Musa Kâzım GÜLÇÜR
24 / 9 / 2021
İçindekiler
17. (اَلْوَهَّابُ) “EL-VEHHÂB” (cc)
18. (اَلرَّزَّاقُ) “ER-REZZÂK” (cc)
19. (اَلْفَتَّاحُ) “EL-FETTÂH” (cc)
20. (اَلْعَلِيمُ) “EL-ALÎM” (cc)
21. (اَلْقَابِضُ) “EL-KÂBID” (cc)
22. (اَلْبَاسِطُ) “EL-BÂSIT” (cc)
23. (اَلْخَافِضُ) “EL-HÂFID” (cc)
24. (اَلرَّافِعُ) “ER-RÂFİ” (cc)
25. (اَلْمُعِزُّ) “EL-MUİZ” (cc)
26. (اَلْمُذِلُّ) “EL-MÜZİL” (cc)
27. (اَلسَّمِيعُ) “ES-SEMΔ (cc)
28. (اَلْبَصِيرُ) “EL-BASÎR” (cc)
29. (اَلْحَكَمُ) “EL-HAKEM” (cc)
30. (اَلْعَدْلُ) “EL-ADL” (cc)
31. (اَللَّطِيفُ) “EL-LATÎF” (cc)
32. (اَلْخَبِيرُ) “EL-HABÎR” (cc)
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم
بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
والحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، اللهمَّ صَلِّ وسلـم على سيدِنا محمدٍ أكملِ مخلوقاتك، وسيّدِ أهلِ أرضِك وأهلِ سماواتك، النورِ الأعظم، والكنـزِ الـمطلسم، والجوهرِ الفردِ، والسرِّ الـممتد
رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ، وَبِهِ الْعَوْنُ
Yazımıza, bir önceki kaldığımız yerden devam ediyoruz inşâAllâh.
Allâh’ın (cc) Esmâ-i Hüsnâsı (17-32)
17. (اَلْوَهَّابُ) “EL-VEHHÂB” (cc)

“Her türlü nimeti, her zaman ve her yerde bütün mahlûkatına karşılıksız ve bolca bağışlayan.”
رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ
“Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi saptırma. Katından bize bir rahmet ihsan et. Şüphesiz ki sen El-Vehhâb’sın (çok bağışlayansın).” (Ali İmran, 3/8)
El-Vehhâb güzel ismi, Kur’an-ı Kerim’de üç yerde geçer (Ali İmran, 3/8; Sad, 38/9, 35). Allâh azze ve celle, kulları herhangi bir hak kazanmış olmaksızın, hibe üstüne hibede bulunandır. Bu sebeple El-Vehhâb’dır.
Muhaddis ve lügatçi Ebû Süleyman El-Hattâbî (v. 388/998) Kitâbü Şe’ni’d-Duâ Şerḥu’l-Esmâi’l-Hüsnâ adlı eserinde, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan hibesinin çok yönlülüğüne şu şekilde işaret eder:
“İnsanlar, yalnızca arada bir mal veya servet bağışlama yeteneğine sahiptir. Ama çocuğu olmayan bir kimseye evlat, manen yolunu şaşıranı doğruya hidayet, bela ve musibete maruz kalmışa afiyet bağışlayamazlar. Ancak bütün bunları karşılıksız bir şekilde bağışlayan “El-Vehhâb”, Cenâb-ı Hak’tır. Cömertliği ve rahmeti bütün varlık dünyasını devamlılık arz eden bir şekilde kapsamaktadır.”[1]
Eş‘arî kelâmcısı ve Şâfiî fakihi Ebû Abdullah el-Ḥalîmî (v. 403/1012) El-Minhâc fî Şuabi’l-İmân adlı eserinde, bu güzel ismi, “Allâh (cc), daimi ihsanları ile faziletler lütfeden, kulları herhangi bir liyakat kazanmamış oldukları halde onlara sürekli olarak lütuf ve ihsanda bulunan”[2] şeklinde tanımlar.
Mutasavvıf, kelâm, tefsir ve hadis âlimi Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî (v. 465/1072) Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ’sında, bu güzel ismi tarif ederken şöyle der:
“Cenab-ı Hak, ihsanda ve vermede sınırsızdır, hediyede ve sevgide güzeldir, lütfu ve hibesi çoktur, kişi istemeden önce verir ve fazlını işittirir.”[3]
Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ fî Şerḥi Meʿânî Esmâillâhi’l-Hüsnâ adlı eserinde, “hakiki cömertlik, karşılığında hiçbir şey beklemeden verme ve bağışlama ancak Allâh Teâlâ’ya mahsustur. Çünkü her muhtacın ihtiyacını gidermekte, bunu yaparken de herhangi bir bedel beklememektedir” der.[4]
Aslında sathi bir şekilde düşünüldüğünde dahi, bütün varlığın O’nun (cc) bir hibesi olduğu, büyük-küçük bütün nimetlerin O’ndan (cc) geldiği, O’nun (cc) dışında hiçbir varlığın küçücük bir birimi dahi mevcut hale getiremeyeceği açık ve net bir şekilde görülür. İşte bütün varlığı, bilhassa insan gibi eşref-i mahlukatın emrine amade kılan, en büyük hibenin sahibi El-Vehhâb, ne kadar Yüce ve ne kadar Kerîm’dir.
18. (اَلرَّزَّاقُ) “ER-REZZÂK” (cc)

“Mahlukatına maddi ve manevî her türlü rızkı bol bol ihsan eden.”
اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ
“Hiç şüphesiz ki Allâh Er-Rezzâk’tır (rızkın her çeşidini her nevi canlıya zamanında ve yeterli bir şekilde yetiştiren, verendir), El-Metîn’dir (sonsuz güçlü, sonsuz kuvvetlidir).” (Zâriyat, 51/58)
“Rızık” kelimesi, “dünyevî-uhrevî bağış, pay ve nasip, canlıların kendisiyle gıdalandıkları şeyler” manasına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de “rızık” kelimesi, farklı şekillerde 123 defa geçmektedir. Allâh’ın (cc) canlıları rızıklandırması, maddi, manevi ve uhrevi şekillerde gerçekleşmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın Rezzâkiyet hakikati, Kur’an-ı Kerim’de beş yerde (خَيْرُ الرَّازِقٖينَ) “Rızıklandıranların en hayırlısı” (Mâide, 5/114; Hac, 22/58; Müminûn, 23/72; Sebe, 34/39; Cuma, 62/11) şeklinde beyan edilmektedir.
(اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ) “Şüphesiz rızkı veren, o çok şiddetli kuvvet sahibi Allâh’tır” (Zâriyât, 51/58) âyeti, bütün canlıların hayatta kalabilmeleri için gerekli maddi-manevî gıdaların oluşturulması ve dağıtımının, Cenâb-ı Hakk’a ait olduğunu ilan etmektedir.
Âyet-i kerimede geçen (الرَّزَّاقُ) “Rezzâk” kelimesi, mübalağalı ism-i fail olup, Cenâb-ı Hakk’ın, “rızkı, peş peşe ve bol bir şekilde veren, rızık verme sorumluluğunu üstlenen, her canlıyı hayatta ve ayakta tutacak rızık çeşitlerini temin ve tevzi eden” demektir.
Ayet-i kerimedeki (الْمَتٖينُ) “El-Metîn” kelimesi, her şeye gücü yeten, kudretli, çok güçlü ve sağlam anlamındadır. Kuvvet ve iktidarın şiddetini gösteren bu vasıf, Allâh’a evrendeki icraatından dolayı herhangi bir meşakkat, külfet ve yorgunluk nispet edilemeyeceğini gösterir.
Hattâbî’nin ifadesi ile, Allâh (cc) sonsuz rahmeti sayesinde, dost-düşman, zayıf-kuvvetli, güçsüz-muhteşem görünümlü ayırımı yapmadan bütün canlıların hayatiyetlerini devam ettirebilecekleri rızıkları tevzi edendir.[5]
Bir ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ
“Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı ancak Allâh’a aittir. Onların varacakları yeri de bilir (nerede olursa olsun canlının rızkı kendisine gelecektir), emaneten bırakıldıkları yerleri de. Bunların hepsi Levh-i Mahfuz’da yazılıdır.” (Hud, 11/6)
Bu ayet-i kerime münasebeti ile, Efendimiz (sas) döneminde vuku bulan hadiseyi aktarmaya çalışalım:
Zeyd b. Eslem’in rivayetine göre, Eşarîlerden (bir aşiret ismi) olan Ebu Musa, Ebu Malik ve Ebu Âmir, kendi kabilelerinden bir grup ile birlikte hicret edip, Resülullah’ın (sas) huzuruna geldiklerinde, azıkları da bitip tükenmişti. Aralarından birisini yiyecek istemek üzere Resülullah’a (sas) gönderdiler.
Bu kişi, Peygamberimizin kapısına ulaştığında Efendimiz’in (sas):
“Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı ancak Allâh’a aittir. Onların duracak yerlerini de emanet edilen yerlerini de O bilir. Bunların hepsi Levh-i Mahfuz’da yazılıdır.” (Hud, 11/6) ayetini okuduğunu işitti. Bu ayet-i kerimeyi duyan adam içinden şöyle dedi:
“Şüphesiz ki Eşarîler, Allâh için diğer canlı varlıklardan daha değersiz değildirler.”
Bu düşünce ile, yiyecek talebi için Resülullah’ın (sas) huzuruna girmeye gerek görmedi ve geri döndü. Arkadaşlarına vardığında şöyle dedi:
“Müjdeler olsun sizlere ki, imdadınıza yetişildi.”
Onlar da bu adamın Resülullah (sas) ile konuştuğunu, Hz. Peygamber’in (sas) yiyecek göndermek için söz verdiğini zannediyorlardı. Tam bu sırada, içi ekmek ve et dolu bir kabı, iki kişinin taşıyarak getirdiğini gördüler. Diledikleri kadar o yemekten yediler. Daha sonra biri diğerine:
“Keşke, biz kalan bu yiyeceği, ihtiyacını gidersin / yesin diye Resülullah’a (sas) geri göndersek” dedi ve iki adama şöyle dediler:
“Haydi bu yemekten kalanını, Resülullah’a (sas) geri götürün. Çünkü bizler bundan ihtiyacımızı karşıladık.”
Sonra Resülullah’a (sas) varıp, şöyle dediler:
“Ey Allâh’ın Resulü! Bize göndermiş olduğun o yiyecekten, daha bol ve daha lezzetlisini yemedik.”
Hz. Peygamber (sas):
“Ben size yiyecek bir şey göndermedim!” dedi.
Ona, yemek talebi için kendi arkadaşlarını gönderdiklerini söylediklerinde, Resülullah (sas) o kimseye bu durumu sordu. Bu kişi de Efendimiz’den (sas) duyduğu ayet-i kerimeyi ve arkadaşlarına rızkın geleceğini söylediğini bildirince Resülullah (sas):
“Bu, Allâh’ın size rızık olarak verdiği bir şeydir” buyurdu.[6]
Hz. Enes’in (ra) rivayeti ile, Efendimiz (sas), basit gibi görünen ihtiyaçlarımızı, evde bitmiş olan tuzun dahi, Rabbimizden ne şekilde talep edilebileceği edebini bizlere şöyle öğretir:
لِيَسْأَلْ أَحَدُكُمْ رَبَّهُ حَاجَتَهُ حَتَّى يَسْأَلَهُ الْمِلْحَ وَحَتَّى يَسْأَلَهُ شِسْعَ نَعْلِهِ إِذَا انْقَطَعَ
“Sizler, ihtiyaçlarınızın tamamını Rabb’inizden isteyin. Tuza, hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar Rabb’inizden isteyin.”[7]
Diğer taraftan, rızık talebindeki edep hususunu da Abdullah b. Mesud (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas) bizlere şu şekilde talim etmektedir:
:عن ابن مسعود – رضي الله عنه – قال : قال رسول الله – صلى الله عليه وسلم
ليس شيءٍ يُقرِّبُكم من الجنَّةِ ويباعدُكم من النَّارِ إلا أَمرْتُكم به ، وليس شيءٌ يباعدُكم من الجنَّةِ ويُقرِّبُكم من النَّارِ إلا نهيتُكم عنه ، وإنَّ الروحَ الأمينَ نفث في رُوعي أنه ليس من نفسٍ تموتُ إلا وقد كتب اللهُ – تعالَى – رزقَها ، فاتَّقوا اللهَ وأَجمِلوا في الطَّلَبِ ، ولا يحمِلَنَّكم استبطاءُ الرزقِ أن تطلُبوه بالمعاصي ، فإنه لا يُدرَك ما عندَ اللهِ – تعالَى – إلا بطاعتِه
“Sizleri Cennet’e yaklaştıran, Cehennem’den de uzaklaştıran, sadece yapmanızı emrettiğim hususlardır. Sizleri Cennet’ten uzaklaştıran, Cehennem’e de yaklaştıran da sadece yapmanızı yasakladığım hususlardır. Ruhu’l-Emîn (Cebrâîl), kalbime şunu vahyetmiştir ki ölümlü her varlığın rızkını Allâh Teâlâ belirlemiştir. Allâh’tan korkun ve (dünyevi rızık) talebinizde güzellikten ayrılmayın. Rızkınızın gecikmesi (endişesi), sizi günahlara dalarak rızık aramaya sevk etmesin. Çünkü Allâh Teâlâ katındaki (dünyevi ve uhrevi) rızkınıza, ancak O’na itaat dairesinde kalarak ulaşmalısınız.”[8]
Bu hadis-i şerifte, rızık için çalışırken ne haramlara dalma ifratı ne de çalışmayıp rızkı bekleme tefritinden uzak kalma öğütlenmekte, Allâh’a (cc) itaat dairesinden ayrılmamanın önemine dikkat çekilmektedir. Çünkü, rızıktan mahrum kalmanın sebeplerinden birisi de kulun kendisine isabet eden günahlardır. Allâh’a (cc) itaatte ise O’nun verdiği rızkın, yardımın ve hidayetin artması vardır.
Bir başka ayet-i kerimede de Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَهُوَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ
“Ne kadar canlı hayvanlar vardır ki, (yarın için rızık stoklamıyor, günlük besleniyor) rızkını toplamıyor. Ancak Allâh, onlara rızıklarını devam şekilde veriyor, (rızık darlığı çekmekten korkan) sizlere de. O, Semî’dir (sizin ‘fakirlikten ve geçinememekten endişe ediyoruz!’ sözünüzü kemaliyle işiticidir), Alîm’dir (rızıklarınızın nereden olacağını tamamıyla bilendir).” (Ankebut, 29/60)
Bedîüzzaman Hazretlerinin, Şualar isimli eserinde, bu âyet-i kerîme münasebeti ile belirttiği gibi, “rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız zayıf varlıkların rızıklarını umulmadık yerden, belki gaybdan, belki hiçten, denizin dibindeki böceklere ve bütün yavrulara umulmadık yerlerden, âdetâ sırf gaybdan, bilfiil tekeffül ederek vermekle, rızıklandıranın Allâh (cc) olduğu ispat ve ilân edilmektedir.”[9]
19. (اَلْفَتَّاحُ) “EL-FETTÂH” (cc)

“Kapalı olanları, lütuf ve rahmet kapılarını açan.”
وَهُوَ الْفَتَّاحُ الْعَلٖيمُ
“O, El-Fettâh’tır (kapalı olanları, lütuf ve rahmet kapılarını açandır), El-Alîm’dir (her şeyi en ince ayrıntısı ile bilendir).” (Sebe, 34/26)
Mütekaddimîn devri Eş‘ariyye kelâmcısı ve Şâfiî fakihi Ebû Abdullah el-Ḥalîmî (v. 403/1012), El-Minhâc fî Şuabi’l-İman adlı eserinde Cenâb-ı Hakk’ın bu güzel ismini, “Allâh’ın kullarına yönelmiş sıkıntıları açması hem dünyada hem de ahirette hakkı bâtıldan ayırması, hakkı bâtıl karşısında üstün hale getirmesi” şeklinde anlamlandırmaktadır.[10]
“El-Fettâh” güzel ismine, “kendisini tanıtma ile müminlerin kalplerini, günahkârlara af ile mağfiret kapılarını, ruhlara muvaffakiyet yollarını, bilinmezliklere tahkik kapılarını açan, hükmü ve takdiri kesin” anlamları da verilmiştir.
Hattâbî, bu güzel ismin bazen, “kullarına rızık ve rahmet kapılarını açan, işlerinin ve teşebbüslerinin önündeki tıkanıklığı gideren, gerçeği görebilmeleri için kalpleri ve basiretlerinin üzerindeki perdeleri kaldıran” şeklinde anlamlandırıldığını belirtir.[11]
Kuşeyrî, bu güzel ismin âdâbı ile ilgili olarak şu hususları kaydetmektedir:
“Kul, Allâh’ın (cc) “El-Fettah” güzel isminin anlamını kavradığında, varlıklar arasında yegane hâkim olduğunu bilirse, sorumlu duruma düşmemek için bütün zulüm çeşitlerinden kaçınır, küçük-büyük her türlü kötülükten sakınır. Allâh’ın (cc) “El-Fettah” isminin gerçekliğini anlayan kimse, güzel bir şekilde O’nun ihsanının meydana gelişini bekler, ihsanına kavuşmayı umar. Lütfundan ümidini kesmez ve hiç acele etmeden keremini bekler. Meydana gelmesini hükmettiği şeyi geciktirmediğini, geciktireceğini de öne çekmeyeceğini bilerek, O’nun hükmünün akışına sakin bir şekilde tabi olur.”[12]
Endülüslü Mâlikî fakihlerinin önde gelenlerinden muhaddis Ebû Bekir İbnü’l-Arabî El-İşbilî (ö. 543/1148) El-Emedü’l-Aḳṣâ fî Şerhi Esmâʾillâhi’l-Hüsnâ ve Sıfâtihi’l-ʿUlâ’sında, “El-Fettah” güzel isminin Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri için üç ilgi alanı olduğunu söyler:
1) Yokluk kilidini varlık kazandırarak açması,
2) Her probleme kelâmı ile açıklık getirmesi,
3) Kuraklıktan sonra yağmur, fakirlikten sonra zenginlik vererek, üzüntüyü sevince, sapıklığı hidayete, hataları itaat ve sevaba, günahkârlığı tövbeye, mağlûbiyeti zafere ve cehaleti ilme çevirerek her nevi ihsanı ile rızık kilitlerini açması.
Kullar itibarı ile ise bu güzel ismin iki ilgi alanı bulunduğunu söylemektedir:
1. Kulun, bütün işlerinde Rabbinin kapısından ayrılmaması,
2. Çalışması, kelamı ve malı ile başkalarının problemlerine çözüm olması.[13]
مَا يَفْتَحِ اللّٰهُ لِلنَّاسِ مِنْ رَحْمَةٍ فَلَا مُمْسِكَ لَهَا وَمَا يُمْسِكْ فَلَا مُرْسِلَ لَهُ مِنْ بَعْدِهٖ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
“Allah, insanlar için ne rahmet açarsa, artık onu tutacak (engelleyecek) yoktur. Neyi de tutarsa, bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, El-Azîz’dir (her şeye galibdir), El-Hakîm’dir (bütün hükümlerinde son derece hikmet sahibidir).” (Fatır, 35/2)
Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, peygamberleri (ase) vasıtası ile mükelleflerin muhtaç oldukları ve onları doğru yola sevk edecek bütün kıymetli ve değerli hükümleri açandır. Allâh (cc), kulları hakkında her türlü kaderî hükümleri açması ve icrası ile de El-Fettâh’tır. Dostlarına, iyilik ve cömertlik kapılarını hem bu dünyada hem de bilhassa ahiret hayatında Cennet gibi nimetleri ile sonuna kadar açarken, Kendisine, dinine, peygamberlerine (ase) ve dostlarına düşmanlığa kilitlenmiş asilere de nıkmet kapılarını sonuna kadar açar. Çünkü O (cc), Kendisinden başka ilâh bulunmayan Âdil-i mutlak ve Serîu’l-Hisâb’dır.
20. (اَلْعَلِيمُ) “EL-ALÎM” (cc)

“Bilgisi her şeyi kuşatan, yerde ve gökte kendisine hiçbir şey gizli kalmayan, olmuş, olmakta olanlar ve gelecekte olacak her şeyi, küçük büyük, gizli aşikâr, uzak yakın her şeyi öz yapısı, mahiyeti ve ayrıntıları ile bilen, ilmi ezelî ve ebedî.”
(اِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ) “Şüphe yok ki Allâh, bütün sinelerin özünü hakkıyla bilendir.” (Lokman, 31/23)
Bu âlemi en güzel şekilde, en mükemmel bir nizam üzere yaratan ve onu idare eden Zât-ı Akdes, yarattığı varlığı en ince teferruatına kadar bilir. Allâh her şeyi bilir. Onun bilgisinden hiçbir zerre hariçte kalamaz. Hiçbir varlık düşünce ve hareketini Yüce Allâh’tan saklayamaz.
Allâh Teâlâ’nın her şeyi en ince ayrıntısı ile bilmesi, ilminin her şeyi kuşatması demektir. Diğer sıfatları gibi ilim sıfatı da kadimdir, öncesizdir. “İlim” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’in yaklaşık 380 âyetinde isim, muhtelif fiil sîgaları ve sıfatlar (âlim, alîm, allâm, a‘lem) şeklinde Allâh’a nispet edilerek zikredilmiştir.
Allâh’ın (cc) ilmi, her şeye taalluk eden bir ilimdir. Ayet-i kerimede bu gerçek şöyle beyan edilir:
(وَاَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَیْءٍ عِلْمًا) “Allâh, her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.” (Talâk, 65/15)
Bu âlemi en güzel şekilde, en mükemmel bir nizam üzere yaratan ve onu idare eden Zât-ı Akdes’in, yarattığı varlığı en ince teferruatına kadar bilmesi gerekir. Bu hakikat ayet-i kerimede şöyle beyan edilir:
(وَاَحَاطَ بِمَا لَدَيْهِمْ وَاَحْصٰى كُلَّ شَیْءٍ عَدَدًا) “(Allâh, peygamberlerinin) Yanlarında olup bitenleri (elçilerinin her halini ilmi ile) kuşatmış, her şeyi (müfredatı, yönü ve) sayısı ile saymıştır (tespit etmiştir).” (Cin, 72/28)
İlim, şimdi aktaracağımız âyet-i kerîmede ise, nesne ve olayların üzerinden bilinmezliği kaldıran bir özellik taşır (sıfat-ı kâşife) ve çok geniş bir alana yöneliktir. Dolayısı ile Yüce Yaratıcı, yarattığı bir şeyi ilmi ve o ilminin icaplarına göre yaratmaktadır:
(اَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطٖيفُ الْخَبٖيرُ) “Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (Mülk, 67/14)
Şimdi zikredeceğimiz âyet-i kerimede ise, Cenâb-ı Allâh (cc), ilminin sonsuzluğunu beyan etmekte hem âfâkta hem de enfüste olan biteni en iyi şekilde bildiğini beyan buyurmaktadır:
(يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِى الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَاءِ وَمَا يَعْرُجُ فٖيهَا) “Yere giren, oradan çıkan, gökten inen, oraya yükselen şeyleri O bilir.” (Hadid, 57/4)
Yine, iman ve salih amel sahiplerini mükâfatlandırmak, isyan eden ve kötü yolda olanları da cezalandırmak, ancak bu kimselerin yaptıklarını bütün teferruatı ile bilmekle mümkündür.
سَوَاءٌ مِنْكُمْ مَنْ اَسَرَّ الْقَوْلَ وَمَنْ جَهَرَ بِهٖ وَمَنْ هُوَ مُسْتَخْفٍ بِالَّيْلِ وَسَارِبٌ بِالنَّهَارِ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْكَبٖيرُ الْمُتَعَالِ
“O (Hâlık-ı Kerîm) gizliyi de açıkta olanı da bilicidir. Pek büyüktür, her şeyden üstündür. Aranızdan sözü gizleyen de onu açık söyleyen de geceleyin gizlenen de gündüzün görünen de (O’nca) birdir. Hepsini bilir, görür. O’nun bilgisinden ve görmesinden hiçbir şey kaybolmaz.” (Rad, 13/9-10)
Bu ayet-i kerime de Allâh’ın sonsuz ilim ve kudretine delâlet etmektedir. O’nun ilmi, bütün kâinatı çevreler. Allâh her şeyi bilir. Onun bilgisinden hiçbir zerre hariçte kalmaz. Hiçbir varlık düşünce ve hareketini Yüce Allâh’tan saklayamaz.
Bir başka âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلَا فِى الْاَرْضِ وَلَا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَا اَكْبَرُ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ
“Ne göklerde ne yerde bir zerre miktarda bir şey O’ndan (O’nun ilminden) kaçamaz. Bundan daha küçük ve daha büyük (hiçbir şey) müstesna olmamak üzere (hepsi) muhakkak apaçık bir kitaptadır (yazılıdır).” (Sebe, 34/3)
Allâh’ın böyle her şeyi bildiğini güzelce düşünüp doğrulayan bir insan, elbette daima uyanık bulunur, her söz ve hareketini bir edep üzere düzenler. Fena sözler söylemez, fena işler düşünmez, başkasına sarkıntılık etmez, hiçbir kimsenin görüp bilemeyeceği yerlerde bile Allâh’ın buyruklarına aykırı bir iş yapmaz. Çünkü her yaptığını bilen Yüce Allâh’ın varlığına imanı vardır.
İlmin zıddı cehil, gaflet ve unutkanlıktır. Bütün bunlar Hak Teâlâ hakkında muhaldir. Çünkü O Yüce Zat; (وَهُوَ بِكُلِّ شَیْءٍ عَلٖيمٌ) “Her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/29; Enam, 6/101; Yasin, 36/79; Hadid, 57/3)
Allâh’ın her şeyi bildiğini güzelce düşünüp doğrulayan bir insan, elbette daima uyanık bulunur. Her söz ve hareketini bir edep üzere düzenler. Fena sözler söylemez, fena işler düşünmez, başkasına sarkıntılık etmez. Hiç kimsenin görüp bilemeyeceği yerlerde bile Allâh’ın buyruklarına aykırı bir iş yapmaz. Çünkü her yaptığını bilen Yüce Allâh’ın varlığına iman eder.
İmam Gazzâlî, Yüce Allâh’ın bu güzel ismi ile ilgili olarak şöyle söyler:
“Kulun ilim sayesinde elde ettiği şeref, ilmin Allâh azze ve celle’nin sıfatlarından biri oluşu sebebiyledir. En şerefli ilim, bilinmesi en şerefli olandır. Bilinmesi en şerefli olan şüphe yok ki, Allâhu Zü’l-Celâl’dir. Bunun için marifetullah, marifetlerin en faziletlisidir. Hatta sair eşyayı bilme, Allâh’a (cc) ait fiilleri, kulu Allâh’a (cc) yaklaştıracak yollara veya marifetullaha ulaştıracak herhangi bir hususa sebep olduğu için şerefli sayılmıştır. Aksi yöndeki bilgiler bu kadar şerefi haiz değildir.”[14]
21. (اَلْقَابِضُ) “EL-KÂBID” (cc)

“Rızıkları daraltan, her şeyi kudretiyle kavrayan, emri altına alıp sımsıkı tutan, canlıların ruhlarını alıp hayatlarına son veren.”
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin bu güzel ismi, (الْبَاسِطُ) “El-Bâsıt” güzel ismi ile birlikte olarak Kur’ân-ı Kerîm’de (وَاللّٰهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ) “(Rızkı) Allâh daraltır ve genişletir” (Bakara, 2/245) şeklinde beyan edilir.
Arap dili ve edebiyatı âlimi Abdurrahmân b. İshâk ez-Zeccâcî (v. 337/949), İştikâku Esmâillah adlı eserinde, (الْقَابِضُ) “El-Kâbıd” güzel isminin ilk anlamını, bireysel ve toplumsal ekonomileri / piyasaları Allâh’ın (cc) düzenlemesi olarak anlar.[15] Türkçemizde bu güzel ismin insanlar için ekonomi dili ile kullanımı, “eli sıkı” ve “eli açık” şeklindedir.
Efendimiz (sas) bir hadis-i şeriflerinde, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin hem (الْقَابِضُ) “El-Kâbıd” hem de (الْبَاسِطُ) “El-Bâsıt” güzel isimlerini beraberce kullanmıştır.
Enes b. Mâlik’ten (ra) rivayet edildiğine göre, sahabeler:
‘Ya ResulAllâh! Fiatlar arttı, bizim için fiyatları sabitleseniz’ dediler.
Resülullah (sas) ise şöyle buyurdular:
عَنْ أَنَسٍ، قَالَ قَالَ النَّاسُ يَا رَسُولَ اللَّهِ غَلاَ السِّعْرُ فَسَعِّرْ لَنَا. فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم:
إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْمُسَعِّرُ الْقَابِضُ الْبَاسِطُ الرَّازِقُ وَإِنِّي لأَرْجُو أَنْ أَلْقَى اللَّهَ وَلَيْسَ أَحَدٌ مِنْكُمْ يُطَالِبُنِي بِمَظْلَمَةٍ فِي دَمٍ وَلاَ مَالٍ.
“Şüphesiz fiyatları ayarlayan, daraltan, genişleten ve rızık veren Allâh’tır (cc). Ben Allâh’a, hiç kimsenin benden ne mal ne de kan konusunda isteyeceği bir hakkı olmadığı halde ulaşmak isterim.”[16]
Hak Teâlâ hazretlerinin her işte bir hikmeti vardır. Malların fiyatları bazen yükselir, böylece piyasalar daralır. Bazen fiyatlar alçalır, piyasalar da açılmış olur. İşte Efendimiz (sas), piyasaların daralmasını Cenâb-ı Hakk’ın (الْقَابِضُ) “El-Kâbıd”, genişlemesini ve malların bollaşmasını da (الْبَاسِطُ) “El-Bâsıt” güzel isimleri ile beyan etmiştir.
Ayrıca bu hadis-i şerif, malların fiyatlarını sabitlemenin caiz olmadığına delâlet etmektedir. Bunun hikmeti, insanların malları üzerindeki tasarruf serbestisini ortadan kaldırmamaktır. Ayrıca fiyatları sabitlemek hem fiyatların yüksek ya da pahalı kalmasına sebep olacak hem de serbest rekabeti engelleyecektir. Bu durum, ticaret hayatına müdahale demek olduğundan, üretimi artırmanın yollarını daraltma anlamına gelecektir.
Bu güzel ismin ikinci anlamı, “her şeyi kudretiyle kavrayan, emri altına alıp sımsıkı tutan” şeklindedir. Bu anlam ayet-i kerimede şu şekilde beyan edilmektedir:
وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهٖ وَالْاَرْضُ جَمٖيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمٖينِهٖ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ
“(Kâfirler ve müşrikler) Allâh’ı hakkıyla takdir edemediler. Kıyamet günü yerküre tamamıyla O’nun kabzasındadır. Gökler de O’nun (sağ) elinde dürülmüşlerdir. Allâh, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve çok yücedir.” (Zümer, 39/67)
Arap dili ve edebiyatı âlimi ve müfessir Ebû İshâk İbrâhîm b. es-Serî b. Sehl ez-Zeccâc (v. 311/923) Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ adlı eserinde ve Muhaddis ve lügatçi Ebû Süleyman El-Hattâbî Kitâbü Şe’ni’d-Duâ’sında hem (الْقَابِضُ) “El-Kâbıd” hem de (الْبَاسِطُ) “El-Bâsıt” güzel isimlerini beraberce zikretmenin daha uygun olduğunu ifade etmektedirler.[17]
Kuşeyrî, “Allâh (cc) cemâlî sıfatları ile tecelli ederse, kulunu genişletir, celâlî sıfatları ile tecelli ederse de onu daraltır. Kabz durumu, Allâh’tan haşyeti, bast durumu da O’na üns halini netice verir” demektedir.[18]
İmam Gazzâlî de şöyle demektedir:
“Kullardan bu vasıflara mazhar olanlar o kişilerdir ki, kendilerine hikmetli sözler ve muknî bilgiler ilham edilmiştir. Bu ulvî istidat ve kabiliyetler sayesinde, insanların kalplerini ve gönüllerini bazen Allâh’ın çeşitli nimetlerinden, bitmeyen ihsan ve lütuflarından söz ederek ferahlatırlar. Bazen de Allâh’ın Kibriyâ ve Celâl sıfatlarından, düşmanlarına karşı reva göreceği çeşitli azaplarından söz ederek, onların kalplerini kabz haline getirirler.”[19]
Bu güzel ismin üçüncü anlamı, “canlıların ruhlarını alıp hayatlarına son veren” şeklindedir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “imâte” (canlının hayatına son verme) ve “teveffî” (ruhu kabzetme) kavramları kullanılmıştır. Ayet-i kerimede beyan buyurulduğu gibi, (هُوَ يُحْيٖ وَيُمٖيتُ) “Yaşatan ve öldüren Allâh’tır.” (Araf, 7/158; Yunus, 10/56; Duhan, 44/8)
“İhya / diriltme” ve “imate / öldürme” konusu, Kur’ân-ı Kerîm’de (الْقَابِضُ) “El-Kâbıd” ve (الْبَاسِطُ) “El-Bâsıt” güzel isimlerine anlamdaş sayılabilecek “imsak / tutma” ve “irsal / bırakma” kelimeleri ile de şu şekilde beyan edilir:
اَللّٰهُ يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ حٖينَ مَوْتِهَا وَالَّتٖى لَمْ تَمُتْ فٖى مَنَامِهَا فَيُمْسِكُ الَّتٖى قَضٰى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْاُخْرٰى اِلٰى اَجَلٍ مُسَمًّى اِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
“Allâh, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Zümer, 39/42)
22. (اَلْبَاسِطُ) “EL-BÂSIT” (cc)

“Kulların rızkını istediği gibi yayan, yeryüzünü nimetlerle donatan, güç, şeref, saygınlık ve nimet bahşeden.”
بَلْ يَدَاهُ مَبْسُوطَتَانِ يُنْفِقُ كَيْفَ يَشَاءُ
“Bilakis, O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir.” (Maide, 5/64)
Ez-Zeccâcî, Allâh azze ve celle’nin “El-Bâsıt” güzel isminin ilk anlamının, kullarından dilediğine rızkını bolca vermesi, dilediğine de onlar için çeşitli maslahatlara binaen kısması[20] olduğunu şu ayet-i kerime ile örneklendirir:
وَلَوْ بَسَطَ اللّٰهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهٖ لَبَغَوْا فِى الْاَرْضِ وَلٰكِنْ يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَا يَشَاءُ اِنَّهُ بِعِبَادِهٖ خَبٖيرٌ بَصٖيرٌ
“Eğer Allâh, kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat (Allâh, rızıkları) dilediği bir miktar ile indirir. Şüphesiz ki O Habîr’dir (kullarının bütün hallerinden haberdardır), Basîr’dir (kullarının bütün yaptıklarını en küçük ayrıntısıyla görendir).” (Şura, 42/27)
Ez-Zeccâcî, bu güzel ismin ikinci anlamının, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin bütün bir yeryüzünü insanların istifade edebilecekleri nimetlerle donatması olduğunu söyler.
“El-Bâsıt” güzel isminin üçüncü anlamı ise, insana verilen üstünlük, güç ve nimettir. Ez-Zeccâcî, bu anlam için Bakara, 2/242’nci ayet-i kerimesini örnek olarak getirir.[21]
Abdullah ez-Zürakî, babasından Efendimiz’in (sas) hem “El-Kâbıd” hem de “El-Bâsıt” güzel isimleri ile yaptığı bir duayı şu şekilde naklediyor:
“Uhud savaşı sonrası müşrikler geri çekilince, Resülullah (sas) şöyle buyurdular:
“Hazırlanın da Rabbime senada bulunayım.”
Müslümanlar dua için arkasında saf tuttuktan sonra Resülullah (sas) şöyle dua ettiler:
اللَّهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ كُلُّهُ ، اللَّهُمَّ لَا قَابِضَ لِمَا بَسَطْتَ ، وَلَا بَاسِطَ لِمَا قَبَضْتَ ، وَلَا هَادِيَ لِمَا أَضْلَلْتَ ، وَلَا مُضِلَّ لِمَنْ هَدَيْتَ ، وَلَا مُعْطِيَ لِمَا مَنَعْتَ ، وَلَا مَانِعَ لِمَا أَعْطَيْتَ ، وَلَا مُقَرِّبَ لِمَا بَاعَدْتَ ، وَلَا مُبَاعِدَ لِمَا قَرَّبْتَ ، اللَّهُمَّ ابْسُطْ عَلَيْنَا مِنْ بَرَكَاتِكَ وَرَحْمَتِكَ وَفَضْلِكَ وَرِزْقِكَ
اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ النَّعِيمَ الْمُقِيمَ الَّذِي لَا يَحُولُ وَلَا يَزُولُ ، اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ النَّعِيمَ يَوْمَ الْعَيْلَةِ وَالْأَمْنَ يَوْمَ الْخَوْفِ ، اللَّهُمَّ إِنِّي عَائِذٌ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا أَعْطَيْتَنَا وَشَرِّ مَا مَنَعْتَ ، اللَّهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الْإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا ، وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ ، وَالْفُسُوقَ ، وَالْعِصْيَانَ ، وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ ، اللَّهُمَّ تَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ ، وَأَحْيِنَا مُسْلِمِينَ ، وَأَلْحِقْنَا بِالصَّالِحِينَ غَيْرَ خَزَايَا وَلَا مَفْتُونِينَ
“Allahım! Bütün hamdler Sana aittir. Birine ihsanda bulunacağın zaman buna kimse engel olamaz. Rızkını kıstığın birine de kimseler ihsanda bulunamaz. Dalalette bıraktığını kimseler hidayete erdiremez. Hidayete erdirdiğini de kimseler saptıramaz. Vermek istemediğin kişiye kimseler bir şey veremez. Birine bir şey vermek istediğin zaman da kimseler buna engel olamaz. Uzaklaştırdığını yakınlaştıracak, yakın tuttuğunu da uzaklaştıracak hiçbir güç yoktur. Allahım! Bereketinden, rahmetinden, lütfundan ve rızkından bizlere bolca ihsan et.
Allahım! Senden tükenmeyen ve yok olup gitmeyen daimi nimetler diliyorum. Allahım! Senden darlık anında nimet, korku anında emniyet diliyorum. Allahım! Bize verdiğin ve bizden uzak tuttuğun tüm şeylerin şerrinden sana sığınırım. Allahım! İmanı bize sevdir, kalplerimizi imanla süsle. Küfrü, günahı ve isyanı bize kerih göster. Bizleri doğru yola girenlerden eyle. Allahım! Bizleri Müslüman olarak vefat ettir ve Müslüman olarak dirilt. Hüsrana uğramadan ve belalara maruz kalmadan, bizleri salih kullarının arasına kat.”[22]
23. (اَلْخَافِضُ) “EL-HÂFİD” (cc)

“Âsileri alçaltan, aşağılayan, indiren.”
خَافِضَةٌ رَافِعَةٌ
“O, alçaltan ve yükseltendir.” (Vâkıa, 56/3)
Bu ayet-i kerimedeki (اَلْخَافِضُ) “El-Hâfid” ve (اَلرَّافِعُ) “Er-Râfi” güzel isimleri, müfessirlerce her ne kadar kıyamet vakası ile ilişkilendirilmişse de hakikatte bu fiillerin ve isimlerin sahibinin Allâh (cc) olduğunda kuşku bulunmamaktadır. Bu yaklaşımımız ile ilgili Nebevî (sas) delil şu şekildedir:
Ebu Musa’nın (ra) rivayetine göre Efendimiz (sas), Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri için, (يَخْفِضُ الْقِسْطَ وَيَرْفَعُهُ) “Allâh, Adalet terazisini indirir ve kaldırır”[23] buyurmuştur.
Hadîs-i şerifteki (الْقِسْطَ) kelimesi lügatlerde, “adalet” anlamına gelmektedir. “Adalet terazisini indirir ve kaldırır” cümlesinden, Allâh Teâlâ’nın kullarının amellerini yükseltmesi, kendi katından bütün canlıların rızıklarını indirmesi, insanların amellerine ve rızıklarına ait manevi teraziyi indirip kaldırması anlaşılmaktadır.
İmam Gazzâlî Hazretleri bu güzel isim ile ilgili şu yorumu yapmaktadır:
“Kafirleri, şekavete duçar etmekle alçaltan, Müminlere saadetler bahşederek yükselten O’dur. O, dostlarını kendisine yaklaştırarak yükseltendir. Düşmanlarını kendinden uzak ederek alçaltandır. Müşahedesini mahsüsattan (hissedilenler) ve mütehayyilâttan (hayal edilenler) uzaklaştıran, iradesini aşağılık arzulardan arıtan kimseyi, şüphesiz ki Allâh (cc) mukarreb meleklerinin seviyesine yükseltir. Ama her kim de müşahedesini sırf mahsüsata, tüm gayretini hayvanî istek ve arzularına hasrederse, onu da esfel-i safiline alçaltır. Bunu sadece Allâh yapabilir. Çünkü O hem “El-Hâfid” hem de “Er-Râfi”dir.”[24]
Şunu görmek gerekir ki, düşüren Allah’tır (cc), fakat düşmenin sebebi insanın kendisidir. Allah’ın (cc) alçalttığını ve düşürdüğünü, Allah’tan başka tekrar yükseltecek hiç kimse yoktur. Bu açıdan, yanlış yaparak kötü akıbete maruz kalan bir kimse, kalben, ruhen ve zihnen tekrar Allâh’a (cc) sığınma ve af talebinde bulunmalı, En Merhametli Allah’a (cc) yeniden iltica ederek zulmetten aydınlığa yönelmelidir.
24. (اَلرَّافِعُ) “ER-RÂFİ” (cc)

“İstediği ve layık kıldığı mümin kulunu yükselten.”
(اَلرَّافِعُ) “Er-Râfi” güzel ismi Kur’ân-ı Kerîm’de fiil hali ile yer almaktadır. Bu ayet-i kerimelerden bir kısmı şu şekildedir:
(وَرَفَعْنَاهُ مَكَانًا عَلِيًّا) “Biz onu (İdris peygamberi) pek yüce bir yere yükselttik.” (Meryem, 19/57)
(يَرْفَعِ اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَالَّذٖينَ اُوتُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبٖيرٌ)
“Allâh, içinizden iman etmiş olanlarla kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini yükseltir. Allâh bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mücadele, 58/11)
Ebu Musa’nın (ra) rivayetine göre Efendimiz’in (sas) Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri için, (يَخْفِضُ الْقِسْطَ وَيَرْفَعُهُ) “Allâh, Adalet terazisini indirir ve kaldırır”[25] buyurmuştur.
Kuşeyrî, Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin (اَلْخَافِضُ) “El-Hâfid” ve (اَلرَّافِعُ) “Er-Râfi” güzel isimleri ilgili olarak şu hususları kaydetmektedir:
“Bil ki, (اَلْخَافِضُ) “El-Hâfid” ve (اَلرَّافِعُ) “Er-Râfi” Allâh’ın iki güzel ismidir ve fiilî sıfatlarındandır. Allâh (cc), dilediğini nimetleriyle yükseltir, dilediğini intikamıyla alçaltır. Kullarının izzetlerini ve zilletlerini; zenginliklerini ve fakirliklerini; hakkın ve taraftarlarının yükseltilmesini, batılın ve yandaşlarının alçaltılmasını; dinin ve şeâirinin yükseltilmesini, küfrün ve tesirlerinin indirgenmesini; Tevhid’in ve delillerinin yükseltilmesini, ateizmin ve sapık yolunun alçaltılmasını; İslam’ın ve ışığının yükseltilmesini, putperestliğin ve müşriklerin aşağılanmasını; Kendisine yaklaştırarak kalplerin yükseltilmesini, azabına maruz kalacak ruhları alçaltmasını; ahitleri, güzel mukabeleleri, kullukları ve vaadinin hakikatini koruyan dostlarını yükseltmesi, düşmanlık edenleri bloke edip reddederek alçaltması, onları kovması ve uzaklaştırması; rızasını arayanları yükseltmesi, arzularına uyanları ise alçaltması hep bu güzel isimlerinin tecellisinden ibarettir.”[26]
Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, yüceltme ve alçaltmaya konu olan hususları mekan (maddî) ve mekânet (şan, şeref) olmak üzere iki gruba ayırmıştır.
Mekan ile ilgili yükseltme örneklerini şu şekilde vermektedir:
1. Arşı suyun üzerine yükseltmesi (وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ)“O’nun arşı suyun üzerinde idi” (Hud, 11/7),
2. Semayı yükseltmiş (اَللّٰهُ الَّذٖى رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا) “Allâh, gökleri, görebileceğiniz direkler olmaksızın yükseltendir.” (Rad, 13/2), buna mukabil yeryüzünü ise ağırlıkları ile aşağıda tutmuştur. Yukarıdaki aşağıya inmez, aşağıdaki de yukarıya çıkmaz.
3. Gökleri de yedi kat düzenleyerek, alt-üst farkı meydana getirmiştir.
4. İsa’yı (as) ikinci kat semaya yükseltmiştir. Yeryüzüne inip adil bir hükümdar olarak hükmedeceği, haçı ortadan kaldıracağı, domuzu öldüreceği ve vergileri kaldıracağı gün gelene kadar orada kalacaktır.
5. Hz. Muhammed’i (sas) bedeni ile, kader kaleminin cızırtılarını duyabileceği ve Rabbi ile vasıtasız bir şekilde konuşabileceği mekana kadar yükseltmiştir.
6. Bir-i Maune denilen muharebede kâfirler, ilk iman edenlerden Âmir bin Füheyre hazretlerini süngülediklerinde, kâfirlerin gözü önünde, melekler onu göklere kaldırmışlardır.
Mekânet (şan ve şeref) bakımından yükseltme örneklerini de şöyle vermektedir:
1. (وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنٖى اٰدَمَ) “Ant olsun ki biz Âdem oğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık.” (İsra, 17/70) ayet-i kerimesinin delaleti ile Âdemoğulları diğer yaratıklara karşı yüksek ve üstün tutulmuşur.
2. Nübüvvet derecesi ile peygamberleri (ase) diğer insanlardan üstün tutmuştur.
3. Melekleri kendi aralarında derecelendirmiştir.
4. (يَرْفَعِ اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ) “Allâh, iman edenlerinizi yükseltir” (Mücadele, 58/11) ayet-i kerimesi ile müminleri diğer insanlardan üstün tutmuştur.
5. (يَرْفَعِ اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَالَّذٖينَ اُوتُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍ) “Allâh, içinizden iman etmiş olanlarla kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini yükseltir.” (Mücadele, 58/11) ayet-i kerimesinin delaleti ile de alimleri / bilginleri diğer insanlardan daha üstün hale getirmiştir.
6. (بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَاِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ) “Hayır, biz hakkı, bâtılın üstüne atarız da o onun beynini parçalar, (bâtılın) derhal canı çıkar. Allâh’a yakıştırdığınız niteliklerden ötürü de vay halinize!” (Enbiya, 21/18) ayet-i kerimesinin delaleti ile Allâh (cc) hakkı üstün ve yüksek tutmuştur.
7. Allâh (cc) mütevazı kimseleri üstün tutmuştur. Beyhakî’nin Şuabü’l-Îmân’ında ve Heysemî’nin Mecmau’z-Zevâid’inde İbn Abbâs’tan (ra) bildirdiklerine göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
ما من آدمي إلا وفي رأسه سلسلتان – سلسلة في السماء وسلسلة في الأرض – وإذا تواضع العبد، رفعه الملك الذي بيده السلسلة من السماء، وإذا تجبر جذبته السلسلة التي في الأرض
“Her insanın başında, mutlaka iki zincir vardır. Bu zincirlerden biri gökyüzüne, biri de yere bağlıdır. Eğer kul mütevazı olursa, elinde zincir olan gökyüzündeki melek, o şahsı yukarı çekip yükseltir. Eğer kul büyüklenirse, yerdeki zincir onu aşağı çeker.”[27]
8. Allâh (cc) taat ehlini yükseltmiş, füssâkı da (günah içinde olanları) alçaltmıştır.[28]
25. (اَلْمُعِزُّ) “EL-MUİZ” (cc)

“Saygı değer ve yüce bir duruma getiren, şerefli, haysiyetli ve itibarlı kılan, aziz eden, dilediği kimseyi yücelten, güçlü ve değerli kılan.”
قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ
“De ki: Ey mülk cinsinden olan her şeyin sahibi / maliki Allâhım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Bütün hayırlar senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.” (Âli İmrân, 3/26)
Allâh (cc), mülk sahipleri mülklerinde nasıl tasarrufta bulunuyorsa, kendi mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunur. Hikmetinin gerektirdiği şekilde mülkünü taksim eder, dilediğine mülkünden pay verir. Dilediğinden de vermiş olduğu mülk nasibini çekip alır. Ayet-i kerimedeki ilk (الْمُلْكِ) “mülk” kelimesi umumi ve kuşatıcı olup, ikinci ve üçüncü “mülk” kelimeleri ise bütünden parça ve hususi mülk anlamındadır. Allâh’ın (cc) tüm fiilleri hikmet ve maslahata göre sâdır olur. Bu sebeple O’nun (cc) bütün fiilleri (بِيَدِكَ الْخَيْرُ) “Bütün hayırlar senin elindedir” cümlesi ile “hayır” olarak beyan edilmiştir. Mülkü vermesi, çekip alması da bu kapsamdadır.
Kuşeyrî, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, kulunu hem dünyada hem de ahirette izzete kavuşturan olduğunu, dünyada lütfettiği izzetin ya mal ya da hal ile meydana geldiğini, mal ile vermiş olduğu izzet sayesinde kul dış güzelliğe, hal ile vermiş olduğu izzet sayesinde de iç güzelliğine ulaştığını belirttikten sonra, “El-Muiz” güzel isminin insanlardaki tecellilerini şu taksimatla izah eder:
Allâh (cc) zâhidleri, nefislerini dünyadan uzaklaştırmaları ile aziz kılar.
Âbidleri, nefislerini birtakım kuruntulardan ve isteklerden uzaklaştırmaları ile aziz kılar.
İbadet ehlini, heveslerinden uzaklaşmaları ile aziz kılar.
Müridleri, vera sohbetlerindeki zühtleriyle ve her şeyden kesilerek Mevlâ’nın kapısına varmalarıyla aziz kılar.
Ârifleri, Allâh Teâlâ ile gizlice konuşma makamlarında ehilleşmeleriyle aziz kılar.
Muhibleri, keşf, beka ve O’ndan başka her şeyden kaçınmaları fena makamına ulaşmaları ile aziz kılar.
Muvahhidleri, asıl güzellik ve bekâ kendisine ait Celâl’in şuhuduyla aziz kılar.[29]
Efendimiz (sas), Hendek savaşının yaşandığı sene hendek kazı işlemini planlamış ve her on kişinin kırk zirâ‘ (1 zirâ‘ = 1 kol boyu) mesafe kazmasını söylemişti. Ashab-ı Kiram hendeği kazmaya başladıklarında, çukurun içinde büyük bir kaya çıkmıştı. Kayaya kazma adeta işlemiyordu. Durumu haber vermek için Selman-ı Fârisî’yi Efendimiz’e (sas) gönderdiler. Efendimiz (sas), Selman’ın (ra) elinden kazmayı alıp kayaya bir darbe indirdi ve kayadan öyle bir ışık saçıldı ki kıvılcımları sanki karanlık bir gecede yanan kandil gibiydi. Efendimiz (sas) tekbir getirdi, ardından Müslümanlar da tekbir getirdiler. Efendimiz (sas), “Bana bu kayadan bir ışık göründü ve ondan Hire saraylarını tıpkı köpek dişleri gibi (yani küçük ve beyaz köşkler halinde) gördüm” dedi. İkinci darbeyi indirdi; sonra, “Bana kayadan, Rum diyarının kızıl sarayları göründü” buyurdu. Sonra üçüncü darbeyi indirdi ve “Bana San’â sarayları göründü. Cebrail (as) bana ümmetimin bu yerlerin hepsine sahip olacağını haber verdi, müjdeler olsun!” buyurdu.[30]
Efendimiz (sas), İsra suresinin son ayet-i kerimesini “İzzet ayeti” olarak nitelendirmiştir:
:عن معاذ بن أنس -رضي الله عنه- قال: قال رسول الله -صلى الله عليه وسلم
آيَةُ الْعِزِّ: (الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِي الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِيُّ مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْبِيرًا)
Muaz b. Enes’in rivayeti ile Efendimiz (sas), “Şöyle de: ‘Evlat edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan ve zelil kimselerden yardımcısı olmayan Allâh’a hamd olsun.’ O’nu her türlü noksanlıktan tekbir ile yücelt” (İsra, 17/111) ayet-i kerimesini okuyarak, “Bu İzzet (Allâh’ın yücelik ve üstünlüğünü dile getiren) ayetidir” demiştir.[31]
اَلَّذٖينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرٖينَ اَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنٖينَ اَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمُ الْعِزَّةَ فَاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَمٖيعًا
“O münafıklar, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinen kimselerdir. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allâh’a aittir.” (Nisa, 4/139)
وَلِلّٰهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهٖ وَلِلْمُؤْمِنٖينَ وَلٰكِنَّ الْمُنَافِقٖينَ لَا يَعْلَمُونَ
“Şeref, kuvvet ve galibiyet Allâh’ındır, Peygamberinindir, Müminlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.” (Münafikun, 63/8)
26. (اَلْمُذِلُّ) “EL-MÜZİL” (cc)

“Dilediğini hor ve hakir eden, zillete düşüren, bütün üstünlük niteliklerini ondan kaldıran.”
Kuşeyrî’nin yorumu ile aktarırsak, Allâh (cc) kullarından isyan eden, nisyan vadilerine dalan, küfür ve tuğyanla vasıflanarak izzet arayan kimseleri zelil hale getirendir. Böyle bir kişi, manevi afetler ile zehirlenmiştir. Hakk’a muhalefet ile, çoğunluk bir şekilde ne taatler ile muvaffakiyete ne de kalbî bir şekilde tasdike ulaşmaktan mahrumdur. Böyle bir durumdan Allâh’a sığınırız.[32]
Diğer taraftan “El-Müzil” güzel isminin bir başka tecellisi de Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, insanların istifadesi için diğer canlı türlerini boyun eğer vaziyete girdirerek insanlığın emrine amade kılmasıdır. Bu hususa dikkat çekilen bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّا خَلَقْنَا لَهُمْ مِمَّا عَمِلَتْ اَيْدٖينَا اَنْعَامًا فَهُمْ لَهَا مَالِكُونَ وَذَلَّلْنَاهَا لَهُمْ فَمِنْهَا رَكُوبُهُمْ وَمِنْهَا يَاْكُلُونَ
“Görmediler mi ki, biz onlar için, ellerimizin eseri olan (yaratılışlarını bizzat üstlendiğimiz ve bizden başkasının da üstlenemeyeceği) hayvanlar yarattık da onlar bu hayvanlara sahip oluyorlar (onlar bu hayvanlar üzerinde maliklerin tasarrufu gibi tasarrufta bulunmaktadırlar ve onlardan faydalanma hususunda hak sahibi kılınmışlar, bu noktada sıkıntıya uğratılmamaktadırlar). Biz, o hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Onlardan bir kısmı binekleridir, bir kısmını da yerler.” (YâSîn, 36/71-72)
İşte bu görünen ve görünmeyen diğer bütün sebeplerle, Allâh Teâlâ, binit nimetlerini kullanan kimselere, şu kelimelerle şükretmelerini (سُبْحَانَ الَّذٖى سَخَّرَ لَنَا هٰذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنٖينَ) “Her tür eksik ve kusurdan münezzehtir şunu emrimize amade kılan!.. Yoksa, bizim buna gücümüz yetmezdi” (Zuhruf, 43/13), böylece Cenâb-ı Allâh’ı tespihte bulunmalarını gerekli kılmıştır.
Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin “El-Müzil” güzel isminin, ahiret hayatındaki yansımaları da Kur’ân-ı Kerîm’in haber vermesiyle şu şekilde meydana gelmektedir:
وَدَانِيَةً عَلَيْهِمْ ظِلَالُهَا وَذُلِّلَتْ قُطُوفُهَا تَذْلٖيلًا
“Cennet’in gölgeleri üzerlerine indirilmiş, Cennet meyveleri (Cennet sakinlerinin kolayca alacakları şekilde) aşağıya sarkıtılmıştır.” (İnsan, 76/14)
Meyveleri kolayca koparabilecekleri mesafeye kadar eğilmiş vaziyetteki ağaçlar Cennetlikleri gölgelemektedir. Meyveler ve çeşitli salkımlar kısa bir şekilde ulaşılabilecek hale getirilmiş, Cennetliklerin emirlerine amade kılınmış, aşağı indirilmiş ve onları istedikleri gibi kolayca toplamalarına en küçük bir engel dahi konulmamıştır.
27. (اَلسَّمِيعُ) “ES-SEMΔ (cc)

“Her sözü duyan, her sesi işiten.”
رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ
“Rabbimiz, bizden kabul buyur. Hiç şüphesiz Sen Es-Semî (her şeyi en ince ayrıntısı ile işiten), El-Alîm’sin (her şeyi kemâli ile bilensin).” (Bakara, 2/127)
Semî, Allâh’ın her şeyi işitip, her işi görmesi demektir. Allâh’ın ezelî ve ebedî kemâl sıfatlarındandır. O’nun işitmesi, yaratıkların işitmesi gibi noksan ve hudutlu değildir. Yüce Allâh her şeyi vasıtasız olarak işitir.
Es-Semî güzel ismi, kırk altı ayette Allâh’a (cc) izafe edilmiş olup, bunların otuz ikisi Alîm, on biri Basîr, biri Karîb isimlerinden önce zikredilmiş, iki âyette de “Semîu’d-duâ” (duayı işiten, kabul eden) şeklinde kullanılmıştır.
Es-Semî güzel isminin, El-Alîm güzel ismi ile sıklıkla beraber zikredilmesi, ilâhî “işitme” fiilinin bilhassa “bilme” sıfatı ile çok yakın ilişkisini göz önüne getirmekte, bu şekilde otuz iki kadar ayet-i kerimedeki beraberlik, yakın ilişkiyi daha güçlü hale getirmektedir. İlâhî “işitme” fiilinin, “bilme” fiili ile neredeyse eşdeğerliği konusunu doğrulayan iki ayet-i kerimeden birisi, baştan itibaren tahlili sadedinde olduğumuz “El-Esmâü’l-Hüsnâ” (İsra, 17/41) ayetidir.
Diğer ayet-i kerime ise şöyledir:
وَاِنْ تَجْهَرْ بِالْقَوْلِ فَاِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَاَخْفٰى
“Sen sözü açığa vursan da gizlesen de Allâh için birdir. Çünkü O, gizliyi de bilir, ondan daha gizli olanı da.” (TâHê, 20/7)
Yüce Allâh’ın mülk ve melekût sahasındaki her şey, O’nun sonsuz bilgisinin kapsamı dahilindedir. Bir önceki ayet-i kerimede (TâHê, 20/6), Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri yerdeki, göklerdeki ve bunların arasındaki her şeyin sahibi ve mâliki sıfatları ile zikredildikten sonra, “gizliyi ve gizlinin de gizlisini bilmesi” sıfatı nazarlara verilmekte, adeta terazinin bir kefesine “yerler, gökler ve bütün varlıklar” sığdırılmışken, diğer kefesine bireylerin sinelerinde yer alan gizli ve gizliden daha gizli düşünce ve tasarıların bilinmesi konusu getirilmekte ve terazi adeta eşitlenmektedir. Böylece, Kur’ân-ı Kerîm’deki simetrik tasvir üslubunun çarpıcı yeni bir örneği daha ortaya konmakta, kalpler ve ruhlar şu ayet-i kerimeyi “sübhânAllâh” diyerek okumaktadırlar:
عَالِمِ الْغَيْبِ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلَا فِى الْاَرْضِ وَلَا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَا اَكْبَرُ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ
“Gaybı bilendir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şey, O’ndan gizli kalamaz. Ne zerreden küçük ne de büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitapta bulunmasın.” (Sebe, 34/3)
Halîmî, Es-Semî güzel isminin anlamı ile ilgili olarak şunları söyler:
“Cenâb-ı Hak, kulların kulakları ile idrak etmiş oldukları sesleri, kulak azası olmadan idrak edendir. Bunun temeli, hiçbir sesin kendisine gizli kalmamasıdır. Cenâb-ı Hak, kulakta yaratılmış olan işitme duyusu ile vasıflanmasa da her şeyi işitir. İnsanlardan sağır olanlar ise, bu duyudan mahrum olduğu için sesleri idrake ehli olmamaktadırlar.”[33]
Hanefî fakihi ve Mâtürîdî kelâmcısı Ebû İshâk İbrâhîm b. İsmâil es-Saffâr el-Buhârî (v. 534/1139) Telḫîṣü’l-Edille li-Kavâʿidi’t-Tevḥîd’inde, Es-Semî güzel ismini şöyle yorumlar:
“Allâh (cc), farklı sesleri ve farklı kelimeleri hepsi ile teker teker meşgul olmadan duyar. Allâh (cc), kendi kelâmını herhangi bir âlet ve ses aracılığına ihtiyaç duymaksızın işitir. Zira bir vasıta ile duymak ihtiyaçtan ileri gelir. İnsanın duyması, buna örnektir. İnsan ancak kulağının sağlıklı olmasıyla işitebilir. Allâh ise (hâşâ) böyle bir acizlik ile anılamaz.[34]
‘Semî’ ismi ile Allâh’a (cc) dua edilmesinde, ‘Ya Rabbi! Duaları işiten sensin. Kabul etmek ya da etmemek bütünüyle Sana aittir ve senin elindedir’ gibi bir anlam saklıdır denilebilir.
Abdullah b. Ömer’den (ra) rivayete göre, Efendimiz (sas) şöyle dua ederdi:
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرٍو، قَالَ كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم يَقُولُ:
اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ قَلْبٍ لاَ يَخْشَعُ وَدُعَاءٍ لاَ يُسْمَعُ وَمِنْ نَفْسٍ لاَ تَشْبَعُ وَمِنْ عِلْمٍ لاَ يَنْفَعُ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَؤُلاَءِ الأَرْبَعِ .
“Allâhım, Sana karşı saygı duymayan kalpten, işitilmeyen duadan, doymak bilmeyen nefisten ve faydasız ilimden sana sığınırım. Allâh’ım bu dört şeyden sana sığınırım.”[35]
Hadis-i şerifte, açıkça görüldüğü gibi Efendimiz (sas) dört şeyden Allâh’a sığınmıştır. Bunlar:
a. Faydasız ilim: Faydasız ilimden maksat, para kazandırmayan bilgi değildir. Dünyada amele, ahirette de sevaba vesile olmayan ilimdir. Bu durumda olan bilgi, sahibi için zarardan başka bir şey değildir.
b. Huşu duymayan kalp: Allâh’ın (cc) emir ve yasaklarını önemesemeyip itaat etmeyen, dini öğretilerden haz duymayan ve dinin hükümlerine gönülden bağlılık göstermeyen kalpten Efendimiz Allâh’a sığınmıştır.
c. Doymayan nefis: Dünyaya düşkün olan, hiçbir şekilde doyma bilmeyen, Allâh’ın taksimine razı olmayan aç gözlü nefisler demektir.
d. İşitilmeyen dua: Buradaki anlam “kabul edilmeyen dua” şeklindedir. Çünkü, “kabul edilmeyen dua” hiç işitilmemiş gibi olduğu için bu şekilde beyan buyurulmuştur.
Allâh’ın işitip görmesine, uzaklık-yakınlık, gizlilik-açıklık, karanlık-aydınlık gibi mefhumlar bir engel teşkil edemezler. Hiçbir şey O’nun işitme sıfatının dışında kalamaz. O, kullarının dualarını ve zikirlerini, gizli-aşikâr dilek ve yalvarışlarını işitip, hikmetine uygun şekilde karşılık verir. Meselâ, namazlarda rükûdan kalkarken söylediğimiz (سَمِعَ اللهُ لِمَن حمِده) cümlesi, “Allâh kendisine hamd edeni işitir” demektir.
İşiticilik, Allâh’ın Zâtıyla kâim olup, işitilecek şeylerin kendisine gizli kalmadığı Yüce Zâtın Basîr, Alîm, Kadîr gibi ezelî sıfatını teşkil eder. Bu anlamda Semî için ilgi alanı (taalluk) düşünmeye gerek yoktur. Bu ilâhî isim veya sıfat karşısında gizli ile aşikâr, konuşma ile sükût halleri eşittir.
İbn Mes’ûd (ra) şu asr-ı saadette Kabe yakınında meydana gelen şu vakayı rivayet etmektedir:
Kabe’nin yanında biri Kureyş’ten ikisi de Sakîf’ten, anlayışları kıt üç kişi şöyle konuşmuşlardı: “Ne dersiniz? Allah konuştuklarımızı işitiyor mu?” Diğeri, “Sesli konuşursak işitir, değilse işitmez” dedi. Bir diğeri de, “Sesli konuştuğumuzda işitiyorsa, gizli konuştuğumuzu da duyar” dedi. Bunun üzerine Allah (cc), Fussilet suresinin şu 22’nci ayetini indirdi:
“Kulaklarınız, gözleriniz ve derileriniz aleyhinize şahidlik eder diye sakınmamış ve Allah’ın yaptıklarınızın birçoğunu bilmeyeceğini zannetmiştiniz.” (Fussilet, 41/22)[36]
Yüce Allâh’ın, her şeyi işittiğine ve bildiğine iman eden bir insan, daima güzel konuşur, güzel düşünür, her zaman Allâh’ı anar, O’nu yüceltir. Her sözünü ve işini Allâh’ın rızasına uygun yapar. Es-Semî, kemâl sıfatı olduğundan, zıttı olan işitmemek Zât-ı Bârî hakkında bütünüyle muhaldir.
28. (اَلْبَصِيرُ) “EL-BASÎR” (cc)

“Her şeyi, bütün kâinatı en mükemmel şekilde ve noksansız olarak gören, hiçbir şey kendisinden saklanamayan, bütün işlerin gizliliklerini çok iyi bilen, yapılanları kaydedip muhafaza eden Yüce Zât.”
اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ
“Hiç şüphesiz O, Es-Semî’dir (hakkıyla her şeyi işitendir), El-Basîr’dir (her şeyi hakkıyla görendir).” (İsra, 17/1)
Kur’an-ı Kerîm, “Hiç görenle görmeyen bir olur mu?” (En‘âm 6/50; Ra‘d 13/16; Fâtır 35/19) buyurarak, Basar sıfatı taşımamanın mutlak kemale gölge düşüreceğine dikkat çekmiştir.
Sübûtî sıfatlardan olan bu âlî sıfat, görülebilen her şeye sonsuz (lâ yezâlî) olarak taalluk eder. Bu sıfatın kadîm olması onun taalluk ettiği şeylerin de kadîm olmasını gerektirmez.
Musa (as), gönlüne ferahlık vermesi, işini kolaylaştırması, sözlerinin güzellikle, kolaylıkla anlaşılabilmesi ve dilinin bağının çözülmesi için dua etmektedir. Ayrıca Rabbi tesbihte güç sağlama ve dini tebliğ faaliyetlerinde kendisine destek için ailesinden kardeşi Harun’un (as) yardımcı olarak tayin edilmesi gibi kapsamlı duasını (اِنَّكَ كُنْتَ بِنَا بَصٖيرًا) “Hiç şüphe yok ki Sen bizi hakkıyla görmektesin” cümlesi ile tamamlamakta, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin “Basîr” ismine vurgu yapmaktadır. (TâHê, 20/25-35)
Kuşeyrî, şöyle demektedir: “Kul, Rabbinin söylediği şeyleri işittiğini, her halini gördüğünü bilirse, bir yardım ya da üzüntüsünün giderilmesi konusunda O’nun görmesi ve işitmesi ile yetinir. Hakk’ın yardımı, kişinin kendi kendisine yardımdan elbette çok daha mükemmeldir. Allâh Teâlâ Nebisi (sas) için önce şöyle buyurmaktadır:
(وَلَقَدْ نَعْلَمُ اَنَّكَ يَضٖيقُ صَدْرُكَ بِمَا يَقُولُونَ) “Ant olsun, onların söyledikleri şeylerden dolayı göğsünün daraldığını biliyoruz.” (Hicr, 15/97)
Sonra bakınız, yukarıdaki ayet-i kerimenin devamında Nebisini (sas) nasıl teselli ediyor, onu meşgul eden ve başına gelen sıkıntıların oluşturduğu ağırlığı nasıl hafifletiyor?
(فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَكُنْ مِنَ السَّاجِدٖينَ) “Sen Rabbini hamd ile tesbih et (O’nu övecek sözlerle an, sübhanAllâh ve’l-hamdü lillah de) ve secde edenlerden ol.” (Hicr, 15/98)
Başına gelen sıkıntılardan dolayı benliğini Bizi sena / övgü ile vasıflandır. Kötü bir şey işittiğin vakit ruhunu Bizi övgü ile dinlendir.”[37]
Ayet-i kerimeler, kişinin zor durumlarda Allâh’a iltica etmesinin, O’nu sürekli zikretmesinin ve çokça secde etmesinin önemini göstermektedir. Bir kimsenin maddi ve manevi problemlerinde Allâh’a (cc) yönelmesi, sıkıntılarının, gam ve kederinin Allâh (cc) tarafından giderilmesini netice verecektir.
Saffâr, Allâh’ın (cc) görmesinin herhangi bir organ veya âlete dayanmadığını belirtir. Allâh’ın (cc), “El-Basîr” güzel ismi aynı zamanda O’nun “bilmesi” anlamına da gelir. Fakat, “El-Basîr” güzel isminin sadece “Allâh’ın (cc) bilmesi” şeklinde sınırlandırılması yanlıştır. O, “El-Basîr” güzel isminin, vaz olunduğu dildeki asıl manayı hem Allâh’ın görmesini hem de ilmini kapsadığını düşünmektedir.[38]
Şüphe yok ki, görememek ve bilememek büyük bir noksanlıktır. Yüce Allâh ise bütün noksanlıklardan beridir ve bütün kemal sıfatları ile vasıflanmıştır. Bir kimse Yüce Allah’ın, gecenin karanlığında simsiyah bir kayanın üzerindeki siyah karıncanın yürüyüşünü gördüğünü, küçük bir zerrenin yaratılışındaki en ince ayrıntıları çok yüksek bir sanat ile inşa ettiğini, Yüce Allah’a hiçbir şeyin gizli kalmadığını müşahede seviyesinde ve yakinen bilir. Böylece, “El-Basîr” ve diğer güzel isimleri ile bütün mevcudatı düzenleyen Allâh’ı (cc), Rab olarak bilir ve tanır, O’nun yüksek ve akılları hayrette bırakan tecellilerine, iman ve itminan dolu bir kalp ile yönelir. Durumunu düzeltir, edebe aykırı hiçbir harekette bulunmaz, melekler gibi temiz bir hayat içinde yaşamaya çalışır.
29. (اَلْحَكَمُ) “EL-HAKEM” (cc)

“Hükmeden, her şeyin hükmünü veren, haklıyı haksızı ayıran, cezayı, mükafatı hakkıyla uygulayan, hükmüne karşı konulamayan hâkim.”
(وَلَا تَدْعُ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ كُلُّ شَیْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ)
“Allâh ile beraber başka bir ilâha ibadet etme. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun veçhinden başka her şey yokluğa mahkumdur. Hüküm yalnızca O’nundur.” (Kasas, 28/88)
Ebû İshâk İbrâhîm şöyle demektedir:
“El-Hakem” ve “El-Hâkim” kelimeleri anlam itibarı ile aynıdır. “El-Hakem” kelimesi temelde, “önleme, men etme” anlamına gelmekte, kişilerin “hâkim” olarak isimlendirilmesinin sebebi de tarafların birbirlerine haksızlık yapmalarını engellemeleri dolayısı iledir. Allâh Teâlâ “El-Hâkim”dir, ahirette O’ndan başka “El-Hakem” olmayacak, kulları arasında hükmünü verecektir. Dünyadaki hâkimler ise, çok Yüksek ve Yüce Allâh Teâlâ’nın bu güzel isimlerinden istifade ile adaletli kararlarını ve hükümlerini verebilmektedirler.[39]
Kur’ân-ı Kerîm’de, Yüce Allâh’ın şeriatı dışındaki bir kaynağın, Allâh’tan (cc) başka tapınılan unsurların ve tağutların hakemliğine başvurmak isteyenlerin, şeytanın adımlarına tabi olacakları şu şekilde beyan edilmektedir:
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذٖينَ يَزْعُمُونَ اَنَّهُمْ اٰمَنُوا بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ يُرٖيدُونَ اَنْ يَتَحَاكَمُوا اِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ اُمِرُوا اَنْ يَكْفُرُوا بِهٖ وَيُرٖيدُ الشَّيْطَانُ اَنْ يُضِلَّهُمْ ضَلَالًا بَعٖيدًا
“Gerek sana ve gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenleri görmüyor musun? Bunlar karşı çıkmakla, tanımamakla emredildikleri Tağutun (azgınlığın ve taşkınlığın) hakemliğine başvurmak istiyorlar. Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor.” (Nisa, 4/60)
Ayet-i kerimede yer alan “Gerek sana ve gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenler” cümlesinden, bu kimselerin Müslüman gibi görünme politikası güden iki yüzlü insanlar oldukları anlaşılmaktadır. Çünkü tağutları, menhus, uğursuz ve meşum kaynakları hüküm mercii olarak görüp onların hakemliğine başvurmak istemektedirler. Bu kötü niyetlerin ve icraatların arkasında, geriye dönme ihtimaline açık kapı bırakmayacak derecede onları koyu bir sapıklığa düşürmek isteyen şeytan vardır.
Yüce Allâh, “Tanımamakla emredildikleri Tağutun (azgınlığın ve taşkınlığın) hakemliğine başvurmak isteyenler”in, şimdi mealini vereceğimiz ayet-i kerimede (Nisa, 4/65) mümin olamayacaklarını kesinleştiriyor. Yüce Allâh, problemlerin çözümünde Peygamberimizin hakemliği ile oluşan kararları, gönüllü, istekli ve arzulu olarak kabul etmeyenlerin, iman çerçevesi içinde kalamayacaklarına, dolayısı ile mümin de sayılamayacaklarına dair şu şekilde yemin ediyor:
فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتّٰى يُحَكِّمُوكَ فٖيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَا يَجِدُوا فٖى اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلٖيمًا
“Hayır! Rabbine ant olsun ki onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe, iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 4/65)
(لَا يَجِدُوا فٖى اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا) “İçlerinde bir burukluk duymadan” cümlesi ile, Efendimiz’in (sas) hükümlerine razı olan kimselerin, kalbî ve samimî bir şekilde razı olmaları gereği beyan edilmiştir. Bu açıdan bir insanın kalbinde, Efendimiz’in (sas) verdiği hükümlerin hak ve doğru olduğu hususunda kesin ve yakînî inancın olması gerekir. Allâh Teâlâ, kendisinin ve Efendimiz’in (sas) hakemliğine ve verilmiş hükümlerine uyulmasını farz kılmış, hakemliğe ve verilen hükümlere hem zahiren hem de gönülden itaat ve inkıyat edilmesi gereğini bildirmiştir. Bu da insanın, mutlak olarak Allâh’ın (cc) ve Resulünün (sas) hükümlerine tabi olma, eşya ve hadiselerin arkasında “El-Hakem” güzel ismini görme, başka hakemler ve hükümler aramama gereğine delâlet etmektedir.
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bir ayet-i kerimede, müşrik düşünüş tarzında bocalayanlara, “El-Hakem” güzel ismini vurgulayarak, Resul-i Ekrem (sas) hazretlerinin şu soruyu sormasını istemektedir:
اَفَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْتَغٖى حَكَمًا وَهُوَ الَّذٖى اَنْزَلَ اِلَيْكُمُ الْكِتَابَ مُفَصَّلًا وَالَّذٖينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْلَمُونَ اَنَّهُ مُنَزَّلٌ مِنْ رَبِّكَ بِالْحَقِّ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرٖينَ
“Allâh, size Kitabı tafsilatlı şekilde indirmiş iken, O’ndan başkasını mı hakem kabul edeyim? Kendilerine Kitap verdiklerimiz, Kur’ân’ın Rabbin tarafından hak (tam bir gerçeklik) olarak indirildiğini bilmektedirler. Dolayısı ile asla şüphe duyanlardan olma.” (Enam, 6/114)
Ayet-i kerimede yer alan “Hakem” kelimesi, “bütün fiillerinde hak ile hüküm veren Rab Teâlâ ve herhangi bir işte Allah’tan (cc) başka hakeme başvurulmaması” anlamında, oldukça belagatli bir anlam ifade etmektedir. Bu açıdan, bütün işler için hakimiyet mercii, tartışmasız, amasız ve fakatsız Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleridir. Böylece, herhangi bir konuda, hükmüne başvurmak için Allah’tan başka merci arama saçmalığı, bütünüyle tuhaf karşılanarak reddedilmiştir. Çünkü, insanların karşılaşabilecekleri sosyal, siyasal, hukuksal, ekonomik, ruhsal ve zihinsel bütün problemlere ilişkin şifalı hükümler, Kur’ân-ı Kerim vasıtası ile ayrıntılandırılmış, problemlerin çözümü için daha başka herhangi bir kaynağa ihtiyaç bırakılmamıştır. Bir sonraki ayet-i kerime, gerçeklik ve adalet unsurlarını nazarlara vererek şöyle bir fezleke beyan ediyor:
وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلًا لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِهٖ وَهُوَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ
“Rabbinin kelimeleri (emir ve yasakları), doğruluk ve adalet itibarı ile tamamlanmıştır. O’nun kelimelerini değiştirebilecek (bir güç) yoktur. Allâh, Es-Semî’dir (her şeyi en ince ayrıntısı ile işitir), El-Alîm’dir (ister gizlenmeye çalışılsın isterse de aşikar yapılsın her şeyi kemâliyle bilendir).” (Enam, 6/115)
Hânî İbn Zeyd’den (ra) rivayet ediliyor:
عنْ هاني أنَّهُ لما وفَد إلى رسولِ اللهِ صلَّى اللهُ عليهِ وسلَّمَ مع قومِه سمعَهم يكْنونَه بأبي الحكمِ ، فدعاه رسولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم فقال
إن اللهَ هو الحكمُ ، وإليه الحكمُ ، فلم تكَنَّى أبا الحكمِ ؟
فقال: إن قومي إذا اختلفوا في شيءٍ أتوْني فحكمتُ بينهم ، فرضَي كِلاَ الفريقيْن، فقال رسولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم
ما أحسنُ هذا ، فما لك من الولدِ؟
قال: لي شريحٌ ، ومسلمٌ ، وعبدُ اللهِ، قال
فمن أكبرُهم ؟
قلت: شريحٌ ، قال
فأنت أبو شريحٍ
Kendisi kavmiyle birlikte Resülullah’a (sas) geldiğinde, Resülullah (sas) kavminin onu “Ebü’l-Hakem” künyesiyle çağırdığını duymuş, kendisini çağırarak:
“Muhakkak ki gerçek hakem Allâh’tır. Hüküm (O’ndan çıkar, yine) O’na döner. Binaenaleyh sen niçin (böyle) Ebu’l-Hakem künyesiyle çağırılıyorsun?” diye sormuş (da o da):
“Benim kavmim bir anlaşmazlığa düştükleri zaman bana gelirler, bende aralarında hüküm veririm. Her iki taraf da (benden) razı olurlar” cevabını vermiş. Bunun üzerine Resülullah (sas):
“Bu (tarafları hoşnut edecek hüküm vermek) ne kadar güzel! (Ama “El-Hakem” güzel ismi Allâh’a mahsus olduğu ve kullar bu isimle künyelendirilemeyeceği için) Kaç çocuğun var?” diye sormuştur. (O da):
“Benim Şüreyh, Müslim ve Abdullah (isimli üç oğlum) var” demiş. Resülullah (sas):
“Hangisi daha büyük?” diye sormuş. (Hâni de:)
“Şüreyh” cevabını vermiştir. (Bunun üzerine) Resulü Ekrem Efendimiz (sas) onu:
“Öyleyse sen, Ebu Şüreyhsin” şeklinde künyelendirmiştir.[40]
Hadîs-i şerifin metninde de açıklandığı üzere Hz. Hânî (ra), kavmi arasında meydana gelen olaylarda hakemlik yapması için kendisine müracaat edilen ve verdiği hükümlerle de tarafları memnun edebilen bir kimse olduğundan, kavmi ona bu künyeyi vermişti.
Ancak, “El-Hakem” güzel ismi, Allâh’ın esmâ-i hüsnasından olduğu için, bu ismi künye olarak alan kişi, bu güzel ismin ifade ettiği manalarda Allâh’a ortaklık etmiş gibi görülebileceğinden, Efendimiz (sas) bu künyeyi ondan almış, Hz. Hânî’yi (ra) en büyük oğlu Şüreyh’e izafe ederek, “Ebu Şüreyh” olarak künyelendirmiştir. Çünkü, “El-Hakem” güzel ismi, “hükmüne karşı konulamayan hâkim” demektir ki bu Allâh’tan (cc) başkası değildir.
Mal-makam, güç-iktidar, hayat-nimetler, yeryüzü ve üstündekiler, gökler ve içindeki canlı-cansız tüm varlıklar, bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm yönleriyle bu evren ve her şey nihayette yok olacak, sadece Yüce Allâh baki kalacaktır. O, tek başına kalacak, geride de hiç kimse kalmayacaktır.
Hüküm O’nundur. Dilediği gibi hükmeder ve bu hükmü istediği gibi uygular. Hiç kimse hükmünde O’na ortak değildir. Ve kimse O’nun hükmünü geri çeviremez. Hiçbir emir O’nun emrinin önüne geçemez. Sadece O’nun dilediği olur.
(اَنْتَ تَحْكُمُ بَيْنَ عِبَادِكَ فٖى مَا كَانُوا فٖيهِ يَخْتَلِفُونَ)
“Ayrılığa düştükleri şeyler konusunda, kulların arasında sadece Sen hükmedersin.” (Zümer, 39/46)
İbn Abbas (ra) hazretleri, Efendimiz’in (sas) gece namazı (teheccüd) için kalktığında, Cenâb-ı Hakk’ın “El-Hakem” güzel ismine de işaretle, şöyle dua ettiğini rivayet ediyor:
:عَنْ ابْن عَبَّاسٍ، يَقُولُ كَانَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم إِذَا تَهَجَّدَ مِنَ اللَّيْلِ قَالَ
اللَّهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ نُورُ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ قَيِّمُ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ رَبُّ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، وَمَنْ فِيهِنَّ. أَنْتَ الْحَقُّ، وَوَعْدُكَ الْحَقُّ، وَقَوْلُكَ الْحَقُّ، وَلِقَاؤُكَ الْحَقُّ، وَالْجَنَّةُ حَقٌّ، وَالنَّارُ حَقٌّ، وَالنَّبِيُّونَ حَقٌّ، وَالسَّاعَةُ حَقٌّ، اللَّهُمَّ لَكَ أَسْلَمْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَعَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ، وَإِلَيْكَ أَنَبْتُ، وَبِكَ خَاصَمْتُ، وَإِلَيْكَ حَاكَمْتُ، فَاغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ، وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ، أَنْتَ إِلَهِي، لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ
“Allâhım, hamd Sana mahsustur. Sen bütün semaların ve arzın ışığısın. Hamd Sana mahsustur. Sen bütün semaları, arzı ve onlardakileri ayakta tutansın. Hamd Sana mahsustur. Sen semaların, arzın ve her ikisinin içindekilerin Rabbisin. Sen Hak’sın. Sen’in vaadin hak, sözün hak, Sana kavuşmak hak, Cennet hak, Cehennem hak, nebîler hak ve kıyamet haktır. Allâhım, Sana teslim oldum, Sana iman ettim, Sana tevekkül ettim, Sana yöneldim. Sana dayanarak mücadele ettim, Seni Hakem kabul ettim. Evvelki yaptıklarımı, sonra yapacaklarımı, gizli yaptıklarımı, açık yaptıklarımı affet. İlâh Sen’sin, Sen’den başka ilâh yoktur.”[41]
Bu dünyada da öte dünyada da tek hakem O’dur. İnsanlar kıyamet ile birlikte mutlaka O’na döneceklerdir. İşte bilhassa o gün, artık din günüdür. Din gününün tek sahibi de Allâh’tır (cc). İnsanların ayrılığa düştükleri konular O’nun hükme bağlaması ile mutlak adalet tesis edilecektir.
Kuşeyrî’nin konu ile ilgili güzel bir yorumunu burada aktarmak istiyoruz:
“Bil ki insanlar dört kısımdır:
1. Geçmiş (ﺳﻮﺍﺑﻖ) ashabı. Bunların düşünceleri, daimî olarak Allâh Teâlâ katından, kendileri için geçmiş (takdir edilmiş) olan hususlar hakkındadır. Bunlar, ezelde gerçekleşen hükmün, kulun kazançları ile değişmeyeceğini bilirler.
2. Âkıbetler (ﻋﻮﺍﻗﺐ) ashabı. Bunlar da sürekli olarak işlerinin nasıl sonuçlanacağını düşünürler. Zira, işler sonuçlarına göredir. Akıbetler ise örtülüdür. Bundan dolayı, ‘Vakitlerin safası, sizleri aldatmasın’ denilmiştir. Zira, bunların altında afetlerin sırları bulunmaktadır.
3. Vakit (الوقت) ashabı. Geçmiş ve gelecek ile meşgul olmazlar. Aksine bunlar anın gerekleri ile meşgul olurlar. O anda yükümlü oldukları hükümleri yerine getirmeye çalışırlar. Kendilerinde hakim olan hal budur. Bundan dolayı, ‘Arif, anın oğludur’ denilmiştir. Yine denilmiştir ki, ‘Sufi, geçmişi ve geleceği olmayandır’. Fakirlerden birisi Ebubekir Sıddîk’ı (ra) rüyasında gördü. ‘Bana tavsiyede bulun’ deyince, ‘Kendi vaktinin oğlu ol’ dedi.
4. Zikir ashabı. Bunlar ise Hakk’ın (cc) zikrinin kendilerine galip geldiği insanlardır. Vakte riayet yerine, İlâhî tecellilere şahit olma ile meşguldürler. Kendilerini ne zamana ne de vakte riayete adamazlar. Zamandan ve vakitten haberleri olmaz. Bazen bu vasıf o derece artar ve galebe çalar ki, kul her türlü ihsastan uzaklaşır, hatta uzaklaşmasından da uzaklaşır.
Bir adam, Bâyezîd el-Bistâmî’nin kapısını çalmış. Bâyezîd el-Bistâmî adama, ‘Ne istiyorsun’ diye sormuş. Adam, ‘Bâyezîd’i arıyorum’ demiş. Bâyezîd (kendisini bile hatırlayamayarak), ‘Evde Bâyezîd yok’ demiş.”[42]
Yücelik, üstünlük, ululuk, büyüklük, güç ve kuvvet, hikmet, mülk, hamd, mağfiret, merhamet, konuşma, dileme, ölüyü diriltme, geniş ve mükemmel kudret, kulların arasında hükmetme, gökleri ve yeri yaratma, işitme ve görme gibi bütün üstün ve mükemmel sıfatlara sahip Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, eşi ve benzeri bulunmayan, hiç kimsenin sahip olmadığı yüce ve yüksek sıfatlara, en güzel isimlere ve hikmetli fiillere sahip Yüce Yaratıcımızdır. Bu itikat üzere olan bir muvahhid, her türlü anlaşmazlık durumunda Allâh’ın asla sarsılmayan ve en adil hükümlerine müracaat eder, O’ndan (cc) başka bir Hakem kabul etmez.
30. (اَلْعَدْلُ) “EL-ADL” (cc)

“Mutlak âdil, asla zulmetmeyen, hakkaniyetle hükmeden, haktan başkasını söylemeyen ve yapmayan.”
وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلًا لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِهٖ وَهُوَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ
“Rabbinin emir ve yasakları, doğruluk ve adalet yönünden tamam oldu. Onun kelimelerini değiştirebilecek hiçbir şey yoktur. Allâh, onların dediklerini hakkıyla işiticidir, kemâliyle bilicidir.” (Enam, 6/115)
İmam Gazzâlî, “El-Adl” güzel ismini, kainatın ve bütün varlıkların denge içerisinde yaratılmış olması anlamı ile eşleştirir.[43]
Allâh (cc), bütün icraatında ve kelamında tam ve mutlak adalet sahibidir. Nimet ve ihsanını dilediğine verir ya da vermez. Azîz veya zelil kılar. Hüküm O’nundur, karar O’nundur. Burada saydıklarımız ve sayamadıklarımız açısından Kur’ân-ı Kerîm Cenâb-ı Allâh Celle ve Alâ Hazretlerini şöyle tanımlar:
(لَا يُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْأَلُونَ) “Allâh, yaptıklarından dolayı sorgulanamaz, fakat onlar sorgulanırlar.” (Enbiya, 21/23)
Efendimiz (sas) Abdullah b. Mesud (ra) rivayeti ile ümmetine şöyle bir dua öğretmektedir:
:عَنِ ابْنِ مَسْعُودٍ ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
:مَا قَالَ عَبْدٌ قَطُّ إِذَا أَصَابَهُ هَمٌّ أَوْ حَزَنٌ
اللَّهُمَّ إِنِّي عَبْدُكَ ابْنُ عَبْدِكَ ابْنُ أَمَتِكَ ، نَاصِيَتِي بِيَدِكَ ، مَاضٍ فِيَّ حُكْمُكَ عَدْلٌ فِيَّ قَضَاؤُكَ ، أَسْأَلُكَ بِكُلِّ اسْمٍ هُوَ لَكَ سَمَّيْتَ بِهِ نَفْسَكَ ، أَوْ أَنْزَلْتَهُ فِي كِتَابِكَ ، أَوْ عَلَّمْتَهُ أَحَدًا مِنْ خَلْقِكَ ، أَوِ اسْتَأْثَرْتَ بِهِ فِي عِلْمِ الْغَيْبِ عِنْدَكَ ، أَنْ تَجْعَلَ الْقُرْآنَ رَبِيعَ قَلْبِي ، وَنُورَ صَدْرِي ، وَجَلَاءَ حُزْنِي ، وَذَهَابَ غَمِّي
إِلَّا أَذْهَبَ اللَّهُ هَمَّهُ وَأَبْدَلَهُ مَكَانَ حُزْنِهِ فَرَحًا
قَالُوا : يَا رَسُولَ اللَّهِ يَنْبَغِي لَنَا أَنْ نَتَعَلَّمَ هَذِهِ الْكَلِمَاتِ ؟
قَالَ : أَجَلْ يَنْبَغِي لِمَنْ سَمِعَهُنَّ أَنْ يَتَعَلَّمَهُنَّ
“Her kim, bir üzüntüye ya da tasa ve endişeye kapılırsa şu duayı okusun:
‘Allâh’ım! Senin kulunum, erkek ve kadın kulunun oğluyum. Benim canım senin elindedir. Hükmün bende geçerlidir. Hakkımda gerçekleştirdiğin hüküm adaletlidir. Sana ait olan ve senden Zât’ını isimlendirdiğin yüce isimlerinle, yarattıklarından birisine öğrettiğin, Kitabında indirdiğin, ya da kimselere öğretmeyip de kendi nezd-i Ulûhiyyetinde saklı tuttuğun o yüce isimlerinle, Kur’an’ı kalbimin baharı, gönlümün ışığı, üzüntümün yok edicisi ve tasamın gidericisi yapmanı istiyorum.’
Böyle derse, Allâh (cc) kesinlikle, onun üzüntülerini, tasalarını ve endişelerini yok eder. Arkasından da o kişiye ferahlık ve mutluluk verir.”
Bunun üzerine orada bulunan ashab hazeratı:
“Ya ResulAllâh, bu duayı öğrenelim mi? diye sormuş, Efendimiz (sas) şöyle buyurmuşlardır:
“Elbette. Bu duayı işitenin, mutlaka öğrenmesi gerekir.”[44]
Resülullah’ın (sas) bu cami duasında yer alan (عَدْلٌ فِيَّ قَضَاؤُكَ) “Hakkımda gerçekleştirdiğin hüküm adaletlidir” cümlesi, kul hakkında sıhhat, hastalık, zenginlik, fakirlik, lezzet, elem, hayat, ölüm, cezalandırma, bağışlama ve bunun dışındakiler gibi her şeyi tüm yönleriyle bütün hükümleri kapsamakta ve bu hükümlerin daha baştan itibaren en yüksek seviyede adaletli olduğunu ihtar etmektedir.
Yukarıda vermeye çalıştığımız Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin mutlak adaletini ve “El-Adl” güzel ismini muhteva olarak içeren ve Ebu Ümâme el-Bâhilî’nin (ra) rivayeti ile Efendimiz’in (sas) sabah-akşam yaptığı dualarından bir diğeri ise şöyledir:
اللَّهُمَّ أَنْتَ أَحَقُّ مَنْ ذُكِرَ، وَأَحَقُّ مَنْ عُبِدَ، وَأَنْصَرُ مَنِ ابْتُغِيَ، وَأَرْأَفُ مَنْ مَلَكَ، وَأَجْوَدُ مَنْ سُئِلَ، وَأَوْسَعُ مَنْ أَعْطَى، أَنْتَ الْمَلِكُ لَا شَرِيكَ لَكَ، وَالْفَرْدُ لَا نِدّ لَك ، كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَكَ، لَنْ تُطَاعَ إِلَّا بِإِذْنِكَ، وَلَنْ تُعْصَى إِلَّا بِعِلْمِكَ، تُطَاعُ فَتَشْكُرُ، وَتُعْصَى فَتَغْفِرُ، أَقْرَبُ شَهِيدٍ، وَأَدْنَى حَفِيظٍ، حُلْتَ دُونَ النُّفُوس وَأَخَذْتَ بِالنَّوَاصِي، وَكَتَبْتَ الْآثَارَ وَنَسَخْتَ الْآجَالَ، الْقُلُوبُ لَكَ مُفْضِيَةٌ وَالسِّرُّ عِنْدَكَ عَلَانِيَةٌ، الْحَلَالُ مَا أَحْلَلْتَ وَالْحَرَامُ مَا حَرَّمْتَ، وَالدِّينُ مَا شَرَعْتَ، وَالْأَمْرُ مَا قَضَيْتَ، وَالْخَلْقُ خَلْقُكَ، وَالْعَبْدُ عَبْدُكَ، وَأَنْتَ اللَّهُ الرَّؤوفُ الرَّحِيمُ، أَسْأَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ السَّمَوَاتُ وَالْأَرْضُ، وَبِكُلِّ حَقٍّ هُوَ لَكَ، وَبِحَقِّ السَّائِلِينَ عَلَيْكَ، أَنْ تَقْبَلَنِي فِي هَذِهِ الْغَدَاةِ أَوْ فِي هَذِهِ الْعَشِيَّةِ، وَأَنْ تُجِيرَنِي مِنَ النَّارِ بِقُدْرَتِكَ
“Allâhım! Adı anılmaya en hak sahibi, kullukta bulunulmaya en hak sahibi, yardım talebinde bulunanlara en çok yardım eden, mâliklerin en şefkatlisi, isteyenlere en cömertsin. Sen eşi ve benzeri olmayan sahip, zıddı olmayan Tek, her ne varsa yok olur yalnız Sen kalırsın. Sana, ancak izninle itaat edilir, Sana isyan edenler bilgin dairesindedir. Sana itaat edilir, karşılığını verirsin. İsyan edilir, affedersin. Her şeye en yakın şahit, en yakın koruyucu Sensin. Nefislerin önüne geçen, perçemlerinden yakalayansın. İnsanların yaptıklarını yazar, ecellerini takdir edersin. Kalpler sırlarını Sana açar, her gizli Sana ayandır. Helal, Senin helal kıldığın, haram da Senin haram buyurduğundur. Din, Senin teşri kıldığın, emir de Senin hükmettiğindir. Mahlûkat Senin halkın, kullar da Senin kullarındır. Sen, Raûf ve Rahîm Allâh’sın. Göklerin ve yerin kendisiyle parıldadığı Yüzünün nuru hürmetine, Sana ait her bir hak hürmetine ve Senden isteyen kulların hürmetine, beni şu günün sabahında ve akşamında affetmeni ve kudretinle Cehennem ateşinden korumanı diliyorum.”[45]
Bu dua cümlelerinde yer alan her husus, Allâh’ın (cc) “El-Adl” güzel ismi ile doğrudan alakalıdır. Bu açıdan aslında “El-Adl” güzel isminin, “kader” konusu ile de ilgisi bulunmaktadır. Her ne kadar bazı zihinler, bu irtibatı anlamakta zorlansa da gerçek budur. Konuyu teyit eden ve İbn Deylemî’den rivayet edilen bir vakayı daha nakletmemizde fayda bulunmaktadır:
“Übey b. Ka’b’ın (ra) yanına varmıştım. Kendisine:
“İçimde kader ile ilgili bazı şüpheler belirdi. Bana (bu mevzuda) bir şeyler anlat. Umulur ki, Allâh (bu sayede) kalbimden bu şüpheyi giderir” dedim.
Übey b. Ka’b (ra) şöyle cevap verdi:
“Eğer Allâh (cc), göklerde ve yerde bulunan halka azap etseydi, onlara zulmetmiş sayılmazdı. Eğer onlara rahmetle muamele etseydi, bu (onlar için) amellerinin karşılığından daha hayırlı olurdu. Eğer sen, Allâh yolunda Uhud (dağı) kadar altın harcasan, kadere iman etmedikçe (kaderde), sana isabet eden şeyin, sana (mutlaka) erişeceğini, (kaderde) sana isabet etmeyen şeyin de sana erişemeyeceğini bilmedikçe, Allâh bunu senden kabul etmez. Eğer bundan başka bir inanç üzerinde ölürsen, Cehennem’e girersin.”
Sonra, Abdullah b. Mesud’un (ra) yanına vardım. O da (bana) buna benzer sözler söyledi. Sonra Huzeyfe b. el-Yeman’ın (ra) yanına vardım. O da aynı şeyleri söyledi. Sonra Zeyd b. Sabit’e (ra) vardım. O da bana Peygamber’den (sas) buna benzer sözleri nakletti.”[46]
Allâh’ın (cc) ve Resulünün (sas) bildirmesi ile bilinebilen kaza ve kader gibi konularda, ashab hazeratının (r. anhum ecmain) verdikleri bilgiler mutlaka Efendimiz’den (sas) alınmıştır. Metin, zaten bu durumu yansıtmaktadır. Çünkü Abdullah b. Mesud (ra) gibi, Huzeyfe b. el-Yeman’ın (ra) ve Zeyd b. Sabit’in (ra) aynı sözleri söylemeleri, hepsinin sözlerinin kaynağının Efendimiz (sas) olduğunu gösterir.
Bilindiği gibi adaletsizlik ya da diğer bir tabir ile zulüm, normalde bir insanın başka birinin hakkını gasp etmesidir. Bu durum, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri için kesinlikle söz konusu bile değildir. Çünkü yerlerde ve göklerde ne varsa, hepsi zaten Allâh’ın (cc) mülküdür. Çünkü Allâh (cc), “Mâlikü’l-Mülk”tür ve hiç kimsenin bu maddi ve manevi varlıklar üzerinde hak iddia etmesi söz konusu değildir.
Bu açıdan, yukarıdaki dua cümlelerinden de aktarmaya çalıştığımız üzere, Allâh (cc) varlıkları isterse yok eder, isterse de olduğu gibi bırakır. O’nun hükmüne teslim olmak, rahmetle ya da azap ile muamelenin, bütünü ile O’nun tasarrufunda olduğunu kabul etmek gerekir. İşte metinde geçen, “Eğer Allâh, göklerde ve yerde bulunan halka azap etseydi onlara zulmetmiş sayılmazdı” cümlesinin anlamı budur.
Allâh (cc), mahlukatı üzerinde dilediği şekilde tasarrufta bulunma hakkına sahiptir ve yukarıdaki ayet-i kerimede (Enbiya, 21/23) aktarmaya çalıştığımız üzere yaptıklarından asla sorgulanamaz. Kullar ise, hür iradeleriyle yapmış oldukları fiillerden kesinlikle sorgulanacaklardır. Neticede iyiler Allâh’ın (cc) sevap ve mükafatına, kötüler ise azap ve cezasına maruz kalacaklardır.
Her Müslüman, Allâh’ı (cc) mutlak adalet sahibi bilmeli, insanlardan sadır olan adalet davranışının kaynağının Allâh’ın (cc) “El-Adl” güzel ismi olduğunu görmelidir. Sonra da Allâh’ın (cc), kulları üzerinde cereyan eden kaza ve kaderini kabullenmeli, içtenlikle O’na teslim olmalıdır.
Kuşeyrî’nin yorumları ile söylersek, Allâh Teâlâ’nın “El-Adl” güzel ismini kavrayan kimse, mevcudu çirkin görmez. Allâh’tan gelen hükmü ağır bulmaz. Aksine, Allâh’ın (cc) hükmüne razı olur. Belalar karşısında kalben bir sıkıntı duymaz, şikayette bulunmadan sabreder. Allâh’ın (cc) takdirlerini geniş gönülle karşılar.[47]
Yüce Allah, insanlar, yerin ve göklerin kendisiyle kaim olduğu adaletle hükmetsinler diye resuller (ase) göndermiş, kitaplar indirmiştir. Her nerede adaletin emareleri zuhur etse, hangi şekilde olursa olsun adaletin güzellikleri görülse, Yüce Allah’ın şeriatının ve dini İslam’ın o güzelliklerin kaynağı olduğunu fark etmelidir. Yüce Allah, en iyi bilen ve adaletle en güzel şekilde hükmedendir.
31. (اَللَّطِيفُ) “EL-LATÎF” (cc)

“En ince işlerin bütün inceliklerini bilen, en ince şeyleri yapan, kullarına hayırlar ve kolaylıklar dileyen, rıfk ile onlara bilinmedik yollardan çeşitli nimetler ve faydalar ulaştıran, salâh ve iyilik sebeplerini bolca veren, maslahat ve menfaatlerin gizli yönlerini ve herkesin anlayamayacağı incelikleri yaratan.”
لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطٖيفُ الْخَبٖيرُ
“Gözler O’na erişemez. Ama O (Allâh), bütün gözlere erişir. Çünkü O (Allâh), El-Lâtif’tir (en ince işlerin bütün ayrıntılarını bilendir), El-Habîr’dir (her şeyden hakkıyla haberdardır).” (En’âm, 6/103)
El-Lâtif güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de yedi yerde zikredilmektedir. (En’âm, 6/103; Yusuf, 12/100; Hac, 22/63; Lokman, 31/16; Ahzâb, 33/34; Şura, 42/19; Mülk, 67/14)
Ḥalîmî’nin tarifleri içerisinde Cenâb-ı Hakk’ın “El-Latîf” güzel ismi, “kullarına hayır ve kolaylıklar dileyen, onlara iyilik, rahatlık ve huzur içinde olma yollarını lütfeden” şeklindedir.[48]
وَاَسِرُّوا قَوْلَكُمْ اَوِ اجْهَرُوا بِهٖ اِنَّهُ عَلٖيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ اَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطٖيفُ الْخَبٖيرُ
“Sözlerinizi ister gizleyin, isterse de açığa vurun (fark etmez). Şüphesiz Allâh, sinelerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilir. Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilir. Çünkü O (Allâh), El-Lâtif’tir (en ince işlerin bütün ayrıntılarını bilendir), El-Habîr’dir (her şeyden hakkıyla haberdardır).” (Mülk, 67/13-14)
Gazzâlî şöyle demektedir:
“Bu ismin tecellisine ancak, faydalı hususların inceliklerini ve gizliliklerini, ayrıntılarını ve detaylarını bilen, sonra da o faydaları kabalıkla değil de yumuşak bir eda ile hak edenlere ulaştıranlar layık olurlar. Fiillerde yumuşaklık, anlayışta da incelik bulunursa, lütfun manası gerçekleşmiş olur. En mükemmel lütuf gerek ilimde ve gerekse fiillerde, ancak Allâh için söz konusudur.”[49]
Kur’ân-ı Kerîm’de, bizlere Hz. Lokman’ın (as), oğluna şu şekilde öğüt verdiği beyan edilmektedir:
يَا بُنَیَّ اِنَّهَا اِنْ تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ فَتَكُنْ فٖى صَخْرَةٍ اَوْ فِى السَّمٰوَاتِ اَوْ فِى الْاَرْضِ يَاْتِ بِهَا اللّٰهُ اِنَّ اللّٰهَ لَطٖيفٌ خَبٖيرٌ
“Yavrucuğum, yapılan (iyi veya kötü) iş, bir hardal tohumu ağırlığında bile olsa, o da bir kaya içinde yahut göklerde veya yerin dibinde gizlense, Allâh onu mutlaka meydana çıkarır (ve sahibini ondan dolayı hesaba çeker). Çünkü Allâh, mutlak surette El-Lâtif’tir (en ince işlerin bütün ayrıntılarını bilendir), El-Habîr’dir (her şeyden hakkıyla haberdardır).” (Lokman, 31/16)
Ayet-i kerimede, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin hem El-Latîf hem de El-Habîr güzel isimlerinin bizler tarafından daha iyi anlaşılabilmesi için, somut nesnelerden örnekler verilmektedir.
Önce, “yapılan (iyi veya kötü) iş” için, “hardal tohumu ağırlığı” benzetmesi yapılıyor. Yapılan iş, küçüklük ve değersizlikte, hardal tanesi gibi sembolik bir şey olsa dahi, bu çok küçük orana denk gelen ister iyilik isterse de kötülük, icra edildiği alanlar itibarı ile sıralanmaya başlıyor ve temelde üç somut alandan bahsediliyor:
1. Bu çok küçük çaptaki iyilik ya da kötülük, ister bir “kaya içinde” denilerek, modern anlamda düşündüğümüzde, Allâhu a’lem bu iyilik ya da kötülüğün, duvarlar arasında kaldığını, yapılan iş her ne ve fail her kim ise, o çok küçük faaliyeti, kimsenin bilmediğini varsaydığı mekanlarda icra ettiğini zannedebilir. Ancak bu durumun, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin bilgisi ve haberi açısından hiçbir şeyi değiştirmeyeceği açık bir şekilde beyan edilmektedir.
2. Kur’ân-ı Kerîm, (اَوْ فِى السَّمٰوَاتِ) “yahut göklerde” buyurarak, bu çok küçük çaptaki iyilik ya da kötülüğün aynı zamanda göklerde işlenmiş olmasının da bir şeyi değiştirmeyeceğini beyan etmektedir. Bu da bize bilhassa günümüzde, iyilik ya da kötülük amaçlı uzay faaliyetlerinin en küçüğünün dahi değerlendirileceğini haber vermektedir.
3. Üçüncü olarak, (اَوْ فِى الْاَرْضِ) “veya yerin dibinde gizlense” cümlesi ile, en gizli (askerî, tıbbî, sınâî vb.) insanî faaliyetlerin ilâhî murakabe altında olduğunu, iyilik ya da kötülük amaçlı yapılacak en küçük faaliyetin dahi, El-Latîf ve El-Habîr Cenâb-ı Hakk’ın bilgisi ve değerlendirmesi dahilinde olacağını haber vermektedir.
(يَاْتِ بِهَا اللّٰهُ) “Allâh onu mutlaka meydana çıkarır.” Bu cümle, diğer unsurlar gibi oldukça belagatlidir. Zira, sadece görme ya da sadece bilme durumu değil aynı zamanda o küçücük iyi ya da kötü faaliyetin mutlaka getirileceği ve ortaya konulacağı bildirilmektedir.
لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطٖيفُ الْخَبٖيرُ
“Gözler O’na erişemez. Ama O (Allâh), bütün gözlere erişir. Çünkü O (Allâh), El-Lâtif’tir (en ince işlerin bütün inceliklerini bilendir), El-Habîr’dir (her şeyden hakkıyla haberdardır).” (En’âm, 6/103)
Allâh Teâlâ, “Gözler O’na erişemez” buyruğu ile, kendisini sena etmekte ve bu ayet-i kerime aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın ahirette görülebileceğine delil olmaktadır. Çünkü bilhassa Mutezilî ve Hâricî ekollerin söylediği gibi, bu ayet-i kerime Cenâb-ı Hakk’ın ahirette görülemeyeceğine delalet etseydi, cümlenin (إِنَّكُمْ لَنْ تَرَوْنَ رَبَّكُمْ) “Allâh’ı kesinlikle göremeyeceksiniz” şeklinde olması gerekirdi. Halbuki ayet-i kerime, Cenâb-ı Hakk’ı medih makamında olduğu için (لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُ) “Gözler O’na erişemez” şeklinde “idrak” kelimesi ile birlikte gelmiştir. Burada “idrak” kelimesindeki inceliği şimdilik açmayarak inşâAllâh bir başka vakte talik etmekteyiz.
Ayet-i kerime, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz mükemmeliyetine, sonsuz kudretine, çok yüksek bir övgüsüne, azametine ve saygıya doğrudan delâlet etmektedir.
Cenâb-ı Hakk’ın ahirette baş gözleri ile görülebileceği şu ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerle sabittir:
وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ اِلٰى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ
“Nice yüzler vardır ki, o gün pırıl pırıl parlamaktadır. Rablerine bakmaktadırlar.” (Kıyamet, 75/22-23)
Cerir b. Abdullah (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas) şöyle buyurmuşlardır:
عَنْ جَرِيرِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ، قَالَ قَالَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم:
إِنَّكُمْ سَتَرَوْنَ رَبَّكُمْ عِيَانًا .
“Şüphesiz, sizler Rabbinizi göz görüşü ile göreceksiniz.”[50]
Aynı ravinin, İmam Buharî’deki diğer rivayeti şu şekildedir:
حَدَّثَنَا جَرِيرٌ، قَالَ خَرَجَ عَلَيْنَا رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم لَيْلَةَ الْبَدْرِ فَقَالَ
إِنَّكُمْ سَتَرَوْنَ رَبَّكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَمَا تَرَوْنَ هَذَا، لاَ تُضَامُّونَ فِي رُؤْيَتِهِ
Resülullah (sas) bir gün dolunay olduğu bir gecede yanımıza geldi ve şöyle buyurdu:
“Şüphesiz sizler, şu ayı, üst üste yığılmanıza hacet kalmaksızın, zahmetsizce görüyorsanız, kıyamet gününde de Rabbinizi öyle göreceksiniz.”[51]
Konu ile ilgili olarak Ebu Hüreyre (ra) kanalı ile gelen nispeten uzun rivayetten kısa bir bölüm ise şu şekildedir:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، أَنَّ النَّاسَ، قَالُوا يَا رَسُولَ اللَّهِ هَلْ نَرَى رَبَّنَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ ؟ فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم
هَلْ تُضَارُّونَ فِي الْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ ؟
قَالُوا لاَ يَا رَسُولَ اللَّهِ. قَالَ
فَهَلْ تُضَارُّونَ فِي الشَّمْسِ لَيْسَ دُونَهَا سَحَابٌ ؟
قَالُوا لاَ يَا رَسُولَ اللَّهِ. قَالَ
فَإِنَّكُمْ تَرَوْنَهُ كَذَلِكَ
İnsanlar, “Ya ResulAllâh, bizler kıyamet gününde Rabbimizi görecek miyiz?” diye sordular. Bunun üzerine Resülullah (sas) şöyle buyurdular:
“Dolunay gecesi, Ay’ı görmek için birbirinize zahmet veriyor musunuz?”
Sahabeler, “Hayır, ya ResulAllâh” dediler. (Tekrar şöyle) Sordular:
“Bulut yokken, Güneş’i görmek için birbirinize zahmet veriyor musunuz?”
Sahabeler (tekrar), “Hayır, ya ResulAllâh” dediler. Şöyle buyurdular:
“Şüphesiz ki sizler, O’nu (cc) bu açıklıkla göreceksiniz.”[52]
Kıyamet gününde, mümin kullarına Rablerinin Cemalini hicapsız görmek ve müşahede etmek müyesser olacağına, İslam fırkalarının hiçbirinin -Mutezile ve Haricilerden başka- şek ve şüphesi bulunmamaktadır.
Suheyb’den (ra) rivayet edildiğine göre, Resülullah (sas), (لِلَّذٖينَ اَحْسَنُوا الْحُسْنٰى وَزِيَادَةٌ) “Güzel iş yapanlara (karşılık olarak) daha güzeli ve fazlası vardır” (Yunus, 10/26) ayet-i kerimesini okudu ve şöyle buyurdu:
عَنْ عَبْدِ الرَّحْمَنِ بْنِ أَبِي لَيْلَى، عَنْ صُهَيْبٍ، قَالَ تَلاَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم هَذِهِ الآيَةَ {لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ} وَقَالَ:
إِذَا دَخَلَ أَهْلُ الْجَنَّةِ الْجَنَّةَ وَأَهْلُ النَّارِ النَّارَ نَادَى مُنَادٍ يَا أَهْلَ الْجَنَّةِ إِنَّ لَكُمْ عِنْدَ اللَّهِ مَوْعِدًا يُرِيدُ أَنْ يُنْجِزَكُمُوهُ . فَيَقُولُونَ وَمَا هُوَ أَلَمْ يُثَقِّلِ اللَّهُ مَوَازِينَنَا وَيُبَيِّضْ وُجُوهَنَا وَيُدْخِلْنَا الْجَنَّةَ وَيُنْجِنَا مِنَ النَّارِ قَالَ فَيَكْشِفُ الْحِجَابَ فَيَنْظُرُونَ إِلَيْهِ فَوَاللَّهِ مَا أَعْطَاهُمُ اللَّهُ شَيْئًا أَحَبَّ إِلَيْهِمْ مِنَ النَّظَرِ إِلَيْهِ وَلاَ أَقَرَّ لأَعْيُنِهِمْ .
“Cennet ehli Cennet’e, Cehennem ehli de Cehennem’e girdikleri zaman bir çağırıcı, “Ey Cennet ehli! Şüphesiz Allâh indinde sizler için bir taahhüt vardır. Allâh sizlere, o taahhüdünü tam olarak yerine getirmek ister”, diye seslenir. Bunun üzerine Cennet ehli şöyle cevap verir:
“O taahhüt nedir? Allâh mizanlarımızı (hasenat ile) ağır hale getirmedi mi? Yüzlerimizi ağartmadı mı? Bizleri Cennet’e girdirmedi mi? Bizleri (Cehennem) ateşinden kurtarmadı mı?!”
Bunun üzerine Allâh (cc), Yüce Zatı ile kulları arasındaki perdeyi açar da Cennet ehli O’na bakar dururlar. Allâh’a ant olsun ki, Allâh Cennet ehline, Zâtına bakmaktan daha sevimli ve gözlerini daha doyurucu bir şeyi onlara vermemiştir.”[53]
Hadîs-i şerif, Allâh Teâlâ’nın Cemâlini görmenin, ehl-i Cennet için bütün nimetlerden daha lezzetli ve sevimli olduğunu ve onların gözlerini doyurucu olduğunu beyan buyuruyor.
32. (اَلْخَبِيرُ) “EL-HABÎR” (cc)

“Var olan her şeyi, en küçük gizliliği kalmayacak şekilde bilen, eşya ve hadiselerin insanlara gizli kalan iç yüzlerinden ve mülkünde olup biten her şeyden haberdar.”
وَهُوَ الْحَكٖيمُ الْخَبٖيرُ
“O, El-Hakîm’dir (yegâne hüküm ve hikmet sahibidir), El-Habîr’dir (her şeyden en ince ayrıntısına kadar haberdardır).” (Enam, 6/18)
Cenâb-ı Hakk’ın “El-Habîr” güzel ismi Kur’ân-ı Kerîm’de beş yerde “El-Latîf” güzel ismi ile birlikte (اِنَّ اللّٰهَ لَطٖيفٌ خَبٖيرٌ) şeklinde zikredilmektedir (En’âm, 6/103; Hac, 22/63; Lokman, 31/16; Ahzâb, 33/34; Mülk, 67/14). Beş yerde “El-Basîr” güzel ismi ile birlikte (اِنَّ اللّٰهَ بِعِبَادِهٖ لَخَبٖيرٌ بَصٖيرٌ) halinde zikredilmektedir (İsrâ, 17/17, 30, 96; Fâtır, 35/31; Şûrâ, 42/27). Dört yerde (اِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ خَبٖيرٌ) “Alîm” güzel ismi ile birlikte birlikte zikredilmektedir (Nisâ, 4/35; Lokman, 31/34; Hucurât, 49/13; Tahrim, 66/3). Dört yerde de “El-Hakîm” güzel ismi ile birlikte (وَهُوَ الْحَكٖيمُ الْخَبٖيرُ) zikredilmektedir (En’âm, 6/18, 73; Hûd, 11/1; Sebe, 34/1).
“El-Ḫabîr” güzel ismi, “bir şeyin iç yüzünden haberdar olmak” anlamında “ خبر (hibre)” mastarından sıfattır. Bu mastar, (وَقَدْ اَحَطْنَا بِمَا لَدَيْهِ خُبْرًا) “Ve şüphe yok ki, onun yanında neler olduğunu Biz ilmimizle kuşatmışızdır” (Kehf, 18/91) ayet-i kerimesinde Allâh’a (cc) nispet edilmiştir.
(فَسْـَٔلْ بِهِ خَبِيرًا) “Ne dileyeceksen, o Habîr’den (her şeyden haberdar ve bilenden) iste / dile.” (Furkan, 25/59)
Kuşeyrî’nin ifadeleri ile söylersek, “El-Habîr” güzel isminin anlamını kavrayan bir kul, Cenâb-ı Allâh’ın kendi halini bildiğini, konuştuğu sözlerden mutlaka haberi olduğunun şuurundadır. Allâh’ın (cc), güzel seçimlerine güvenir, kendisi için taksim ettiği rızkı ona mutlaka ulaştıracağını, kendisi için hükmetmemiş olduğu bir hususun, kendisine asla erişemeyeceğini bilir. Takdir şuhuduna erememiş bir kul ise, hadiselerin bir kısmının sebebi olarak halkı, bir kısmı için de Hakk’ı görür.[54]
Gazzâlî’ye göre kulun bu güzel isimden hissesi, insanın kendi âleminde cereyan edenleri bilmesidir. Gazzâlî, madde ve mana anlamında insanı temelde kalp ve bedenden müteşekkil olarak görür. Dolayısıyla, bir kimsenin kalbinde yer eden gizli unsurlar; kin, aldatma, dünyaya karşı aşırı temayül, kötülüğü gizleme iyiliği açığa vurma, yapmacıklığına rağmen ihlaslıymış gibi davranma gibi köksüz hislerdir. İşte bu gibi olumsuzluklardan tam bir şekilde haberi olan, iç dünyasından haberdar bir kişidir. Benliğinin tuzaklarını, şaşırtmacalarını ve hilelerini bilir. Benliğini korkutur ve onunla düşmanlık için vaziyet alır. Aynı zamanda ona karşı dikkatli de olur. Neticede böyle bir kul, Allâh’ın (cc) bu güzel ismine layık olur.[55]
Saffâr’a göre, Allâh’ın bilgisi başkasının o bilgiye ulaşmakta aciz kaldığı, herhangi bir şekilde başkasının ona ulaşamayacağı bilgidir. Zira Allâh (cc), neyin var olup neyin var olmadığını, var olmayanın nasıl var olacağını, var olanın ise var olmadan önce nasıl var olacağını bilir. Allâh vasıfların ve a‘yânın özünü (künhünü) bilir.”[56]
Kulun, her şeyi bilmek ve haberdarlık manasında olan “El-Habîr” güzel isminin, Allâh’a (cc) mahsus fiilî bir sıfat olduğunu bilmesi gerekir. Allâh Teâlâ’nın malumattan haberdarlığı, daimi bir haberdarlıktır. Allâh (cc), makro ve mikro kozmostaki varlıkların durumundan haberdar bulunduğu gibi, kalbin gizli halleri olarak bilinen aldatma, hıyanet, dünya peşinden sürüklenme arzusu, şerri gizleme, hayır istiyormuş gibi gösterme, gerçekte müflis iken ihlas arz ederek kendini güzel gösterme gibi manevi duygu ve ahlâkî yapılardan da haberdardır.
İnşâAllâh bir sonraki yazıda, esmâ-i hüsnâdan; 33. El-Halîm, 34. El-Azîm, 35. El-Ğafûr, 36. Eş-Şekûr, 37. El-Aliy, 38. El-Kebîr, 39. El-Hafîz, 40. El-Mukît, 41. El-Hasîb, 42. El-Celîl, 43. El-Kerîm, 44. Er-Rakîb, 45. El-Mücîb, 46. El-Vâsi, 47. El-Hakîm, 48. El-Vedûd güzel isimleri ile devam etmeye çalışacağız.
[1] Ebû Süleyman Hamd b. El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/53, (Tahk. Ahmed Yûsuf ed-Dekkāk), Dâru’s-Sekâfeti’l-Arabiyye, Beyrut-1992.
[2] Ebû Abdullah el-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc fî Şuabi’l-İman, 1/206, (Thk. Muhammed Fude), Daru’l-Fikr. 1979.
[3] Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 109, Dâru Âzâl, Beyrut-1986.
[4] Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ fî Şerḥi Meʿânî Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 82, Daru İbn Hazm, Beyrut-2003.
[5] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/54.
[6] Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl fî Ma’rifeti Ehâdîsi’r-Rasûl, Mektebetu’l-İmam Buhârî, Kahire-2007, C. 2, s. 791 (216. Asıl).
[7] Tirmizî, Daavât, 133 (3604).
[8] Beyhakî, Şuabü’l-İman, 13/19 (9891).
[9] Bedîüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 158, Envar Neşriyat, İstanbul, trsz.
[10] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/202.
[11] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/56.
[12] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, ss. 115-116.
[13] Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, El-Emedü’l-Aksâ fî Şerhi Esmâillâhi’l-Hüsnâ ve Sıfâtihi’l-Ulâ, s. 2/242, Darü’l-Hadisi’l-Kittaniyye, Tanca-2015.
[14] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 87.
[15] Ebu’l-Kâsım Abdurrahman b. İshâk ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, s. 97, (Thk. A. Hüseyin Mübarek), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-1986.
[16] Ebu Davud, İcâre, 51 (3451); Tirmizî, Büyu, 73 (1314); İbn Mâce, Ticârât, 27 (2200).
[17] Ebû İshâk İbrâhîm b. es-Serî b. Sehl ez-Zeccâc, Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 40, (Tahk. Ahmed Yûsuf ed-Dekkāk), Dâru’l-Memun li’t-Türâs, Beyrut-1975; El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/57.
[18] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 122.
[19] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 88.
[20] Ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, s. 99.
[21] Ez-Zeccâcî, ay.
[22] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/424 (15573).
[23] Müslim, İman, 293 (179); İbn Mâce, Mukaddime, 195, 196; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/395 (19759), 401 (19816); İbn Hibbân, Sahih, 1/499 (266).
[24] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, ss. 88-89.
[25] Müslim, İman, 293 (179); İbn Mâce, Mukaddime, 195, 196; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/395 (19759), 401 (19816); İbn Hibbân, Sahih, 1/499 (266).
[26] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 124.
[27] Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî, el-Câmiu li Şüabi’l-Îmân, 10/456-457 (7791, 7792), Mektebetü’r-Rüşd, Riyad-2003; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8/158 (13073); Taberânî, Kebîr, 12/218-219 (12939).
[28] Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, El-Emedü’l-Aksâ, 2/411-414.
[29] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 126.
[30] Zemahşeri, El-Keşşaf: Keşşaf Tefsiri, 1/906 (İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları), 2016.
[31] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/439-440 (15719); Taberânî, Kebîr, 20/192 (429, 430); Heysemi, Mecma, 7/101-102 (11141).
[32] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 128.
[33] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/199.
[34] Ebû İshâk İbrâhîm b. İsmâil es-Saffâr el-Buhârî, Telḫîṣü’l-Edille li-Kavâʿidi’t-Tevḥîd, 1/485-486, (Tahk. Anjelika Brodersen), El-Ma’hedü’l-Almânî li’l-Ebhâsi’ş-Şarkiyye, Beyrut-2011.
[35] Tirmizi, Daavât, 69 (3482); Ebu Davud, Salat, 367 (1548).
[36] Buhari, Tefsir, 41 (4817); Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn, 5 (2775).
[37] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, ss. 131-132.
[38] Es-Saffâr, Telḫîṣü’l-Edille li-Kavâʿidi’t-Tevḥîd, 1/416.
[39] Ebû İshâk İbrâhîm, Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ, ss. 43-44.
[40] Ebu Davud, Edeb, 70 (4955); Nesâî, Âdâbu’l-Kudât, 7 (5387).
[41] Buhari, Tevhid, 35 (7499); Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 26 (769).
[42] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, ss. 134-136.
[43] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, ss. 98-101.
[44] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/391 (3712), 452 (4318); İbn Hibban, Sahih, 3/253 (972); Hâkim, Müstedrek, 1/509 (1877).
[45] Taberânî, Kitâbu’d-Dua, 2/940 (318); El-Kebîr, 8/316 (8027)
[46] Ebu Davud, Sünnet, 17 (4699); İbn Mâce, Mukaddime, 77.
[47] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 133.
[48] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/202.
[49] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 101.
[50] Buhari, Tevhid, 24 (7435)
[51] Buhari, Tevhid, 24 (7436); Müslim, İman, 81 (299).
[52] Buhari, Tevhid, 24 (7437, 7438); Müslim, Zühd, 16 (2968).
[53] İbn Mace, Mukaddime, 187; Tirmizi, Cennet, 16 (2552).
[54] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 140.
[55] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 103.
[56] Es-Saffâr, Telḫîṣü’l-Edille li-Kavâʿidi’t-Tevḥîd, 1/454.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.