Musa Kazım GÜLÇÜR
15 Nisan/2019
Riya ve Gösteriş Giriş
“Riya” kelimesi Türkçemizde özü sözü bir olmamak, inandığı gibi hareket etmeyiş, gösteriş, iki yüzlülük gibi manalara gelmekle birlikte dini açıdan bir ibâdet veya iyiliğin Allah rızâsı için değil gösteriş için yapılması demektir. Bu yazımızda “riya” konusunu öncelikle âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîflerde geçtiği şekliyle anlamaya çalışacağız. Âyet-i kerîmelerde riyâ konusunu sadece “riyâ” kelimesinin yer aldığı âyet-i kerîmeler itibarı ile incelemeye uğraşacağız. Ancak konuyu siyak-sibak bütünlüğü içerisinde anlamanın daha uygun olduğunu düşündüğümüz yerlerde önceki ve sonraki âyet-i kerîmelerle de irtibat kurmanın önemli olabileceğini düşünmekteyiz. Ayrıca İslam büyüklerinden bir kısmının bu konudaki görüşlerine yer verecek, riya sayılan ya da sayılamayan hususlara değinmeye çalışacağız.
Âyet-i Kerîmelerde Riya Konusu
“Riya” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de beş kadar âyet-i kerîmede yer almaktadır. Bu âyet-i kerîmelerden ikisinde, Allâh yolunda malını harcayan kimselerin insanlara gösteriş yapmasından haber verilmekte ve Müslümanlar ikaz edilmektedir. Diğer ikisinde ise namazlarını ya da daha geniş ifadesi ile ibadet ü taatlerini insanlara göstermeyi adeta huy edinmiş kimselerin varlığından haber verilmekte ve gösteriş amaçlı bu tutum yerilmektedir. Son âyet-i kerîmede ise dini gayret adına hareket edenlerin şımarıklık ve insanlara gösteriş maksatlı davranışlarından haber verilerek bir dizi emir ve tavsiye yer almaktadır.
Bakara suresinde Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Mallarını Allah yolunda harcayıp da infaklarının ardından minnet etmeyenler, rahatsızlık vermeyenler yok mu, işte onların Rab’leri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir endişe yoktur ve onlar üzüntü de duymayacaklardır.
Bir tatlı söz, bir kusur bağışlama, peşinden incitme gelen maddî yardımdan (sadakadan) çok daha iyidir. Zira Allah ganî ve halîmdir.
Ey iman edenler! Sadaka verdiğiniz kimselere minnet etmek, incitmek suretiyle o sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Allah’a da âhirete de inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kimsenin durumuna düşmeyin.
Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kaygan bir kayaya benzer ki, şiddetli bir yağmur olur olmaz toprağı kayıverir, cascavlak kalır. Öyleleri işledikleri hiçbir şeyden sevap ve mükâfat elde edemezler. Zira Allah inkârcılar güruhunu hidayet etmez, emellerine kavuşturmaz.” (Bakara Suresi, 2/262–4)
Şimdi, bu âyet-i kerîmede yer alan pek çok unsurdan görebildiklerimizi şu şekilde sıralamak istiyoruz:
1. Sadaka verenlerin, sadaka verdikleri kişileri minnet duygusu altında bırakacak tavır ya da onların ağırına gidecek bir söz, tutum ve davranış içerisinde bulundukları takdirde sadakalarının Allâh katında geçersiz olacağı gerçeği hatırlatılmaktadır.
2. İman sahiplerinin böyle bir durumdan uzak durmalarını belirten açık bir yasaklama bulunmaktadır.
3. Yaptıkları maddi yardımları, minnet altında bırakma veya başa kakma sureti ile verenlerin, aslında mallarını Allâh’a ve âhiret gününe ait bir inanç duymadan sırf insanlara gösteriş yapma, caka satma amacı sebebi ile boşa harcamış olacakları uyarısı yapılmaktadır.
4. Böyle kişilerin durumu, kayanın üzerini kaplayan ve yağmurla hemen gidiveren incecik toprak tabakasına benzetilmiştir.
Bu son maddede yer alan benzetme üzerinde biraz durmak istiyoruz. Bilindiği üzere sadakalardaki temel hedeflerden bir tanesi, zengin tabakanın fakir tabakaya karşı kalplerinin yumuşamasını temin etme ve fakirlere maddi anlamda yardımcı olmadır. Öyle ise, sadaka ile birlikte kişiyi minnet altında bırakacak, sadaka alanı adeta aşağılayacak, ‘görünürde’ insanî yardım olan katı kalpli bir davranış yerine, âyet-i kerîmede emir buyrulduğu şekilde kalbî yumuşaklığı gösteren bir tatlı söz veya bir kusur bağışlama yardım görünümlü fakat aşağılayan ve gösteriş maksatlı yardımdan daha iyidir.
Âyet-i kerîmedeki benzetme gerçekten de muhteşemdir. Yağmurun yağması ile birlikte toprak tabakasının akıp gitmesi sonucunda nasıl kaya tabakası çıplak bir şekilde kalıyorsa, Allâh’a ve âhiret gününe yeterince iman edememiş ve sadakalarını insanlara sırf gösteriş olsun diye sarf etmiş insanların kalplerinin katılıkları ve taş gibi oldukları hesap ve mizan gününde açığa çıkacaktır.
Bu türden davranış içerisinde olan insanları Cenâb-ı Hakk’ın sevmediği, o kişiye şeytanın arkadaş olduğu da şimdi aktaracağımız âyet-i kerîmeden anlaşılmaktadır:
“Mallarını halka gösteriş için harcayıp Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen kimseleri de Allah elbette sevmez. Şeytan kimin arkadaşı olursa, artık o arkadaşların en kötüsüne düşmüş demektir.” (Nisâ Suresi, 4/38)
Gösteriş ile ilgili diğer âyet-i kerîmede ise Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“Münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar, Allah da onların hilelerini ve oyunlarını bozar. Onlar namaza kalkarken üşene üşene kalkarlar, müminlere gösteriş yaparlar. Yoksa aslında Allah’ı pek az hatırlarlar.” (Nisâ Suresi, 4/142)
Bu âyet-i kerîmede yer alan ana hususlardan bir tanesi, aslında Allâh’a, peygamberlerine, meleklerine, hâsılı âmentü esaslarına tam olarak inanamamış ve dolayısıyla da nifak/münafıklık içerisindeki kişilerin, ‘namaz’ gibi imanın oldukça ehemmiyetli bir tezahürü olan ibadet esnasındaki psikolojilerini tasvir ediyor olmasıdır. Bu psikolojik tasvirde pek çok unsurdan ikisi dikkatimizi çekmektedir:
1. Bu şekildeki insanların özellikle de cemaatle eda edilen namazlar esnasında namazlarını üşene üşene, istemeye istemeye kılmaları.
2. Namaz kılmak zorunda kaldığında da insanların beğenisi için gayret etmeleri, diğer insanlar görsünler diye ruku ve secdeleri uzun tutmaları, ta’dîl-i erkâna riayet etmeye çalışmaları.
Münafıkları resmeden yukarıdaki âyet-i kerîmeye bir yönü ile benzer ve hemen her Müslüman’ın ezberinde olduğunu düşündüğümüz Mâun Suresindeki âyet-i kerîmelerde ise şöyle buyrulmaktadır:
“Vay haline şöyle namaz kılanların: Ki onlar namazlarından gafildirler (Kıldıkları namazın değerini bilmez, namaza gereken ihtimamı göstermezler). Namazlarını gösteriş için yaparlar, zekât ve diğer yardımlarını esirger, vermezler.” (Mâûn Suresi, 107/4–7)
Büyük müfessir Elmalı’lı Hamdi Yazır’ın bu âyet-i kerîme ile ilgili yaklaşımını buraya almak istiyoruz. Elmalı’lıya göre riya kelimesi ile akla gelen manalardan bazıları şöyledir:
1. Mesela namaz kıldığı vakit Allah için halis niyet ile kılmayıp dünyevî birtakım maksatları için kılma.
Başkalarının kendisini görebileceği yerlerde namaz kıldığı halde diğer yerlerde namazı kılmama ya da hafif tutma.
Kıldığı namazlarda Hakk’ı huşu içerisinde tazim olarak değil de ‘iki yatış bir kıntış bakış’ tan ibaret bir gösteriş halinde olma.
Elmalı’lı, bu âyet-i kerîmede “musallî” kelimesi geçtiği için büsbütün namazı terk etmekte olanların namazda riyakarlıklarından bahsedilemeyeceğinin açık olduğunu belirtiyor.[1]
Şimdi ise Enfal Suresi 47. âyet-i kerîmeye geçmeye çalışacağız. Ancak bu âyet-i kerîmeyi daha iyi anlayabilmek için 45. ve 46. âyet-i kerîmelerle birlikte görmeye çalışmamızın daha doğru olacağını düşünüyoruz.
45. âyet-i kerîmede -ki yeni bir konu başlangıcı olduğuna işaret eden “ayn” durağından hemen sonra başlamaktadır- Cenâb-ı Hak, iki topluluğun birbirleri ile karşı karşıya gelmeleri durumunda Müslüman toplumdan yerinde sağlam durmalarını ve Allâh’ı çokça anmalarını emretmektedir. Çünkü Yüce Allah’ı çokça anma ile insan, asla yenilmeyen bir güçle bağlantı kurmuş ve Allah’ın sözünün yücelmesi için samimi bir yönelişe geçmiştir. [2]
46. âyet-i kerîmede ise Allâh (cc) Kendisine ve Rasülüne (sas) itaati, korkunun galebe çalıp da imanın ruhlara verdiği o büyük gücün kaybolmaması için Müslüman toplumun birbirleri arasında ihtilafa düşmemelerini ve sabır içerisinde bulunmalarını emretmektedir.
Sabır, insanın problemlerle mücadele edebilmesi için gerekli bir sıfattır. Hangi problem olursa olsun, ister insanın kendi içinde yaşadığı psikolojik problemler olsun, isterse de âfâkta yani dış dünyada karşılaştığı problemler olsun, mutlaka sabretmek gerekmektedir…” [3]
47. âyet-i kerîmede ise Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“Memleketlerinden savaşa çalım satarak, halka gösteriş yaparak çıkan ve Allah yolundan insanları uzaklaştıranlar gibi olmayın. Allah onların bütün yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Enfâl Suresi, 8/47)
Şimdi, çok geniş anlam tabakalarına sahip olan bu âyet-i kerîmeye, görebildiğimiz bazı açılar itibariyle bakmaya çalışacağız.
Günümüz fen ve tekniğinin ilerlemesi ile toplumlararası yarışlar ekonomik, siyasî, kültürel, fikrî, sınaî ve teknolojik alanlarda alabildiğine cereyan etmektedir. Bu âfâkî alanlara ilaveten bir de enfüsî alanda yapılan uğraşlar vardır. Anlamaya çalıştığımız 47. âyet-i kerîmede “fieten” (topluluk, birlik) kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’de dokuz yerde ordu manasına geldiği, diğer iki istisnasında ise doğrudan “topluluk” manasına olduğu görülmektedir. Allâhu a’lem bu durumda, 47. âyet-i kerîmede yasaklanan “şımarıklık, gösteriş ve Allâh yolundan alıkoyma” yanlışlıkları, kültürel, fikrî ve enfüsî manada cereyan eden mücadelelerde şımarıklıktan uzak durma, insanlara gösteriş yapmama ve İslâmî-imanî çalışmaları engellememe anlamlarını da barındırmaktadır denilebilir.
Dolayısı ile Allâh (cc) bu âyet-i kerîmelerde ana hatları ile;
1. Yerinde sağlam durma,
2. Allâh’ı çokça anma,
3. Allâh (cc)’a ve Resülüne (sas) itaat,
4. İhtilafa düşmeme,
5. Sabır içerisinde bulunma,
6. Riyakâr ve şımarık davranışlardan uzak durma emredilmektedir.
Hadîs-i Şerîflerde Riya Konusu
Riya-gösteriş konusunun anlatıldığı hadîs-i şerîflerden bir kısmını burada vermeye çalışacağız. Efendimiz (sas), riya-gösterişi “küçük şirk” olarak vasıflandırmaktadır. Bir defasında Nebiyy-i Ekrem (sas) Efendimiz söyle buyurdular:
“Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir.”
Ashab-ı Kiram dediler ki:
“Ya Resülallah, küçük şirk nedir?” Resülullah (sas):
“Riyadır. Yani başkalarına gösteriş için ibadet yapmaktır. Allah Teala, kıyamet günü herkesin amelinin karşılığın verirken, insanlara gösteriş için ibadet yapanlara şöyle der: “Dünyada kendileri için gösteriş yaptığınız kimselere gidin. Bakın bakalım onların yanında size verecekleri bir şey bulabiliyor musunuz?”[4]
Şeddad b. Evs, Efendimiz (sas)’in: “Ümmetim hakkında iki şeyden korkuyorum: Şirk ve gizli şehvet” uyarısı üzerine:
“Ey Allah’ın Resulü! Senden sonra ümmetin Allah’a ortak mı koşacak?” demiş, Efendimiz (sas) de:
“Evet, ama onlar Güneş’e, Ay’a, taşa ve puta tapmayacaklar. Fakat amelleri ile gösteriş yapacaklar” buyurmuştur.[5]
“Riya”nın, Efendimiz (sas)’in yüksek beyanları içerisinde “küçük şirk” olarak vasıflandırılması, şimdi aktarmaya çalışacağımız kudsî hadîs-i şerîf ile de desteklenmiş olmaktadır. Ebû Hüreyre (ra) Resulullah (sas)’i şöyle buyururken dinlemiştir:
“Allah Teâlâ buyurdu ki: “Ben, ortakların ortaklıktan en uzak olanıyım. Kim işlediği amelde benden başkasını bana ortak koşarsa, o kişiyi de ortak koştuğunu da reddederim.”[6]
Bilindiği üzere dini açıdan insanların Allâh’a olan yakınlıklarında, onlara Allah tarafından ihsan edilen maddi-manevî lütufların vesilelik planında büyük önemi bulunmaktadır. Mesela şehidler, Efendimiz (sas) ile beraber haşrolma gibi oldukça kıymetli bir manevi makama aday yüksek şahsiyetlerdir. Keza Müslüman bireyler, Allâh’ın kendilerine ihsan etmiş olduğu manevi donanımlarını takva elbisesi ile süsleyip Allâh’ın rızası istikametinde çalışmak durumundadırlar. Aksi durumda olanların, Cennet’in kokusunu bile duyamayacakları konusunda zaten Efendimiz (sas)’in şiddetli bir uyarısı bulunmaktadır.[7] Zenginler de kendilerine verilmiş bulunan maddî zenginlikleri Allâh yolu ve rızasında kullanma ile mükellef tutulmuşlardır. İşte bu üç kategorinin yer aldığı ve şimdi aktarmaya çalışacağımız hadîs-i şerîf, bizlere gerçekten de çok önemli ikazlarda bulunmakta, insanlara gösteriş yapmamayı, onların beğenisini esas maksat haline getirmemeyi, aksi bir niyet ve düşüncenin, kişiyi sorgu-sual anında nasıl müflis bir duruma düşürebileceğinin uyarı ışıklarını adeta yakıp söndürmektedir.
Resûlullah (sas) şöyle buyuruyor:
“Kıyamet günü hesabı ilk görülecek kişi, şehit düşmüş bir kimse olup huzura getirilir. Allah Teâlâ ona verdiği nimetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu itiraf eder. Cenâb-ı Hak:
“Peki, bunlara karşılık ne yaptın?” buyurur.
“Şehid düşünceye kadar senin uğrunda cihad ettim” diye cevap verir.
“Yalan söylüyorsun. Sen, “Ne babayiğit adam!” desinler diye savaştın, o da denildi” buyurur. Sonra emrolunur da o kişi yüzüstü cehenneme atılır. Bu defa ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur’an okumuş bir kişi huzura getirilir. Allah ona da verdiği nimetleri hatırlatır. O da hatırlar ve itiraf eder. Ona da:
“Peki, bu nimetlere karşılık ne yaptın?” diye sorar.
“İlim öğrendim, öğrettim ve senin rızan için Kur’an okudum” cevabını verir.
“Yalan söylüyorsun. Sen “âlim” desinler diye ilim öğrendin, “ne güzel okuyor” desinler diye Kur’an okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi” buyurur. Sonra emrolunur o da yüzüstü cehenneme atılır.
(Daha sonra) Allah’ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah verdiği nimetleri ona da hatırlatır. Hatırlar ve itiraf eder.
“Peki ya sen bu nimetlere karşılık ne yaptın?” buyurur.
“Verilmesini sevdiğin, razı olduğun hiçbir yerden esirgemedim, sadece senin rızânı kazanmak için verdim, harcadım” der.
“Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını “ne cömert adam” desinler diye yaptın. Bu da senin için zaten söylendi” buyurur. Emrolunur bu da yüzüstü cehenneme atılır.[8]
Cömert bir insan hakkında başkalarının “ne cömert adam!” demesi her zaman bir tehlike midir? Yoksa esas tehlike insanın iç dünyası itibarı ile böyle bir övgüyü talep etmesi ve neticede de başkalarının takdirkâr sözlerine ulaşmış olmak mıdır? Burada daha ziyade ikinci kısımda yer almanın tehlikeli olacağı, iç dünyası itibarı ile böyle bir talebi olmadığı halde insanların övgüsüne maruz kalmanın çok büyük bir problem meydana getimeyebileceği şimdi aktaracağımız hadîs-i şerîften anlaşılmaktadır.
Ebû Zer (ra)’in naklettiğine göre ashabtan birisi bu konuda aydınlanmak istemiş ve Resûlullah (sas)’e şöyle bir soru sormuştur:
“Ya Resulallah! Bir kimse hayır yapar da halk bu sebeple onu överse, buna ne buyurursunuz?” Efendimiz (sas) onun bu sorusuna:
“Bu, mümin için bir peşin müjdedir” şeklinde cevap vermiştir.[9]
Bazı İslam Bilginlerinin Riya Konusundaki Değerlendirmeleri
Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîflerden sonra hem İmam Gazali hazretlerinden hem de çağımızın büyük mütefekkirlerinden kısaca görmeye çalışacağız.
İmam Gazalî hazretlerine göre riya, Allâh’a ibadetle kulları hedeflemek, onları avlamaya çalışmaktır. Kendisi ile riya yapılan konular genellikle şu şekillerdedir:
1. Varlık ile gösteriş. Bu kısımdaki riya ve gösteriş güzel elbiseler, kıymetli vasıtalar, geniş evler, rengârenk ev eşyaları vb.dir.
2. Davranışlarla gösteriş yapma. Mesela, dini davranışlar itibarı ile namazlarda başkasının görmesini umarak uzun rükûlar ve secdeler yapmak, renginin ahiret endişesi ile sarardığını ima etmek, zayıflığını az yediği iması ile göstermeye çalışmak, dini faaliyetlerinin saç-sakalını düzgün tutmaya fırsat vermediğini göstermeye çalışmak vb. gibi. Dünyevi davranışlar itibarı ile ise kibir ve çalımla yürümek, başkalarını küçümsemek vb. gibi.
Gazalî’ye göre riya ve gösterişteki temel rükünler üçtür:
1. Doğrudan riyanın, gösterişin kastedilmesi. En tehlikeli kategori budur.
2. Riyakârlıkla ulaşılmak istenen hedef. Bu mal, makam veya daha başka herhangi bir hedef olabilir. Dürüstlük görüntüsü vererek halkı aldatmaya çalışma, vatanperver görünerek aslında nefsinde yerleşmiş bulunan başkalarına düşmanlık duygularını tatmin etmeye çalışma gibi.
3. Kendisi ile gösteriş yapılan davranış ya da nesne. İman esasları konusunda tam bir inanç hali bulunmadığı halde inanıyormuş gibi yapma. Dinin asıllarını kabul etmekle birlikte ibadetler vasıtası ile gösteriş yapma. Gayesi rükû ve secdeleri hafif bir şekilde namaz kılmak olan bir kimsenin başkalarının yanında iken ibadetlerinde hassasmış gibi davranması.
Kişinin, özellikle ibadetlerdeki riya ve gösterişinin en açık alameti, halkın kendi ibadetini görmesine sevinme hissidir. Bu durum, Hakk’a değil de halka iltifat anlamı taşımaktadır. Hâlbuki kişinin kalbinde, insanların ibadetlere muttali olması ile olmaması arasında bir fark bulunmamalıdır.[10]
Bedîüzzaman Hazretlerinin Riya Konusundaki Düşünceleri
Bediüzzaman Hazretleri insanların ibadet maksatlı bazı davranışlarının riya-gösteriş kategorisi içerisinde değerlendirilemeyeceğini belirtmektedir. Bediüzzaman, ibadetleri genel anlamda müspet ve menfi şeklinde ikiye ayırmaktadır. Müspet kısım herkesin malumu olan ibadetler, menfi kısım ise bela ve musibetler karşısında kişilerin sabır-şükür ekseninde ve tam bir itikatla Allâh’a (cc) sığınması, O’nu düşünüp, yalvarmasıdır. Böyle bir davranış halis bir ibadet olacağından, dolayısı ile riya-insanlara gösteriş düşüncesi olmayacaktır.[11]
Bediüzzaman, dinî açıdan “sünnet” hükmündeki davranışlardan bir kısmının İslâmiyet alameti sayılan ya da “şeâir” dediğimiz dini tutum ve davranışlar olduğunu, bu türden dini davranışlarda ise riya-gösteriş bulunamayacağını belirtmektedir. Çünkü “şeâir” İslam toplumunun bütününü ilgilendiren bir ibadet şeklidir. Böyle bir vazifeyi birisinin yapması ile diğerleri o sorumluluktan kurtulmaktadır. Ancak, hiç kimse bu vazifeyi yerine getirmez ise bu durumda da bütün toplum sorumlu hale gelmektedir. Dolayısı ile bu şekilde “şeâir”den sayılan dini davranışlara da riya girmemekte, hatta bu ibadet nafile nevinden bile olsa şahsi farzlardan daha üstün hale gelmektedir.[12]
Bediüzzaman Hazretleri bu husustaki orijinal tespitlerini Kastamonu Lahikası adlı eserinde biraz daha tafsilatlı bir şekilde anlatmaktadır. “Farz ve vaciplerde ve şeâir-i İslâmiyede ve sünnet-i seniyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez; izharı, riya olamaz-meğer, gayet za’f-ı imanla beraber, fıtraten riyakâr ola. Belki, şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zatlar beyan ediyorlar. Sâir nevafilin ihfası çok sevaplı olduğu halde, şeaire temas eden, hususan böyle bid’alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde, haramların terkinde takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha sevaplı ve hâlistir.”[13]
Bediüzzaman bu düşüncesini kendi uygulamalarında da devam ettirmiş, acaba başkaları yapılan tespihleri duyduğunda başkalarının istifadesi ya da taklidine sebep olabilmesi itibarı ile sevaplı hale dahi gelebileceğine hükmetmiştir.[14] Ayrıca dini vazifelerin gerektirdiği vakur duruşların da insanlar suistimal etmedikleri müddetçe riya sayılamayacağını kabul etmektedir.[15]
Bedîüzzaman’a Göre Riya Kategorisine Giren Durumlar
Bediüzzaman Hazretleri kanaatsizliğin riya kapısını açabileceğini belirtmektedir.[16] Müstağni olmada ise riya kapısı kapanmakla birlikte ihlas kapısı açılmaktadır.[17] Sevap hırsının ve ahirete ait vazifelerdeki kanaatsizliğin insanı riyaya sevk edebileceğini belirten Bediüzzaman,[18] hayır ve hasenatın halis bir niyet sayesinde hayat bulabileceğini, riya ile de bozulup yok olacağına işaret etmektedir.[19]
Riyanın sebeplerinden birisinin korku olduğunu ifade eden Bediüzzaman,[20] insanları riyaya sevk eden sebepleri şu şekilde ele almaktadır:
1. İman zayıflığı,
2. Hırs ve tamah,
3. Şöhret düşkünlüğü,
4. Emsallerini geçme arzusu,
5. Kendini fazla önemli görmek,
6. Layık olmadığı yüksek makamlarda bulunma arzusu.[21]
Ancak dini vazife itibarı ile makamın iktiza ettiği yüksek vaziyetleri takınmanın riya olmayacağını belirten Bediüzzaman,[22] bir imamın vazife esnasında tesbihleri açıktan yapmasının riya olmayacağını kabul etmektedir.[23]
Sonuç
Riya ya da gösteriş, insanın kalp, ruh ve zihin dünyasını oldukça fazla kirletebilecek, Cenâb-ı Hakk’ın sevmediği ve razı olmadığı bir kötü ahlak türüdür. İnsan, zaman zaman çevresinin kendisine yapmış olduğu maddi mukayeselerin negatif etkilerine karşı kendisini koruyabilmek için, kalp ve gönül huzuru ile Allâh’a yönelmeli, kendisine lütfetmiş olduğu görünen ve görünmeyen bütün nimetlerinden dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükür hisleri ile dolmalıdır.
Allâh’a yaraşır bir kul olma yolunda ilerleme niyet ve azmine, ancak salim bir kalp, mutmain bir nefis, kendisini ilgilendirmeyen hususlardan uzak bir zihin dünyası refîk olabilir. Bu ise bir insanın bekleyebileceği en büyük ihsandır. Sadece görünen dünyanın dar cidarlarında lüzumsuz mukayeselerle kalp, gönül ve ruh ufkumuzun aydınlığını yok etme, riya, gösteriş ve başkalarına beğendirmeye çalışma gibi kötü ahlakın tesirlerine açık hale gelme yerine, Allâh’ın sonsuz bağışlayıcılığı, şefkati ve merhametine sığınarak rıza eksenli davranmanın büyük ilâhi lütuflara vesile olacağı ve hiç kimsenin tahmin edemeyeceği derecede bir güzellikleri barındıracağı şüphesizdir.
[1] Elmalı’lı, Hak Dini Kur’ân Dili, 9/342.
[2] Seyyid Kutup, Fî Zilâli’l-Kur’ân, C. 3, s. 1028, Kahire–1986.
[3] A.e., s. 1029.
[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 428.
[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/124.
[6] Müslim, Zühd, 46.
[7] Ebu Davud, İlim, 12.
[8] Müslim, İmâre, 152.
[9] Müslim, Birr, 166.
[10] İ. Gazali, İhya, C. 7, ss. 433–567.
[11] Bediüzzaman, Lem’alar / İkinci Lem’a, s.581.
[12] Bediüzzaman, Lem’alar / On Birinci Lem’a, s.609.
[13] Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası, s. 1639.
[14] Bediüzzaman, Şualar, On Üçüncü Şua, s. 1002.
[15] A.y.
[16] Bediüzzaman, Lem’alar / On Dokuzuncu Lem’a, s.660.
[17] Bediüzzaman, Lem’alar / On Dokuzuncu Lem’a, s.661.
[18] Bediüzzaman, Lem’alar / Yirminci Lem’a – s.663.
[19] Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye, Şemme, s. 1348.
[20] Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz, Bakara Suresi, Ayet 8, s. 1190.
[21] Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası, Mektup no: 116, s. 1639; Muhakemat, s. 1992.
[22] A.y.
[23] A.y.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.