Rahmân’ın (cc) Yakınlığı

Musa Kâzım GÜLÇÜR

22 / 12 / 2020

İçindekiler

Rahmân’ın (cc) Yakınlığı Giriş 1

Rabbin Yakınlığı 4

İyilik ve Kötülük 6

Rabbe Yaklaşmak 8

Sonuç 10

Rahmân’ın (cc) Yakınlığı Giriş

Fâtiha-i Şerîfe

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin esmâ-i hüsnasından bir tanesi de “yakınlık” anlamına gelen “el-Karîb” ism-i kerîmidir. Bu ism-i kerîm, tecellisi itibarı ile iki kısımda mütalaa edilebilir. Birincisi, bütün varlığa şâmil olan genel yakınlık, ikincisi ise, başta peygamberân-ı izâm olmak üzere, bütün abidler, zahidler ve Rahmân’ın (cc) has kullarına olan özel yakınlık.

El-Karîb” ism-i kerimi, esmâ-i hüsnâdan “el-Mücîb (istekleri karşılayan, ihtiyaçlara cevap veren, dua ve niyazları kabul eden), es-Semî’ (her sözü duyan, her sesi işiten), el-Basîr (her şeyi, bütün kâinâtı en mükemmel şekilde, noksansız olarak gören), el-Alîm (ilmi ezelî ve ebedî), el-Habîr (her şeyden haberdar olan), et-Tevvâb (kullarını günahtan vazgeçiren, tövbe yollarını kolaylaştıran ve tövbeleri kabul eden), el-Ğafûr (çok mağfiret eden, çok şefkat gösteren, bağışlayan, yarlıgayan) ve diğer esmâ-i hüsnâ ile anlam beraberliği içerisindedir.

El-Mücîb” ism-i kerîmi de “el-Karîb” ism-i kerimi gibi, Allah’ın (cc) fiilî sıfatlarındandır ve esmâ-i hüsnâ rivayetlerinde yer almaktadır.[1]

El-Karîb” ism-i kerîmi, bir-iki istisnası dışında, yerli-yabancı hiçbir esmâ-i hüsnâ incelemesinde ya da kitabında yer almamıştır. Bu durumun bizi şaşırttığını söylememiz gerekir. Bu açıdan, yazımızda Cenâb-ı Hakk’ın bu güzel ismi üzerinde odaklanacak, konuyu hem “maiyyet-i ilâhîyye” hem de “el-Mücîb” ismi kerimi çerçevesinde tahlil etmeye çalışacağız.

El-Karîb” ism-i kerimi, Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnasından birisi olarak, Kur’ân-ı Kerîm’de bulunmakta ve İbn Mâce’nin esmâ-i hüsnâ rivayetinde yer almaktadır.[2]

Cenâb-ı Hakk’ın, kullarına olan yakınlığını zihinlere yaklaştırmak için, en fazla müracaat edilen benzetmelerden birisi, orta büyüklükteki bir yıldız olan Güneş benzetmesidir. Güneş, cismi itibarı ile bizden 149.600.000 km uzakta olmasına rağmen, ışıkları ile bize yakındır. Bu benzetmeye göre, Cenâb-ı Hak, Zâtı itibarı ile, bizden uzak olmasına rağmen, Görmesi, İşitmesi, Bilmesi vd. esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulyâsı ile bize o şekilde yakındır.

Ancak bu benzetme, oldukça yetersiz ve belki bir o kadar da yanlıştır. Çünkü her şeyden önce, Güneş bir mahluktur ve bu benzetme (وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ) “Hiçbir şey, O’na asla denk olmamıştır, olamaz” nass-ı kerîmine aykırıdır. Zira denginin bulunuşu, benzeşmeyi gerektirir. Halbuki, O’na benzer hiçbir şey yoktur. Benzetmedeki birinci yanlış yön budur.

Benzetişteki yanlışlıklardan ikincisi, gece olduğunda Güneşin bulunmayışıdır. Dolayısı ile benzetme, bu yönü ile de yanlıştır ve Enam, 6/59 nass-ı mübînine aykırıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, gecenin en zifiri karanlığında da Gören, İşiten ve Bilendir.

Benzetmedeki üçüncü yanlış, bu benzetmenin (لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَیْءٌ) “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şura, 42/11) nass-ı şerîfine aykırılığıdır. Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan yakınlığını benzetme için getirilen Güneş delili, Rab katında, boş ve batıl bir delildir (Şura, 42/16).

Nasıl olmasın ki, Güneş, İbrahim (as) döneminde ve daha sonraları da ilahlaştırılan gök cisimleri arasındaydı. Mesela, Kinâne kabilesi Ay’a, Temim yıldızlara, Kays Şi‘ra yıldızına, Cüzam ise Jüpiter’e ibadet ederlerdi.

Evet, büyük muvahhid İbrahim (as), akılcı metodoloji kullanarak, münazara usulü ile tevhid inancına davet ettiği halkından bir grup insana, onların yakînî imana ulaşmalarını temin için, bir tariz ve taşlama yapmış, Güneşin de ay ve yıldızlar gibi battığını ifade etmiştir. Nihayetinde onlara, “Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden (Yüce Yaratıcı’ya ortak kıldığınız; yıldız, Ay ve Güneş gibi, bir halden diğer hale geçen, bir mekândan diğer mekâna intikal eden ve bir örtüyle perdelenip görünmez hale gelen gök cisimlerinden, batıl ‘rab’lere kulluk etmekten) uzağım. Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim. Ben müşriklerden değilim” (Enam, 6/78-79) demiştir.

Bu durumda, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, biz kullarına olan yakınlığını, doğru şekilde anlamaya çalışmamızda fayda bulunmaktadır. “El-Karîb” ism-i keriminin geçtiği ve şimdi zikredeceğimiz ayet-i kerimede, doğru yola ulaşabileceklerin nitelikleri şöyle beyan buyurulmaktadır:

وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ ۖ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ ۖ فَلْيَسْتَجِيبُوا لِي وَلْيُؤْمِنُوا بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

Kullarım beni sana soracak olurlarsa, Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm (isteyenin ihtiyacını hemen karşılarım). Öyleyse, onlar da (ihtiyaçları için beni çağırdıklarında onlara icabet ettiğim gibi, kendilerini iman ve itaate çağırdığımda) Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki doğru yolu bulmuş olurlar.” (Bakara, 2/186)

Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak, bir bedevinin Hz. Peygamber’e (sas) geldiği ve “Rabbimiz bize yakın mı­dır? Şayet öyle ise sessiz bir şekilde yakaralım. Yoksa acaba bize uzak mıdır? Şayet öyle ise O’na yüksek sesle yalvarıp yakaralım?” diye sorduğu, bunun üzerine Allah Teâlâ’nın zikredilen ayet-i kerimeyi indirdiği rivayet edilmiştir.[3]

Bir başka rivayete göre ise, Efendimiz (sas), ashabıyla beraber bir gazvede idi. Tehlîl, tekbir ve dua sesle­ri yüksek bir hale gelince, Hz. Peygamber (sas):

يَا أَيُّهَا النَّاسُ، ارْبَعُوا عَلَى أَنْفُسِكُمْ، فَإِنَّكُمْ لاَ تَدْعُونَ أَصَمَّ وَلاَ غَائِبًا، إِنَّهُ مَعَكُمْ، إِنَّهُ سَمِيعٌ قَرِيبٌ، تَبَارَكَ اسْمُهُ وَتَعَالَى جَدُّهُ ‏.

Ey insanlar! Nefislerinize yumuşak davranın. Şüphesiz sizler, sağır ve bu­rada bulunmayan bir kimseye seslenmiyorsunuz. O, sizinle beraberdir. Şüphesiz O, Semîdir, Karîbdir. İsmi çok mübarek, Celal ve Azameti çok yücedir.” buyurmuştur.[4]

Müfessir tâbiî Katâde b. Diâme’den (v. 117/735) rivayet edildiğine göre, ayet-i kerimenin nüzul sebebi, sahâbe-i kiramın, “Ya Resulallah, Rabbimize ne şekilde dua edelim?” demiş olmalarıdır.[5]

Tâbiîn devri Mekke fıkıh mektebinin tanınmış temsilcisi, muhaddis ve müfessir Atâ b. Ebî Rebâh’a (v. 114/732) göre, sahâbe-i kiram, Hz. Peygamber’e, “Hangi saatte Allah’a dua edelim?” diye sorduklarında, Allah Teâlâ’nın bu ayeti indirdiği rivayet edilmektedir.[6]

Hz. Peygamber’in amcasının oğlu ve çok hadis rivayet edenler arasında olan sahabi İbn Abbas’ın (ra) (v. 68/687) rivayetine göre ise, Medine halkının Yahudileri, “Ey Muhammed, senin Rabbin bizim dualarımızı nasıl işitir?” dediklerinde, bu ayet-i kerime nazil olmuştur.[7]

Bu rivayetlerden ve âyet-i kerimenin geliş şeklinden ortaya çıkan sonuç şudur:

Allâh Teâlâ’nın, (وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ) “Sana, kullarım Benden sorarlarsa, bilsinler ki Ben yakınım” ayeti, Efendimiz’e (sas), Allah Teâlâ hakkında soru sorulmuş olduğuna delâlet et­tiği açıktır. Dolayısı ile, ashabın ya da ehl-i kitabın bu konudaki soruları, Allah’ın Zâtı, Sıfatları ya da Fiilleri ile ilgili olmak durumundadır.

Şayet soru, Allah’ın Yüce Zâtı ile ilgili ise, Allah’ın Yüce Zâtı ba­kımından, insanlara yakınlığını veya uzaklığını anlama kast edilmiş olur.

Şayet soru, “Allah Teâlâ, bizim dualarımızı duyar mı?” manasında sorulmuş ise, Cenâb-ı Allah’ın Sübûtî sıfatlarından “Es-Semî” (her sözü duyan, her sesi işiten) Yüce Sıfatı ile ilgilidir.

Şayet soru, Allah Teâlâ’nın ne şekildeki dualara müsaade ettiği, yani Yüksek Fiilleri ile ilgili ise, bu durumda şu hususlar anlaşılmak istenmiş olabilir:

1. Allâh (cc), bütün güzel isimleri ile mi yoksa belli bazı güzel isimleri ile mi dua etmemizi istemektedir?

2. Allâh (cc), kendisine sesli mi yoksa sessiz mi dua etmemizi istemektedir?

Bu soruların cevabını bir bütün olarak, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şu şekilde vermektedir:

قُلِ ادْعُوا اللّٰهَ اَوِ ادْعُوا الرَّحْمٰنَ اَيًّا مَا تَدْعُوا فَلَهُ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى وَلَا تَجْهَرْ بِصَلَاتِكَ وَلَا تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذٰلِكَ سَبٖيلًا

De ki: (Rabbinizi) İster Allah diye çağırın ister Rahmân diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O’nundur. Namazında sesini pek yükseltme, çok da kısma. İkisi ortası bir yol tut.” (İsra, 17/110)

Rabbin Yakınlığı

Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan yakınlığı, bir başka ayet-i kerimede şöyle geçmektedir:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصٖيرٌ

Her nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Hadid, 57/4),

Ebû Musa el Eşarî’nin (ra) rivayetine göre, Resülullah (sas) ile birlikte bir seferden döndüklerinde, Müslümanlar seslerini yükselterek tekbir getirdiler. Bunun üzerine Resülullah (sas) şöyle buyurdu:

Rabbiniz sağır değildir. Uzakta da değildir. “Allah, sizinle bineklerinizin başı arasındadır (o derece yakındır).[8]

Bir sahabi, “Ya Resulallah, kişinin nefsini tezkiye etmesi (temizlemesi) ne demektir?” diye sorduğunda, Efendimiz (sas) şöyle cevap buyurdular:

Hangi halde olursa olsun, kişinin Allâh Azze ve Celle ile beraber olduğunu bilmesidir.[9]

Ubade b. Samit’ten (ra) rivayet edilen benzer bir hadis-i şerifte de Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır:

Kişinin en değerli imanı, hangi halde olursa olsun, Allâh Azze ve Celle’nin kendisi ile beraber olduğunu bilmesidir.[10]

Kendi adıyla anılan fıkıh mezhebinin imamı, müfessir, muhaddis ve zâhid Süfyân es-Sevrî’ye (v. 161/778) göre ayet-i kerimedeki beraberlikten kasıt, Allâh’ın (cc) ilmidir.[11]

Cenâb-ı Hakk’ın, biz kullarına olan yakınlığını beyan eden bir başka ayet-i kerime de şöyledir:

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ مَا يَكُونُ مِنْ نَجْوٰى ثَلٰثَةٍ اِلَّا هُوَ رَابِعُهُمْ وَلَا خَمْسَةٍ اِلَّا هُوَ سَادِسُهُمْ وَلَا اَدْنٰى مِنْ ذٰلِكَ وَلَا اَكْثَرَ اِلَّا هُوَ مَعَهُمْ اَيْنَ مَا كَانُوا ثُمَّ يُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَیْءٍ عَلٖيمٌ

Görmez misin? Allah hem göklerdekini hem yerdekini hep bilir. Herhangi bir üç sırdaşın, bir fısıltısı oluyor mu, mutlak O (Allah) dördüncüleridir. (Bütün fısıltılarını bilir); beş kişinin (fısıltısı) oluyor mu, mutlak O, altıncılarıdır. Bunlardan (şu sayılardan) daha az, daha çok (fısıldaşan) oluyor mu, muhakkak O, her nerede olsalar, onlarla beraberdir (her şeylerini bilir)Sonra bütün yaptıklarını, kıyamet günü, kendilerine haber verir. Haberiniz olsun ki, Allah, her şeyi (noksansız) bilir.” (Mücadele, 58/7).

Bu âyet-i kerimede, Yüce Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğu, her şeye şahid bulunduğu, etkileyici bir tablo halinde gözler önüne serilmektedir. Ayet-i kerime, Yüce Allah’ın kapsamlı ve derin ilmiyle başlamakta, yerlerde ve göklerde ne varsa hepsini istisnasız bildiğini, göklerin ve yerin derinliklerinden, dünyanın köşe ve bucaklarından hiçbir noktanın, İlahi ilmin haricinde kalmadığını beyan ederek devam etmektedir. Cenâb-ı Hak, resmettiği bu tablo ile, insanın kalbine derinlemesine, Allâh’ın (cc) her yerde ve her anda olduğu, gizli görünen hiçbir durumun, O’nun için asla gizli olmadığı hakikatini yerleştirmektedir.

Cenâb-ı Hakk’ın yakınlığı hakikatini, bir başka ayet-i kerime şöyle beyan etmektedir:

وَاِلٰى ثَمُودَ اَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُ هُوَ اَنْشَاَكُمْ مِنَ الْاَرْضِ وَاسْتَعْمَرَكُمْ فٖيهَا فَاسْتَغْفِرُوهُ ثُمَّ تُوبُوا اِلَيْهِ اِنَّ رَبّٖى قَرٖيبٌ مُجٖيبٌ

Semud (halkına da) kardeşleri Salih’i (gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı ve onda ömür geçirenler kıldı. Öyleyse O’ndan bağışlanma dileyin, sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz benim Rabbim, yakın olandır, (duaları) kabul edendir.” (Hud, 11/61)

Ayet-i kerimede, Cenâb-ı Hakk’ın “Karîb” (Yakın) sıfatının beraberinde, “Mücîb” sıfatı da getirilmiştir. “Mücîb”, “dua ve dileklere olumlu cevap veren” manasındadır. “İcâbet” kavramı, beş âyette Zât-ı ilâhiyeye nispet edilmektedir. Bunlardan biri “Mücîb” şeklinde yukarıdaki ayet-i kerimede yer almıştı.

Leys, Şehr b. Havşeb’den, o da Ubade b. es-Samit’ten şöyle rivayet etmektedir: Resülullah’ı (sas) şöyle buyururken dinledim:

Ümmetime üç şey verildi ki peygamberler dışında kimseye verilmemiştir:

1. Allah bir peygamber gönderdi mi: “Bana dua et ben de duanı kabul edeyim” diye buyururdu. Buna karşılık bu ümmete: Bana dua edin Ben de duanızı kabul edeyim” (Mümin, 40/60) diye buyurmuştur.

2. Allah daha önceden bir peygamber gönderdi mi o peygambere,Dinde senin için herhangi bir zorluk kılmamıştırdiye buyururdu. Allah bu ümmete de: Dinde size güçlük vermedi” (Hacc, 22/78) diye buyurmuştur.

3. Allah daha önceden bir peygamber gönderdi mi o peygamberi kavmine karşı bir şahit kılardı. Allah bu ümmeti de bütün insanlara karşı şahitler kılmıştır. (Bakara, 2/143; Hac, 22/78)”[12]

Tâbiînden Basra’lı Halid er-Rib’î (v. h. 111/120) şöyle dermiş:

Yüce Allah’ın, Bana dua edin, duanızı kabul buyurayım” (Mü’min, 40/60) buyruğu ile, bu ümmete olan lütfu gerçekten hayret vericidir. Onlara dua etmelerini emretmiştir. Fakat dualarını kabul edeceğini, herhangi bir şart koşmaksızın vaat buyurmuştur.

Orada bulunanlardan birisi ona, “Nasıl?” diye sorunca şöyle cevap verir:

Mesela, Yüce Allah’ın, İman edip, salih amel işleyenlere müjdele…” (Bakara, 2/25) buyruğunda bir şart (salih amel) vardır. Buna karşılık:İman edenlere, Rableri katında muhakkak bir kademi sıdk (amelleri için güzel bir ecir) olduğunu müjdele” (Yunus, 10/2) ayetinde, ameli şart koşmamıştır.

Bir diğer örnek, Yüce Allah’ın şu buyruğundadır:Dini, yalnız O’na halis kılanlar olarak, Allah’a dua ediniz.” (Mü’min, 40/14) Bu buyrukta, dini Allâh’a halis kılmakşartı vardır. Ancak diğer taraftan, Bana dua edin, duanızı kabul edeyim” (Mü’min, 40/60) buyruğunda ise bir şart yoktur.

Bundan önceki ümmetler, ihtiyaçları için peygamberlerine gider ve peygamberlerinin, bu ihtiyaçlarını Allah’tan dua edip istemelerini talep ederlerdi.[13]

Cenâb-ı Hakk’ın yakınlığını beyan eden diğer bir ayet-i kerimede ise, nefis ya da şeytan kaynaklı yanlışlıkların, Rabbe yakınlığa zarar vereceği beyan edilmektedir:

قُلْ اِنْ ضَلَلْتُ فَاِنَّمَا اَضِلُّ عَلٰى نَفْسٖى وَاِنِ اهْتَدَيْتُ فَبِمَا يُوحٖى اِلَیَّ رَبّٖى اِنَّهُ سَمٖيعٌ قَرٖيبٌ

De ki: “Ben eğer sapmışsam, ancak kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer hidayete ermişsem, bu da Rabbimin bana vahyi (Kur’ân-ı Kerîm) sayesindedir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, kuluna çok yakındır.” (Sebe, 34/50)

Ayet-i kerimeden açıkça anlaşılan, kişinin aleyhine olan her durumun, nefis / benlik sebebiyle olmasıdır. Sorun teşkil eden ve zararlı olan her şeyin, kişinin bizzat kendi şahsiyetinin ya da benliğinin bu duruma sebebiyet vermesi ile meydana geldiği beyan edilmektedir.

İyilik ve Kötülük

İnsanın faydasına olan, ona bir şekilde iyilik ve yarar sağlayan her fiil ve davranış, mutlaka Rabbin hidayet etmesi ve muvaffak kılması sebebiyledir. Kendisi katındaki yüksek konumu ve doğru yolda olduğu gün gibi aşikar iken dahi, Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, şayet bir yanlışlık varsa, Efendimiz’e (sas) kendisinden bilmesini emretmiştir. Dolayısıyla, bizler gibi sorumluluk kapsamındaki diğer insanlar, bu hükme evleviyetle dâhildirler. Şimdi aktaracağımız ayet-i kerime bu hususu aydınlatmaktadır:

مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ وَاَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولًا وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَهٖيدًا

Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. (Ey Muhammed!) Seni, insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.” (Nisa, 4/79)

Bu hakikat, “Başınıza her ne musibet gelirse tamamen kendi ellerinizin kazandığınız yüzündendir, çoğunu da O affetmektedir.” (Şûrâ, 42/30) âyet-i kerimesinde tekrar hatırlatılmaktadır.

Ebu Müslim’in rivayetine göre, ashab hazeratı Allah Resulünün (sas) hane-i saadetleri yanında oturuyorlarken, Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer (ra), iki grup ile mescide geldiler. Bu iki grup birbirleri ile yüksek sesle tartışıyorlardı. Efendimiz’i (sas) görünce sustular. Hz. Ebubekir (ra) Allah Resulünün (sas) yanına, Ömer de (ra) onun yakınına oturdu. Allah Resulü (sas), “Sesleriniz niçin yükselmişti?” diye sorduğunda bir sahabi, “Ey Allah’ın Resulü, Ebubekir, ‘iyilikler Allâh’tan, kötülükler de nefsimizdendir’ dedi. Ömer de ‘her ikisi de Allâh’tandır’ dedi. İnsanların bir kısmı bu sözün, bazıları da diğer sözün doğruluğunu kabul ettiler” diyerek konuyu izah etmeye çalıştı.

Allâh Resulü (sas) Hz. Ebubekir’e dönerek, “Sen ne dedin?” diye sordu. Ebubekir (ra), “Ey Allah’ın Resulü, iyilikler Allah’tan, kötülükler kendimizdendir” dedi. Allah Resulü Ömer’e (ra) dönerek, “Sen ne dedin ey Ömer?” diye sordular. Hz. Ömer (ra): “İyilikler ve kötülükler hepsi Allah Teâlâ’dandır” diye cevap verdi. Allah Resulü (sas) şöyle buyurdular:

Bu konuda ilk konuşan, Cebrâîl ve Mikâîl’dir. Ey Ebubekir, Mikâîl senin dediğin gibi dedi. Ey Ömer, Cebrâîl de senin söylediğin gibi söyledi. Biz ihtilâfa düşüyoruz, gök ehli de ihtilâfa düşüyor. Gök ehli ihtilâfa düşerse, yer halkı da ihtilâfa düşer. Mikâîl ve Cebrâîl, İsrafil’in hakemliğine başvurdular. O da aralarında, iyilik ve kötülüklerin Allah’tan olduğuna hükmetti.

Sonra Allah Resulü (sas), Ebubekir (ra) ve Ömer’e (ra) dönerek şöyle buyurdular:

Aranızdaki hükmümü iyi belleyin. Şayet Allah Teâlâ, kendisine isyan edilmemesini isteseydi, İblîs’i yaratmazdı.[14]

Cenâb-ı Hakk’ın, kullarına olan yakınlığı bir başka ayet-i kerimede de şu şekilde beyan edilir:

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهٖ نَفْسُهُ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرٖيدِ

Ant olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini de biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız (her halinden haberdarız ve her an kudretimiz altındadır). (Kaf, 50/16)

Ayet-i kerimede yer alan “vesvese” kelimesi, “insanın içine şeytandan yahut nefisten gelen, zararlı ve kötü duygu ve vehimler, kişiyi çirkin şüphelere, kuşkulara ve dine aykırı davranışlara yönelten asılsız zanlar” gibi anlamlara sahiptir.

Cenâb-ı Hak, insanın beyin kortekslerinin en gizli sayılabilecek noktalarındaki düşünceleri, kalbinde ve zihninde tasarladığı kötülükleri bildiğini beyan buyurarak, iyilik yanında olunması, kötülük tasavvurlarından uzak durulması gereğini öğütlemiş olmaktadır. Aklın, bilginin ve dinin gereğine göre davranmak, vesvesenin etkisini en aza indirecektir.

Rabbe Yaklaşmak

Rabbin yakınlığı başkadır, Rabbe yaklaşmaya çalışmak daha başkadır. Bu hakikati Kur’ân-ı Kerîm şöyle beyan eder:

كَلَّا لَا تُطِعْهُ وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ

Hayır! Sakın sen ona uyma. Secde et ve Rabbine yaklaş.” (Alak, 96/19)

Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayeti ile Resülullah (sas) bir kudsi hadiste, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin şöyle buyurduğunu belirtmektedir:

وَمَا تَقَرَّبَ إِلَىَّ عَبْدِي بِشَىْءٍ أَحَبَّ إِلَىَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ، وَمَا يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَىَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ، فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ، وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ، وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطُشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا، وَإِنْ سَأَلَنِي لأُعْطِيَنَّهُ، وَلَئِنِ اسْتَعَاذَنِي لأُعِيذَنَّهُ

Kulum, farz ibadetlerden daha sevimli bir şeyle Bana yaklaşamaz. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder. Neticede, Ben onu severim. Ben kulumu sevince, artık onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum. Her ne istese, istediğini kesinlikle veririm. Bana sığınmak isterse, onu muhakkak korurum.[15]

Hadis-i kudsî’de yer alan bazı kavramlar üzerinde kısaca durmaya çalışalım. Cenâb-ı Hakk’ın, yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği abdest, namaz, Ramazan orucu, hac ve zekât gibi yükümlülükler dini literatürde “farz” kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu fiilleri hür iradesiyle yerine getirenler, Allah’a (cc) en güzel şekilde yaklaşmış olurlar. Ancak bu yaklaşmayı daha yukarıya çıkaran davranış, bilhassa farzların dışındaki, “ziyade, ilâve, fazlalık” gibi anlamlara da gelen nafile (tatavvu da denilir) ibadetlerdir. Kulun, nafile ibadetler ile Allâh’a (cc) yaklaşması, (يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ) “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler” (Maide, 5/54) salih döngüsünü meydana getirir.

Cenâb-ı Hak bu hadis-i kudsîde, insandaki dört azayı zikretmektedir. Bu azalar, hadis-i kudsîdeki sırası ile kulak, göz, el ve ayaktır. Nafile ibadetlerle Allâh’a (cc) yaklaşmış bir kul, artık Rabbin istediği ve sevdiği tarzda dinlemeye ve işitmeye başlar. Mesela, başkalarının gıybetini yapmaz, kulaklarını bu tür yanlış dinlemelerde kullanmaz. Yine böyle bir kul, gözünü ve bakışlarını, Allâh’ın (cc) razı olduğu dairede tutar, gözlerini haram alanlara kapatır, helal daire ile sınırlandırır. Böyle bir kulun eli, helal dairede kalır, harama asla uzanmaz. Ayakları da hep Rabbin rızasını kazanacak şekilde yürür, yanlışa meyletmez.

Kulun, Rabbine nasıl yakın olabileceğinin işaretini barındıran, Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Resülullah (sas) şöyle buyurmaktadır:

أَقْرَبُ ما يَكونُ العَبْدُ مِن رَبِّهِ، وهو ساجِدٌ، فأكْثِرُوا الدُّعاءَ

Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secdede bulunduğu haldir. Dolayısıyla (secde halindeyken) duayı çok yapın![16]

Secdede, insandaki kibrin ve büyüklenmenin yok edilişi, benlik davasının kırılıp yok oluşu vardır. İnsan benliği, bu şekildeki bir tevazua ancak secde hali ile ulaşabilir. Dolayısı ile secde, aslında benliğe ve onun sonu gelmez isteklerine karşı çıkış, hevâî arzu ve isteklerden uzaklaşma, netice itibarı ile de Rabbe (cc) yaklaşma, kalbin de huzur-u ilâhî ile mutmain hale gelmesi halidir.

Bir başka kudsî hadiste, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:

Ben, kulumun benim hakkımdaki zannına göreyim. Kulum, beni zikretti mi onunla beraberim. Eğer, Beni nefsinde (gizlice) zikrederse, Ben de onu nefsimde (Zâtımda) zikrederim. Eğer, beni bir cemaat içinde zikrederse, Ben onu daha hayırlı bir cemiyet içerisinde zikrederim. Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir zira’ (dirsekten orta parmak ucuna kadar olan uzunluk ölçüsü) yaklaşırım. Bana bir zira’ yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç (gergin şekilde açılmış iki kolun parmak uçları arasındaki uzaklık) yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim.[17]

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, bu kudsî hadis-i şerifte, kuluna yaklaşması ile ilgili, “karış, zira’, kulaç” gibi, duyular alemine ait örnekler vermektedir. Bu da bize, Rab Teâlâ’ya yönelişimizin ve karşılığının ne şekillerde olabileceğine dair oldukça önemli referanslar sunmaktadır. Allâh (cc), insanın kendisine yönelmesine, her daim kat be kat fazlalıklarla karşılık vereceğini müjdelemektedir.

Diğer taraftan, Rabbin bu derece yüksek yakınlığının yanı sıra, O’nun (cc), aynı zamanda bütün mükevvenatın yaratıcısı ve idarecisi olduğunu da unutmamak gerekir.

İbni Ömer’den (r. anhümâ) rivayetle Efendimiz (sas) şöyle buyurmuşlardır:

Şüphesiz Allâh, kıyamet gününde bütün arzı avucuna alır, gökler de O’nun sağ elinde olur. Sonra, “Melik, ancak Benim” buyurur.[18]

Abdullah ibni Mesud’dan (ra) rivayete göre, Efendimiz’e (sas) bir Yahudi gelerek şöyle demiştir:

Ya Muhammed! Allah, gökleri bir parmağında, yerleri bir parmağında, bütün ağaçları bir parmağında, suları ve toprakları bir parmağında, öbür mahlukları da bir parmağında tutar, sonra,Melik, ancak Benimder.

Bunun üzerine Resülullah (sas), sondaki dişleri görülünceye kadar güldü. Sonra da “Allâh’ın kadrini, O’na layık olacak şekilde hakkıyla takdir edemediler” (Enam, 6/91; Hac, 22/74; Zümer, 39/67) ayetini okudu.[19]

İmam Buhari’nin belirttiğine göre, bu hadisin rivayet zincirinde bulunan Yahya b. Said, hadis-i şerif ile ilgili olarak Abdullah b. Mesud’un (ra) şu sözünü nakletmektedir:

Resülullah (sas), Yahudi aliminin bu sözünden hoşlanarak ve onu tasdik ederek, sondaki dişleri görülünceye kadar güldü.[20]

Efendimiz’in (sas), hoşlanarak ve tasdik ederek gülmesi, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine izafe edilen, “tutmak” ve “parmak” gibi kelime ve fiillerden, sadece Beyan ulemasının anlamış olduğu şeyi anlamasındandı. Bu anlama, idrak ve zihinlerin şaşkına düştüğü, muhayyilelerin künhüne eremediği, çok büyük fiillerin, Allah’ın yüce kudretine nispetle, son derecede basit olduğunu gösteren sözün, öz ve hülâsasına yönelik bir anlamadır.  

Sonuç

Hiç şüphesiz, o inkâr edenler, zikri işittikleri zaman, az kalsın seni gözleriyle yıkacaklardı. Hala (sana verilen Nübüvvete ve Kur’ân-ı Kerîm’e hasetleri ve kinleri sebebiyle, kendilerine hâkim olamadılar da) ‘O, mutlaka bir mecnundur’ diyorlar (bunu da sana verilen Nübüvvet ve Kur’ân sebebiyle söylüyorlar). Halbuki o (Sana verilen Nübüvvet ve Kur’an) bütün âlemler için (mahz-ı) şereften / öğütten başka (bir şey) değildir.” (Kalem, 68/51-52)

Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bir ayet-i kerimede şöyle buyurur:

Zorda kalmış kimse, dua ettiğinde, ona cevap veren ve başına gelen kötülüğü kaldıran, sizi yeryüzünün halifeleri kılan Allâh mı (yoksa kendisinde güç vehmettiğiniz, böylece şirk koştuğunuz nesneler mi)? Allah ile birlikte başka bir ilâh mı var!? Ne kadar az düşünüyorsunuz!” (Neml, 27/62)

Dolayısı ile hiçbir zaman yalnız değilsiniz. Cenâb-ı Hak tarafından seviliyor ve korunuyorsunuz. O’nun ilâhî nefhası ile kutsanmışsınız. O (cc), zamanı ve hadiseleri, lehinize çevirecektir. Gece sona erecek, güneş doğacak ve iyi olacaksınız. Bu açıdan, geçmiş için üzülmeyin, gelecek için de endişelenmeyin. Şimdiki zamana odaklanın. Şu an, o kadar iyi değilse bile, umutlu olun. Yarın, yeni bir gün…

Bu dünyada acı çekenlere, hastalara, kendisini ruhen kaybolmuş hissedenlere, yanlış anlaşılmışlara, korkmuşlara, ruh sağlığı açısından az ya da çok örselenmişlere dua edelim. Rabbimiz Karîb ve Mücîb’dir.

Çocuklara, manen yaralanmış yetişkinlere ve ruhsal iyileşmeye ihtiyacı olan yaşlılara dua edelim.

Ruhsal ve fiziksel olarak haksızlığa uğramışlara, yalnız kalmışlara, hayatlarında güçlü bir desteğe ihtiyaç duyanlara, bu dünyadan geçip gitmişlere dua edelim.

Huzur içinde olmak için ışık arayanlara, yaslarını tutanlara, kederli olanlara dua edelim.

Dünyanın huzura kavuşması, insanların farklılıkları bir kenara bırakıp bir araya gelmeleri için dua edelim.

İnsanların, birbirlerine dua etmeye devam etmeleri için, dua edelim.

Bu gezegenin tüm ışık işçilerinin, tüm güzel ruhlarının, ihtiyaç duydukları manevi yardımı alabilmeleri için dua edelim.

İlâhî derecelerde yükselebilmemiz, daha çok aydınlanabilmemiz için, bize çok yakın olan Karîb ve Mücîb’e (cc) yönelerek dua edelim.

Sonunda herkesin birbirini anladığı, mutlu ve yeni bir dünyayı gerçekleştirebilmek için O’na dua edelim.

Herkesin ışık saçan bir yıldız olduğu, özgür kaldığı, Cennet gibi bir keyfiyet için dua edelim.

Devam etme gücümüzün olması için dua edelim.

Her duanız, meleklerle vasıtalı ya da doğrudan Rabbimize ulaşacak, bütün dualar, güçlü ve güzel bir sinerjiye dönüşecektir. İlâhî ışık, İlâhî Nûr tarafından çevrelenmiş, korunmuş ve yükselmiş olacağız.

İhtiyacımız olan her şey, yalnızca İlâhî beraberliğe giden yolda bulunuyor. Meleklerin sevgi, ışık ve İlâhî bir destekle döşediği, sonunda gerçek ışığa yeniden kavuşabileceğimiz yolda…

Yaratıcı potansiyelinizi tezahür ettirme arzusu, Yüce Yaratıcıdan kaynaklanıp gelen enerjidir. Bu, kalbinizin farkındalığıdır. Zihninizin ötesine geçişinizin farkındalığı.

Tüm dikkatinizle kalbinizdeki ilâhi ışığı hissedin. Gözlemleyin, mutlak gerçeği ve yalnızca gerçeği bilme arzunuzu izleyin. En yüksek benliğinizin adımlarını, sessizce ve sakince takip edin. Kalbinizin refakat ve gözleminde, Allâh’tan (cc) sekînet ve huzur refikiniz olsun.

Zihninizin gözü ile bakın. Aradığınızı bulacaksınız. Odaklanarak, daha görünür, daha parlak ve berrak hale getirin. Heyecan, sevinç ve mutlulukla ilerleyeceksiniz.

Manevi basamaklarda yükseliyor oluşunuzu, problemlerin izalesine, her şeyin düzelmesine, sıkıntılarınızın hafiflemesine bir işaret olarak alın.

Zorlu zamanlarda, kaygı ve güvensizlik hissettiğinizde bile, her zaman Rabbimizin yanınızda olduğunu, O’nun sevdiğini, koruduğunu, yönlendirdiğini, kutsadığını hissedin ve bütün kalbinizle O’na güvenin.

Dünya ve insanlık üzerindeki muazzam değişime yardım edebilecek olan, gerçek bütünlüğümüze dönebiliriz. Rabden gelen saf bir güzellik ve esirgeyen bir sevgi ile, farklı inançlarımıza rağmen biriz ve birlikteyiz.

​Korkularınızın üstesinden gelerek, biricik olduğunuzu, kalbinizdeki İlâhî ışığın, yolunuzu aydınlattığını bilerek, endişelerinize hakim olun. Yılmayın ve umutsuzluğa prim vermeyin.

​Hayallerinizi gerçekleştirmek için çaba gösterin. Ruhunuz ebedidir. Yeni bir bakış açısı edinin, İlâhî nefhayı ruhunuzda ve kalbinizde hissedin.​ Korkularınızı, dertlerinizi ve tasalarınızı terk ederek, kendinizi huzur ikliminin efil efil esintilerine bırakın…

Allâhım! Görünür ve görünmez bütün belâ ve fitnelerin hepsinden selâmet ve âfiyet ihsan etmeni, kadın erkek bütün müminleri, kadın ve erkek bütün Müslümanları bağışlamanı diliyoruz. Allâhım! İşlerimize kolaylık ver. Kederlerimizi kaldır. Üzüntülerimizi gider.

Efendimiz Muhammed’e, onun âl ve ashabına, bütün peygamberlere salât ve selâm olsun.

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلٖينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

Kudret ve izzet sahibi Rabbin, insanların her türlü tasavvurunun üstünde (bir yüceliğe sahip)tir. O’nun bütün elçilerine selam olsun. Hamd, bütün alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.

(Saffât, 37/180-182)

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Onların duaları, ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur’ sözleri ile sona erer.

(Yunus, 10/10)


[1] İbn Mâce, Dua, 10 (3861); Tirmizî, Daavât, 83 (3507).

[2] İbn Mâce, Dua, 10 (3861).

[3] İbnu Hacer el-Askalânî, Lisanu’l-Mîzân, 4/327 (Eski baskılarda, 3/195), Hadis no: 3936, Beyrut-2002.

[4] Buhari, Cihad, 131 (2992); Müslim, Zikir, 44 (2704); Ebu Davud, Salat, 361 (1526).

[5] Taberi, Câmiu’l-Beyân, 3/225 (Tahkik: et-Türkî), Daru Hicr, Kahire-2001.

[6] Age, 3/224.

[7] Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl, 2/204, Dâru Tayyibe, Riyad-1409; Hazin, Lübâbu’t-Te’vîl, 2/264, Matbaa-i Amire-1318.

[8] Müslim, Zikir, 44 (2704); Tirmizi, Daavât, 58 (3461)

[9] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 4/161 (7275); Taberânî, el-Mu’cemu’s-Sağîr, 1/201.

[10] Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, s. 398.

[11] Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, s. 398.

[12] Hakîm et-Tirmizi, Nevâdiru’l-Usûl fî Ma’rifeti Ehâdîsi’r-Rasûl, 2/1180 (Hadis no: 1477), Mektebetü’l-İmam Buhari, Kahire-2008.

[13] Hakîm et-Tirmizi, Nevâdiru’l-Usûl, 2/1180-1181.

[14] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, 3/112-113 (2648); Razi, Et-Tefsîru’l-Kebîr, 19/82, Dâru’l-Fikr, Beyrut-1981.

[15] Buhari, Rikâk, 38 (6502).

[16] Müslim, Salat, 215 (482); Ebu Dâvud, Salat, 152 (875).

[17] Buhari, Tevhid, 15 (7405); Müslim, Zikir, 1 (2675).

[18] Buhari, Tevhid, 19 (7412).

[19] Buhari, Tevhid, 19 (7414).

[20] Buhari, ay.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.