Adalet ve Dürüstlük

Musa Kazım GÜLÇÜR

24 Nisan/2019

İçindekiler

Giriş 1

1. Adalet Konusunda Kur’an-ı Kerim’in Aydınlatan Beyanları 2

2. Dürüstlük Konusunda Kur’an-ı Kerim’den Bir Demet Yol Haritası 4

3. Zorlu Bir Sınavdan Sonra Alınan Dürüstlük Beratı 5

4. Dürüstlük Konusunda Efendimiz (sas)’den Bir İkaz 12

Sonuç 13

Adalet ve Dürüstlük Giriş

Adâlet, “davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak” gibi mânalara gelmektedir. Adâlet, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde genellikle “düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu izleme, takvâya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık” gibi anlamlarda kullanılmıştır. Adâlet, başkalarının gelişigüzel istek ve telkinlerinden etkilenmeyen istikrarlı bir doğruluk, ahlâk kanununa itaatle gerçekleşen ruhî denge ve ahlâkî bir kemaldir.

İbn-i Miskeveyh adaleti: “Hikmet, iffet ve cesaret gibi üstün niteliklerin bir insanda toplanmasıyla oluşan erdemdir” diye tanımlar. Ona göre kişinin adil olabilmesi bu üç unsurun bir insanda birbiriyle uyuşması, ondaki mümeyyiz kuvvete bu niteliklerin teslim olması, arzu ettiklerinin çekici olmasına rağmen kendine hâkim olarak ona yönelmemesi demektir. Bu özelliğe sahip olan insanda öyle bir üstünlük meydana gelir ki, önce sürekli olarak kendinden kendine karşı adaletli davranmasını, sonra başkasına karşı adaletli davranmasını, en sonra da başkasından kendi hakkını almasını arzu eder.[1]

1. Adalet Konusunda Kur’an-ı Kerim’in Aydınlatan Beyanları

Adalet-doğruluk duygusunun oluşması ve gelişmesi için Kur’an-ı Kerim bizlere pek çok ayet-i kerimesi ile yol göstermektedir. Şöyle ki:

“Al­lah si­ze, ema­net­le­ri eh­li­ne ver­me­ni­zi ve in­san­lar ara­sın­da hük­met­ti­ği­niz­de ada­le­te uy­gun tarz­da hü­küm ver­me­ni­zi em­re­der. Al­lah bu­nun­la, si­ze ne de gü­zel öğüt ve­ri­yor! Şüp­he yok ki Al­lah se­mî ve ba­sîr­dir (söz­le­ri­ni­zi de hü­küm­le­ri­ni­zi de hak­kıy­la işi­tir, bü­tün yaptıklarınızı hak­kıy­la gö­rür).[3]

Alimlerimizi bu ve benzer âyet-i kerîmelere dayanarak hâkimin kararlarında mutlaka adaletli davranması gerektiği hususunda icma etmişlerdir. İmam Şafi (rahimehullah) hazretleri bu âyet-i kerimeden şu hususları istinbat etmiştir:

“Hâkimin, beş hususta taraflar arasında eşit davranması gerekir: a) Yanlarına gitmede, b) Beraber oturmada, c) Onlara yönelme ve dönme hususunda, d) Onları dinlemede, e) Onlar hakkında hüküm vermede.

Ayrıca hâkim, kalbî temayülü bakımından değil de fiil ve davranışları hususunda taraflar arasında eşit davranmaktan sorumludur. Binâenaleyh şayet hâkim kalben, iki taraftan birine meyleder ve onun delilinin, diğerininkine üstün gelmesini arzu ederse, bu kalbi meylinden dolayı sorumlu olmaz. Çünkü bundan sakınması mümkün değildir.

Ancak hâkimin, taraflardan birine delil telkin edip anlatması ve şahide nasıl şehadet edeceğini telkin etmesi yanlış olur. Zira bu, diğer tarafa zarar verebilir. Yine hâkimin, iddia edene, nasıl iddia ve yemin edeceğini; aleyhine dava açılmış olana ise, neleri inkâr ya da ikrar etmesi gerektiğini; şahitlere şahitlik etmelerini veya etmemelerini telkin etmesi de uygun düşmez.

Yine hâkimin, taraflardan birini misafir edip, diğerini etmemesi de yakışık almaz. Çünkü bu, diğerinin kalbini kırar. Keza hâkimin, birbirleri ile davacı oldukları sürece taraflardan birisinin veya her ikisinin davetine icabet etmesi de uygun düşmez. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (sas), diğeri olmadan, taraflardan birine ikramda bulunmazdı.

“Ey iman eden­ler! Hak­tan ya­na olup var­ gü­cü­nüz­le ve bü­tün işlerinizde ada­le­ti gerçekleş­ti­rin ve ada­let numunesi şa­hit­ler olun. Bir topluluğa kar­şı, içi­niz­de beslediğiniz kin ve öf­ke, si­zi adaletsizliğe sü­rük­le­me­sin. Âdil dav­ra­nın, takvaya en uy­gun ha­re­ket bu­dur. Allah’a karşı gel­mek­ten sa­kının. Çün­kü Al­lah yap­tı­ğı­nız her şey­den ha­ber­dar­dır.”[4]

Bu âyet-i kerîmede, İslâm’ın sosyal, hukukî ve ahlâkî hedeflerinin önemli bir kısmı özetlenmiş gibidir. “Ferdî ve sosyal yapıda dirlik ve düzeni, hakkaniyet ve eşitlik esaslarına uygun şekilde davranmayı sağlayan ahlâkî erdem” anlamına gelen ada­let, sosyal hayatın en önemli denge unsuru ve teminatıdır. Bu sebeple Allah Teâlâ müminlere adaletle şahitlik etmelerini, bir topluma karşı besledikleri öf­ke yüzünden onlar hakkında adaletten ayrılmamalarını emretmiştir.

Âyet-i kerîme, insanların Allah katında en üstün değer olan takva faziletine erebilmeleri için adaletli olmalarını, düşmanları hakkında kalplerinde besledikleri öf­kenin haksızlık yapmalarına sebep olmaması gerektiğini bildirmektedir. Müminler, haksızlığı ortadan kaldırıp yerine hakkı ve adaleti getirmek, bu husustaki faaliyetlere katkı sağlamakla mükelleftirler.

Kur’an’ın ana maksatla­rından birisi de adalet ilkesine dayalı ve hukuka güvenin tam olarak hissedildiği sosyal bir dü­zen oluşturmaktır. Bu sebeple İslâm düşüncesinde, adaletin düzgün işleyişi ve hukukun güven­liğinin sağlandığı bir yönetime “peygamber uygulaması” olarak bakılmıştır. Âyet-i kerimenin müminlere, düşman topluluklara dahi adaletle muamele et­melerini emretmesi, ayrıca bu davranışın takva erdemiyle bağlantılı olduğunu vurgu­laması son derece dikkat çekicidir.

“Al­lah ada­le­ti, hat­ta ada­let­ten de faz­la ola­rak ih­sa­nı, en gü­zel dav­ra­nı­şı ve muh­taç olduk­la­rı şey­le­ri yakın­la­ra ver­me­yi em­re­der. Hayâsızlığı, çir­kin iş­le­ri, zu­lüm ve te­ca­vü­zü yasaklar. Dü­şü­nüp tu­ta­sı­nız di­ye si­ze öğüt ve­rir.”[5]

İnanan bir insanın mükellefiyeti yani sorumlulukları, hem itikatla hem de amelle yerine getirilmektedir. Dolayısı ile adaletin sadece amelle değil, aynı zamanda itikadî durumlar için de gözetilmesi gerekir. Îtikattaki adalet açısından ayet-i kerimeye baktığımızda, en temel itikadımız olan tevhidi yani “lâ ilâhe illallah=Allâh’tan başka ilâh yoktur” hakikatini görürüz. Tevhid anlayışı, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini “esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulyâsı” ile birlikte kalp, ruh ve zihinlerimizde berrak bir duyumsama, hissetme ve bunu içselleştirmedir.

Âyet-i kerîmede yer alan “ihsan” ise, meşhur Cibrîl hadisinde yer aldığı şekli ile Peygamber Efendimiz (sas)’in şu beyanında açıklığa kavuşur: “İhsan, Allâh’ı görüyomuşçasına O’na ibadet etmendir. Zira sen O’nu göremesen de O seni görmektedir.”[6] “İhsan” mefhumunun içine, Allah’ın emrine saygı duyup, insanlara şefkat gösterme hususu da dahildir. İnsanlara şefkatin en kıymetlisi ve en yücesi ise, sıla-i rahimdir.

2. Dürüstlük Konusunda Kur’an-ı Kerim’den Bir Demet Yol Haritası

“Ey iman eden­ler! Al­lah’ın emir­le­ri­ne kar­şı gel­mek­ten sa­kı­nın ve dü­rüst (sâdık) insanlar­la beraber olun.”[7]

Peygamberimiz (sas) buyuruyor ki:

“Sıdk (dürüstlük), insanı birre (Allah’ı râzı edecek iyiliğe) götürür; birr de mümini Cennete götürür. Kişi, doğruyu söyler ve doğruyu arar da Allah (cc) katında ‘doğru sözlü’ diye kaydedilir. Yalan da kişiyi sınırı aşmaya götürür. Haddi aşmak da (kişiyi) ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırır da sonunda Allah katında ‘yalancı’ diye kaydedilir.[8]

“De ki: “Ya Rab­bi, gi­re­ce­ğim ye­re dü­rüst ola­rak gir­me­mi, çı­ka­ca­ğım yer­den de dü­rüst ola­rak çıkma­mı na­sip et.”[9]

Âyet-i kerîme, “Ey Rabbim beni, tevhidin, tenzihin ve kutsiyyetin delillerinin denizine, delilin gösterdiği şeyi tanımanın ışığına ulaştıracak olan marifetullah ışığına, çokluktan ve değişikliklerden münezzeh olan o tek ve bir olan Allah’ı bilmeye gark et” şeklinde anlaşılabilir. Ya da “Beni, içine girdireceğin her yere, kullukta sadık bir şekilde ve marifetine dalmış olarak girdir, içinden çıkaracağın her şeyden de kullukta, marifetullahta ve muhabbetullahta sâdık olarak çıkar” şeklinde de anlaşılabilir.

“Rab­bi­miz Al­lah’­tır” de­yip son­ra da is­ti­ka­met-dürüstlük üze­re, doğ­ru yol­da yü­rü­yen­ler yok mu, iş­te on­la­rın üze­ri­ne me­lek­ler inip: “Hiç en­di­şe et­me­yin, hiç üzül­me­yin ve si­ze vaat e­di­len cen­net­le se­vi­nin!” der­ler.”[10]

Olgunluk iki kısımda düşünülebilir: Ruhsal ve fiziksel olgunluk. Bu ikisinden en kıymetlisi ruhsal olgunluktur. Ruhsal olgunluk da iki kısımda düşünülebilir. İlim ve amel-i sâlih. İnsanın hakikati tanıma ve kabul etme ile ilmî olgunluğu; amel-i salihle de hayır ve iyiliklerdeki olgunluğu meydana gelir. Amel-i salihin zirvesi de, insanın ifrat ve tefrite düşmeksizin dosdoğru olması, yani din, tevhid ve marifetullahta istikamet sahibi olmasıdır.

Bu âyetin bir benzeri Ahkâf suresinde şu şekildedir:

“On­lar ki “Rab­bi­miz Al­lah’­tır” de­yip son­ra da is­ti­ka­met-dürüstlük üze­re ha­re­ket ederler, iş­te on­la­ra kor­ku ve en­di­şe yok­tur, on­lar ken­di­le­ri­ni üze­cek hiç­bir du­rum­la da karşılaşmazlar.”[11]

3. Zorlu Bir Sınavdan Sonra Alınan Dürüstlük Beratı

Muhammed İbnu Şihab ez-Zühri; “Bana Abdurrahman İbnu Abdillah İbni Ka’b İbni Malik nakletti” diyor ve doğruluk-dürüstlük konusunda gerçekten de ibretli şu olayı naklediyor:

Abdullah İbnu Ka’b, kavmi içinde Resülullah (sas)’ın ashabının hadislerini en iyi bilen ve en iyi öğrenmiş olanıydı. Babası Ka’b İbnu Malik’in, Resülullah (sas) Tebük seferine çıktığı zaman, sefere katılmayışı ile ilgili vakayı şu şekilde aktarmaktadır:

“Ben (Ka’b İbnu Malik), Tebük gazvesi hariç Resülullah (sas)’in oluşturduğu gazvelerden hiçbirine katılmazlık etmemiştim. Gerçi Bedir gazvesine iştirak etmedim. Ancak buna katılmayanlardan kimseyi Resülullah (sas) kınamadı. O seferde Resülullah (sas) ve Müslümanlar savaşı düşünmüyorlardı. Ne var ki Cenab-ı Hakk bunlarla düşmanı beklenmedik anda karşı karşıya getirdi. Ben Akabe gecesinde İslam’la müşerref olup ilk antlaşmayı yaptığımız esnada Resülullah (sas)’la beraberdim. Ben Akabe’de hazır bulunmayı Bedir’de hazır bulunmaya değişmem, halk Bedir gazasını Akabe biatından daha çok ansa da.

Benim Tebük seferinden geri kalışımla ilgili habere gelince, gerçekten ben hiçbir zaman, o sıradaki kadar güçlü ve zengin olmamıştım. Allah’a kasemle söylüyorum, daha önce hiçbir zaman devem olmamıştı. Ama o gazve sırasında iki tane binmeye mahsus devem vardı. Bir de Resülullah (sas) gazaya niyet etti mi genelde müphem ifadeler kullanarak, asıl hedefi belli etmezdi. Fakat bu gazvede öyle yapmadı. Çünkü Tebük seferi çok sıcak bir mevsimde oluyordu. Uzak bir seferi ve tehlikeleri göze almış, büyük bir düşmanı hedef edinmişti. Müslümanlar gazve hazırlıklarını tam yapsınlar diye durumu tam olarak açıklamış, gidecekleri istikameti gizlemeksizin bildirmişti. Resülullah (sas) ile sefere katılacak Müslümanlar pek çoktu. Askerlerin künyelerini kayıt defteri almıyordu.

Pek az kimse gözden kaybolmayı (katılmamayı) arzu ediyordu. Bunlar da vahiy gelmedikçe, gizlendiklerinin, Resülullah (sas) tarafından bilinemeyeceğini zanneden kimselerdi. Bu gazve, tam meyvelerin erdiği, gölgelerin iyice tatlılaştığı bir zamana rastlamıştı. Ben de meyve ve gölgeye düşkün bir kimseydim. Resülullah (sas) ve Müslümanlar yol hazırlığı yaptılar. Ben de onlarla yol hazırlığı yapmak üzere sabahleyin evden çıkar, (kararsızlık içinde) hiçbir şey yapmadan geri dönerdim. Kendi kendime: “Bu da bir şey mi, dilersem hazırlığı çabucak yapabilirim” diye teselli olur, avunurdum.

Bu hal böylece devam etti. Öyle ki, başkaları ciddi ciddi hazırlığını tamamlamıştı. Resülullah (sas) ve Müslümanlar yola çıktılar. Ben ise, hala hiçbir hazırlık yapmamıştım. Yine hazırlık için gittim geldim ama bir şey yapmaya bir türlü elim varmıyordu. Bu hal de sürdü gitti. Askerler süratle yol aldılar. Gazve elimden kaçtı. Yine de yola çıkıp onlara kavuşmayı düşündüm. Keşke bunu yapsaydım. Bana bu da nasip olmadı. Resülullah (sas) Medine’den ayrıldıktan sonra, halkın arasına çıkınca gördüğüm bir husus beni üzmeye başladı. Çarşı pazarda benim gibi kalanlar olarak gördüklerim ya münafıklık damgasını yemiş olanlardı veya zayıflıkları sebebiyle Cenab-ı Hakk’ın mazur addettiği kimselerdi. Öte yandan Resülullah (sas) da beni Tebük’e varıncaya kadar hiç anmamış. Orada kalabalığın arasında otururken:

Ka’b İbnu Malik ne yaptı, (ondan ne haber var?) diye sormuş.

Benû Seleme’den birisi:

“Ey Allah’ın Resulü, onu, yakışıklı iki elbisesi ve çalımla iki tarafına bakması (Medine’de) hapsetti” demiş. Muaz da ona şu cevabı vermiş:

“Ne kötü konuşuyorsun. Ey Allah’ın Resulü Allah’a kasem olsun ki, Malik hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz” demiş. Resülullah (sas) sükût buyurmuşlar. Resülullah (sas) bu durumda iken, uzaktan beyazlara bürünmüş bir adamın siluetini görür ve:

Bu gelen Ebu Heyseme olmasın! der.

Gerçekten de o Ebu Heyseme el-Sari’dir. Yani, sefer hazırlığı sırasında bir ölçek hurma verdi diye münafıkların birbirlerine kaş-göz ederek istihza ettikleri zat. Resülullah (sas)’in, Tebük’ten ayrılıp yola çıktığı haberi bana ulaşınca keder ve üzüntüm tekrar arttı. Bir yalan hazırlamaya başladım. “Yarın, Resülullah (sas)’ın öfkesinden, ne söyleyerek kurtulabilirim?” diyordum. Bu hususta ailemde, aklı başında herkesin fikrine müracaat ediyordum. “Resülullah (sas)’in gelmesi yaklaştı” dendiği zaman bendeki yanlış düşünceler zail oldu. İyice anladım ki, hiçbir yalan asla beni kurtaramaz. Doğruyu söylemeye karar verdim.

Derken Resülullah (sas) bir sabah Medine’ye geldiler. O, bir seferden dönünce ilk iş olarak mescide uğrar, iki rekât namaz kılar, ondan sonra halka görünürdü. Bu gelişinde de namazını kılıp halkı kabul etmeye başlayınca sefere katılmayıp geride kalanlar gelip özür dilemeye, özürleri hususunda inandırıcı olmak için yeminler etmeye başladılar. Bunlar seksen kadar erkekti. Resülullah (sas) onların özürlerini kabul ediyor, onlardan beyat alıyor, onlara istiğfarda bulunuyor, işlerini Allah’a havale ediyordu. Ben de geldim. Selam verdim. Selamımı işitince öfkeli öfkeli tebessüm etti ve:

Gel dedi.

Yaklaştım ve önüne oturdum.

Niye geride kaldın, sen (Akabe’de) biat edip itaati sırtına almış değil miydin? dedi.

Ben şu cevabı verdim:

“Evet, ey Allah’ın Resulü! Ben senin değil de dünya ehlinden bir başkasının yanında oturmuş olsaydım, inandırıcı bir özür söyleyip, mutlaka öfkesini gidererek yanından ayrılırdım. Çünkü Allah bana yeterli ifade gücü vermiş bulunmaktadır. Ancak, Allah’a kasem olsun kesinlikle inanıyorum ki, bugün sizi, benden razı kılacak bir yalan söylesem çok geçmeden Allah sizi bana öfkelendirecektir. Size doğruyu söylesem bana kızacaksınız, ama ben de o hususta Allah’tan af dilerim. Gerçeği söylüyorum, kasem olsun hiçbir özrüm yoktu. Vallahi başka hiçbir vakit, sizden geri kaldığım zamanki kadar güçlü ve zengin değildim.”

Benim bu itirafım üzerine Resülullah (sas):

İşte bu doğru konuştu. Kalk, Allah senin hakkında hükmedinceye kadar bekle! buyurdu.

Ben de kalktım. Benü Seleme’den bir kısım insanlar da koşarak beni takip ettiler ve bana:

“Allah’a yemin olsun bundan önce herhangi bir günah işlediğini bilmiyoruz. Savaştan geri kalan diğerlerinin yaptığı gibi Resülullah (sas)’ın senin için yapacağı istiğfar bu günahını affettirmeye yeterdi” dediler.

“Benim vaziyetime düşen başka biri var mı? diye sordum.

“Evet, iki kişi daha tıpkı senin gibi itirafta bulundular. Mürare İbnu’r-Rebi el-Amiri ile Hilal İbnu Ümeyye el-Vakıfî. Onlara da sana söylenen söylendi” dediler. Bana çok salih iki kişiyi zikretmiş oldular. Bunlar Bedir gazvesinde bulunmuş, numune-i imtisal kişilerdi. Bunların ismini duyunca, geri gidip özür beyan etme fikrinden vazgeçtim.

Derken Resülullah (sas), Müslümanlara gazveye katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşmayı yasakladı. Bunun üzerine halk bizden çekindi ve yüz çevirdi. Öyle ki yeryüzü bana yabancılaştı. Dünya, önceden bilip tanıdığım dünya olmaktan çıktı. Bu şekilde elli gece geçirdik. Diğer iki arkadaşım, halktan uzaklaşıp evlerinde oturup ağlayarak vakit geçirdiler. Onlardan daha genç, daha güçlü olan ben dışarı çıkıyor, namazlara katılıyor, çarşı pazar dolaşıyordum. Ama kimse benimle konuşmuyordu.

Bazen namazdan sonra, ashabıyla oturmakta olan Resülullah (sas)’e uğrayıp selam veriyordum. İçimden, “Acaba, benim selamımı alarak dudaklarını kıpırdatır mı?” diye kendi kendime sorardım. Sonra yakınına durup namaz kılar, göz ucuyla da ona bakardım. Namaza durunca bana baktığını da görürdüm. Ama ben ona yönelecek olsam derhal benden yüzünü çevirirdi. Müslümanların cefasından çektiğim bu ıstıraplı hal uzayınca, bir gün dayanamayıp gittim Ebu Katade’nin bahçe duvarını geçtim. O amcamın oğlu idi ve herkesten çok severdim. Yanına varınca selam verdim. Hayret! Vallahi selamımı almadı. Kendisine:

“Ey Ebu Katade, Allah aşkına söyle. Allah ve Resulünü sevdiğimi bilmiyor musun?” dedim. Sustu, cevap vermedi. Tekrar Allah aşkına diye yemin verdim, yine konuşmadı. Üçüncü sefer Allah adına yemin verdim. Bu defa:

“Allah ve Resulü daha iyi bilir!” dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı. Geri döndüm, duvarı aştım. Bir gün Medine çarşısında yürürken, Medine’ye buğday satmaya gelmiş, Şam ahalisinden Nabat’lı bir çiftçi:

“Ka’b İbnu Malik’i bana kim gösterecek?” diyordu. Halk beni ona gösterdi. Adam bana yaklaştı ve Gassan Kralı’ndan bana bir mektup getirdiğini söyledi. Ben okuma-yazma bilirdim, hemen okudum. Mektupta şöyle diyordu:

“Bana gelen habere göre arkadaşın sana sıkıntı veriyormuş. Allah seni hakaret görmek, sıkıntı çekmek için yaratmadı. Bize gel, sana iyi davranalım.” Mektubu okur okumaz: “Bu da bir başka bela” dedim. Tandıra götürüp attım ve yaktım. Nihayet bu boğucu elli günden kırkı geçmiş, hakkımızda vahiy de gecikmişti. Aniden Resülullah (sas)’in elçisi geldi. Bana:

“Resülullah, hanımını terk etmeni emrediyor” dedi. Ben:

“Boşayacak mıyım, yoksa başka şekilde bir terk mi?” diye sordum.

“Hayır, boşamayacaksın, ondan ayrıl, sakın yaklaşma!” dedi. Resülullah (sas) aynı haberi diğer iki arkadaşıma da göndermişti. Hanımıma:

“Ailene dön, onların yanında kal, Allah bu meselede bir hüküm bildirinceye kadar da orada bekle” dedim. Hilal İbnu Ümeyye’nin hanımı Resülullah (sas)’e müracaat ederek:

“Ey Allah’ın Resulü, Ümeyye İbnu Hilal kendini kaybetmiş bir ihtiyardır, hizmetçisi de yoktur. Ona hizmetini yapıversem bir mahzuru var mı?” diye izin istemiş. Ve:

“Hayır, mahzuru yok, hizmet edebilirsin, ancak sakın yakınlaşmada bulunma” cevabını almış. Kadın da:

“Hayır ya Resulallah! Vallahi, zaten onda kımıldayacak mecal kalmadı. Vallahi cezalandığı günden şu ana kadar hiç ara vermeden habire ağlıyor” dedi. Ailemden bazısı bana:

“Resülullah (sas)’e gidip hanımının, hizmetlerini yapıvermesi için sen de izin istesen iyi olur. Nitekim Hilal’in hanımına hizmet etmesi için müsaade etti” diye tavsiyede bulundu.

“Hayır, dedim, böyle bir talepte bulunmayacağım. Bana ne diyeceğini nasıl bilebilirim, ben genç bir kimseyim.”

Böylece sıkıntısı gittikçe artan on gece daha geçirdim. Konuşma yasağının üzerinden tam elli gece geçti. Ellinci gecenin sabah namazını evlerimizden birinin damında kılmıştım. Ben Allahu Teâla’nın hakkımızda belirttiği o dehşetli hal içinde oturmuş duruyordum. Ruhum sıkılmış, bütün genişliğine rağmen dünya daralmıştı. Sanki bir cendere içerisindeydim. Bir ses işittim. Bu, Sel dağı üzerine çıkmış bağıran birinin sesiydi. Dikkat kesildim: bana sesleniyor ve:

“Ey Ka’b İbnu Malik müjde!” diyordu.

Hemen secdeye kapandım. Hakkımızda bir kurtuluşun geldiğini anlamıştım. Meğer Resülullah (sas), Cenab-ı Hakk’ın bizi affettiğine dair müjdeli haberi o gün sabah namazında halka duyurmuş, halk da bize müjdelemek üzere koşuşmuş, bazıları da diğer iki arkadaşıma gitmişmiş. Bir zat bana atı ile ulaşmış, Eslem’li biri de yaya olarak seğirtip dağa çıkmış, oradan bana sesleniyordu. Tabiî ki ses, attan daha hızlı yol aldı. Sesini duyduğum müjdeci kimse, bir müddet sonra bizzat yanıma gelince, derhal iki parça elbisemi çıkarıp müjde bedeli olarak kendisine giydirdim. Yemin olsun o gün için başka bir şeyim yoktu.

Emanet iki giyecek temin ettim, onları giyip, Resülullah (sas)’i görmek arzusuyla dışarı fırladım. Yolda halk grup grup beni karşılıyor. Cenab-ı Hakk’ın affı sebebiyle tebrik ediyordu. Bu minval üzere Mescid’e geldim. Resülullah (sas) etrafını saran ashabının ortasında oturuyordu. Beni görünce Talha İbnu Ubeydillah (ra) kalktı, bana doğru koşup musafaha yaptı ve beni tebrik etti. Yemin olsun, onun dışında muhacirlerden başka kalkan olmadı. Onun bu samimi davranışını ömrüm boyunca unutmadım. Resülullah (sas)’e selam verince memnuniyetten ışıl ışıl mütebessim bir yüzle:

Müjdeler olsun! Annenden doğduğundan beri yaşadığın en hayırlı gününü tebrik ederim dedi.

Ben hemen sordum:

“Ey Allah’ın Resulü, bu sizin bağışladığınız bir lütuf mu yoksa Cenab-ı Hak’tan gelen bir lütuf mu?”

Allah’tan gelen bir lütuf! dedi.

Resülullah (sas)’ın vech-i mübarekleri, sevinçli anlarında, bir ay parçası gibi nurlanır ve parlardı. Biz, bunu derhal anlardık. Ben önüne oturunca:

“Ey Allah’ın Resulü! Mazhar olduğum bu af sebebiyle ne var ne yok bütün malımı Allah ve Resulüne bağışlıyorum” dedim.

Hayır. Hepsi olmaz, bir kısmını kendine ayır, bu senin için daha hayırlı buyurdular.

“Ey Allah’ın Resulü, biliyorum ki, Allah beni dürüstlüğümden, doğru sözlülüğümden dolayı kurtardı. Benim tövbemden biri de artık, yaşadığım müddetçe hep doğru söylemek olacaktır.”

Allah’a yemin olsun, Resülullah (sas)’a bunu söylediğim günden beri, doğru söz hususunda, Allah’ın bana lütfettiği ihsandan daha güzeline mazhar olan birisini bilmiyorum. Yine Allah’a kasem ederek söylüyorum, Resülullah (sas)’a söz verdiğim günden beri bir kerecik olsun yalan söylemeyi düşünmedim. Geri kalan ömrümde de Allah’ın beni yalandan korumasını diliyorum. Bizimle ilgili olarak Allah Teâlâ şu ayeti indirmişti:

“And olsun ki, Allah, sıkıntılı bir zamanda bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken Peygambere uyan Muhacirlerle Ensar’ın ve Peygamber’in tövbelerini kabul etti. Tövbelerini, onlara karşı şefkatli ve merhametli olduğu için kabul etmiştir. Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tövbelerini kabul buyurdu.

Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı.

Nihayet, Allah’ın cezasından, yine Allah’ın kapısından başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anladılar da bundan sonra, önceki iyi hallerine dönsünler diye, Allah onları tövbeye muvaffak kıldı. Çünkü Allah Tevvabdır, Rahîmdir. Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve doğrularla beraber olun!”[12]

Ka’b devamla şöyle diyor:

“Allah’a yeminle söylüyorum, Allah beni İslam’la şereflendirdikten sonra, bana göre, Resülullah (sas)’a söylediğim doğru sözden daha büyük bir nimet vermemiştir. (Allah’ın bana lütfettiği birinci büyük nimeti İslam’la müşerref olmam, ikinci büyük nimeti de Resülullah (sas)’e, doğru söz söylememi nasip etmiş olmasıdır. Aksi takdirde, diğer yalan söyleyenler gibi ben de helak olacaktım. Nitekim Cenab-ı Hak, vahiy indirdiği zaman, yalan söyleyenler hakkında, bir kimse için söylenebilecek en kötü şeyi söylemiştir. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: “Döndüğünüzde, kendilerine çıkışmamanız için, Allah’a yemin edeceklerdir. Siz onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pistirler. Yaptıklarının karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden hoşnut olasınız diye, size yemin verirler. Siz onlardan razı olsanız bile, Allah yoldan çıkmış fasık kimselerden razı olmaz”[13]

Ka’b, Cenab-ı Hakk’ın: “…geri kalmış üç kişi…” sözünden maksadın savaştan geri kalanlar demek olmadığını da şu şekilde belirtiyor:

“Resülullah Tebük seferinden döndüğü zaman, sefere katılmayanlar gidip özür diledikleri, Resülullah (sas)’ın da yemin etmeleri üzerine özürlerini kabul buyurup kendileriyle beyatlaşıp, haklarında istiğfarda bulunduğu kimselerden, biz üç kişi ayrı tutulmuş, (onların mazhar olduğu aftan istifade edememiştik.) Resülullah (sas) bizim işimizi, Allah hakkımızda hükmedinceye kadar tehir etmişti. Hakkımızda gelen ayette, Cenab-ı Hakk’ın: “…geri kalmış üç kişi…” sözünden kasıt, savaştan geri kalmamız değildir, bu geri kalış Resülullah (sas)’ın hakkımızdaki hükmü geri bırakması, yemin ederek özür dileyenlerin özrünü kabul ettiği kimselerden ayrı tutmasıdır.”[14]

4. Dürüstlük Konusunda Efendimiz (sas)’den Bir İkaz

Huzeyfe b. El-Yemani şöyle naklediyor: Hz. Peygamber (sas), bize iki hadis irad buyurmuştu. Ben bunlardan birini gördüm, diğerini de bekliyorum. Şöyle buyurmuştu:

Emanet (din, adalet duyguları) insanların kalplerinin derinliklerine (yaratılışlarında, fıtri meyiller olarak) konmuştur. Sonradan Kur’an-ı Kerim indiğinde, (insanlar kalplerine konmuş olan bu fıtri temayüllerin) Kur’an ve hadiste teyidini buldular.

Resülullah (sas) bize bu emanetin kalplerden kalkmasından da bahsetti ve buyurdu ki:

Kişi uykuda imiş gibi farkında olmadan kalbinden emanet alınır. Geride, benek izi gibi bir iz kalır. Sonra ikinci sefer, yine uykudaymışçasına, kişi farkında olmadan kalbindeki emanet duygusundan bir miktar daha alınır. Bunun da kalpte bir kabarcık gibi bir izi kalır. Ayağın üzerinden bir kor parçasını yuvarlayacak olsan değdiği yerleri kabartması gibi. Bu kabarcıkların içinde ise bilindiği gibi işe yarar bir şey yoktur.” Sonra Hz. Peygamber (sas) bir çakıl tanesi aldı, onu ayağının üzerinde yuvarladı. Emanet bu şekilde peyder pey azalmaya devam eder, o hale gelinir ki artık alışverişe giden insanlarda (itimat, güven, doğruluk ve) emanet tamamen kaybolur. Hatta dürüstleri, ‘Falanca toplulukta dürüst insanlar varmış’ diye parmakla gösterirler. Bazen de kalbinde zerre miktar iman olmayan bir kimsenin, “ne civanmert ne kibar ne akıllı kişi” diye övüldüğü olur.[15]

Sonuç

Diogenes’in “dürüst” bir insan ararkenki tasviri.
1780’de Alman ressam Johann Heinrich Wilhelm Tischbein (1751-1829) tarafından yapılmıştır.

Adalet, dürüstlük ve istikamet hususlarındaki ilâhî çağrıya uymak, doğru yol (sırat-ı müstakîm) üzere olmak ve o doğrultuda mesafe kat etmek, hiç kuşkusuz çok büyük bir mazhariyettir. Allâh korusun böyle yüce bir mazhariyetten uzak düşmekse, çirkin ve derin bir mahrumiyet, dünya ve ahirette nasipsizlik demektir.

Bu ehemmiyetli hususun akıllara ve zihinlere nakşedilebilmesi ve iradî bir talep çizgisinde sürdürülebilmesi için, Fatiha-i şerîfede yer alan; Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanlarınkine, sapıklarınkine değil (Fatiha, 1/6-7) dua ve yakarışının, iç dünyamızın ta derinliklerinden gelen bir yakarışa dönüşmesi hayati ehemmiyete hâizdir.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin bütün hüşyar gönüller için “adalet, dürüstlük ve istikamet” bahşetmesi dilek ve temennilerimle…


[1] İbn Miskeveyh, Tehzibu’l–Ahlak, 15.

[2] Nedvi, s. 304.

[3] Nisa, 4/58.

[4] Maide, 5/8.

[5] Nahl, 16/90.

[6] Buhâri, İman, 47.

[7] Tevbe, 9/119.

[8] Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 29, hadis no: 2607; Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 1989; Tirmizî, Birr 46, hadis no: 1971; Muvattâ, Kelâm 16.

[9] İsra, 17/80.

[10] Fussilet, 41/30

[11] Ahkaf, 46/13.

[12] Tevbe, 9/117–119.

[13] Tevbe, 9/95–96.

[14] Buhari, Vesaya 16, Cihad 103, Menakıb 23, Menakıbu’l–Ensar 43, Meğazi 3, 78, Tefsir, Berae, 17, 18, 19, İstizan 21, Eyman 24, Ahkam 53; Müslim, Tevbe 53, (2769); Tirmizi, Tefsir, Berae, (3101); Ebu Davud, Talak 11, (2202), Cihad 173, (2773), Nüzur 29, (3317); Nesai, Talak 18, (6, 152), Nüzur 37, (7, 22).

[15] Buhari, Rikak 35, Fiten 13; Müslim, İman 230, (143); Tirmizi, Fiten 17, (2180); İbnu Mace, Fiten 27, (4053).

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.