Musa Kâzım GÜLÇÜR
26 / 1 / 2021
İçindekiler
Yeniden Diriltiliş Haşir 1 Giriş
Ba’s (Yeniden Diriltiliş) ve Üzeyir (as) 3
Ba’s ve Kur’ân-ı Kerîm’in İkna Üslubu 7
Uyuma ve Uyanma ile Yeniden Diriltiliş Arasındaki Benzerlik 12
Sûra Üfürülmesi ve Acbü’z-Zenebten Diriltiliş 14
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
والحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى عَيْنِ الرَّحْمَةِ الرَّبَّانِيَةِ وَاليَاقُوتَةِ المُتَحَقِّقَةِ الحَائِطَةِ بِمَرْكَزِ الفُهُومِ والمَعَانِي، وَنُورِ الأَكْوَانِ المُتَكَوِّنَةِ الآدَمِي، صَاحِبِ الحَقِّ الرَّبَّانِي، البَرْقِ الأَسْطَعِ بِمُزُونِ الأَرْبَاحِ المَالِئَةِ لِكُلِّ مُتَعَرِّضٍ مِنَ البُحُورِ وَالأَوَانِي، وَنُورِكَ اللاَّمِعِ الذِي مَلأْتَ بِهِ كَوْنَكَ الحَائِطِ بِأَمْكِنَةِ المَكَانِي، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى عَيْنِ الحَقِّ التِي تَتَجَلَّى مِنْهَا عُرُوشُ الحَقَائِقِ عَيْنِ المَعَارِفِ الأَقْوَمِ صِرَاطِكَ التَّامِّ الأَسْقَمِ، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى طَلْعَةِ الحَقِّ بَالحَقِّ الكَـنْزِ الأَعْظَمِ إِفَاضَتِكَ مِنْكَ إِلَيْكَ إِحَاطَةِ النُّورِ المُطَلْسَمِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ صَلاَةً تُعَرِّفُنَا بِهَا إِيَّاهُ
رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ، وَبِهِ الْعَوْنُ
Alemlerin Rabbi Allâh’a hamd olsun. Hüsn-ü âkıbet müttakiler içindir. Allahım! Rabbânî rahmetin olan Zât’a, bütün anlayış ve manaların merkezini kuşatmış ve hakikatine ermiş o biricik Yakuta, insana ait bütün oluşumların Nuruna, Rabbânî hakkın sahibine, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine yönelmiş herkesi, bol rahmet bulutlarıyla doldurmaya vesile o en parlak şimşeğe, tüm mekanları kendisiyle aydınlattığın o parlak Nuruna salât ve selam et.
Allahım! Marifetlerin tecelligâhı ve kaynağı, hakikatin bizzat kendisi, maârifin gerçek menbaı, Sırat-ı Müstakim’in zirvesi, o en berrak Ruh u Pâk-i Muhammed (sas)’e salat ve selam olsun.
Allahım! Hak ve hakikatin apaçık yüzü, tükenmek bilmeyen hazinenin mümessili, Sen’den Sana nurun timsali Muhammed Mustafa’ya, âl ve ashabına salat ü selam eyle. Âmin…
Yeniden Diriltiliş Haşir 1 Giriş

Kur’an-ı Kerîm’in üzerinde en fazla durduğu konulardan birisi, “tevhîdî bir şekilde Allâh’a (cc) iman” ve bu inanca bağlı bir şekilde içselleştirilmiş, “Ba’sü ba’de’l-mevt / Ölümden sonra yeniden diriltiliş” hakikati ve akidesidir. Bu imânî rükünler, ihlaslı olarak Allâh’a (cc) ibadet ve mehâsin-i ahlâk için için hayatî öneme sahiptirler.
“Ahirete iman” konusunun, tevhid, ibadet ve ahlâk açısından çok temel bir blokaj olduğu, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allâh’a ve ahiret gününe iman” birleşik haldeki terkibinin, (ayrı ayrı olarak yüz on defa geçer) tam yirmi altı defa tekrar edilerek belirginleştirilmesinden rahatlıkla anlaşılmaktadır. Kur’an-ı Kerîm’de, Allah’a imandan sonra en temel ikinci büyük öğreti, ahirete iman rüknüdür. Bu iki iman rüknünün bir terkip olarak getirilmesi, aralarındaki kopmaz ve çok sıkı ilgiyi göstermektedir. Bu yirmi altı terkipten yirmisinde, “Allâh’a ve ahiret gününe iman edenler”, altısında ise “Allâh’a ve ahiret gününe iman etmeyenler” ile ilgili tanım ve tasvirler yer almaktadır. Yüce dinimiz İslam itibarı ile ahiret inancı, Allâh’a (cc) iman ve tevhid düşüncesi ile ayrılmaz bir bütün oluşturmaktadır.
Allâh’a (cc) ve ahiret gününe sağlam bir iman, her türlü korku ve endişenin, huzursuzlukların ve ruhsal problemlerin biricik şifa kaynağıdır. Mutluluğun ve kalp itminanının, hayatın getirdiği problemlerin üstesinden gelebilmenin, zorluklarla başa çıkabilmenin, hayatı anlamlandırabilmenin yegane ilacı, Allâh’a ve ebedi ahiret yurdunun varlığına şeksiz bir imandır. Kur’ân-ı Kerîm, ahirete kesin bir şekilde iman etme hususunu, (وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ) “Ve onlar, ahirete (kıyamete, yeniden diriltilişin bütün safahatına) şüphe duymaksızın inanırlar” (Bakara, 2/4) şeklinde, müttakilerin gaybe imanları, namazları, infakları ve bütün ilahî kitaplara imanları ile birlikte zikreder.
Kur’ân-ı Kerîm, yeniden diriltilişe imanın muhkem bir şekilde temini için, konunun farklı safhalarını muhataplarına oldukça ayrıntılı şekillerde sunmuştur. Yeniden diriltiliş konusu Mekkî surelerde, “ba’s, ihya, neşr, halk, neş’et” gibi kelimelerle beyan edilirken, Medenî surelerde ise daha çok, “âhiret” kelimesi ile ilişkilendirilmiştir.
Şimdi, yeniden diriltiliş ve âhiretle ilgili konuları ve safahatı, Allâh’ın (cc) izni ve inayeti dairesinde, Kur’ân-ı Kerîm ayetleri ve ehadîs-i şerîfe ekseninde görmeye çalışacağız.
Ba’s (Yeniden Diriltiliş) ve Üzeyir (as)

“Yeniden diriltiliş”, Kur’ân-ı Kerîm’de diğer kelime ve unsurların yanı sıra, bilhassa “ba’s” kelimesi ile beyan edilmekte olup, bu kelime sözlükte, “birini kaldırıp harekete geçirmek, uykudan uyandırmak, yeniden diriltmek” gibi manalara gelmekte,[1] bazı alimlere göre de “ba’s” kelimesi, “meâd” ve “haşir” kelimeleriyle aynı anlama gelmektedir. Ancak “ba’s” kelimesi ıstılahta daha çok, “Allah’ın (cc) kıyamet gününde canlıları kabirlerinden çıkararak tekrar diriltmesi, Ahiret hayatını başlatması ve onları yeni bir hayata göndermesi” anlamında görülmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, “ba’s” kelimesi otuz üç yerde yeniden diriltilişi beyan etmek üzere gelmiştir. “Ba’s” (yeniden diriltiliş), inanılması gereken altı temel iman rüknü kapsamında yer almaktadır. Efendimiz (sas), Cibril-i Emîn’e (as), iman rükünlerini sayarken “ba’se (yeniden diriltilişe) inanma”yı beşinci sırada saymıştır.[2]
Kur’ân-ı Kerîm’de, ba’sın (yeniden diriltilişin) imkânına yönelik ayet-i kerimeleri, şu genel tasnif içerisinde görebiliriz:
1. Varlığı ilk defa vücuda getiren Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin ikinci defa meydana getirmesi, -insan zihni ve bakış açısı itibarı ile- daha kolaydır (Rum, 30/27; Meryem, 19/7-9).
2. Daha büyüğünü yapmaktan yorulmayan Kudret-i kâhira, nispeten küçük olana elbette evleviyetle güç yetirecek, yeniden diriltilişi icra edecektir (Ahkâf, 46/33; Naziat, 79/27).
3. Yeryüzünü her baharda ölümünden sonra dirilten, yeniden diriltilişi de elbette gerçekleştirecektir (Hac, 22/5-7). Bir insanın bu hususu anlayabilmesi için, baharda her tarafın yemyeşil olmasını düşünmesi, ahirete imanı için yeterli bir delildir (Rum, 30/19, 50; Fatır, 35/9).
Bu ana konuları, inşaAllâh ilerleyen bölümlerde daha ayrıntılı bir şekilde görmeye çalışacağız. Şimdi, Kur’ân-ı Kerîm’de “ba’s” kelimesinin kullanıldığı ve dünyada iken yeniden diriltilişe bir örnek olarak beyan edilen ayet-i kerime ile konuya giriş yapacağız:
اَوْ كَالَّذٖى مَرَّ عَلٰى قَرْيَةٍ وَهِىَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا قَالَ اَنّٰى يُحْيٖ هٰذِهِ اللّٰهُ بَعْدَ مَوْتِهَا فَاَمَاتَهُ اللّٰهُ مِائَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُ قَالَ كَمْ لَبِثْتَ قَالَ لَبِثْتُ يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ قَالَ بَلْ لَبِثْتَ مِائَةَ عَامٍ فَانْظُرْ اِلٰى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْ وَانْظُرْ اِلٰى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ اٰيَةً لِلنَّاسِ وَانْظُرْ اِلَى الْعِظَامِ كَيْفَ نُنْشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْمًا فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ قَالَ اَعْلَمُ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ
“Altı üstüne gelmiş (ıpıssız duran) bir şehre uğrayan kimse gibisini gördün mü? O kimse, ‘Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?’ demişti. (Bu söz ile, ölülerin nasıl diriltildiğini bilme konusundaki acziyet itiraf edilmekte ve ölüleri yeniden diriltecek Yüce Kudret tazim edilmektedir. Ayet-i kerimede sözü edilen şehir, Buhtnassar [II. Nabukodonosor, M.Ö. 605-562] tarafından harabe haline getirilmiş olan Beyt-i Makdis’tir. Diğer bir görüşe göre ise binlerce kişinin bulaşıcı hastalıktan meydana gelen ölümler korkusuyla yurtlarından çıktığı bir şehirdir.) Bunun üzerine, Allah o kişiyi öldürüp yüzyıl ölü halde bıraktı, sonra diriltti ve ona sordu: ‘Ne kadar kaldın?’ O kimse, ‘Bir gün veya bir günden daha az kaldım’ diye cevap verdi. Allah, şöyle dedi: ‘Hayır, yüz sene kaldın. Böyle iken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz değişmemiş. Bir de (şu çürümüş vaziyetteki) eşeğine bak! (Nasıl da kemikleri darmadağın olmuş! Böyle yapmamız) Seni insanlara ibret belgesi kılmamız içindir (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik. Eşeğin) Kemiklerine bak, onu nasıl hareket ettiriyor, terkip etmek üzere üst üste getiriyoruz?’ Allah’ın her şeye kadir olduğu kendisine apaçık belli olunca, ‘Şimdi, biliyorum ki, şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter’ dedi.” (Bakara, 2/259)
Kur’ân-ı Kerîm, burada şehre uğrayan ve Allâh tarafından bir mucize olarak yüz yıl uyutulup yeniden dirilttiği kimse ile ilgili bir isim tasrihi yapmamıştır. Fakat önemli müfessirler, rivayetlere dayanarak bu ismin Üzeyir (as) olabileceğini kabul etmişlerdir. Bir sonraki ayet-i kerimede, aynı konunun manevi tenasüp dediğimiz benzer bir anlatım üslubu içerisinde, İbrahim (as) peygamber hakkında beyan edilmesi, bu kişinin Üzeyir (as) olabileceği fikrini kuvvetlendirmektedir.
El-Keşşâf adlı eserin yazarı ez-Zemahşerî’nin (v. 538/1144) aktardığına göre de bu kişi Üzeyir (as) olup, tıpkı İbrahim’in (as) talebinde olduğu gibi, daha fazla basiret sahibi olmak için ölülerin dirilişini açık seçik görmek istemiştir. Dirildikten sonra merkebine binip halkının yanına varmış ve “Ben Üzeyir’im” demiş, fakat halkı onu yalanlamış, o da “Tevrat’ı getirin” demiş ve Tevrat’ı hızlı bir şekilde ezberden okumaya başlamıştır. İnsanlar onun okuduğunu kitaptan takip etmişler, okuması esnasında bir harfte bile yanılmamıştır. Dolayısıyla onun bu şekilde ezbere okumasını bir mucize kabul eden insanlar, aşırı sevgiden “Üzeyir, Allah’ın oğludur” (Tevbe, 9/30) demişlerdir.[3] Allah, bu zatı diriltmiş, ölüye hayat verme fiilini de onun binitinde göstermiştir.[4]
Ebü’l-Kâsım İbn Asâkir (v. 571/1176) Şam ve Suriye’deki diğer bazı şehirlere dair eseri Târîhu Medîneti Dımaşk’ta, değişik kanallarla İbn Abbâs, Ka’b ve Vehb (b. Münebbih)’den rivayetle, Üzeyir (as) ile ilgili vakayı daha tafsilatlı bir şekilde anlatmaktadır. Şöyle ki:
“Üzeyir (as) salih ve hikmet sahibi bir kişiydi. Bir gün, sürekli gidip geldiği çiftliğine gitti. Öğle vakti olup sıcaklar bastırdığında, harabe bir köye ulaştı. Eşeğiyle beraber bir harabeye girdikten sonra eşeğinden indi. (Azık olarak) Beraberinde bir sepet incir ve bir sepet üzüm vardı. O harabenin gölgesinde konaklayıp tabağını çıkardı. Yanındaki üzümün suyunu tabağın içine sıkıp, kurumuş ekmekleri çıkardı. Yumuşatmak için, üzüm suyunun içine koyduktan sonra, sırt üstü uzanıp ayaklarını bir duvara dayadı. Evlerin tavanlarına, çöken çatılara, yıkılan duvarlara bakarak bir zaman orada yaşamış kimseleri düşündü. Sonra ufalanmış kemikleri görünce:
“Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?” dedi. Allah’ın onları tekrar dirilteceğinden bir şüphesi yoktu. Ancak, bunu hayreti sebebi ile söylemişti. Yüce Allah, ona ölüm meleğini gönderdi ve canını aldı. Allah (cc), onu yüz yıl ölü olarak bıraktı.
Ölümünden sonra yüz yıl geçmişti ve İsrail oğullarının başında bazı sorunlar ve musibetler vardı. Yüce Allah, Üzeyir’e (as) bir melek gönderdi ve akıl erdirebilmesi için önce kalbini, Allah’ın ölüleri nasıl dirilttiğini görebilmesi için de gözlerini diriltti. Sonra kemiklerini birbirine birleştirip etle, deriyle ve saçla giydirdi. Daha sonra ona ruhunu geri verdi. Üzeyir (as) bütün bu olanları görüyordu. Kalkıp oturunca, melek ona: “Ne kadar kaldın?” dedi. Üzeyir (as), “Bir gün veya bir günden daha az” karşılığını verdi. Çünkü o, gün ortası öğle vaktinde uyumuş, gün sonu güneş batmadan da uyanmıştı. Melek ona: “Hayır, yüz sene kaldın. Böyle iken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz değişmemiş” dedi. Kuru ekmeği ve tabağa sıkmış olduğu üzüm suyu hiç değişmemiş, hala oldukları gibi duruyorlardı. Üzüm ve incir değişmemiş, taptazeydiler.
Sanki içinden buna inanmamıştı. Bunun üzerine melek kendisine: “Sana söylediğime inanmadın mı? O zaman eşeğine bak” dedi. Eşeğine baktığında, kemiklerinin çürümüş ve ufalanmış olduğunu gördü. Melek, kemikleri çağırınca her bir kemik gelmeye başladı. Melek kemikleri birbirine bindiriyor, Üzeyir de (as) onu seyrediyordu. Sonra, ona damarlarını, kaslarını ve etlerini giydirip, üzerine deri ve kıllarını çıkardı. Sonra da ruhu üfleyince eşek kalktı, başını ve kulaklarını semaya dikerek anırmaya başladı.
Yüce Allah: “…Bir de (şu çürümüş vaziyetteki) eşeğine bak! (Nasıl da kemikleri darmadağın olmuş! Böyle yapmamız) Seni insanlara ibret belgesi kılmamız içindir (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik. Eşeğin) Kemiklerine bak, onu nasıl hareket ettiriyor, terkip etmek üzere üst üste getiriyoruz?’ Allah’ın her şeye kadir olduğu kendisine apaçık belli olunca, ‘Şimdi, biliyorum ki, şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter’ dedi.” (Bakara, 2/259)
Üzeyir (as), eşeğine binip mahallesine geldiğinde ne oradaki insanlar onu ne de o onları tanımıştı. Evini ilk anda bulamamıştı. Tahmini olarak devam edip buldu ve yüz yirmi yaşlarında gözleri görmeyen yatalak bir kadınla karşılaştı. Bu kadın onun cariyesiydi. Üzeyir (as) ayrıldığında daha yirmi yaşındaydı ve bu cariye onu iyi tanırdı.
Üzeyir (as) ona: “Hey sen! Burası Üzeyir’in evi mi?” deyince, yaşlı kadın: “Evet” karşılığını verdi ve ağlayarak: “Şu kadar, şu kadar yıldan beri kimsenin Üzeyir’i (as) andığını görmedim. İnsanlar onu unuttu” dedi. Üzeyir (as): “Ben Üzeyir’im” deyince, kadın: “SübhânAllâh! Biz Üzeyir’i (as) yüzyıl önce kaybettik ve ondan hiçbir haber alamadık” karşılığını verdi. O: “Ben Üzeyir’im, Yüce Allah beni yüz yıl ölü bıraktı ve sonra tekrar diriltti” dedi. Kadın: “Üzeyir (as) sevilen ve duası kabul olan birisiydi. O, hastalara ve dertlilere şifa ve afiyet için dua ederdi. Allah’a gözlerimi açması için dua et ki seni görebileyim. Eğer sen Üzeyir (as) isen seni tanırım” dedi. Üzeyir (as) Rabbine dua edip elleriyle yaşlı kadının gözlerini mesh edince, kadının gözleri iyileşti. Kadının elinden tutup: “Allah’ın izniyle kalk” dedi. Yüce Allah, kadının kötürüm ayaklarını çözdü ve kadın bağlarından kurtulmuş gibi ayağa kalktı. Üzeyir’e (as) bakıp: “Şehadet ederim ki sen Üzeyir’sin (as)” dedi.
Kadın, İsrail oğulları mahallesine gitti. Onlar mahallelerinde toplantı yerindeydiler. Üzeyir’in (as) oğlu yüz on sekiz yaşında yaşlı birisi olmuştu. Üzeyir’in (as), yaşlanmış torunları da o mecliste idi. Kadın onlara seslenip: “Bu Üzeyir’dir (as), size geldi” deyince ona inanmadılar. “Ben, filan kişiyim, sizin cariyenizim. O, Rabbine dua edip gözlerimi açtı ve kötürüm ayaklarımı canlandırdı. O, Allah’ın kendisini yüz yıl öldürüp, sonra tekrar dirilttiğini söylüyor” dedi. Bunun üzerine oradakiler kalkıp, Üzeyir’in (as) yanına geldiler. Oğlu ona bakıp: “Babamın omuzları arasında, siyah bir ben vardı” dedi. Omuzlarını açtığında onun Üzeyir (as) olduğunu anladı.
İsrail oğulları, “Aramızda Tevrat’ı, Üzeyir’den (as) başka ezberleyen yoktur. Buhtnassar (Milâttan önce 605-562 yılları arasında hüküm süren, Yahuda Devleti’ni ortadan kaldırarak Kudüs’ü ve Süleyman Mâbedi’ni yakıp yıkan Bâbil kralı. Ahd-i Atîk’in Yunanca ve Latince tercümelerinde Nabukodonosor olarak geçer) Tevrat’ı yaktı ve adamların ezberlediğinden başka ondan geriye bir şey kalmadı. Onu bize yaz” dediler. Üzeyir’in (as) babası Sarûha, Buhtnassar zamanında Üzeyir’den (as) başka kimsenin bilmediği yere bir Tevrat nüshası gömmüştü. Onunla beraber oraya gittiler ve toprağı eşeleyip Tevrat’ı çıkardılar. Kitabın yaprakları küflenmiş ve yazıları silinmişti. Üzeyir (as) bir ağacın gölgesinde oturdu, İsrail oğulları da onun etrafında toplandılar. Gökyüzünden iki ışık geldi ve Üzeyir’in (as) içine girdi. Tevrat’ı tam olarak hatırladı ve İsrail oğullarına Tevrat’ı yeniledi. Ona iki ışığın gelmesi, İsrail oğullarına Tevrat’ı yenilemesi ve sorunlarını halletmesinden dolayı Yahudiler: “Üzeyir (haşa) Allah’ın oğludur” dediler. Üzeyir (as), İsrail oğullarına Tevrat’ı bir köyde Hezekîl Peygamberin manastırında yenilemiş, Sâburâbâd denilen köyde de vefat etmiştir.”[5]
Buraya kadar İslâmî kaynaklarımızdan Üzeyir’in (as) Tevrat’ı yeniden oluşturması konusunda aktardığımız bu bilgiler ile, Yahudi-Hıristiyan kaynaklarında, özellikle 4. Ezra kitabında Ezra ile ilgili anlatılanlar arasındaki dikkat çekici benzerlikler ve örtüşmeler bulunmaktadır. Dolayısı ile 4. Ezra kitabında bahsedilen Ezra adlı kişinin Üzeyir (as) olduğunu söyleyebiliriz.
Ba’s ve Kur’ân-ı Kerîm’in İkna Üslubu

Yeniden diriltiliş ile ilgili ayrıntılar, ancak Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin Yüce Kur’ân-ı Kerîm’de bildirmesi ve Efendimiz’in (sas) hadis-i şerifleri ile yani naklî bir şekilde anlaşılmaktadır. Ancak Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şerifler aynı zamanda, yeniden diriltilişle ilgili olarak insan zihninin mukayese yapma yeteneğini çalıştırmakta, kalp ve ruhun kesinlikle ikna olacağı bir tarzda, gerçek vakalardan hareket etmektedir. Bu açıdan bakıldığında ahiret hayatına dair inanç, aklî alan dahilindedir. Dolayısıyla, dünyanın fani, ahiret yurdunun ise kalıcılığının imkân dâhilinde bulunduğu, akılla rahat bir şekilde anlaşılabilir. Bunun için yapılması gereken, aklın mukayese kabiliyetini kullanmaktır.
Mukayese kısaca, bilinenden hareketle bilinmeyene ulaşma süreci, birinci bilgiden elde edilen malumatı, dikkatli bir müşahede ve mütalaa neticesinde, irtibatları sebebi ile muayyen, muknî ve yakînî bir bilgiye araç olarak kullanmaktır. Mukayese, benzerliklerin sistematik bir zihnî bakışla gözlemlenmesidir. Böylece insan, gerçek dünyadaki vakaları müşahede ve teemmül ile, şu anda henüz meydana gelmemiş hadiselerin gerçekleşeceğine dair, ikinci ve kesin bir bilgiye, Allâh’ın (cc) izni ile ulaşabilecektir. Mukayeseli bakış açısı, görünmeyenin görülmesi, bilinmeyenin insan bilgisi dahiline biiznillâh akışı vetiresidir.
İçinde bulunduğumuz maddi alemde, tabiatta ve canlılar dünyasında meydana gelen reel hadiseler, gelecekte gerçekleşecek ve izafetlerin olmayacağı bir yeniden diriltiliş düşüncesinin fikren, kalben ve ruhen içselleştirilebilmesi, konunun girift halden çıkarılabilmesi için adeta zihnî bir atlama taşıdır. Gerçek hadiselere müteveccih bir şekilde akıl yürütme, ışıktan bir marifeti, derunî anlamları oluşturmayı, aşağı tabakalardaki bilgi ve tecrübeden yükselerek, fikrî, ruhî ve kalbî daha yüksek bilgi ve anlam tabakalarına biiznillâh ulaşmayı intaç edecektir. Ruhî ve fikrî bakış açısının bu yüksekliğinde, aklın hayrette kalacağı zenginlikte ve parlaklıkta, yeni ve kendine mahsus bilgi münasebetleri meydana gelecektir.
Mukayeseye dayalı zihni bir bakış neticesinde, eşya ve hadiseleri, esaslı ya da ikinci dereceden şeklinde tasnif edebilmekteyiz. Böylece hangi varlığın esaslı, hangi eşyanın daha ehemmiyetsiz olduğu, insan zihninin mukayeseye dayalı çalışması ile belirlenmekte, dünyevi hayatın mı yoksa uhrevi hayatın mı daha önemli ve kalıcı olduğu ortaya çıkmaktadır. Böylece insan zihni, şüpheler ağından, gerçeklerin aydınlık ve ışıklı zeminine geçebilmektedir. Çünkü mukayese, insan aklı ve ruhunun, bilgiye dayalı, ufuk açıcı ve deneysel önemli bir düşünme biçimidir.
İşte Kur’ân-ı Kerîm, şüphe ile malul nefislerin, kalbî ve ruhî anlayışlarını geliştirebilmek, inanç sorunu yaşayanların, yeniden diriltilişi kategorik olarak idrak edebilmelerini temin etmek, bireylerin ahiret hayatı gibi soyut ve gaybî bir alan ile ilgili bilgi ve sezgilerini güçlendirebilmek, varlık dünyaları ile ilgili düşüncelerini dünyevi ve uhrevi şeklinde tasnif edebilmelerini kolaylaştırmak ve zenginleştirebilmek için, şu şekilde bir akıl yürütme ile yardım etmektedir:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِنَ الْبَعْثِ فَإِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ نُطْفَةٍ ثُمَّ مِنْ عَلَقَةٍ ثُمَّ مِنْ مُضْغَةٍ مُخَلَّقَةٍ وَغَيْرِ مُخَلَّقَةٍ لِنُبَيِّنَ لَكُمْ وَنُقِرُّ فِي الْأَرْحَامِ مَا نَشَاءُ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى ثُمَّ نُخْرِجُكُمْ طِفْلًا ثُمَّ لِتَبْلُغُوا أَشُدَّكُمْ وَمِنْكُمْ مَنْ يُتَوَفَّى وَمِنْكُمْ مَنْ يُرَدُّ إِلَى أَرْذَلِ الْعُمُرِ لِكَيْلَا يَعْلَمَ مِنْ بَعْدِ عِلْمٍ شَيْئًا وَتَرَى الْأَرْضَ هَامِدَةً فَإِذَا أَنْزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَاءَ اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ وَأَنْبَتَتْ مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ
“Ey insanlar! Eğer öldükten sonra diriltilme konusunda şüphede iseniz (ilk yaratılışınızı düşünün), muhakkak ki biz, sizi (Âdem’den, Âdem’i de) topraktan yarattık. Sonra bir nutfeden, sonra pıhtılaşmış bir kandan, sonra yaratılışı tamamlanmış (salim bir şekilde doğmuş) ya da tamamlanmamış (düşük veya organları eksik) bir et parçasından (sizi halden hale, yaratıştan yaratışa, aşamadan aşamaya çevirmekteyiz) ki size kudret ve hikmetimizi açıklamış olalım (Allah Teâlâ’nın kudret ve ilmine delâlet eden öyle fiilleri vardır ki onlar tam olarak anlatılamayacak, etraflı ve kapsamlı şekilde tarif edilemeyecek türdendir. Bu şekilde, Allah’ın “neyi beyan ettiği” nice gerekçeleri kapsayacak şekilde genel halde bırakılmıştır). Hem sizi dilediğimiz belirli bir vakte (doğum gerçekleşinceye) kadar rahimlerde tutuyoruz da sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra sizi, kemal ve kuvvet çağınıza erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber, içinizden kimi öldürülüyor, kimi de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmediği (ilk doğduğu zamanki o bünyesi zayıf, aklı kıt, anlayışı yok gibi olan haline dönüşüyor), kuvvetten düşürülüp kocaldığı (ihtiyar ve bunak) haline çevriliyor. (Eğer öldükten sonra yeniden diriltilme konusunda şüpheniz varsa, sizin bu şüphenizi giderecek olan şey, kendi yaratılışınızın başlangıcına bakmanızdır. İkinci olarak) Bir de arzı görürsün, ölmüş (kurumuş). Fakat biz, onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman (toprak, suyun ulaşması ve otların hareketlenmesi sebebiyle kabarıp) harekete geçer, büyür ve her güzel çiftten (bakan kimselere, neşe ve sevinç veren) nebatlar bitirir.” (Hac, 22/5)
Ayet-i kerimeyi daha iyi anlamamıza vesile olacağını düşündüğümüz ve İmam Buhârî’nin ayet-i kerimede yer alan, (مِنْ مُضْغَةٍ مُخَلَّقَةٍ وَغَيْرِ مُخَلَّقَةٍ) “yaratılışı tamamlanmış ya da tamamlanmamış bir et parçasından” kısmını bâb başlığı yaparak, Enes b. Mâlik’ten (ra) rivayet ettiği Efendimiz’in (sas) hadîs-i şerifini burada aktarmak istiyoruz:
“Hiç şüphesiz Azîz ve Celîl Allâh, rahime bir melek görevlendirir. O melek; “Ey Rabbim, bir nutfedir, Ey Rabbim bir kan pıhtısıdır, Ey Rabbim bir çiğnem ettir” der. Allâh (cc) onu yaratmaya hükmettiği zaman melek, “Rabbim erkek mi, dişi mi, saîd mi (Cennetlik mi) şakî mi (Cehennemlik mi), rızkı nedir, eceli nedir?” sorularını sorar. Bunlar (daha) annesinin karnında iken yazılır.”[6]
Bu hadis-i şerîf, az farklılıklarla ve İbn Mesud (ra) kanalı ile, hadis hâfızı, müfessir ve fakih İbn Ebû Hâtim’in (v. 327/938) Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm’inde şu şekilde rivayet edilmektedir:
“Nutfe, kadının rahmine düştüğü zaman Yüce Allah ona bir melek gönderir. Melek: “Rabbim! Yaratılması tamamlanacak mı, tamamlanmayacak mı?” diye sorar. Yüce Allah: “Tamamlanmayacak” dediği zaman bu nufte kan şeklinde rahimden dışarı atılır (düşük meydana gelir, doğum gerçekleşmez). Eğer “Tamamlanacak” derse, melek: “Rabbim! Bu nutfenin cinsi ne olacak? Dişi mi erkek mi? Rızkı nasıl olacak? Ömrü ne kadar olacak? Saîd mi şakî mi (Cennetlik mi yoksa Cehennemlik mi) olacak?” diye sorar. Bunun üzerine Yüce Allah ona: “Ümmü’l-Kitâb’a git ve nutfenin bu yöndeki özelliklerini öğren” der. Melek de gider ve bunları oradan öğrenip alır. Kişi, rahimdeki son aşamasını yaşayana (doğum gerçekleşene) kadar melek hep yanında kalır.”[7]
Bu temel varlık aşamalarından geçen bireylerin, yeniden diriltiliş gerçeğini tam olarak kavrayabilmeleri için, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bir sonraki ayet-i kerimelerde şöyle buyurur:
ذٰلِكَ بِاَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْحَقُّ وَاَنَّهُ يُحْيِ الْمَوْتٰى وَاَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ وَاَنَّ السَّاعَةَ اٰتِيَةٌ لَا رَيْبَ فٖيهَا وَاَنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ مَنْ فِى الْقُبُورِ
“İşte bunlar (Âdem oğullarını aşamalar halinde yaratışımız, ölmüş yeryüzünü yeniden canlandırışımız ve bu esnada cereyan eden nice hikmet ve incelikle ilgili bu anlattıklarımız) ispat etmektedir ki, mutlak gerçek Allah’tır. O, ölüleri diriltir ve gerçekten O, her şeye kadirdir. Kıyamet muhakkak gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Şüphesiz Allah (kıyameti ve öldükten sonra tekrar diriltilmeyi vaat etmiştir, dolayısı ile), kabirlerdeki kimseleri de yeniden diriltecektir.” (Hac, 22/6-7)
İnsanın, dünyadaki bütün amelleri tek tek kaydedilmiştir. Zamanı geldiğinde, bazıları her ne kadar unutmuş ve hesap vermeyeceğine dair güçlü bir inanç geliştirmiş de olsa, bütün yaptıkları inkar edemeyeceği şekilde ispatlanacak ve ortaya konacaktır:
يَوْمَ يَبْعَثُهُمُ اللّٰهُ جَمٖيعًا فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُوا اَحْصٰیهُ اللّٰهُ وَنَسُوهُ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ شَهٖيدٌ
“O günde ki, Allah onların tamamını (içlerinden hiç kimseyi bırakmaksızın, tek bir yerde toplanmış oldukları hâlde) yeniden diriltecek, bütün yaptıklarını kendilerine (o inkârcı nankörlere) haber verecektir (onlar bu esnada herkesin gözü önünde kendilerine ilişen rezillik sebebiyle, alelacele ateşe sevk edilmeyi arzulayacaklardır). Allah (onların dünyada yaptıkları bütün amelleri kaydedip) saymıştır (amellerinin miktarını eksiksiz bilmektedir). Onlarsa bunu (irtikâp ettikleri vakit önemsemedikleri, alışkanlık hâline getirmelerinden ötürü aldırış etmedikleri günahlarını ve cürümlerini) unutmuşlardır. Allah her şeye şahittir.” (Mücadele, 58/6)
وَاَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْ لَا يَبْعَثُ اللّٰهُ مَنْ يَمُوتُ بَلٰى وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“Onlar (müşrikler), ‘Allah, ölen kimseyi diriltemez’ diye en kuvvetli yeminleriyle Allah’a yemin ettiler (Allah’a ant içerek, öldükten sonra yeniden diriltilişi inkâr ettiler). Bilakis, ölüleri diriltmek, Allah’ın gerçekleştireceğini vaat ettiği bir sözdür. Fakat insanların çoğu (kendilerinin yeniden diriltileceklerini ve bunun Allah’ın kesin bir şekilde gerçekleştireceği vaadi olduğunu) bilmezler.” (Nahl, 16/38)
Bu ayet-i kerime ile ilgili bir şekilde, Ebu Hüreyre’den (ra) gelen bir rivayette, Resülullah (sas) “Allah Teâlâ şöyle buyurdu” demiştir:
“Âdemoğlu beni yalanladı, halbuki beni yalanlamak ona yakışmazdı. Bazısı da bana sövdü, halbuki bana sövmek ona yakışmazdı.
Âdemoğlunun beni yalanlaması, ‘Allâh, bizi ilk defa yarattı ama, öldükten sonra tekrar yaratamaz’ sözüdür. Hâlbuki ilk yaratma, benim üzerime ikinci defa yaratmaktan daha kolaydır.
Âdemoğlunun bana sövmesine gelince: ‘Allah bir çocuk edindi’ sözüdür. Hâlbuki ben Ehad’im, Samed’im, doğurmadım ve doğrulmadım. Hiç kimse benim dengim olmamıştır.”[8]
Kur’an-ı Kerîm, Ashab-ı Kehf’in uyandırılmasını da ba’s (yeniden diriltiliş) kelimesi ile beyan etmiştir (Kehf, 18/19). Böylece Kur’an-ı Kerîm, uykudan uyanma ile ahiretteki diriliş arasında doğrudan bir benzerlik kurmuştur denilebilir.
Şimdi, bu uyuma ve uyanma ile yeniden diriltiliş arasındaki benzerlik konusunu âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler ile biraz daha açmaya çalışacağız.
Uyuma ve Uyanma ile Yeniden Diriltiliş Arasındaki Benzerlik

وَهُوَ الَّذٖى يَتَوَفّٰیكُمْ بِالَّيْلِ وَيَعْلَمُ مَا جَرَحْتُمْ بِالنَّهَارِ ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ فٖيهِ لِيُقْضٰى اَجَلٌ مُسَمًّى ثُمَّ اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ثُمَّ يُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
“Geceleyin sizi (kendinizden geçirip) vefat ettiren O’dur. O, gündüz vakti uyanıklık halinizde işlediğiniz günahları da bilir. Sonra sizi, yaptıklarınız hakkında (hesaba çekmek için) yeniden diriltir. (Allah Teâlâ’nın, ölüleri diriltmek ve amellerine karşılık vermek için) Belirlenmiş süre tamamlansın diye. Sonra nihaî dönüşünüz O’nadır. Sonra O, yaptıklarınızı size bir bir haber verecektir.” (Enam, 6/60)
Ayet-i kerimede, insanlardaki “uyuma” fiilinin “vefat” kelimesi ile beyan edilmesi, uykunun ölüme benzer bir şuursuzluk ve cansızlık hali olduğunu göstermektedir. Ayet-i kerimenin sonunda (ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ فٖيهِ) “sonra sizi yeniden dirilten O’dur” buyurularak, “ba’s” ve “gündüz vaktindeki uyanıklık” fiilleri arasında bir bağ kurulmakta, uykudan uyanma ve yeniden diriltiliş benzerlikleri, insanın anlayış ve şuuruna net bir şekilde gösterilmektedir.
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, uyku durumu ile şuursuzluk eş benzerliği hakikatini, başka bir ayet-i kerimede (وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا) “Sizin uykunuzu bir dinlenme / bir rahatlama / bir tür ölüm yaptık” (Nebe, 78/9) şeklinde beyan etmektedir. (سُبَاتًا) “sübâte” kelimesinin bir anlamı da “ölüm” demektir. Müfessir, tarihçi, muhaddis ve fakih Muhammed b. Cerîr et-Taberî’nin (v. 310/923) Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân’ında bu ayet-i kerime, “Uykunuzu, sizin için bir rahatlık ve huzur vesilesi kıldık. Uyku ile dinlenirsiniz ve ruhlarınız sizden ayrılmamış, canlı olduğunuz halde şuursuz, ölü gibi sessiz olursunuz” şeklinde açıklanmıştır.[9]
Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsiriyle tanınan son devir din âlimlerimizden Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır da (1878-1942), Enam Suresi altmışıncı ayet-i kerimesi ile ilgili olarak şöyle bir izah yapmaktadır:
“Gayet normal bir mesele gibi görünen uyuyup uyanmak meselesi, gerek organların görevleri ve gerek psikoloji ilmi açısından, son derece dikkate şayan ve öneme haizdirler. Her gün yıpranıp ölen organ kısımlarının ve her gece kesintiye uğrayan ilmî malumatların, aynen iade olunup hayatlarını devam ettirmesi, aynı nefsin, şahsiyet ve birliğini ifade etmeye devamı, ilâhî hikmet ilmi bakımından, ruhun bizzat bir ve ebedî oluşuna delaletten daha önce, Allah’ın varlığına, bâkî oluşuna, birliğine, tekrar iade edilen ruh ve cisme ait, öldükten sonra diriltiliş kudretine tam manasıyla delalet eden şahitler ve kesin delillerdendir ki, bununla ölümden sonra diriltilmenin yalnız mümkün olması değil, bilfiil vaki olduğu da görülüp durmaktadır.”[10]
Uykunun bir nevi ölüm olması münasebeti ile, Efendimiz (sas), (اللَّهُمَّ بِاسْمِكَ أَمُوتُ وَأَحْيَا) “Allâhım, Senin adın ile ölmekte ve Senin adın ile hayata dönmekteyim” diye her uyku öncesi dua eder, uykudan uyandıklarında ise, yeniden hayata döndürülüşe bir şükür tavrı olarak, (الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَحْيَانَا بَعْدَ مَا أَمَاتَنَا وَإِلَيْهِ النُّشُورُ) “Bizleri öldürdükten sonra yeniden hayat veren (uyuduktan sonra uyandıran) Allah’a hamdolsun, dönüş ancak O’nadır” şeklinde dua ederlerdi.[11]
Ayrıca Efendimiz (sas), Ümmü’l-Müminîn Hz. Aişe’den (r. anhâ) gelen bir rivayette, “Üç kimseden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan…”[12] buyurarak, şuurlu davranışlara terettüp eden sorumluluğun, uykudaki bir insana teşmil edilemeyeceğini beyan buyurmuşlardır. Diğer iki kesim ise, aklı geri gelinceye kadar deli, buluğa erinceye kadar da çocuktur.
Câbir’den (ra) rivayete göre, “Cennet ehli uyurlar mı?” şeklinde soru soran sahabeye, Efendimiz (sas) şu şekilde cevap vermişlerdir: “Uyku, ölümün kardeşidir. (Dolayısı ile Cennet’te ölüm olmayacağı için) Cennet ehli uyumazlar (ölümün kardeşi ile dahi karşılaşmazlar).”[13]
İnsanın uykuda iken ruhunun Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri tarafından alındığını, uyanacağı vakitte de geri verildiğini beyan eden bir ayet-i kerime de şu şekildedir:
اَللّٰهُ يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ حٖينَ مَوْتِهَا وَالَّتٖى لَمْ تَمُتْ فٖى مَنَامِهَا فَيُمْسِكُ الَّتٖى قَضٰى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْاُخْرٰى اِلٰى اَجَلٍ مُسَمًّى اِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
“Allah, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında iken alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar tekrar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Zümer, 39/42)
Ayet-i kerimedeki (الْاَنْفُسَ) kelimesi, nefsi, ruh ve ceset birlikte olmak üzere bütünleri ifade etmektedir. Bütünüyle özlerin vefat ettirilmesi, onların öldürülmeleri anlamındadır ki, beden cüzleri sıhhatli ve sağlam olduklarında, sayelerinde duyulup algılanan hususların yok edilmesi demektir. Çünkü sıhhatin yok olması, tam olarak zatın yok olması gibidir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, ölmeyen bütünleri de uykularında iken öldürmektedir. Uykudaki bir insan, ölüler gibi ayırt etme yetisinden yoksundur ve herhangi bir tasarrufta bulunamamaktadır.
Âyet-i kerimede yüce Allah’ın kudretinin büyüklüğüne ve uluhiyette tek ve eşsiz olduğuna, O’nun dilediğini yaptığına, hayat verip öldürdüğüne ve bütün bunlara O’ndan başka hiçbir kimsenin güç yetiremediğine dikkat çekilmektedir.[14]
ثُمَّ اِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ تُبْعَثُونَ
“Sonra siz, kıyamet günü muhakkak diriltileceksiniz.” (Müminun, 23/16) ayet-i kerimesi, ba’s hakikatinin kıyamet günü meydana geleceğinin açık bir delilidir.
Efendimiz de (sas), Câbir’den (ra) rivayet edilen, “Her kul, öldüğü hal üzere diriltilir”[15] ve Ümmü’l-Müminîn Hz. Aişe’den (r. anhâ) rivayet edilen “İnsanlar niyetleri üzere diriltilirler”[16] hadis-i şeriflerinde de, “ba’s” kelimesini “yeniden diriltiliş” anlamında kullanmıştır.
Sûra Üfürülmesi ve Acbü’z-Zenebten Diriltiliş

وَنُفِخَ فِى الصُّورِ فَصَعِقَ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِى الْاَرْضِ اِلَّا مَنْ شَاءَ اللّٰهُ ثُمَّ نُفِخَ فٖيهِ اُخْرٰى فَاِذَا هُمْ قِيَامٌ يَنْظُرُونَ
“(İsrafil tarafından birinci defa) Sûr’a üfürülmüştür (artık kıyamet kopmuştur). Allah’ın diledikleri (Cebrâil, Azrâil, Mikâil ve İsrâfil gibi büyük melekler) müstesna olmak üzere, göklerde ve yerde kim varsa hepsi ölmüştür. Sonra Sûr’a tekrar (ikinci defa) üfürülmüştür. Bu defa (insanlar kabirlerinden dehşet anıyla birdenbire karşılaştıklarından şaşkın halleriyle oldukları yerde donakalmış bir şekilde ayağa) kalkmış (bakışlarını dört bir yana çevirmekte) bakınıp durmaktadırlar.” (Zümer, 39/68)
Yukarıdaki ayet-i kerimede yer alan sur’a iki üfürülüş arasında ne kadar zaman olduğu hususunda Ebu Hüreyre’den (ra) gelen rivayette “kırk” rakamı verilmiş, ancak bu rakamın neyi ifade ettiği öğrenilememiştir.
Çünkü Ebu Hüreyre (ra), Efendimiz’den (sas) “Sûra iki üfleme arasında kırk vardır” hadîs-i şerîfini aktardığında, ashâb-ı kirâm, “Ya Ebû Hüreyre, kırk gün mü?” diye sormuşlar, Ebu Hüreyre (ra), “Bu konuda bir şey söylemiyorum” demiş, ashab hazeratı yeniden, “Kırk yıl mı?” diye sormuşlar, Ebu Hüreyre (ra) yine “Bir şey diyemem” dediğinde, bu defa da “Kırk ay mı?” diye sormuşlar, Ebu Hüreyre (ra), yine “Bir şey diyemem” demiştir. Ancak daha sonra hadis-i şerîfi şöyle tamamlamıştır:
“Acbü’z-zeneb (kuyruk sokumu) dışında, insanın bütün bedeni çürüyüp yok olur. Yeniden yaratılma işi (terkip), kuyruk sokumundan başlar.[17] Sonra Allah Teâlâ gökten bir su indirir. Herkes, bitkiler gibi yeniden canlanır.”[18]
Burada “acbü’z-zeneb” kelimesinin ne olduğu sorusu ortaya çıkmaktadır. Efendimiz (sas), “Toprak, acbü’z-zeneb dışında, insanın bütün cesedini yer” buyurduğunda ashab hazeratı, “Ya Resulallah, bu acbü’z-zeneb neye benzer?” diye sormuşlar, Efendimiz da (sas), “Bir hardal tanesi gibidir. İnsanlar, onun sayesinde yeniden bir bitki gibi büyürler”[19] buyurmuştur.
Hadîs-i şerîf, insanın yeniden diriltilmesinin, ondaki tohum hükmünde olan ve acbü’z-zeneb adı verilen maddeden gerçekleşeceğini beyan etmektedir. “Her şeyin son kısmı, kuyruk sokumu” anlamına gelen “acb” ile, “kuyruk” anlamına gelen “zeneb” kelimelerinden oluşan acbü’z-zeneb’in sözlük anlamı, “kuyruk sokumu” demektir.
Ebu Hüreyre’nin (ra), “kırk” rakamını açmaması ya hadîs-i şerîfi Resûl-i Ekrem Efendimiz’den (sas) böyle duyduğu için kendiliğinden bir yorum getirmeyi doğru bulmadığından ya da bu hususu bir sır gibi görüp ifşa etmek istemediğinden dolayı olmalıdır.
Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas) sur’a bu iki nefha ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Ben, ikinci nefhadan sonra başını kaldıracak olanları ilkiyim. Bir de bakarım ki Musa, Arş’a yapışmış durmaktadır. Artık o, birinci nefhada ölmeyenler arasında mıydı yahut ikinci nefhadan sonra benden önce mi diriltilmişti, bilmiyorum.”[20]
İbn Ebü’d-Dünyâ (v. 281/894) çok yönlü bir âlim olup, Zühd ve Tasavvuf, Ahlâk ve Edep, Tarih ve Tabakât, Hadis ve Fıkıh, Akâid ve Edebiyat gibi İslâmî ilimlerin hemen her alanında yüzlerce sayıda eser vermiş, güçlü bir muhaddis, derunî bir mutasavvıf, yetkin bir eğitimci ve önemli bir Hanbelî fakihidir. İbn Ebü’d-Dünyâ, mânevî eğitim ve karakter terbiyesine yönelik eserler yazmış, bilhassa zühd ve takvâ ile ilgili hadisleri derlemeye öncelik vermiştir. Kütüb-i Sitte müelliflerinin faydalandığı hadis âlimlerinin birçoğundan rivayette bulunmuştur. Hanbelî mezhebinin imamı, muhaddis, fakih Ahmed b. Hanbel’in (v. 241/855) talebesi olmuştur. Hadis hâfızı ve tarihçi Hatîb el-Bağdâdî (v. 463/1071), Eş‘arî kelâmcısı, Şâfiî fakihi, mutasavvıf büyük İslâm düşünürü İmam Gazzâlî (v. 505/1111), İslâmî ilimlerin hemen her dalındaki çalışmalarıyla tanınan Hanbelî âlimi Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî (v. 597/1201), tarihçi, müfessir, muhaddis ve Şâfiî fakihi Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr (v. 774/1373) gibi pek çok âlim, İbn Ebü’d-Dünyâ’nın eserlerinden istifade etmiştir. İşte bu muhteşem dimağ, Kitâbu’l-Ehvâl’inde Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayeti ile Resülullah’ın (sas) şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
“Allâh (cc), yeri ve gökleri yarattığı zaman sur’u da yarattı ve onu İsrâfîl’e teslim etti. İsrâfîl, sur ağzında, gözlerini iyice açmış, sur’a üfleme emri ne zaman gelecek diye beklemektedir.”
Ebu Hüreyre: “Sur nedir?”
Efendimiz (sas): “O bir borazandır.”
Ebu Hüreyre: “Nasıldır?”
Efendimiz (sas): “Çok büyüktür. Benliğim kudret elinde olana yemin ederim ki, o borazanın kenarları yer ve göklerin büyüklüğündedir. Bu borazana üç defa üflenir. Birincisi feza’ (korkunç ses) üflemesi (Neml, 27/87), ikincisi saika (öldürme) üflemesi (Zümer, 39/68), üçüncüsü ise Rabbü’l-âlemîn için kıyam (Mutaffifîn, 83/6) nefhasıdır (yeniden diriltiliş).
Cenâb-ı Hak, İsrâfîl’e feza’ (korkunç ses) nefhası için emir verir, göklerde ve yerde olanlar (meleklerle insanlar) korkudan ölürler. Ancak, Allah’ın diledikleri bundan istisna edilir. Cenâb-ı Hakk’ın; “Bunlar ancak (vakti gelince) asla ertelenmeyecek (korkunç) bir ses bekliyorlar” (Sad, 38/15) ayetinde beyan ettiği husus budur. Dağlar yürütülür, buluta sonra da seraba dönüşürler. Yer, ahalisini sarsar. Cenâb-ı Hakk’ın; “Büyük bir sarsıntının olacağı o günde o sarsıntıyı, peşinden gelen başka bir sarsıntı izleyecektir” (Nâziât, 79/6-7) ayeti ile bu husus anlatılmaktadır. Yer, kendisine dalgaların çarpıp durduğu bir gemi gibi sarsılır. Her emzikli kadın, emzirmekte olduğu çocuğundan vazgeçer ve her hamile kadın da karnındaki çocuğunu düşürür. Çocuklar yaşlanır. Şeytanlar dünyayı terk eder. Ancak melekler onları semada karşılar, suratlarına vurur ve onları tekrar insanların olduğu yere döndürürler. Onların bir kısmı bir kısmına, şu ayet-i kerimedeki gibi seslenir: “O gün arkanızı dönüp kaçmak istersiniz, ama sizi Allâh’ın azabından sizi kurtaracak kimse yoktur.” (Mümin, 40/33) Onlar bu halde iken yeryüzünün bir baştan bir başa yarıldığını görürler. İş büyüktür. Göğe baktıklarında da onu erimiş bakır gibi kırmızı renkte görürler (Meâric, 70/8). Güneş ve ay ışıklarını yitirmişlerdir. Gök yerinden sökülmüştür (Tekvir, 81/11). Yıldızlar kararıp dökülmüştür (Tekvir, 81/2). Ölmüş olanlar bunların hiçbirisini hissetmezler.”
Ebu Hüreyre: “Ya Resulallah, Cenâb-ı Hakk’ın “Sûr’a üfürülüp de göklerde ve yerde olanlar (meleklerle insanlar) korkudan ölecekler, ancak Allah’ın diledikleri müstesna” (Neml, 27/87) buyruğunda istisna edilenler kimlerdir?”
Efendimiz (sas): “Bunlar şehidlerdir. Rableri yanında rızıklandırılmaktadırlar. Allâh onları, o günün kötülüklerinden muhafaza etmiş, onları emniyete almıştır. O günün korkunç sesi, Allâh’ın şerli kullarına ulaşacak bir nevi azaptır. Sonra Cenâb-ı Hak, İsrâfîl’e; “Sur’a bir daha üfle” der. Bu defa da nefha-i saika (ölüm sesi) üflenir. Allâh’ın diledikleri müstesna, yerde ve gökte olan bütün canlılar ölür.”
Ebu Hüreyre: “Ya Resulallah, “Allâh’ın (cc) istisna ettikleri” (Zümer, 39/68) kimlerdir?”
Efendimiz (sas): “İstisna edilenler Cebrâil, Mîkâîl, Melekü’l-Mevttir (Azrâîl).
Bütün canlılar ölünce Melekü’l-Mevt, Cebbâr’a (Allâh’a) gelir ve: “Ya Rab, yer ve gök ehli öldüler” der.
Allâh (cc) (en iyi şekilde bildiği halde) ona; “Kim kaldı?” diye sorar.
Melekü’l-Mevt: “Ya Rab, hiç ölmeyen ve daimî hayat sahibi Sen, Cebrâîl, Mîkâîl, Hameletü’l-Arş ve bir de ben kaldık” der.
Allâh Azze ve Celle: “Hameletü’l-Arş ölsün” der ve onlar da ölürler.
Melekü’l-Mevt, Cebbâr’a (Allâh’a) gelir ve: “Ya Rab, Hameletü’l-Arş öldüler” der.
Allâh (cc) ona (en iyi şekilde bildiği halde): “Kim kaldı?” diye sorar.
Melekü’l-Mevt: “Ya Rab, hiç ölmeyen ve daimî hayat sahibi Sen, Cebrâîl, Mîkâîl ve ben kaldık” der.
Allâh Azze ve Celle: “Cebrâîl ve Mîkâîl de ölsünler” der ve ölürler.
Arş dile gelir ve Cenâb-ı Hakk’a: “Cebrâîl ve Mîkâîl’i de öldürüyor musun?” der.
Allâh Azze ve Celle: “Sus, ben Arşımın altındaki herkese ölümü takdir ettim” der.
Sonra Melekü’l-Mevt, Cebbâr’a (Allâh’a) gelir ve: “Ya Rab, Cebrâîl ve Mîkâîl de öldüler” der.
Allâh (cc) ona (en iyi şekilde bildiği halde): “Kim kaldı?” diye sorar.
Melekü’l-Mevt: “Ya Rab, hiç ölmeyen ve daimî hayat sahibi Sen ve ben kaldık” der.
Allâh (cc) ona: “Sen de benim yarattıklarımdansın. Gördüğün gibi seni ben yarattım. Bundan dolayı sen de öleceksin” der.
Artık Vâhid, Ehad ve Samed Allâh’tan başka hiç kimse kalmamıştır. En son durum, en baştaki durumdur artık. Yerler ve gökler, kitabın kapatılması gibi dürülür ve kapatılır. Sonra onları açar, atar ve şöyle der:
“Ben Cebbârım.” Sonra, “Bugün mülk kimindir?” (Mümin, 40/16) diye sorar ve şu şekilde Kendisi cevap verir: “Tek ve Kahhâr Allâh’ındır.” (Mümin, 40/16) Sonra da şöyle nida eder: “Bana ortak olduğunu iddia eden gelsin!” Kimse gelemez. Bu nidayı tam üç defa tekrarlar.”[21]
Onuncu yüzyılda Basra’da ortaya çıkmış, İslâm toplumunu, fikrî bakımdan yeniden inşayı hedeflemiş, başka yazarların da olduğu düşünülmesine rağmen, asıl yazarının, Ebû Süleyman Muhammed b. Ma’şer el-Büstî el-Makdisî olduğu kabul edilen Resâilü İhvâni’s-Safâ adlı kitapta, ahiret ve yeniden diriltiliş gibi konuların “derin bir ilim” ve “ince bir sır” olduğu şu şekilde belirtilmektedir:
“Hikmette üst mertebelere ulaşanların ve din ilimlerinde derinleşmiş olanların, ardına düşmeleri ve üzerinde düşünüp araştırma yapmaları en uygun olanı ise, dinin sırları, gizli meselelerin iç yüzleri, ancak şehvet kirlerinden, kibrin ve riyanın pisliklerinden arınmış olanların ulaşabileceği saklı sırlardır. Bunlar; evrenin yaratılışının başlangıcı, göklerin ve yerin altı günde yaratılışı, Allah’ın Arş’a istiva etmesi, yeniden diriltiliş, kıyamet, haşir ve neşir, mizan, cennetin nimetleri ve varlığının keyfiyeti gibi konulardır.”[22]
Yine İhvan-ı Safa’ya göre, öldükten sonra diriltilme ve kıyamet, haşir, neşir, hesap, mizan, sırat ve ondan geçişe dair bilgiler, Allah dostlarının alâmet ve sıfatlarından, bilgilerinin derinliği ve sırlarının inceliğindendir.[23]
İnşâAllâh, “Yeniden Diriltiliş Gerçeği Haşir 2” ile konuyu tamamlamış olacağız.
[1] Halil bin Ahmed, Kitabu’l-Ayn Mürettiben alâ Hurûfi’l-Hecâ, 1/147 (Thk. Abdülhamid Hindâvî), Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-2003.
[2] Buhari, İman, 37 (50); Müslim, İman, 3 (9).
[3] Ebü’l-Kâsım Mahmud b. Ömer ez-Zemahşeri, El-Keşşâf an Hakâiki Ğavâmidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fi Vücûhi’t-Te’vîl, 1/491, Mektebetü’l-Ubeykan, Riyad-1998.
[4] Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, (Terc. Mehmet Erdoğan, Şevki Yavuz), 2/196, Ensar Yayınevi, İstanbul-2018.
[5] Ebü’l-Kâsım Ali b. El-Hasen (İbn Asâkir), Târîhu Medîneti Dımaşk, 40/321-324, (Thk. Ömer b. Ğarâme el-Amravî), Dârü’l-Fikr, Beyrut-1996.
[6] Buhari, Hayz, 17 (318).
[7] İbnu Ebî Hâtim, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 8/2474-2475 (13781), Riyad-1997.
[8] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/317 (8204); Buhari, Tefsir, 8 (4482).
[9] Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, 24/9, Kahire-2001.
[10] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 3/1950, Eser Neşriyat, İstanbul-1979.
[11] Buharî, Daavât, 8 (6314); Müslim, Zikir, 59 (2711).
[12] Ebu Davud, Hudud, 16 (4398).
[13] Beyhakî, Şuabü’l-İman, 6/410 (4416); Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 14/475 (39321); Ebu Nuaym el-İsfahânî, Sıfatü’l-Cennet, 1/117 (90), Dâru’l-Me’mûn li’t-Türâs, Beyrut-1995.
[14] Muhammed b. Ahmed el-Kurtubi, El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, 18/288, (Tahk. Abdü’l-Muhsin et-Türkî), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-2006.
[15] Müslim, Cennet, 19 (2878).
[16] Buhari, Büyu, 49 (2118); Müslim, Fiten, 2 (2884).
[17] Buhârî, Tefsîru Sûre (39), 4 (4814); Müslim, Fiten, 28 (2955); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/315 (8165).
[18] Müslim, Fiten, 28 (2955).
[19] İbn Hibban, Sahih, 7/409 (3140); Ahmed İbni Hanbel, Müsned, 3/28 (11250); Ebu Ya’lâ, Müsned, 2/131 (1382).
[20] Buhari, Tefsir, 39 (4813).
[21] İbn-ü Ebi’d-Dünya, Kitâbu’l-Ehvâl, ss. 107-112, (Tahkik: Muhammed İdris Mübarekfuri), Dâru’s-Selefî, Bombay-Hindistan-1993.
[22] İhvânı Safâ Risaleleri, 3/407, (Çev. Abdullah Kahraman vd.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul-2014.
[23] İhvânı Safâ Risaleleri, 1/247.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.