Musa Kâzım GÜLÇÜR
15 Mayıs/2020
İçindekiler
Allâh’a Karşı Yapılan İftira 2
Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh’a İftiranın Neticelerine Dikkat Çekilmesi 5
Peygamber Efendimiz’e (sas) Karşı Yapılan İftira 9
Müminlere Karşı Yapılan İftira 10
İftira ve Bühtanın Sünnette Yerilmesi 12
Giriş
Bir kimseye kesinlikle aslı bulunmayan bir suçu, kusuru, kabahati veya kötülüğü pervasızca isnat etmeye iftira denmektedir. Türkçemizde de kullanılan bu kelime, Arap dili ve edebiyatı âlimlerinden Ebu Hilâl el-Askerî’nin (v. 400/1009) tanımına göre, “yalan olduğu kesin bir hususu kasıtlı şekilde yayma demektir.[1] el-Külliyyât adlı eseriyle tanınan Osmanlı âlimlerinden Ebü’l-Bekâ el-Kefevî’ye (v. 1095/1684) göre ise iftira, vukuu imkânsız bir hususu olmuş gibi göstermeye çalışan çok büyük bir yalana verilen addır.[2] Tefsir, hadis, fıkıh, dil ve edebiyat âlimlerinden Ebü’l-Fazl es-Suyûtî’ye (v. 911/1505) göre de iftira, aslı olmayan bir hükmü, varmış ve gerçekmiş gibi göstermektir.[3]
İftira kelimesi ile anlam birliğine sahip Türkçemizde de kullanılan diğer kelime bühtandır. İbn Manzur ve Ebu’l-Bekâ’ya göre bühtan, yapılmamış bir işin yapılmış gibi ifade edildiği, atfedilen söz konusu yalan iddia ile insanların dehşete ve hayrete düştüğü, şaşırtıcı derecede çok fâhiş bir yalandır.[4] el-Askerî’nin tanımına göre ise bühtan, insanın asla hoşuna gitmeyen ve duyduğunda çok şaşırdığı bir yalan ile karşı karşıya kalmasıdır.[5]
“İftira” ve “bühtan” kelimeleri ile anlam yakınlığı bulunan “kazf, ifk, ramy ve zûr” kelimelerini ise bu yazının tahlil çerçevesine dahil etmeyeceğiz.
Allâh’a Karşı Yapılan İftira
İftiranın en kötüsü Allâh’a karşı yapılan iftiradır. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin söylemediği ya da emretmediği bir hususu, sanki söylemiş ya da emretmiş gibi konuşmak ya da yazmak, Allâh’a (cc) karşı yapılmış en büyük iftiralardandır. Kur’ân-ı Kerîm ayetlerindeki yerleşik anlamları eğip bükmeye çalışarak, olmayan manaları izafe etmeye çalışma, Allâh’a (cc) karşı yapılan büyük iftiralardandır ve sonuçları da bir o kadar ağırdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de tam dokuz ayet-i kerimede, (وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ) “Allah’a iftira ederek (ortak koşarak, çocuk isnat ederek, söylemediği ya da emretmediğini söylemiş ve emretmiş gibi göstererek) yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?” (Enam, 6/21, 93, 144; Araf, 7/37; Yunus, 10/17; Hud, 11/18; Kehf, 18/15; Ankebut, 29/68; Saf, 61/7) cümlesi ile, Allâh’a (cc) saygı dairesi dışına çıkan insanlar “en zalim kişiler” olarak tavsif edilmişlerdir.
Bilhassa da akidevî açıdan, Allâh’a (cc) karşı yapılan üç temel iftiranın neler olduğu hususunda Müminlerin annesi/annemiz Hz. Aişe (r. anhâ) bizleri şu şekilde ikaz etmektedir:
عَنْ مَسْرُوقٍ، قَالَ كُنْتُ مُتَّكِئًا عِنْدَ عَائِشَةَ فَقَالَتْ يَا أَبَا عَائِشَةَ ثَلاَثٌ مَنْ تَكَلَّمَ بِوَاحِدَةٍ مِنْهُنَّ فَقَدْ أَعْظَمَ عَلَى اللَّهِ الْفِرْيَةَ . قُلْتُ مَا هُنَّ قَالَتْ مَنْ زَعَمَ أَنَّ مُحَمَّدًا صلى الله عليه وسلم رَأَى رَبَّهُ فَقَدْ أَعْظَمَ عَلَى اللَّهِ الْفِرْيَةَ . قَالَ وَكُنْتُ مُتَّكِئًا فَجَلَسْتُ فَقُلْتُ يَا أُمَّ الْمُؤْمِنِينَ أَنْظِرِينِي وَلاَ تَعْجَلِينِي أَلَمْ يَقُلِ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ { وَلَقَدْ رَآهُ بِالأُفُقِ الْمُبِينِ} { وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى} . فَقَالَتْ أَنَا أَوَّلُ هَذِهِ الأُمَّةِ سَأَلَ عَنْ ذَلِكَ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم فَقَالَ ” إِنَّمَا هُوَ جِبْرِيلُ لَمْ أَرَهُ عَلَى صُورَتِهِ الَّتِي خُلِقَ عَلَيْهَا غَيْرَ هَاتَيْنِ الْمَرَّتَيْنِ رَأَيْتُهُ مُنْهَبِطًا مِنَ السَّمَاءِ سَادًّا عِظَمُ خَلْقِهِ مَا بَيْنَ السَّمَاءِ إِلَى الأَرْضِ ” . فَقَالَتْ أَوَلَمْ تَسْمَعْ أَنَّ اللَّهَ يَقُولُ { لاَ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ} أَوَلَمْ تَسْمَعْ أَنَّ اللَّهَ يَقُولُ { وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ أَنْ يُكَلِّمَهُ اللَّهُ إِلاَّ وَحْيًا أَوْ مِنْ وَرَاءِ حِجَابٍ أَوْ يُرْسِلَ رَسُولاً فَيُوحِيَ بِإِذْنِهِ مَا يَشَاءُ إِنَّهُ عَلِيٌّ حَكِيمٌ} قَالَتْ وَمَنْ زَعَمَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم كَتَمَ شَيْئًا مِنْ كِتَابِ اللَّهِ فَقَدْ أَعْظَمَ عَلَى اللَّهِ الْفِرْيَةَ وَاللَّهُ يَقُولُ { يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ} . قَالَتْ وَمَنْ زَعَمَ أَنَّهُ يُخْبِرُ بِمَا يَكُونُ فِي غَدٍ فَقَدْ أَعْظَمَ عَلَى اللَّهِ الْفِرْيَةَ وَاللَّهُ يَقُولُ { قُلْ لاَ يَعْلَمُ مَنْ فِي السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ الْغَيْبَ إِلاَّ اللَّهُ} .
Hz. Mesrûk’tan (ra) rivayet edilmiştir:
Hz. Aişe’nin (r. anhâ) yanında idim. Bana:
“Üç şey vardır ki, kim bunlardan birini söylerse Allah’a en büyük iftirayı yapmış olur” dedi. Ben:
“Bunlar nedir?” dedim. Hz. Âişe (r. anhâ):
1- “Kim, Muhammed’in (sas) Rabbini gördüğünü söylerse Allah’a en büyük iftira etmiş olur” dedi.
Bu sırada yaslanmış vaziyetteydim. Hemen doğrulup:
“Ey Müminlerin annesi! Beni acele etmeden bir dinle. Yüce Allah;
“Doğrusu onu apaçık ufukta görmüştür.” (Tekvir, 81/23),
“Doğrusu onu bir inişinde daha görmüştü.” (Necm, 53/13) buyurmuyor mu?” dedim.
(Hz. Mesruk (ra) bu ayet-i kerimelerin anlamlarının, Efendimiz’in (sas) Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini gördüğüne delalet ettiklerini düşünmektedir).
Hz. Âişe (r. anhâ) şöyle cevap vermiştir:
“Bu ümmetten, Resülullah’a (sas) bu meseleyi ilk soran benim. Resülullah (sas) da şöyle cevapladı:
“O, Cebrail’dir (as). Bu iki görmem dışında onu asli şeklinde bir daha görmedim. Onu, vücudunun büyüklüğü yer ile gök arasını kaplamış halde semadan inerken gördüm.”
Hz. Âişe (r. anhâ) devamla:
Yüce Allah’ın, “Gözler O’nu görüp idrak edemez. O ise bütün gözleri görüp idrak eder. Ve O, Latiftir, Habîr’dir” (Enam: 6/103) buyurduğunu duymadın mı?
Yine Yüce Allah’ın, “Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla ya da perde arkasından konuşur veya bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O, Aliydir (pek yücedir), Hakimdir (hüküm ve hikmet sahibidir)” (Şûra: 42/51) buyurduğunu işitmedin mi?” dedi.
Hz. Âişe (r. anhâ) sözüne devamla şöyle dedi:
2- “Kim, Muhammed’in (sas) Allah’ın kitabından bir şey gizlediğini söylerse Allah’a en büyük iftirayı yapmış olur. Çünkü Allah (cc), “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun” (Mâide: 5/67) buyurmaktadır.
Yine Hz. Âişe (r. anhâ) sözüne devamla şöyle dedi:
3- “Kim, yarın ne olacağını bildiğini söylerse Allah’a en büyük iftirayı yapmış olur. Çünkü Yüce Allah, “De ki: Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilemez” (Neml: 27/65) buyurmaktadır.[6]
قَالَ ابْنُ شِهَابٍ أَخْبَرَنِي عُرْوَةُ بْنُ الزُّبَيْرِ، أَنَّ عَائِشَةَ، زَوْجَ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم قَالَتْ كَانَتِ الْمُؤْمِنَاتُ إِذَا هَاجَرْنَ إِلَى رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم يُمْتَحَنَّ بِقَوْلِ اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ { يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِذَا جَاءَكَ الْمُؤْمِنَاتُ يُبَايِعْنَكَ عَلَى أَنْ لاَ يُشْرِكْنَ بِاللَّهِ شَيْئًا وَلاَ يَسْرِقْنَ وَلاَ يَزْنِينَ} إِلَى آخِرِ الآيَةِ . قَالَتْ عَائِشَةُ فَمَنْ أَقَرَّ بِهَذَا مِنَ الْمُؤْمِنَاتِ فَقَدْ أَقَرَّ بِالْمِحْنَةِ وَكَانَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم إِذَا أَقْرَرْنَ بِذَلِكَ مِنْ قَوْلِهِنَّ قَالَ لَهُنَّ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم ” انْطَلِقْنَ فَقَدْ بَايَعْتُكُنَّ ” . وَلاَ وَاللَّهِ مَا مَسَّتْ يَدُ رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم يَدَ امْرَأَةٍ قَطُّ . غَيْرَ أَنَّهُ يُبَايِعُهُنَّ بِالْكَلاَمِ – قَالَتْ عَائِشَةُ – وَاللَّهِ مَا أَخَذَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم عَلَى النِّسَاءِ قَطُّ إِلاَّ بِمَا أَمَرَهُ اللَّهُ تَعَالَى وَمَا مَسَّتْ كَفُّ رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم كَفَّ امْرَأَةٍ قَطُّ وَكَانَ يَقُولُ لَهُنَّ إِذَا أَخَذَ عَلَيْهِنَّ ” قَدْ بَايَعْتُكُنَّ ” . كَلاَمًا .
Yine Efendimizin (sas) eşi Hz. Aişe’den (r.anhâ) rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (sas), kadınlardan biat alırken iftiralara girilmemesini şart koşmuş, bu şartı kabul edenlerin biatlerini kabul etmiştir. Hz. Aişe’den (r.anhâ) şöyle naklediyor:
“Mümin kadınlar, Resülullah’a (sas) hicret ettikleri zaman Yüce Allah’ın, “Ey peygamber, mümin kadınlar sana gelip; Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, iftira uydurup getirmemeleri, iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda biat ederlerse onların biatlerini kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Çünkü şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir” (Mümtehine: 60/12) ayeti ile imtihan edilip, bu suretle Peygamber’e biat edenlerdi. Mümin kadınlardan bu şartı kim kabul ederse mihneti/hukuki biati kabul etmiş olurdu. Kadınlar bunu sözle ikrar ettikleri zaman Resülullah (sas), onlara:
“Sizin biatinizi kabul ettim. Şimdi gidebilirsiniz” derdi.
“Ayrıca vallahi, Resülullah’ın (sas) eli hiçbir kadının eline dokunmamıştır. O kadınlardan sadece sözle biat alırdı. Vallahi, Resülullah (sas) kadınlardan, Yüce Allah’ın emrettiğinden başka hiçbir şey almamış ve Resülullah’ın (sas) avucu asla bir kadının avucuna dokunmamıştır. Onlardan biat aldığı zaman kendilerine sözle “biatinizi kabul ettim!” derdi.[7]
Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh’a İftiranın Neticelerine Dikkat Çekilmesi
Kur’ân-ı Kerîm’de iftiranın çeşitli biçimleri açıklanmış, ayrıca bu çeşitlere göre insana ulaşabilecek kötü neticeler belirlenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’deki tasnife göre iftira şekilleri ve terettüp edeceği neticeler şu şekilde özetlenebilir:
Bunlardan birincisi ve en kötüsü, Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine karşı yapılan iftiradır. Böyle bir iftiranın neticesi ise, söz konusu kişilerin en kötü zalimler ve günahkârlar haline dönüşmeleridir. Bu husus şu şekilde beyan edilir:
فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اَوْ كَذَّبَ بِاٰيَاتِهٖ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الْمُجْرِمُونَ
“Allah’a karşı yalan söyleyerek iftira eden veya onun ayetlerine yalan diyenden daha zalim kim olabilir? Şüphe yok ki, mücrimler kurtulamazlar.” (Yunus, 10/17)
Bu ve benzeri diğer ayet-i kerimelerde, dinin temel hükümlerinin ve gündelik hayatı düzenleyen naslarının tamamen kaldırılması, bir kısım hükümlerinin hevaperest nefisler istikametinde değiştirilmesinin, bazı kurallarının yeniden belirlenmesinin (Yunus, 10/15) Allâh’a (cc) çok açık bir iftira olacağı beyan edilmektedir. Ayrıca, böyle talepleri dile getirenler en zalim ve mücrim kimseler kategorisine dahil edilmektedir.
Bu tür dinin temel naslarına aykırılık oluşturan talepler, günümüzde de hem dini hem de dini olmayan şahsiyetlerce bilgisiz bir tarzda dile getirilmekte, bilhassa da yeni yetişen genç nesil ve dimağlar bu vesile ile idlal edilmektedir. Dini bir görevi olsun ya da olmasın bazı şahsiyetler, dini kuralların bilhassa “helaller ve haramlar” açısından yeniden gözden geçirilmesinden bahsetmektedirler. Ancak, vurgulamaya çalıştığımız üzere “helaller ve haramlar” Allâh (cc) ve Resulü tarafından açıklıkla belirlenmiştir. Vahyin dışında “helal ve haram” çerçevesi oluşturulamaz. Dolayısıyla asıllar bellidir. Fasıllar da ancak bu asıllar çerçevesinde ele alınabilir. Vahye dayanmaksızın yeniden “helal / haram” çerçevesi çizmeye çalışan yani Allâh adına iftirada bulunanlar, Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde uyarılmaktadırlar:
فَمَنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَاُولٰئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“Allah’a karşı yalan söyleyerek iftira edenler, zalimlerin ta kendileridir.” (Ali İmran, 3/94)
Bu ayet-i kerîme, Yakup (as) döneminde İsrail oğullarına haram kılınan yiyeceklerin dışındakiler helal bırakılmış iken, daha sonraları Benî İsrâil alimlerinin birtakım yiyecekleri şeri bir delil bulunmaksızın haram kılmalarını yermiş ve bu tutumu “Allâh’a iftira” olarak nitelemiştir. Dini şahsiyet olsun ya da olmasın “helal ve haram” belirlemeye çalışan kimseleri en üst seviyede uyaran diğer bir ayet-i kerime şu şekildedir:
وَلَا تَقُولُوا لِمَا تَصِفُ اَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هٰذَا حَلَالٌ وَهٰذَا حَرَامٌ لِتَفْتَرُوا عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ اِنَّ الَّذٖينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ لَا يُفْلِحُونَ
“Dilleriniz yalana alışageldiğinden dolayı, “şu helâldir”, “şu haramdır” diyerek Allah’a karşı yalan uydurmayın. Şüphesiz, Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” (Nahl, 16/116)
Bu ayet-i kerime ile, Nahl, 16/115’te sayılanların dışında kalan yiyecekleri haram kılmaya çalışan kimseler uyarılmaktadır. Nahl, 16/115’te haram kılınan yiyecek nevileri Bakara, 2/173’te de aynen tekrarlanmıştır. Bu haram kılınanlar şu dört ana kategoriden oluşmaktadır: 1. Boğazlanmaksızın ölmüş hayvanlar, 2. Akan kan, 3. Domuz eti, 4. Allah’tan başkası için, mesela putlar ve şahıslar adına kesilenler. Bu dört kategori kesin olarak haramdır.
Maide, 5/1’de de bu sayılanların haram olduğu, sayılanların dışındakilerin mübah kılındığı tekrar teyit edilmekte, zaruret halleri bu temel hükmün dışında tutulmaktadır. Maide, 5/3’te “boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından boynuzlanmış ve canavar tarafından parçalanmış hayvanlar”, yukarıda yer alan dört kategoriden “ölmüş hayvan” sınıfına girdiği için bir şey değişmemektedir. Keza Maide, 5/3’te “dikili taşlara adanarak kesilmiş hayvanlar” da “Allâh’tan başkası adına kurban edilen hayvanlar” kategorisine girmektedir. Enam, 6/145’te eti yenmesi haram kılınan hayvanlar da aynı kategori dahilinde görülmüştür.
Netice itibarı ile haram kılınan hayvanlar dört kategori olup, “ölmüş olanlar, akan kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilenlerdir.” Böylece eti yenmesi haram kılınan hayvanlar, dört surede; Bakara, 2/173, Maide, 5/1 ve 3, Enam, 6/145 ve Nahl, 16/115’te sayılanlardır.
Allâh’a iftira, bütün kâfirlerin sıfatıdır. Bu yönleri ile inançsız kimseler aynı zamanda en yalancı kimselerdir. Yalan, onların hayatlarının adeta ayrılmaz bir parçasıdır. Elbette tevbe edip salih amel işleyenler bu durumdan müstesnadırlar. Ayet-i kerimede şöyle buyurulur:
اِنَّمَا يَفْتَرِى الْكَذِبَ الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَاُولٰئِكَ هُمُ الْكَاذِبُونَ
“Yalanı, ancak Allah’ın ayetlerine inanmayan iftiracılar uydurur. İşte onlar, yalancıların ta kendileridir.” (Nahl, 16/105)
Allâh’a iftira, kişiyi şirke ve bidatlere sürükler. Çünkü yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere, hayatını yalan üzere örgüleyen kimseler, şirkin derin derelerinde kaybolurken halen kendilerini iyi işler yapan kimseler olarak görmektedirler. Onları bu halüsinasyondan ve aldanmışlıktan ancak Allâh’ın (cc) ekstradan bir inayeti kurtarabilir. Fakat bazen bu inayete de cevap vermeyenler, kendi körlükleri ve sağırlıkları içerisinde bocalayıp, şeytanın peşine takılan talihsiz kimselerdir. Cenab-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bizleri su-i akıbetten muhafaza buyursun.
Allâh’a iftira, zalim olmaya ve hidayetten mahrum kalmaya sebep olur. Bir de bu iftira tamamen his ve heves endeksli, bilgiden mahrum bir şekilde ise akıbet şimdi aktaracağımız ayet-i kerimedeki gibidir:
فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا لِيُضِلَّ النَّاسَ بِغَيْرِ عِلْمٍ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمٖينَ
“İlim olmaksızın insanları doğru yoldan saptırmak için, uydurduğu yalanı Allah’a isnat edenden daha zalim kimdir? Muhakkak ki Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” (Enam, 6/144)
Allâh’a iftira, felaha ve kurtuluşa mâni olur. Halbuki insanın önemli dualarından birisi, dünya saadeti talebi ile birlikte sonsuz ahiret yurduna ait saadeti Allâh’tan talep etmesidir. Böyle bir nurani yolda olduğunu sanarak cüretli bir şekilde Allâh (cc) adına ahkâm kesmeye çalışanların, aslında felah ve kurtuluş yolları bütün bütün tıkanmış ve yok olmuştur da onlar hala kendilerini toplumun en hidayette ve en dindar olanı şeklinde görmeye devam etmektedirler. Bu acınası akıbet şu şekilde beyan edilir:
قُلْ اِنَّ الَّذٖينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ لَا يُفْلِحُونَ
“De ki: “Allah hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler.” (Yunus, 10/69)
Allâh’a (cc) karşı yapılan ve bilhassa da dindar olduğunu düşünenlerin saf bir şekilde kapıldıkları diğer önemli bir konu da “ben Allâh Resulünü rüyamda gördüm, bana şu şekilde davranmamı istedi” türünden yalana dayalı rüyalarla aldatılmalarıdır. Bu hususla ilgili olarak İbni Ömer’in (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır:
حَدَّثَنَا عَلِيُّ بْنُ مُسْلِمٍ، حَدَّثَنَا عَبْدُ الصَّمَدِ، حَدَّثَنَا عَبْدُ الرَّحْمَنِ بْنُ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ دِينَارٍ، مَوْلَى ابْنِ عُمَرَ عَنْ أَبِيهِ، عَنِ ابْنِ عُمَرَ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم قَالَ “ مِنْ أَفْرَى الْفِرَى أَنْ يُرِيَ عَيْنَيْهِ مَا لَمْ تَرَ ”.
“Yalanlardan en büyük yalan, rüyasında görmediği bir şeyi gördüğünü iddia etmektir.”[8]
Allâh’a iftira, dünyada iken azaba sebep olabilir. Şayet toplumlar istikametlerini muhafaza edemezler, üstelik dinin bilhassa da “helaller ve haramlar” kategorisindeki hükümleri ile oynamaya kalkarlarsa bu yanlış adımların sonucu insanlığın bir azaba ve belaya uğraması şeklinde tecelli edebilir. Günümüzde yer alan sosyal hadise ve problemlere ibret nazarları ile bakılırsa şimdi nakledeceğimiz ayet-i kerimenin önemli bir hakikati yansıttığı rahatlıkla anlaşılabilir:
قَالَ لَهُمْ مُوسٰى وَيْلَكُمْ لَا تَفْتَرُوا عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا فَيُسْحِتَكُمْ بِعَذَابٍ وَقَدْ خَابَ مَنِ افْتَرٰى
“Musa onlara dedi ki: “Yazıklar olsun size! Allah’a yalan uydurmayın. Sonra bir azap ile kökünüzü keser. Gerçekten yalan uyduran ziyana uğramıştır.” (Taha, 20/61)
İnsanlık tarihi içerisinde, sadece vahiy aldıklarını değil, aynı zamanda vahiy indirdiklerini söyleyecek kadar sapıtan kimseler olmuştur. Halbuki bu seviyesizlikte Allâh’a iftira, o kimsenin dünyadaki sekerât-ı mevtinin şiddetli olmasına, ahirette de acıklı bir azaba düşmesine sebeptir. Bu tür bir haktan uzaklaşma ve sapkınlığı, Kur’ân-ı Kerîm kelimesi kelimesine şu şekilde haber vermiştir:
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اَوْ قَالَ اُوحِىَ اِلَیَّ وَلَمْ يُوحَ اِلَيْهِ شَیْءٌ وَمَنْ قَالَ سَاُنْزِلُ مِثْلَ مَا اَنْزَلَ اللّٰهُ وَلَوْ تَرٰى اِذِ الظَّالِمُونَ فٖى غَمَرَاتِ الْمَوْتِ وَالْمَلٰئِكَةُ بَاسِطُوا اَيْدٖيهِمْ اَخْرِجُوا اَنْفُسَكُمْ اَلْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنْتُمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ غَيْرَ الْحَقِّ وَكُنْتُمْ عَنْ اٰيَاتِهٖ تَسْتَكْبِرُونَ
“Söylediği yalanı, Allah’a isnat eden veya kendine bir şey vahy olunmamışken, bana vahy olunuyor, diyenden ve Allah’ın indirdiği ayetler gibi ben de indireceğim demekte olan kimseden daha zalim kim olabilir? Ölüm sarhoşluğu ve şiddetleri içinde, meleklerin de ellerini uzatarak o zalimlere: “Haydi, canlarınızı kurtarın! Allah’a karşı hak olmayanı söylemiş olduğunuz ve Allah’ın ayetlerinden büyüklenerek uzaklaşmış bulunduğunuz içindir ki, bugün hakaret azabıyla cezalandırılacaksınız” dediklerinde sen, o zalimleri bir görsen!” (Enam, 6/93)
Allâh’a iftira, Allâh’ın lanetinin ve gazabının erişmesine, dolayısı ile ahiret saadetinin bütün bütün kaybedilmesine, büyük arz gününde rezillik ve rüsvaylığa sebeptir.
وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا اُولٰئِكَ يُعْرَضُونَ عَلٰى رَبِّهِمْ وَيَقُولُ الْاَشْهَادُ هٰؤُلَاءِ الَّذٖينَ كَذَبُوا عَلٰى رَبِّهِمْ اَلَا لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِمٖينَ
“Allah’a iftira edenden daha zalim kimdir? Bu zalimler, Rablerine arz olunacaklar ve şahitler (melekler veya insanın kendi uzuvları) şöyle diyecekler: “Şunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir.” Haberiniz olsun, Allah’ın lâneti zalimlerin üzerinedir.” (Hud, 11/18)
Peygamber Efendimiz’e (sas) Karşı Yapılan İftira
Efendimiz’e (sas) yapılan iftira ise, asla söylememiş olduğu bir sözü söylemiş gibi sayarak bir anlamda hadis uydurarak yapılan iftira ve bühtandır. Bu iftiranın diğer şekli de gerçekten Efendimiz’e (sas) ait bir hadis-i şerifi, anlam bütünlüğünden kopararak, kastedilmemiş bir anlamı yükleme ya da hiç olmayan bir anlamın kastedilmiş gibi gösterilmesidir. Efendimiz’e (sas) yalan hadis isnat etme ile ilgili meşhur diğer hadis-i şerifler bulunmakla birlikte bir diğer hadis-i şerîf de şu şekildedir:
حَدَّثَنَا عَلِيُّ بْنُ عَيَّاشٍ، حَدَّثَنَا حَرِيزٌ، قَالَ حَدَّثَنِي عَبْدُ الْوَاحِدِ بْنُ عَبْدِ اللَّهِ النَّصْرِيُّ، قَالَ سَمِعْتُ وَاثِلَةَ بْنَ الأَسْقَعِ، يَقُولُ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم “ إِنَّ مِنْ أَعْظَمِ الْفِرَى أَنْ يَدَّعِيَ الرَّجُلُ إِلَى غَيْرِ أَبِيهِ، أَوْ يُرِيَ عَيْنَهُ مَا لَمْ تَرَ، أَوْ يَقُولُ عَلَى رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم مَا لَمْ يَقُلْ ”
Vâsile ibnu’l-Eskâ, Resülullah’ın (sas) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“(Üç şey) yalan ve iftiranın en büyüklerindendir: Kişinin kendi babasından başkasına nesep beyan etmesi, rüyasında görmediği bir şeyin kendisine rüyada gösterildiğini söylemesi ve söylememiş olduğu bir hadisi Resülullah’ın söylediğini iddia etmesi.”[9]
Müminlere Karşı Yapılan İftira
Müminlere yapılan iftira ve bühtan ise, hiç söylenmemiş ya da asla vuku bulmamış suçların onlara isnat edilmesidir. Bütün tarih boyunca masum insanlar iftiraya uğradıkları gibi günümüz Müslümanları da küresel ölçekte iftiralara uğramakta, haksız kınama, ayıplama, yerme, zemmetme, ayıplama ve kötü görmelere kısaca ta’nu teşnîlere maruz kalmaktadırlar. Ancak bu durum, madalyonun bir tarafıdır. Diğer tarafında ise Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin dilediği anda müminlere dünyevî nusreti ya da bu fiilerin zalim faillerine uhrevî olarak uygulanacak acı veren bir azabı bulunmaktadır. Bu tür ağır bir günah yükünün altına girenlere ilahî ikaz şu şekildedir:
وَالَّذٖينَ يُؤْذُونَ الْمُؤْمِنٖينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِغَيْرِ مَا اكْتَسَبُوا فَقَدِ احْتَمَلُوا بُهْتَانًا وَاِثْمًا مُبٖينًا
“Mümin erkekleri ve mümin kadınları işlemedikleri şeyler yüzünden incitenler, bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” (Ahzab, 33/58)
İnanmış bireylere iftiranın onlarda olmayan bir hususun varmış gibi gösterilmesi olduğunu ikaz buyuran rahmet peygamber Efendimiz (sas) şöyle uyarır:
Ebu Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Resülullah (sas) ashabına sordu:
– “Gıybet nedir, bilir misiniz?”
Ashab:
– Allah ve Resulü daha iyi bilir, dediler. Bunun üzerine Resülullah (sas) şöyle buyurdu:
– “Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şey ile anmandır.”
– “Söylenen kusur, eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?” diye soruldu. Resülullah (sas) şöyle cevap verdi:
– “Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet etmiş olursun, yoksa zaten ona iftira etmişsin demektir.”[10]
Efendimiz (sas), müminlere hiç de hak etmedikleri halde iftirada bulunulmasını, telafisi olmayan beş büyük günah içerisinde Allâh’a şirk koşma ve adam öldürmenin arkasından üçüncü sırada saymıştır:
Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Kim şirk koşmaksızın Allâh’ın (cc) huzuruna gelir, tam bir gönül hoşnutluğu ile ve sevabını bütünüyle Allah’tan bekleyerek zekâtını verir, işitir ve itaat ederse ona Cennet vardır (ya da Cennet’e girer).
Beş şey de vardır ki bunların telafisi yoktur: Allah azze ve celle’ye şirk koşmak, haksız bir şekilde adam öldürmek, mümine iftirada bulunmak, savaş anında kaçmak, haksız bir şekilde başkasının malını almaya sebep olan kesin ve bağlayıcı yemin etmek.”[11]
Sûfî, kelamcı ve müfessir Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (v. 283/896), gıybeti de netice verecek olan iftiradan uzak kalınabilmesi için şöyle bir yol önermektedir:
“Kim gıybetten uzak kalmak isterse, benliğinde zanlara açılan kapıları kapalı tutsun. Çünkü zanlara kapılmayan tecessüse dalmaz. Tecessüse girmeyen gıybete de girmemiş olur. Gıybet etmeyen yalana dalmaz. Yalandan uzak duran da iftiradan uzak durmuş olur.”[12]
İftira ve Bühtanın Sünnette Yerilmesi
Ümmü’l-müminin Hz. Âişe’den (r. anhâ) rivayet edildiğine göre, Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
إِنَّ أَعْظَمَ النَّاسِ فِرْيَةً لَرَجُلٌ هَاجَى رَجُلاً فَهَجَا الْقَبِيلَةَ بِأَسْرِهَا وَرَجُلٌ انْتَفَى مِنْ أَبِيهِ وَزَنَّى أُمَّهُ
“Şüphesiz en büyük iftiracı insan, (şiiriyle) bir adamı hiciv (yerip) edip de bu meyanda adamın mensup olduğu kabilenin tümünü (şiiriyle) hiciv eden kişi ve babasından olmadığını ileri sürerek annesini zina ile itham eden adamdır.”[13]
Bu şekildeki şenî iftiranın bir insanda küfrü netice verecek tehlike potansiyeline de şu hadis-i şerif dikkat çekmektedir:
Ebu’l-Esved ed-Dîlî Ebu Zer’den (ra) aktararak Efendimiz’in (sas) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
لَيْسَ مِنْ رَجُلٍ ادَّعَى لِغَيْرِ أَبِيهِ وَهْوَ يَعْلَمُهُ إِلاَّ كَفَرَ، وَمَنِ ادَّعَى قَوْمًا لَيْسَ لَهُ فِيهِمْ فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ
“Bir kişi, babasından başkasına -babası olmadığın bile bile- nesep iddia ederse, hiç şüphesiz o kimse küfre girmiştir. Herhangi bir kişi de aralarında yakınlık olmayan bir kavimden olduğunu iddia ederse o da Cehennemdeki yerine hazırlansın.”[14]
Sonuç
İftira ve bühtan en başta Allâh’a (cc) şirk koşma ile başlayan, daha sonra Resülullah (sas) hakkında bilgisizce ve ileri-geri konuşma ile devam edebilen, en sonunda da müminlerin onur ve haysiyetlerini hedef alan dünyevi şiddetli sonuçları muhtemel olmakla birlikte, uhrevi mücazatı kesin ve ağır olan ahlâksız bir davranıştır.
İftira ve bühtanın temel sebeplerinden en öne çıkanlar; guruplar arası ihtilafın derinleşmesi ve kökleşmesi, tefrika ve hizipleşme arzusunun toplumun katmanlarına bir virüs gibi sirayet etmesidir. İftira ve bühtanın diğer sebepleri arasında toplumda dal budak salan cahilane taassup ve kör taklit, bireylerin yek diğerine duyduğu yıkıcı haset ve sebepsiz nefret, gereksiz ve lüzumsuz bir şekilde çok konuşmanın erdem zannedilmesi, yalan söylemedeki tehlikenin önemsenmemesi hatta küçümsenmesi, gıybet ve dedikoduların ısrarla sürdürülmesi gibi manevi hastalıklardır.
İftira ve bühtan, insanlar arasındaki sevgi ve dostluk bağlarını yıkıp yok eden, bireyler ve toplumlar arası itimat ve güven duygusunu zîr ü zeber eden gayr-ı ahlâkî tutum ve davranışların en tehlikelilerindendir. Böyle bir itimatsızlık ve güvensizlik, bilhassa da Müslüman toplumlarda oldukça yıkıcı sonuçlar doğurabilir, kardeşlik duygularını tamamen yok edici bir süreci başlatabilir.
Bütün bu olumsuz sonuçları tamamen yok edebilecek hususlar ise; bireyler ve toplumlar arası güvenin, itimadın ve kardeşlik duygularının en sağlam bir şekilde tesisi, muarefe ve musahabenin İslâmî bir çizgide gelişmesinin teminidir.
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin bütün bir dünya insanlığını sulh, sükûn, kardeşlik, saygı ve barış iklimine kavuşturması dileklerimizle…
[1] Ebu Hilâl el-Askerî, El-Furûku’l-Lügavîyye, s. 47, Dâru’l-İlm ve’s-Sekâfe, Kahire, trsz.
[2] Ebu’l-Bekâ el-Kefevî, Külliyât, s. 154, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-1998.
[3] Suyûtî, Mucemu Mekâlîdi’l-Ulûm fi’l-Hudûd ve’r-Rusûm, s. 207.
[4] İbn Manzur, Lisanu’l-Arap, 1/513; Ebu’l-Bekâ, Külliyât, s. 154.
[5] Ebu Hilâl, el-Furûk, s. 47.
[6] Müslim, İman, 77 (287); Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an ,7 (3068); Tefsiru’l-Kur’an, 54 (3278).
[7] Müslim, İmaret, 21 (1866); Buhârî, Talâk, 20 (5288); Ebu Dâvud, Haraç, 9 (2941); Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an, 61 (3306); İbn Mâce, Cihad, 43 (2875).
[8] Buhari, Tabir, 45 (7043).
[9] Buhari, Menâkıb, 5 (3509).
[10] Müslim, Birr, 20 (2589).
[11] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/362 (8722); Suyutî, Câmiu’l-Ehâdîs el-Câmiu’s-Sagîr ve Zevâiduh, 4/291 (11667).
[12] Ebû Abdirrahmân Muhammed b. el-Hüseyn b. Muhammed es-Sülemî (v. 412/1021), Tabakatu’s-Sufiyye, (neşr: Mustafa Abdulkadir Ata), s. 168, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-1998; Beyhaki, Şuab, 9/122 (6364).
[13] İbn Mâce, Edeb, 42 (3761); İbn Hibban, Sahih, 13/102 (5785); Beyhakî, Şuab, 7/105-106 (4742)
[14] Buhari, Menâkıb, 5 (3508).
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.