Tasavvufta Makam ve Mertebeler VI

Fatma ÖZTÜRK GÜLÇÜR 

12 Temmuz/2019 

İçindekiler

Ünsiyet ve Heybet 1

Kurb ve Bu’d 4

Vusûl ve İnfisal 6

Nimetlerine uygun ve lütuflarına yaraşır hamdler ve şükürler, alemlerin Rabbi, Rahmânu’d-dünya ve Rahîmu’l-âhira, din ve ceza gününün sahibi Allâh (cc)’a, salat ve selam ve her türlü ihtiram, müjdecimiz, Efendimiz, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sas)’ya, onun âl ve ashabına olsun.

“Tasavvufta Makam ve Mertebeler” konulu yazımızın altıncısı ile devam etmekteyiz.

Ünsiyet ve Heybet

Üns, kelime olarak ülfet etmek, ısınmak, nazlanmak, samimi ve cana yakın olmaktır. Birinin yanında çekingen ve resmi olmamak, sevenin sevdiği ile hem dem olması, korkmadan ona yaklaşması, dilediğini çekinmeden söylemesi, sohbetinden zevk ve haz alması, reca halinin ileri merhalesi. Enis, dost, sevgili, nazlı, sevimli.

Mûnis: Ünsiyet veren dost. Bunun zıddı vahşet ve heybet halidir. Sevgiliden çekinme ve endişe etmektir.[1]

Tasavvuf literatüründe çoğunlukla Allah’ın cemal tecellilerine mazhar olan sûfînin kalbinde bu ilâhî tecellileri müşahede etmesi ve Hak ile huzurda bulunma halini ifade etmek üzere kullanılır. Ünsiyet kazanmaya, yakınlık kurmaya istînâs denir. Hakk’ın celâl tecellileri karşısında kulun varlığının silinmesi “heybet” terimiyle ifade edilir ki üns halinin zıddıdır.[2]

“Üns” kavramı, “Allah’tan son derece korkmak ve hürmetkâr davranmak, azameti karşısında dehşete kapılmak, kendini kaybetmek” anlamına gelen heybet haliyle birlikte ele alınır. Heybet “sâlikin kalbinin daralması” manasındaki kabz halinden, üns ise “kalbin genişlemesi ve inşirah bulması” anlamındaki bast halinden daha üstündür.[3]

Zünnun’a soruldu, “Üns nedir?” Şöyle dedi:

“Sevgilinin yanında sevenin şen ve şakrak, rahat ve samimi olmasıdır.”

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen Hz. İbrahim (as) ile Hz. Musa’ya (as) ait şu sözler Zünnun’un görüşünü izah eder:

وَاِذْ قَالَ اِبْرٰهٖيمُ رَبِّ اَرِنٖى كَيْفَ تُحْيِ الْمَوْتٰى قَالَ اَوَلَمْ تُؤْمِنْ قَالَ بَلٰى وَلٰكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْبٖى قَالَ فَخُذْ اَرْبَعَةً مِنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ اِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلٰى كُلِّ جَبَلٍ مِنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَاْتٖينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ

“Hani (Hak dostu Halîl) İbrahim,

“Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” demişti. (Allah ona):

“İnanmıyor musun?” deyince,

“Hayır (inandım) ancak kalbimin tatmin olması için” demişti.

“Öyleyse, dört kuş tut. Onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp her bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Sana uçarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara, 2/260)

Kıyamet günü vuku bulacağı vaad olunan ölülerin diriltilmesi işinin şimdi gösterilmesini istemek üns ve dostluk halinin bir ifadesidir.

Allâh ile konuşma saadetine nail olan kelîm Musa (as):

وَلَمَّا جَاءَ مُوسٰى لِمٖيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ اَرِنٖى اَنْظُرْ اِلَيْكَ قَالَ لَنْ تَرٰینٖى وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰینٖى فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًا فَلَمَّا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا اَوَّلُ الْمُؤْمِنٖينَ

“Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca,

“Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da,

“Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi.

Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca;

“Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah’ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim” dedi. (Araf, 7/143)

“Ben göremezsin” demek, “hiçbir zaman beni göremezsin veya göremeyeceksin” demek olmayıp, “buna takatin yetmez” demektir.

Hz. Musa’nın (as) ahirette gerçekleşecek bir keyfiyeti dünyada istemesi üns ve samimiyet halinin bir sonucudur.[4]

Allâh’a taat, O’nu zikretmek, kelam-ı ilâhîsi olan Kur’ân-ı Kerîm’ini okumak ve kişiyi Hakk’a yaklaştıran diğer emirlere sarılmak gibi şeylerle ünsiyet etmek de bazen ünsden meydana gelir. Bu kadar olan bir üns de Allâh’tan kuluna bir lütuf, ilâhî bir ihsandır. Fakat bu üns, muhlislerde olan üns hali değildir.

Üns, şerefli ve yüce bir haldir. Üns, batının temizlenerek sadık ve samimi bir zühd ile ayıklanması, takvanın kemale ermesi, her türlü sebep ve alakalardan koparak şeytan veya melek, nefis veya ruhtan gelen bütün havatırı mahvetmekle gerçekleşir.

Ünsün tek başına kalbi etkisi altına alan müstakil bir yönü vardır. Üns, beraberinde bulunan heybet ile kalbi toplar. Onun muhtelif şeylerle olan alakasını keser.

Bunlar Zât ile ünsiyetten ve Zât heybetinden fena geçidini aştıktan sonra beka makamında meydana gelir. Bu durum, fenanın varlığını gideren heybet ve ünsden başkadır. Çünkü heybet ve üns fenadan önce Celâl ve Cemâl sıfatlarının zuhurundan sonra ortaya çıkar. Bu durum telvin makamıdır.

Fenadan sonra geldiğine işaret ettiğimiz Zâtî üns, Zât tecellilerinin mütalaasından sonra hasıl olan beka ve temkin makamından meydana gelir.[5]

Kurb ve Bu’d

“Secde et ve yaklaş.” (Alak, 96/19)

“Kurb” kelimesi lügatte yakınlık, yakın oluş ve yakınlık kazanmak manalarına gelirken, tasavvufta ise ibadetlere ve taatlere yakın olma, Allah’a yakın olma, ebedî mutluluğu kazanmaya vesile olan ibadetlere ve iyi davranışlara yakın olmadır.

Bu terim, genellikle karşıtı olan bu’d (uzaklık) konusu ile beraber ele alınmıştır. Bu’d, ibadetlere ve taatlere uzak kalma, Allah’tan uzaklaşma, ebedî hüsrana yol açacak kötü işlere yakın olmadır.

Kurb-u ferâiz ise, farz ibadetlerle Allâh’a yaklaşma, kurb-u nevâfil de nafile ibadetlerle ulaşılan Allâh’a yakınlık halidir.[6]

Gerek farz gerek nafile ibadetler, kulun işin başında ilme’l-yakîn olarak bildiği hakikatleri, ayne’l-yakîn olarak müşahede etmesine, daha da ilerlerse hakka’l-yakîn olarak idrak etmesine sebep olur.

Cenâb-ı Hak, Hz. Peygambere hitaben:

(وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ)

“Secde et. Yaklaş.” (Alak, 96/19)

buyurmuştur.

Kurb, kulun Rabbine karşı hem nazlı hem de zelil olmasıdır.[7]

“Kulun Allah’a en yakın olduğu zaman secdede bulunduğu andır.”[8]

Secde edene, secdenin zevki tattırılınca Allâh’a yaklaşmış olur. Çünkü insan, secdesi ile kâinatın örtüsünü ve onca olacak işleri dürerek altına almış, secde ile Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğüne yönelmiş, kendisini küçülterek de Allâh’a yaklaşmıştır.[9]

Kulun kurbu, önce iman ve tasdi ile meydana gelen bir yakınlıktır. Sonra ise ihsan ve tahkik ile yakınlık yeni bir boyut ve derinlik kazanır.

Hak Teâlâ’nın salike dünyada olan kurbu, ona özel olarak verdiği irfandır. Ahirette ise kulu şereflendiren Cemâlî tecelli yani kulun şuhûd ve rüyetidir.

Kulun, Hak Teâlâ’ya yaklaşması ancak halktan uzaklaşması ile mümkündür. Bu yakınlık, görünen ve oluşanların hükümlerinden başka olup, kalplerin sıfatlarındandır.

Hak Teâlâ’nın, ilmi ve kudreti ile kurbiyeti ise herkes içindir. Lütuf ve yakınlığı ile kurbeti ancak müminlere hastır. Allâh’a ünsiyet özellikleri ile kurb, veli kullara mahsustur. Cenab-ı Hak buyurur:

(وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرٖيدِ)

“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)

(وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْكُمْ)

“Biz ona sizden daha yakınız.” (Vakıa, 56/85)

Hak Teâlâ’nın kurbiyetini elde edenin en az durumu daima Allâh’ın kontrolünde olduğunu hissetmesidir. Çünkü onun boynunda önce takva, sonra da haya murakıpları bulunmaktadır.[10]

Cüneyd şöyle derdi: “Cenâb-ı Hak kullarının kalbini kendisine ne kadar yakın görürse, o nispette onların kalbine yaklaşır. Kalbine neyin yaklaştığına dikkat et!”[11]

Sehl ise, “kurbiyet makamlarının en aşağısı hayadır” demiştir.

Nasrabâzî de “sünnete ittiba ile marifete, farzları eda ile kurbiyete, nafilelere devam ile de muhabbete ulaşılır” demiştir.[12]

Cenâb-ı Hakk’a olan yakınlık üçe ayrılır:

1. Bir tür yakınlık ki o yakınlık Allâh’ın sıfat-ı ulyası açısından muhaldir. Bu yakınlık zatların yakınlığıdır.

2. Bir nevi yakınlık ki Allâh’ın sıfatlarında sabittir. O da ilim ve rüyet ile olan yakınlıktır.

3. Bu yakınlık da O’nun vasfında mümkündür. O yakınlığı kullarından dilediğine verir. O yakınlık da lütfundan gelen fazilet ya da efal yakınlığıdır.[13]

Vusûl ve İnfisal

“Ve Rabbine kulluk et ki sana yakin gelsin (kesin bilgiye eresin)” (Hicr, 15/99)

Sözlükte “ulaşmak, erişmek, sevdiğine kavuşmak”, manasındaki “vüsûl” kelimesi “ayrılmak” anlamındaki “fasl, firkat ve hicrân” kelimelerinin karşıtıdır; ayrıca aynı kökten gelen “vasl, vuslat, visâl, ittisâl” terimleriyle yakın anlamlara sahiptir.

Kulun seyr u sülûk neticesinde nihaî maksadı olan “Hakk’a ulaşması, Hak ile birlikteliği, Hakk’ın âlem ve içindekilerle beraberliği” manasına gelen “vasl ve ittisâl”, Hakk’ın âlem ve içindekilerden münezzeh oluşuna işaret eden “fasl, inkita ve infisâl” kavramlarının zıddıdır.

Sufi şeyhleri, yakîn içinde vicdan ve zevk yolu ile Allâh’ı buluyor. Bu, tecellide bir rütbedir. Kişi bu durumda, Cenâb-ı Hakk’ın tecelli-i efâli ile beraber olduğu için gerek kendisinin gerek başkasının bütün fiillerini Hakk’ın efalinde ifna eder. Bu durumda da şahsi tedbir ve ihtiyarından çıkar, ilahi iradeye râm olur. Bu hal vuslatta bir rütbedir.

Bir gurup sufi kalpleri ile Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl ve Celâl tecellilerine muttali oldukları için heybet ve üns makamında durdurulmuşlardır. Bu durum, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları ile tecelliye bir yol olup vuslatta bir rütbedir.

Bir gurup sufi de fena makamına yükselmiş ve içini yakîn ve müşahede nurları kaplamıştır. Bu hale eren kimse, Cenâb-ı Hakk’ı müşahedesinden dolayı kendi varlığından geçmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın, mukarreblerin havassına zatı ile tecelli etmesinin ayrı bir çeşididir. Bu da vuslatta bir rütbedir.

Bunun üstünde hakka’l-yakîn vardır. Hakka’l-yakîn, dünyada havassın bütün varlığına müşahede nurunun sirayet etmesi, böylece kulun ruhunun, kalbinin, nefsinin ve hatta kalıbının müşahededen nasibini almasıdır. Bu, vuslat rütbelerinin en üstünüdür.

Kul, hakka’l-yakîn mertebesine erince kendisine bahşedilen yüce haller bulunmakla beraber, yine de vuslatın ilk basamaklarında olduğunu bilir. Durum bu olunca gerçek vuslat ne kadar uzak! Vuslat yolunun basamakları ebedi ahiret hayatında bile asla kat edilemez. Nerede kaldı ki şu kısa dünya hayatında kat edilebilsin?[14]

Ruveym der ki: “Vuslat ehli, kalplerini Allâh’ın kendisine ulaştırdığı kimselerdir. Bu yüzden onların bedenî ve beşerî kuvveleri isyandan korunmuş ve onlar ebediyen halktan ümit kesmiş kimselerdir.[15]

İnşaAllâh, “Tasavvufta Makam ve Mertebeler VII” başlıklı yazı ile devam etmeye çalışacağız…


[1] Kelâbâzî, Taarruf, s. 157.

[2] TDV İslam Ansiklopedisi, Üns md., C. 42, s. 348.

[3] Ibid.

[4] Kelâbâzî, Taarruf, s. 158.

[5] Sühreverdî, Avârifu’l-Maarif, s. 638.

[6] Kelâbâzî, Taarruf, s. 290.

[7] Kelâbâzî, Taarruf, s. 159.

[8] Müsned, 2/421; Müslim, Ṣalât, 215.

[9] Sühreverdî, Avârifu’l-Maârif, s. 639.

[10] Kuşeyrî, Risale, s. 134.

[11] Sühreverdî, Avârifu’l-Maârif, s. 639.

[12] A.e., s. 640.

[13] Kuşeyrî, Risale, s. 136.

[14] Sühreverdî, Avârifu’l-Maârif, s. 643.

[15] Ibid, s. 642.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.