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, Et-Tezkiratü fî Ahvâli’l-Mevtâ ve Umûri’l-Âhire, s. 221, (Tahk. Ziyad Hemedân), Dâru’l-Erkâm, Beyrut-2003.

[9] İbnu Ebî Şeybe, El-Musannef, 11/510 (32337), (Tahk. Hamad el-Cuma, Muhammed el-Luheydan), Mektebetü’r-Rüşd, Riyad- 2004.

[10] İbn Cerîr et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, 20/263.

[11] İbn Sina, Kitabu’ş-Şifa El-İlâhiyyât, s. 38, (Tahk. El-Ebb Kınvati ve Said Zayid), Kahire-1960.

[12] İbn Sina, Kitabu’ş-Şifa El-İlâhiyyât, s. 373.

[13] Râgıb el-İsfahânî, El-Müfredat fî Ğarîbi’l-Kur’ân, s. 515, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, trsz.

[14] Ebu Hamid el-Gazali, İhyau Ulumi’d-Din, 1/87, (Tercüme: Ahmet Serdaroğlu), Bedir Yayınevi, İstanbul-2011.

[15] Ebü’l-Feth Ahmed eş-Şehristânî, Kitabu Nihayeti’l-İkdâm fî İlmi’l-Kelâm, s. 85, (Tahk. Ferid Ceyyum), Mektebetü’s-Sekafeti’d-Diniyye, Kahire-2009.

[16] İbn Kayyim el-Cevziyye, Allâh Sevgisi, s. 243 (Terc. İ.E. Aktepe, A. Akbaş), Karınca & Polen Yayınları, İstanbul-2020.

[17] Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Kitabu’t-Ta’rifat, s. 73, Mektebetü Lübnan, Beyrut-1985.

[18] Müslim, İman, 1.

[19] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 2/780-781, Eser Kitabevi, İstanbul-1979.

[20] Ragıb el-Isfahânî, el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, 2/431, Mektebetü Nezzâr Mustafa el-Bâz, trsz.

[21] Tirmizi, Fiten, 9 (2169).

[22] İbn Cerîr et-Taberi, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, 5/673, (Tahk. A. Muhsin et-Türkî), Dâru Hicr, Kahire-2001.

[23] Müslim, İman, 80.

[24] Fârâbî, El-Medînetü’l-Fâzıla (Tanrı, Alem, İnsan), ss. 190-200, (Terc. Y. Aydınlı), Litera Yayıncılık, İstanbul-2019.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.