Musa Kâzım GÜLÇÜR
8 / 9 / 2020
İçindekiler
Hadîd Suresi Yorumu 16. Âyet, Allâh’ı (cc) Zikir, Huşû ve Kalp Kasveti 1
Tasdik Etme mi Tasaddukta Bulunma mı? 8
Sıddîklar ve Nurları, İnkâr Edenler ve Cehennem 9
Dünya Hayatı, Allâh’tan Mağfiret ve Rıza 11
Önceki yazılarımızda, “mevcudatın Allâh’ı (cc) tesbih etmesi, ihyâ ve imâte, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın esmâ-i hüsnâları, yerin ve göklerin altı günde yaratılması, Arş ve İstivâ, mülk ve melekût, gece ve gündüz deveranı ile sadırların şerhi, misak, ahid, infak, karz-ı hasen, nur, Cennet, küfür ve Cehennem” konularına kısmen değinilmeye çalışılmıştı.
Hadîd Suresi Yorumu 3 başlıklı bu yazımızda ise; “Allâh’ı Zikir, Huşû ve Kalp Kasveti, Tasdik Etme / İnanma ya da Tasaddukta Bulunma, Sıddîklar ve Nurları, İnkâr Edenler ve Cehennem, Dünya Hayatı, Mağfiret ve Rıza” konuları örgüsü dahilinde, Hadîd Suresi Yorumuna 16’ncı ayet-i kerimesi itibarı ile devam etmekteyiz.
Hadîd Suresi Yorumu 16. Ayet, Allâh’ı (cc) Zikir, Huşû ve Kalp Kasveti

أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ آمَنُوا أَنْ تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللَّهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّ وَلَا يَكُونُوا كَالَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلُ فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْأَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ ۖ وَكَثِيرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ 16
“İman edenlerin, Allah’ı zikretmekten ve Hak’tan (Allâh’tan) nüzul edenden (Kur’ân-ı Kerîm’den) dolayı, kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” (Hadîd, 57/16)
Ayet-i kerîme, Allâh’ı (cc) anma ve Allâh’tan (cc) gelen mühim bir mesaj olan Kur’ân-ı Kerîm’i tilavet ile, inananların kalplerinin huşu ve tezellül haline bürüneceği müjdesini vermektedir. Ancak, Allâh’ı (cc) anmamanın, Kur’ân-ı Kerîm’i tilavetten uzak kalmanın kalp katılığı meydana getireceği hususunda da uyarıcı ikazını yenilemiş olmaktadır. Şimdi ayet-i kerimede yer alan ana unsurları kısmen açmaya çalışacağız.
1. Ayet-i kerimede yer alan “zikir” kelimesi sözlükte; “anma, hatırlama, bir şeyi zihinde hazır etme, bir şeyi dile getirme ve hatırlatma” anlamlarına gelmektedir. Istılahta ise “zikir”, Allâh’a (cc) itaatin geneline verilen bir ad, ya da Allah’ı anmak üzere yapılması veya söylenmesi tavsiye edilen, hamd, dua, ibadet ve övgü gibi sözler ve fiillerdir.
“Zikir” kelimesi ve türevleri, isim ve fiil olarak Kur’an’da sık geçen kelimelerden biridir. İsim veya fiil olarak, yalın veya izafet halinde 240 ayet-i kerimede 262 kez geçmektedir. (ذِكْرُ اللّٰهِ) “Allâh’ı (cc) zikir” tamlaması, Kur’ân-ı Kerîm’de 15 kez tekrar edilmekte, “zikir” kelimesi 37 farklı anlamda kullanılmaktadır.
“Allah’ı (cc), güzel isimleri ile anmak, O’na hamd ve şükürde bulunmak, tesbih etmek, tekbir ile yüceltmek, Kitabullah’ı okumak, namazın bizzat kendisi ve dua etmek”, zikrin çeşitli anlam tabakalarından sadece birkaç tanesidir. Allâh’ı (cc) anma, dil, kalp, akıl ve gönül ile Allah’ın (cc) isim ve sıfatlarını tefekkür etme, kulluk sorumluluklarını yerine getirme, madde ve mana alemini basiret gözü ile tefekkür etme, yine Allâh’ı (cc) zikretmenin pek çok yönünden sadece birkaçıdır. Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, (فَاذْكُرُونٖى اَذْكُرْكُمْ) “Siz, (bana itaat ve ibadet ederek) Beni anın ki, ben de sizi (mağfiretimle) anayım” (Bakara, 2/153) buyurarak, zikrin yüksek karşılığını bizlere müjdelemektedir.
Allâh’ı (cc), namaz kılarak, dua ederek, Kur’ân-ı Kerîm’i okuyarak, tefekkür ederek, dil, kalp, gönül vb. unsurlarla anmaktan (hafazanAllâh) yüz çevirmenin acı sonucu, şu şekilde bildirilir:

“Kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun için kesinlikle çok sıkıntılı bir yaşayış (Cehennem hayatı) olacaktır. Kıyamet günü de kör olarak diriltilecektir.” (Taha, 20/124) Bir diğer ayet-i kerimede de Allâh’ı (cc) zikrin muhtemel manileri şu şekilde nazarlarımıza verilmekte ve dikkatli olmamız konusunda ikaz edilmekteyiz: “Ey iman edenler! Sizi ne mallarınız ne çocuklarınız, Allah’ı anmaktan, (namaz kılmaktan, ibadet ve dua etmekten) alıkoymasın. Her kim bunu yaparsa (mal ve çocuklarının meşguliyeti altında kalırsa), işte onlar hüsrana düşenlerdir.” (Münafıkûn, 63/9)
Efendimiz (sas), “Rabbini zikreden kimse ile, zikretmeyen kimsenin benzeri, diri ile ölü gibidirler”[1] buyurarak, Allâh’ı zikretmenin büyük ehemmiyetine dikkat çekmişlerdir. Efendimiz (sas), Allâh’ı (cc) anmaksızın bir arada toplanmaların üreteceği manevi bereketsizliklere ve fenalıklara, Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayeti ile, şu şekilde temas etmektedirler:
“Bir topluluk ki, bir yerde oturur ve orada Allah’ı anmaz ve Peygamberine salavat getirmezlerse, o toplantı onların ancak günahlarını artırır (veya günah doğuracak ve insanı âhiret azabına sürükleyecek ağır bir sorumluluk haline gelir). Allah, dilerse onlara azap eder, dilerse onları bağışlar.”[2]
2. Ayet-i kerimede geçen “huşû” kelimesi, “sessiz ve sakin durmak, alçak gönüllü olmak, yumuşaklık, kolaylık, Hakk’a boyun eğmek, Allah’a (cc) duyulan sevgi ve saygının gereği olarak, başta namaz olmak üzere ibadetlerin edası esnasında sükûnet ve tevazu içinde bulunmak” gibi anlamlara gelmektedir. “Huşû”, esas itibariyle içten gelen ve muhatap olduğumuz Vâcibu’l-Vücûd Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin heybetinden kaynaklanan, manevi ve ahlâkî bir haldir.
“Huşû” kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’de; “tevazu” (Bakara, 2/45), “korku ve çekinme” (Enbiya, 21/90), “kıpırdamadan yere bakarak durma” (Müminun, 23/2), “çaresizlik ve tezellül” (Taha 20/108; Kamer, 54/7; Kalem, 68/43) gibi anlamlarda da kullanıldığı görülmektedir. Ancak, yukarıdaki ayet-i kerime ve diğer ayetlerde (Ali İmran, 3/199; İsra, 17/109; Enbiya, 21/90; Müminun, 23/2) aldığı anlam örgüsüne bakarak, “huşû” kelimesini, “Allah’a (cc) duyulan saygı ve tazimden dolayı, her türlü benlik iddiasının terk edilmesi, Allâh’a gönülden itaat edilmesi, bu duygunun tutum ve davranışlarımıza yansıması” şeklinde tanımlamamız da mümkündür.
Allâh’tan (cc) korkan kimselerin Cennetlik olduğunu, Cenâb-ı Allah’ın şu hadis-i kudsîsi teyit etmektedir:
“İzzetime ve Celalime yemin ederim ki hiçbir kuluma iki emniyeti veya iki korkuyu aynı anda vermem. Eğer dünyada iken benden korkarsa, kıyamet günü onu emin kılarım. Eğer o dünyada benden emin olur (korkmazsa), kıyamet günü onu korkuturum.”[3]
Ancak Allâh’ın (cc), sadece zatını (varlığını) bilmek, O’ndan korkmada yeterli olmaz. Bununla beraber üç şeyi daha bilmek gerekir:
a) Allâh’ın (cc) her şeye kâdir olduğunu kısaca “Kudretini” bilmek,
b) Allâh’ın (cc) her şeyi bildiğini bilmek,
c) Allâh’ın (cc) tam bir hüküm ve hikmet sahibi olduğunu bilmek.
Kulun, Allah’tan gerçek manada korkması ancak, Allah’ın her şeyi bildiğini, her şeye kâdir olduğunu, hoş olmayan ve haram fiillere razı olmayacağını bildiği zaman hasıl olur.
Allah’tan korkmanın, Allah’ı bilmenin ayrılmaz bir vasfı olduğu açıktır. Buna göre Allah’tan korkmamak, Allah’ı bilmemeyi ifade ettiği gibi, Allah’a yaklaştıran ilim de O’ndan korkmayı gerektiren bir ilimdir.
“Huşû” kelimesinin, kulun işlediği günahlar sebebiyle veya Allah’ın celâl sıfatlarının kendinde tecelli edeceği düşüncesiyle, kalbinde duyduğu “haşyet”, insanın Allah katındaki durumu hakkında hissettiği korku ve kaygıları ifade eden “havf” kelimeleri ile de doğrudan bir irtibatı bulunmaktadır. Gerek Kur’an-ı Kerim’de ve gerekse de hadis-i şerîflerde geçen, “haşyet, takva (kişinin haramlarla birlikte bazı mübahları da terk edecek derecede titiz davranarak kendini günah işlemeye sevk edebilecek hususlardan koruması), işfak (hem korkma hem de ümitle bekleme ve umma), vecel (korkuyu hissetme durumu) ve rahbet (şiddetli veya telaşlı korku)” kelimeleri, birbirleri ile oldukça yakın anlam birliğine sahiptirler. Dini endişe ve kaygıdan dolayı bir hücreye kapanıp kendini ibadete veren Hristiyan keşişlere “rahbet” kökünden gelen “rahip” ismi verilmiştir. Bu kelimenin, çoğul hali olan “ruhban” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geçmektedir (Maide, 5/82; Tevbe, 9/31, 34).
3. Bilindiği üzere, iki akciğer arasında ve biraz solda yer alan, kanı önce akciğerlere, akciğerlerden döndükten sonra da tekrar vücuda sevk eden, böylece kan dolaşımında en hayati fonksiyonu icra eden organa kalp ya da yürek denmektedir.
Ancak, yukarıdaki ayet-i kerimede geçen “kalp” kelimesi ile, Allâh’a (cc) sarsılmaz imanın, O’na (cc) duyulan muhabbetin, iyiye yönelik bütün duyuş, seziş ve anlayış yeteneklerinin kaynağı, insanın manevî bütünlüğünün en merkez noktası yani “manevi kalp” kast edilmektedir. Bu anlamdaki manevi kalbin bir diğer adı ise gönüldür.
Numan b. Beşîr (ra), Resülullah’tan (sas) şu hadîs-i şerîfi duyduğunu rivayet etmektedir:
“Dikkat ediniz, insan vücudunda bir et parçası vardır. O iyi olursa, bütün beden iyi olur. O bozuk olursa, bütün vücut bozulur. O, kalptir.”[4]
Ruhî ve manevî sıhhatin devamını sağlayan umdelerin başı ve en önemlisi, Allah’ı (cc) zikirdir ve kalpler ancak Allâh’ı (cc) anma ile itminana erer. Henüz işin bidayetindeki bir sâlik, Allah’ı (cc) mekân ve cihetten tenzih ederek, O’nun büyüklüğünü, Celâlî tecellilerini hisseder, Cemâl âleminden bir esinti görürse kalbi huzura erer.
Ayet-i kerimedeki (فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ) “Kalpleri katılaşmıştır” (Hadîd, 57/16) ifadesi, o kalplerin, Hakk’ı ve gerçeği kabul etmekten uzaklaşması, delilleri gördükleri halde reddetmiş olmalarıdır. Kalplerinin katılığı, söz konusu kimselerin şefkat ve merhametten uzak karanlık bakışlarında, insani duygulardan uzak tutum ve davranışlarında tezahür etmiştir.
Allâh’ın (cc) zikrinden uzaklaşmış kalplerin durumu, bir başka ayet-i kerimede şu şekilde beyan edilmektedir:
فَوَيْلٌ لِلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ ذِكْرِ اللّٰهِ اُولٰئِكَ فٖى ضَلَالٍ مُبٖينٍ
“Allah’ın zikrine karşı, kalpleri katı olanların vay hâline! İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer, 39/22)
Kişinin, dini hayatı önemsememesi durumunda, kalbi bulanık hale gelir ve manen karanlık perdelerle sarılır. Böyle bir kalp, meleklerin kapıları kendisine kapatılan, şeytanların kapıları da kendisine açılan, kötülüklerle ve çirkin ahlâk ile kirlenmiş, iyilik düşüncesinden mahrum kalmış bir kalptir. Bu kalpteki karanlığın başlangıç noktası, nefsin süflî isteklerinin zorlaması ile oluşur. Kalp, nefsin maddi ve kesif isteklerini yerine getirmeye ve ona hizmet etmeye alışır. Heva ve heves, böyle bir kalbe durmadan hileli yollar öğretir. Böylece insan ruhunda ve benliğinde, karanlık perdeler, hakikate karşı sis ve duman oluşmaya başlar. Artık o kalpte, şeytanın hakimiyeti kuvvet bulur ve kişiyi dilediği gibi yönlendirir. Gurur, kibir ve boş temennilerle onu yanıltır ve aldatır. Allah’ın (cc) emir ve yasaklarına olan itaat zaafa uğrar. Dini hayata ait parlak ışıklar sönmeye yüz tutar. Şeytan ve güdümündeki nefisten yükselen karanlık is ve duman, o kişinin kalbini her taraftan istilâ eder. Böylece kalp, doğruyu ve hakikati görme ve algılama gücünü yitirir. Kişi, Allah’ın (cc) dostlarından yüz çevirir ve Allah düşmanlarının halkasına katılır.
İmam Mâlik’e ulaştığına göre, Hz. İsa İbn Meryem (as) şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın zikri dışında çok kelâm etmeyin. Yoksa kalpleriniz katılaşır. Katı kalp, Allah’tan uzaktır. Fakat bunu bilemezsiniz. Kendiniz efendiymiş gibi insanların günahlarına bakmayınız. Tam aksine, bir kul olarak kendi günahlarınıza bakınız. Çünkü insanların bir kısmı, belâya maruzdur. Bir kısmı da âfiyete mazhardır. Belâ sahiplerine merhamet edin. Mazhar olduğunuz âfiyete de hamd edin.”[5]
Cenab-ı Hak, zikrinden uzak kimselerden uzak durulması gereğini bizlere şöyle beyan etmektedir:
“Zikrimizden (Allâh’a duadan, Kur’an’dan, namazdan, ibadetlerden) yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselerden, sen de yüz çevir (uzak dur).” (Necm, 53/29)
4. Ayet-i kerimedeki (فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْأَمَدُ) “Üzerlerinden uzun zaman geçti” (Hadîd, 57/16) cümlesini, alimlerimiz genel olarak şu şekillerde anlamışlardır:
a) “Bu toplumlarla, peygamberleri arasındaki zaman uzadı da böylece kalpleri kaskatı hale geldi.”
b) Hz. Peygamber’in (sas) amcasının oğlu, tefsir ve fıkıh ilimlerinde otorite kabul edilen ve çok hadis rivayet edenler arasında yer alan sahâbî İbn Abbas’a (ra) göre (v. 68/687-88), “Onlar dünyaya yöneldiler, Allah’ın öğütlerinden yüz çevirdiler.”
c) “Onların ömürleri, gaflet içinde sürüp gitti de kalplerinde bu sebeple kasvet ve katılık hasıl oldu.”
d) Hayatı hakkında detaylı bilgiye sahip olamadığımız Belh’li alim Mukâtil b. Hayyân (v. 135/752), buradaki (الْأَمَدُ) “el-emed” kelimesinin, “uzun emel, tûl-i emel” anlamına geldiğini, buna göre mananın, “tûl-i emelleri sebebiyle, zaman onlara çok uzun hale geldi, emel ve arzuları böylesine uzayınca, kalpleri de kaçınılmaz bir şekilde katılaştı” şeklinde olduğunu söylemiştir.
e) Kur’an’ı baştan sona kadar tefsir eden ilk müfessir Mukâtil b. Süleyman (v. 150/767), “Hz. Peygamber’in (sas) gelme zamanı, onlara uzun geldi” anlamını vermiştir.
f) Tabiîn dönemi müfessirlerinden Mabed İbn Kab el-Kurazî (v. 108/726 [?]) gibi bazı alimler de “onların, Tevrat ve İncil’i duyup dinlemelerinden sonra, aradan çok uzun zaman geçti. Böylece Tevrat ve İncil’in saygınlığı onların kalplerinden yok oldu. Derken kaçınılmaz olarak kalpleri katılaştı” demek olduğunu söylemişlerdir. Cenâb-ı Hak, müminleri böyle olmaktan men etmiştir.[6]
اِعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا ۚ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الْآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ 17
“Biliniz ki, hiç şüphesiz Allah Teâlâ, yeryüzünü ölümünden sonra tekrar hayata kavuşturur. Muhakkak ki, sizin için ayetleri açıkça beyan ettik. Ta ki, akilane düşünesiniz.” (Hadîd, 57/17)
Bu ayet-i kerimede, arzın bilhassa kış mevsimi ile adeta ölümünün ardından, bahar mevsiminde bütün güzellikleri ile yeniden diriltilmesi nazarlara verilerek, insanın ahiret hayatı ile yeniden diriltileceğine zihnen yol bulması istenmekte, bu tüme varım ya da endüksiyon metodu ile mantıkî ve kalbî çıkarımı yapabilenlerin, akıllarını kullanmış olacaklarına temas edilmektedir.
Ahiret hayatının gerçekleşeceğinin en büyük delili ve teminatı, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına verdiği sözüdür. Allâh (cc), Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok ayetinde, öldükten sonra dirilmenin, kendisine ait hilafı imkânsız bir vaat olduğunu bildirir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin “sözünden asla dönmeyeceği, vermiş olduğu sözü mutlaka yerine getireceği Kur’an-ı Kerîm’de, (اِنَّ اللّٰهَ لَا يُخْلِفُ الْمٖيعَادَ) “Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez.” (Ali İmran, 3/9; Rad, 13/31; Rum, 30/6; Zümer, 39/20) şeklinde beyan edilir.
Kur’ân-ı Kerîm, öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceğini sadece haber vermekle kalmamış, bu hususta hiçbir aklın reddedemeyeceği çok parlak delillere ve burhanlara da yer vermiştir. Kur’ân-ı Kerîm bu ispatını, bir şeyi yoktan var edenin, onu ikinci defa daha kolay yapacağını, zor olanı yapabilenin, kolay olanı yapmasının önünde hiçbir engel olamayacağını ve bir şeyi zıddına çevirebilenin, benzerlerini de zıddına çevirebileceği gibi temsilî kıyas usulleri ile ispat etmektedir. Ayrıca, kışın ölümünden sonra arzın baharda yeniden diriltilişi ve insanın her sabah ölümden diriltilircesine uyanmasının Allâh (cc) tarafından temin edilmesi gibi, insanın yeniden diriltilişinin mukayeseye imkân veren örneklerini göstermek suretiyle de haşri ispat etmektedir. Ayrıca, üç yüz seneden fazla mağarada uyutulduktan sonra yeniden diriltilen Ashab-ı Kehf, harabe bir bölgeden geçerken, “Ölümünden sonra Allah bunu nasıl diriltecek?” diye zihnen yeniden diriltilişe yol bulmaya çalışan Üzeyir’in (as) yüz sene ölü halde tutulduktan sonra diriltilmesi, İbrahim’in (as) gözü önünde parçalanmış canlıların bir araya getirilmesi ve Hz. İsa’nın (as) bir mucizesi olarak, onun eliyle ölülerin diriltilmesi gibi müşahhas örneklerle de ispat edilmektedir.
Konuyu daha derinlemesine işlemeye çalıştığımız, “Yeniden Diriltiliş Haşir 1” ve “Yeniden Diriltiliş Haşir 2” yazıları ile, Bediüzzaman Hazretlerinin “Haşir Risalesi” adlı eserinde daha ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. Tafsilatı söz konusu yazılara havale ediyoruz.
Tasdik Etme mi Tasaddukta Bulunma mı?

إِنَّ الْمُصَّدِّقِينَ وَالْمُصَّدِّقَاتِ وَأَقْرَضُوا اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا يُضَاعَفُ لَهُمْ وَلَهُمْ أَجْرٌ كَرِيمٌ 18
“Allah’ı ve Peygamberini tasdik eden erkekler ile kadınlar (ya da sadaka veren erkekler ile kadınlar) ve gönül hoşluğu ile Allah yolunda (mallarını) harcayanlar (var ya), onların mükâfatları kat kat artırılır. Ayrıca onlara, çok kıymetli bir mükâfat da (Cennet) var.” (Hadîd, 57/18)
Tabiînden ve yedi kıraat imamından biri olan Asım b. Behdele’nin (v. 127/745) meşhur iki râvisinden biri olan Ebû Bekr Şu’be b. Ayyâş b. Sâlim el-Esedî el-Kûfî (v. 193/809) ve tarihçi, müfessir, muhaddis ve Şâfiî fakihi Ebü’l-Fidâ’ İbni Kesîr (v. 774/1373), ayet-i kerimeyi “sad” harfi şeddesiz olarak (اِنَّ المُصَدِّقِينَ وَالْمُصَدِّقَاتِ) “el-musaddıkîne / tasdik eden erkekler” ve “el-musaddikât / tasdik eden kadınlar” şeklinde okumuşlardır. Ayet-i kerimeyi bu şekilde “sad” harfi şeddesiz olarak okuyanlar, şu sebepten dolayı böyle okumanın daha uygun olduğunu söylemişlerdir:
“Tasadduk eden, zaten Allah için karz-ı hasen yapan kimse demektir. Şayet “sad” harfi şeddeli olarak okunursa, ayetteki (إِنَّ الْمُصَّدِّقِينَ وَالْمُصَّدِّقَاتِ) “Sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar” ifadesi ile (وَأَقْرَضُوا اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا) “Allah yolunda (mallarını) harcayanlar” ifadesi, aynı hususun tekrar edilmesi gibi olur. Ama, “sad” harfinin şeddesiz okunması halinde ise, bir tekrar söz konusu olmamaktadır. Diğer kıraat imamları ise, her iki kelimede de “sâd” harfinin şeddesiyle (إِنَّ الْمُصَّدِّقِينَ وَالْمُصَّدِّقَاتِ) şeklinde okumuşlardır.[7]
Güven duygusu içinde tasdik etmenin diğer bir ifadesi, gönülden iman etmektir. Allah’tan (cc) alıp din adına tebliğ ettikleri hususlarda peygamberleri tasdik eden erkeklere müminler, kadınlara da mümineler denir. İçinde tasdik bulunduran düşünceye yani imana sahip, inançlarının gereklerini tam bir teslimiyetle yerine getiren de erkeğe ve kadına da müslim ve müslime denir. Farsça kurala göre çoğul hale getirme ile kelime, “Müslüman” şekline dönüşmüştür.
İmanın esası, “kalbin tasdikinden” ibarettir. Çünkü ayet-i kerimelerde (Maide, 5/41; Nahl, 16/106; Hucurat, 49/14) ve hadis-i şeriflerde iman, dilin ikrarından ziyade kalbin tasdikine bağlanmıştır.[8] Tasdikin mahiyeti, haberin ve haber verenin doğruluğunu kabul etmek demektir. Neye, nasıl ve niçin inanıldığının bilinmesi yönünden imanın oluşumunda, kalp yolu ile benimseme ve tasdik oldukça önemlidir. Çünkü, “Allâh’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret/hesap gününe, Cennet’e, Cehennem’e, Sırat’a, kabir hayatına vb.” inanma, gaybi unsurlara doğrudan kalp ile inanma, benimseme ve tasdik etme demektir.
Sıddîklar ve Nurları, İnkâr Edenler ve Cehennem
وَالَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ أُولَٰئِكَ هُمُ الصِّدِّيقُونَ ۖ وَالشُّهَدَاءُ عِنْدَ رَبِّهِمْ لَهُمْ أَجْرُهُمْ وَنُورُهُمْ ۖ وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا أُولَٰئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ 19
“Allah’a ve Peygamberlerine iman edenler var ya, işte onlar sıddîklar (sözü-özü doğru kimseler) ve Allah katında şahitlerdir. Onların mükâfatları ve nurları vardır. İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar Cahîm (Cehennem) ashabıdırlar.” (Hadîd, 57/19)
“Sıdk” vasfı, bütün peygamberlerde bulunan beş temel özellikten birisidir ve “hakikati konuşmak, gerçeğe uygun bilgi vermek, dürüst ve güvenilir olmak, vaadine sadakat göstermek” gibi anlamlara gelmektedir. Peygamberlerin (ase), diğer özellikleri ise, “emanet, fetanet, ismet ve tebliğdir”.
“Sıdk”, iki ayette Kur’an-ı Kerim’in isimlerinden biri olarak kullanılmıştır (Zümer, 39/32, 33). Bir ayette de dua formunda şu şekilde yer almaktadır:

وَقُلْ رَبِّ اَدْخِلْنٖى مُدْخَلَ صِدْقٍ وَاَخْرِجْنٖى مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَلْ لٖى مِنْ لَدُنْكَ سُلْطَانًا نَصٖيرًا
“De ki, “Rabbim! (Gireceğim yere) doğruluk ve esenlik içinde girmemi sağla. (Çıkacağım yerden de) Beni doğruluk ve esenlik içinde çıkar. Katından bana yardımcı olacak bir kuvvet ver.” (İsra, 17/80)
Efendimiz’in (sas), “sıdk / doğruluk” hususundaki uyarıları oldukça önemlidir. Hadîs-i şerîflerde “sıdk”, Cennet ve Allâh’ın (cc) rızası ile özdeşleştirilmektedir. İbnu Mesud (ra) anlatıyor: Resülullah (sas) buyurdular ki:
“Sıdk, insanı birr’e (Allah’ı razı edecek iyiliğe) götürür. Birr de Cennet’e götürür. Kişi, doğru söyler ve doğruluğu hedefler de sonunda Allah’ın indinde “sıddîk” (doğru sözlü) diye kaydedilir. Yalan ise, kişiyi haddi aşmaya götürür. Haddi aşmak da ateşe götürür. Kişi, yalan söyler ve yalan peşinde koşar da sonunda, Allah indinde “yalancı” diye kaydedilir.”[9]
Sıddıklardan olma, bütün iyilik ve güzelliklerin temeli, peygamberlerin (ase) en has dayanakları, takvanın nirengi noktasıdır. Sıddıklardan olmayı gerekli kılan sebepler, akıl, din, güzel ahlâk ve mürüvvettir. Konuşmada, niyet ve iradede, iyi ve doğru olduğuna inanılan bir işi yapmaya karar vermede, verilen kararlarda sebat etmede, iyilikleri iyi ve gerekli olduğu için yapmada, Allah’tan havfte, recada, razı olmada, Allâh’a tevekkül ve muhabbette sıdk unsuru çok temel bir işleve sahiptir. Sıdk, güzel ahlâka ait vasıfların tümünün çıkış noktasıdır. Âyet-i kerimede, “Ey müminler! Allah’tan korkun (fenalıklardan sakının, imanda ve sözünde) doğru kimselerle beraber olun” (Tevbe, 9/119) buyurularak, verdikleri söz ve ahitleri yerine getirenlerle, iç ve dışları birbirinin aynı kimselerle beraber olunması istenmiştir.
Ayet-i kerimedeki “Cahîm” kelimesi ile Cehennem kast edilmektedir. Cehennem, günahkârların öldükten sonra ahirette azap görecekleri ve cezalarını çekecekleri yerin adıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de, Cehennem çeşitli isimleri ile zikredilmiştir. Ayet-i kerimelerdeki Cehennem tarifleri ve Cehennem azabındaki dereceler itibarı ile bir tasnif yapmak istersek şöyle bir tablo karşımıza çıkar:
1. Lezâ (şiddetle tutuşmuş alevli ateş): “Lakin ne mümkün! (Allâh onu azaptan kurtarmaz) Çünkü o (alevli ateş) Lezâ’dır.” (Meâric, 70/15).
2. Hutame (Cehennemin Gayyâ kuyusunun bulunduğu kat, Cehennem’in yedi kapısından üçüncüsü): “Şüphesiz o, Hutame’ye (ateşe) atılacaktır.” (Hümeze, 104/4).
3. Saîr (çılgın ateş): “O şeytanlara (ahirette) Saîr azabı hazırladık.” (Mülk, 67/5).
4. Sakar (kırmızı ateş): “Hem, bilir misin, nedir o Sakar? (Cehennem).” (Müddessir, 14/27)
5. Cahîm (yanan kızgın ateş): “Küfredenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar Cahîm’in yaranıdırlar.” (Mâide, 5/10).
Dünya Hayatı, Allâh’tan Mağfiret ve Rıza

اِعْلَمُوا أَنَّمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَزِينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِي الْأَمْوَالِ وَالْأَوْلَادِ ۖ كَمَثَلِ غَيْثٍ أَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ ثُمَّ يَهِيجُ فَتَرَاهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَكُونُ حُطَامًا ۖ وَفِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَغْفِرَةٌ مِنَ اللَّهِ وَرِضْوَانٌ ۚ وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ 20
“Biliniz ki (Allah’a itaate ve ahiret kazancına sarf edilmeyen) dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme, mal ve evlatta bir çoğalıştır (nihayet hepsi yok olur gider). Bu, bir yağmurun haline benzer ki, onun bitirdiği nebat, çiftçilerin hoşuna gider. Sonra (yeşil rengi) değişir. Bir de onu görürsün sararmıştır. Sonra da çer-çöp olmuştur. (İşte dünya da böyledir. Kuruyup yok olan bu nebat gibi, bekası yoktur.) İşte hayatı bu şekilde olan kimse için, ahirette şiddetli bir azap, müminler için ise Allah’tan bir mağfiret ve bir rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Hadîd, 57/20)
Ayet-i kerimede üç temel konu üzerinde durulmaktadır. Bunlar; dünya hayatının geçiciliği, Allâh’ın (cc) mağfireti yani sonsuz bağışı ve Allâh’ın (cc) en büyük mükafatı olan rızası. Şimdi bu ana konuları Kur’an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerin perspektifinden kısaca açmaya çalışacağız.
1. Yukarıdaki ayet-i kerimede, dünya hayatı oyun, eğlence, süs, övünme, mal ve evlatlar ile yarış özellikleri ile tanıtılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de “dünya hayatı” ifadesi 61 ayet-i kerimede 64 kez geçmekte, (مَتَاعُ الْغُرُورِ) “aldatıcı meta” tanımlaması, yukarıdaki ayet-i kerime dışında bir de Ali İmran, 3/185’inci ayette yer almaktadır.
Bir ayet-i kerimede de dünya hayatının neye benzediği hususu şu şekilde örneklendirilmektedir:
“Onlara dünya hayatının örneğini ver: (Dünya hayatı) Gökten indirdiğimiz yağmur gibidir ki, onun sebebiyle yeryüzünün bitkileri boy verip birbirine karışırlar. Fakat bütün bu canlılık sonunda, rüzgârın savurduğu kuru bir çer-çöpe döner. Allah, her şey üzerinde kudret sahibidir.” (Kehf, 18/45)
Bu sebeple olsa gerek, Sehl b. Sa’d’den (ra) gelen bir rivayete göre, Resülullah (sas) şöyle buyurmuşlardır: “Allah katında dünya, bir sivrisineğin kanadına denk olsaydı (yani tüm dünya ve içindekilerin değeri bu kadar olsaydı) kafire dünyadan bir yudum su içirmezdi.”[10]
Allah’ı anmadan uzak yaşayan, O’na kulluk ve ibadette bulunmayı kendine bir yük gibi gören, faydalı faaliyetler ve meşguliyetleri terk eden, Allah’tan uzaklaştıran dünyevi uğraşları kendisine esas hedef yapan kimseler, Allah nazarında makbul değildirler.
Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre, Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Dikkat ediniz! Dünya ve içindekiler tümüyle melundur (yani Allah katında kabule şayan olmaktan, O’nun iltifatından uzaktır). Ancak, Allah’ı anma, Allah’ın rızasını kazanmaya götüren hususlar, âlim olanlar ve ilim öğrenenler hariç.”[11]
Eban bin Osman bin Affân’dan (r. anhümâ) rivayete göre Efendimiz (sas), bütün amacın dünya olması tehlikesine ve asıl niyetin ahiret olması gereğine ve önemine şu şekilde işaret buyurmuşlardır:
“Kimin, asıl amacı dünya olursa, Allah o kimsenin işlerini dağınık hale getirir. Fakirliğini, iki gözünün arasında tutar (yani dünyalığı elde etmek uğrunda o kişi sıkıntılar çeker de çeker, ihtirası da hiç dinmez). Halbuki dünyadan kendisi için (kaderinde) yazılmış olan miktardan başka hiçbir şey ona gelmez. Kimin asıl niyeti ahiret olursa, Allah o kimsenin işlerini toparlar ve kalbine zenginlik yerleştirir. Dünya ise boyun eğerek ona gelir.”[12]
Katâde b. Numan’dan (ra) rivayete göre, Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Allah bir kulunu sevdiği vakit, onu dünyadan uzak tutar.”[13]
2. Allâh’ın (cc) sonsuz bağışı, Kur’ân-ı Kerîm’de eş anlamlı diğer kelimelerin yanında “mağfiret” kelimesi ile de beyan edilmektedir. “Mağfiret” kelimesi sözlükte, Arapça “ğufrâ” kelimesinden olup, “Allah’ın (cc) lütuf ve merhamet ederek kullarının günahlarını affetmesi, bağışlaması, yarlıgaması ve azap görmekten koruması” anlamlarına gelmektedir. Aynı kökten gelen “istiğfar” ise, “kişinin kusurlarının bağışlanmasını Allah’tan talep etmesi” demektir.
“Mağfiret” kavramı, Kur’an-ı Kerîm’in yaklaşık yüz suresinde geçmekte, sonsuz merhamet ve bağışlayıcılığın, Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin çok geniş kapsamlı ilahi bir vasfı olduğunu göstermektedir. (اِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ) “Şüphesiz Rabbin, bağışlaması çok geniş olandır” (Necm, 53/32) müjdeli beyanı, bizlere bu hakikati açık bir şekilde göstermektedir. Esmâ-i hüsnasından bir tanesi de “El-Ğaffâr” Yüce Rabbimiz, kullarının hatalarını ve günahlarını, bu güzel isminin bir tecellisi olarak affetmektedir.
Ebu Zerr’in (ra), Resülullah’tan (sas) rivayet ettiği kudsî bir hadiste, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:
عَنْ أَبِي ذَرٍّ قَالَ، قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم إِنَّ اللَّهَ تَبَارَكَ وَتَعَالَى يَقُولُ:
يَا عِبَادِي كُلُّكُمْ مُذْنِبٌ إِلاَّ مَنْ عَافَيْتُ فَسَلُونِي الْمَغْفِرَةَ فَأَغْفِرَ لَكُمْ وَمَنْ عَلِمَ مِنْكُمْ أَنِّي ذُو قُدْرَةٍ عَلَى الْمَغْفِرَةِ فَاسْتَغْفَرَنِي بِقُدْرَتِي غَفَرْتُ لَهُ، وَكُلُّكُمْ ضَالٌّ إِلاَّ مَنْ هَدَيْتُ فَسَلُونِي الْهُدَى أَهْدِكُمْ، وَكُلُّكُمْ فَقِيرٌ إِلاَّ مَنْ أَغْنَيْتُ فَسَلُونِي أَرْزُقْكُمْ، وَلَوْ أَنَّ حَيَّكُمْ وَمَيِّتَكُمْ وَأَوَّلَكُمْ وَآخِرَكُمْ وَرَطْبَكُمْ وَيَابِسَكُمُ اجْتَمَعُوا فَكَانُوا عَلَى قَلْبِ أَتْقَى عَبْدٍ مِنْ عِبَادِي لَمْ يَزِدْ فِي مُلْكِي جَنَاحُ بَعُوضَةٍ، وَلَوِ اجْتَمَعُوا فَكَانُوا عَلَى قَلْبِ أَشْقَى عَبْدٍ مِنْ عِبَادِي لَمْ يَنْقُصْ مِنْ مُلْكِي جَنَاحُ بَعُوضَةٍ وَلَوْ أَنَّ حَيَّكُمْ وَمَيِّتَكُمْ، وَأَوَّلَكُمْ وَآخِرَكُمْ وَرَطْبَكُمْ وَيَابِسَكُمُ اجْتَمَعُوا، فَسَأَلَ كُلُّ سَائِلٍ مِنْهُمْ مَا بَلَغَتْ أُمْنِيَّتُهُ مَا نَقَصَ مِنْ مُلْكِي إِلاَّ كَمَا لَوْ أَنَّ أَحَدَكُمْ مَرَّ بِشَفَةِ الْبَحْرِ فَغَمَسَ فِيهَا إِبْرَةً ثُمَّ نَزَعَهَا، ذَلِكَ بِأَنِّي جَوَادٌ مَاجِدٌ عَطَائِي كَلاَمٌ إِذَا أَرَدْتُّ شَيْئًا فَإِنَّمَا أَقُولُ لَهُ : كُنْ فَيَكُونُ .
“Ey kullarım! Benim koruduğum hâriç, hepiniz günahkârsınız. Benden mağfiret dileyiniz ki sizi bağışlıyayım. Sizden kim bağışlamaya gücümün yettiğini bilir de kudretimle benden mağfiret dilerse, o kimseyi bağışlarım. Hidayete erdirdiğim kimseler hâriç, hepiniz dalâlettesiniz. Onun için benden hidayet dileyiniz ki sizi hidayete erdireyim. Zengin ettiğim kimseler hâriç, hepiniz fakirsiniz. Benden isteyiniz ki sizi rızıklandırayım. Eğer hayatta olanınız, ölmüş olanınız, önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz, yaş olanınız ve kuru olanınız (bütün kullar), toplanıp da kullarımdan en çok takva sahibi kulumun kalbi üzerinde (hepsinin kalbi onun kalbi gibi) olsa, benim mülkümde (hükümranlığım ve saltanatımda) bir sivrisinek kanadı (kadar bir şey) artmaz. Şayet onlar (tüm kullar), toplanıp da kullarımdan en eşkıya kulumun kalbi üzerinde (hepsinin kalbi onun kalbi gibi) olsa, benim mülkümden bir sivrisinek kanadı (kadar bir şey) eksilmez. Eğer hayatta olanınız, ölmüş olanınız, önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz, yaş olanınız ve kuru olanınız (bütün kullar), toplanıp da her biri hatırından geçebilecek her türlü isteğini talep etse, onların bütün dileklerini yerine getirmem, ancak birinizin deniz kenarından geçip de bir dikiş iğnesini denize sokup çıkarması ile deniz suyunu ne kadar eksiltiyorsa, mülkümden de ancak o kadar eksiltebilir. Bunun sebebi şudur: Şüphesiz Ben, çok cömerdim, keremim boldur. Bir şeyi istemem, sadece o sözü söylemekten ibarettir ki o da “ol” dememdir. O da hemen oluverir.”[14]

3. “Rıza” kelimesi lügatte “râzı olma, kalben hoş görüp kabul etme, kolaylıkla benimseme, hoşnutluk, memnunluk, bir kimsenin kendi hukûkî durumuna âit arzu ve isteğini gösteren veya ortak hukûkî durum ve menfaat için başkası tarafından gösterilen irâde, muvâfakat, izin ve icâzet” gibi anlamlara gelmektedir.
Istılahta ise; “sızlanmama, şikayetçi olmama, dert yanmama, Allâh’ın sevdiği ve istediği amellere muvafakat ile yaklaşma, kaderin üzücü tecellilerine en az neşelendirici tecellileri seviyesinde memnun olma, Allah’ın kulundan, kulun da Allah’tan hoşnut ve memnun olması” anlamlarına gelmektedir.
Rıza, Allâh’ın takdirine itiraz etmemektir. Kulun rızası, ancak Allâh, kuldan razı olduktan sonra gerçekleşebilen bir safhadır. Kul, kalbini Allâh’tan razı bir vaziyette gördüğü zaman, Rabb’inin de kendisinden razı olduğunu müşahede eder ve Allâh’tan gelen her şeyden razı hale bürünür.
Yüce Rabbimiz, salih kullarına vereceği o çok yüksek mükafat olan Cennet’in dışında, bir de şu mükafatı vereceğini müjdelemektedir:
(رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذٰلِكَ لِمَنْ خَشِىَ رَبَّهُ) “Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat, Rablerine derin saygı duyanlara mahsustur.” (Beyyine, 98/8)
Bütün isteklerin en üstünü, bütün lezzetlerin en yükseği olan Allah’ın rızasına ermiş kimseler, “gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hiçbir beşerin aklının ermediği” en büyük rızaya kavuşmuş, “râdıyeten” razı olmuş olarak, “merdıyye” (razı olunmuş) makamına ermişlerdir.[15]
Allâh ile kul arasındaki en güzel muamele, rıza ve teslimiyettir. Kim bu dünyanın perdelerinden ve karanlık vasıflarından kurtulur ve iradesiyle nefsinin arzu ve isteklerinin önüne geçerse, Allâh da onu inayet ve rahmeti ile ruh planında yüceltir. Şuur ve ruhtaki bu dirilişe “hayat-ı hâkkanî” denir.[16]
Ayet-i kerimede şöyle buyrulur:
اَوَ مَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشٖى بِهٖ فِى النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِى الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَا كَذٰلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرٖينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, hiç karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu? İşte kâfirlere, işlemekte oldukları çirkinlikler böyle süslü gösterilmiştir.” (Enam, 6/122)
Zünnun Mısrî, rızanın alametlerini şu şekilde açıklar:
1. Bir iş gerçekleşmeden önce (kazâ), seçimin (ihtiyarın) terk edilmiş olması,
2. İş gerçekleştikten sonra (kazâ), acılığı kaybetme,
3. Belanın içinde, sevginin heyecanını kabartma.[17]
Hz. Ömer (ra), Ebu Musa el-Eşarî’ye (ra); “Bunlardan sonra muhakkak ki hayrın tamamı rızadır. Eğer razı olabilirsen ne âlâ, aksi takdirde sabreyle” dedi.[18]
Rızada olgunlaşıp yücelen ruh, Kur’ân-ı Kerîm’in “rıdvan” dediği ve en büyük nimet olarak vasıflandırdığı “İlâhî hoşnutluğa” erer.
İnşâAllâh, “Hadîd Suresi Yorumu IV” başlıklı yazı ile, Sureyi tamamlamış olacağız.
[1] Buhârî, Daavât, 66 (6407).
[2] Tirmizi, Daavât, 8 (3380); Ebu Davud, Edeb, 31 (4856).
[3] İbn Hibban, Sahihu İbn Hibban, 2/406 (640); Ebubekir Ahmed b. Amr el-Bezzâr (v: 292/), El-Bahru’z-Zehhâr (Müsnedü Bezzâr), (Tahk: Adil İbn Sa’d), I-XX, 14/342 (8028), Mektebetü’l-Ulûmi ve’l-Hikem, Medine-2009; Beyhaki, Şuabü’l-İman, 2/223 (759).
[4] Buhari, İman, 39 (52); Müslim, Müsakat, 20 (1599).
[5] İmam Mâlik, Muvattâ, Kelâm, 3 (8).
[6] Razi, Fahruddin, Tefsiru’l-Kebir, I-XXX, 29/230-231, Dâru’l-Fikr, Beyrut-1981.
[7] Razi, age., 29/231.
[8] Müslim, İman, 52.
[9] Buhari, Edeb, 69 (6094); Müslim, Birr, 28 (2606), 29 (2607); Ebu Davud, Edeb, 88 (4989); Tirmizi, Birr, 46 (1971).
[10] Tirmizî, Zühd, 13 (2320); İbn Mace, Zühd, 3 (4110).
[11] Tirmizî, Zühd, 13 (2322); İbn Mace, Zühd, 3 (4112).
[12] İbn Mace, Zühd, 2 (4105).
[13] Tirmizi, Tıb, 1 (2036); Heysemi, Mecmau’z-Zevâid, 10/368 (18054); Ebu Ya’lâ, Müsned, 6/226-227 (6830).
[14] İbn Mace, Zühd, 30 (4257).
[15] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, C. 9, s. 6004.
[16] Necmuddin Kübrâ, Tasavvufi Hayat, s. 68-70.
[17] Kuşeyri, Risale, s. 244.
[18] Ae., s. 245.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.