Musa Kazım GÜLÇÜR
25 Haziran/2019
İçindekiler
g. Yalan Sözlere İtibar Etmeme 9
h. Araştırmaksızın Karar Vermeme 10
Giriş
Günümüz dünyası, enformasyonun oldukça süratli bir şekilde gelişmesi ve işlenmesi sebebi ile bir bilgi çağına dönüşmüştür. Ancak bu hız ve sürat, olumlu ve faydalı yönlerin yanı sıra bir takım zararlı ve faydasız yönleri de açığa çıkarmıştır.
Elbette bireyin üzerine düşen, faydalıyı faydasızdan, yararlıyı zararlıdan ayırma ve bu bilgi çağının iyi ve güzel yönlerini Hak rızası istikametinde kullanmaya çalışmaktır. Ancak bütün iyi niyet ve çabalara rağmen, kötü ve yanlış istikamette ısrar edenlerin menhus faaliyetleri, şer odaklarının şeâmetli uğraşları sebebi ile iyilik ve kötülüğün kadimden bu yana bir savaş verdiği de malumdur.
Bu durumda yolumuzun iyi ve güzel bir şekilde aydınlatılması, yol işaretlerinin etraflıca bilinmesi ve tanınması, kısaca marufun tamimi, münkerin de izalesi için, şaşmaz ve şaşırtmaz hidayet ve rehberlik kaynaklarına müracaatımız elzemdir.
Bilhassa günümüzde, sözün doğrusunun yalan olanından ne şekilde ayrılabileceği, ne tür bir metot ile doğrunun ve hakikatin vücut bulabileceği gibi hususlarda, kıymetli ve değerli anımsatıcılara ihtiyaç bulunduğu mülahazası ile bazı kelime ve kavramları nazar-ı tetkiklerinize arz etmeye çalışacağız.
Cenâb-ı Allâh’tan dileriz ki bu faaliyetimiz şu âyet-i kerîmenin bir mâsadakı olur:
(بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَاِذَا هُوَ زَاهِقٌ)
“Bilakis biz, hakkı batılın üzerine atarız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın batıl yok olup gitmiştir.” (Enbiya, 21/18)
Şimdi bu kelime ve kavramlardan bazılarına kısaca bakmaya çalışalım.
1. Tesebbüt
“Tesebbüt, sabit durma ve olma, devam etme, gerçekleşme, sağlam şekilde yerleştirme, yerinden oynayamaz ve kıpırdayamaz duruma getirme, bir durumu şüpheye yer bırakmayacak şekilde belirleme, görüp gösterme, tespit etme, bir değerlendirme sonunda ortaya çıkan hüküm ve kararlaştırma” gibi anlamlara gelmektedir.
Bu temel anlamlar beraberinde olma kaydı ile “tesebbüt” kelimesi ıstılahta, “teenni ile davranma, sakin olma ve acele ile karar vermeme” anlamına gelmektedir. “Tesebbüt, insanın söz, tutum ve davranışlarında kendisini herhangi bir pişmanlığa ve nedamete sevk etmeyecek bir şekilde karara ulaşması” anlamı ile de yakın irtibatlıdır. Bu açıdan “tesebbüt, bir hüküm vermeden önce onun doğruluğunu kesinleştirme, tam bir şekilde açıklığa kavuşturma ve acele etmeme” anlamını da ihtiva eder.
2. Tebeyyün
“Tebeyyün, belli olma, meydana çıkma, mananın ya da herhangi bir eşyanın görülüp hakikatinin anlaşılması” demektir.
Istılahta ise, özellikle “bilginin, insan zihninde ve ruhundaki derecesini, safhalarını ya da geldiği mertebeyi ifade eder.” Şöyle ki: Önce, “şuurlanma” derecesi, sonra da sırası ile “anlama, ezberleme, hatırlama, anlatma ve görüş oluşturma” ki buna mantıkî öncüllerin peşi peşine getirilmesi de denilebilir, sonra da “tebeyyün” yani “bir konuyu etraflıca anlama ve ortaya koyma” safhası gelir.
Tebeyyünden sonraki basamakta ise “tabassur” ve “istibsâr” yani “basîretle bakıp bir işin esasını kavrama, meselenin künhüne varma, bir şeyin gerçeğini anlamak için dikkatlice ve kalp gözüyle bakma, basîretli davranma ve düşünceli hareket etme” safhası gelmektedir. Bu terimin zıt anlamları ise, “cahillik, akılca hafiflik, acelecilik, gaflet, ifrat ve tefrittir”.
3. İlgili Diğer Kavramlar
a. Besâir
قَدْ جَاءَكُمْ بَصَائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ اَبْصَرَ فَلِنَفْسِهٖ وَمَنْ عَمِىَ فَعَلَيْهَا وَمَا اَنَا عَلَيْكُمْ بِحَفٖيظٍ
“Rabbinizden size gerçekleri gösteren deliller geldi. Artık kim gözünü açar hakkı idrak ederse kendi yararına, kim de (hakkın karşısında) körlük ederse kendi zararınadır. Ben başınızda bekçi değilim.” (Enam, 6/104)
Bu âyet-i kerimeye anlamca yakın diğer bir âyet-i kerîme ise şöyledir:
هٰذَا بَصَائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
“Bu (Kur’an âyetleri), Rabbinizden gelen basiretlerdir (Gönül gözlerini aydınlatan nurlardır). İman edecek bir topluluk için bir hidayet kaynağı ve bir rahmettir.” (Araf, 7/203)
Bu her iki ayetteki “besâir” kelimesi “basiret” kelimesinin çoğuludur. “Basiret” kelimesi, “kalp gözüyle görme, kalp gözüyle görerek bir şeyin gerçeğini kavrama, anlama ve idrak etme, doğru ve ölçülü bir görüşün verdiği uyanıklık, ileriyi görme, sağgörü, gönül gözü” gibi anlamlara gelmekte olup, bu vasıfları üzerinde taşıyan kimseye de “gerçeği kavrayıp anlayan, ileriyi gören ve ona göre davranan kimse, ileri görüşlü, sağ görülü” manalarına “basiretli kimse” denmektedir. Bu durumun aksi ise “gerçeği görememe, değerlendirememe ve gaflet” anlamına gelen “basiretsizlik” durumudur.
Bu tanımlardan yola çıkarak, Allâh’ın varlığı ve birliği, Efendimiz (sas) O’nun kulu ve elçisi olduğunu anlamaya, kavramaya ve kalp ile tasdik etme sureti ile tevhide yol bulmaya “basiret” denilmektedir.
Nasıl “basar” kelimesi, baştaki göz ile meydana gelen tam ve kâmil bir idrâk, yani “görme” manasında bir isim ise, her iki ayetteki (بَصَائِرُ) “basiretler” kelimesi de “kalpte meydana gelen tam bir idrâk ya da anlama” manasındadır. Dolayısı ile “ayetler”, iyice tanıyıp, hakikatlerine vâkıf olan kimseler için birer “basîret ve idrak” vesilesi olmaktadırlar. Bu açıdan âyetler, basiretlerin meydana gelmesi için birer sebep oldukları için, bizzat kendileri “basiretler” olarak isimlendirilmişlerdir.
Bu âyet-i kerimelerdeki “besâir” kelimesinden şu hususlar istinbat edilebilir:
a) “Basîret” kelimesi ile kast edilen, zorlanmaksızın ve mecbur bırakılmaksızın, insanın kendisi ile bir sevaba ulaşabileceği tercihte ve seçimde bulunabilmesidir. Çünkü, zorlanma ve mecbur bırakılma gerçekleşseydi, Allâh’ın (cc) inanmayı ya da inanmamayı idraklere ve anlayışlara bırakma iradesi tezahür etmemiş olurdu.
b) Allah Teâlâ, bize doğru ve eğri yolları göstermiş ve faydamıza olan hususları seçmemizi bizlerden istemiştir. Bu faydaların neticeleri ise bizimle alâkalı olup Allah Teâlâ ile alâkalı faydalar değildir. Çünkü Allâh (cc) “leğaniyyün ani’l-âlemîn” (Ankebût, 29/6) yani asla sonradan olan varlıklara ihtiyacı olmayan Samed’dir.
c) İnsan, düşünme ve tefekkürden uzaklaşmakla sadece kendisine zarar verir. Bu zarara da Rabbi değil kendisi sebebiyet vermiş olur.
d) Fayda ya da zarar gibi iki zıt seçenekten birisini seçme hürriyeti, kulun iradesi ve gücüne uygun bir şekilde yaratılmıştır.
b. Nazar
“Nazar” kelimesi lügatte; “bakış, bakma ve şöyle bir göz atma” gibi anlamlara gelir. Istılahta ise; “tecrübe ve kıyasa dayanarak düşünme, fikir yürütme, Hak nûru ile bakış, lütufkâr ve keremli bakış, teveccüh ile bakma ve inceleme amacıyla düşünerek bakma” gibi anlamlara gelmektedir.
“Nazar” kelimesinin “tefekkür, tezekkür ve tedebbür” kelimeleri ile yakın ilişkisi mevcuttur. Buna göre “nazar ve tefekkür”, “bir işin akıbeti konusunda düşünmek”, “tedebbür” ise “bir işin sonucunu baştan hesap etmek” anlamına gelir. Aynı kökten gelen “tedbir”, tedebbürün sonucu olarak “gereken önlemi almak” demektir.
Düşünme, “tedebbür”de olduğu gibi geleceğe değil de geçmişe yönelikse “tezekkür” adını alır ve “hatırlama, anma” anlamına gelir.
اَوَلَمْ يَنْظُرُوا فٖى مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَیْءٍ وَاَنْ عَسٰى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْ فَبِاَیِّ حَدٖيثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ
“Onlar göklerdeki ve yerdeki sınırsız hükümranlık ve nizama, Allah’ın yarattığı her şeye, ecellerinin gerçekten yaklaşmış olması ihtimaline hiç bakmadılar mı? Peki, bundan sonra hangi söze inanacaklar?” (Araf, 7/185)
قُلِ انْظُرُوا مَاذَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا تُغْنِى الْاٰيَاتُ وَالنُّذُرُ عَنْ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ
“De ki: “Göklerde ve yerde neler var, bir baksanıza.” Fakat âyetler ve uyarılar, inanmayan bir topluma hiçbir fayda sağlamaz.” (Yunus, 10/101)
Bu âyet-i kerîmelerdeki “nazar”, “fikrî bakışı, ders ve ibret alma” anlamındaki bir basireti kast etmektedir. Böylece “fikrî bakış, ders ve ibret almanın” konusu, başta Kur’an-ı Kerîm’in mesajı olmak üzere, bu mesajın aydınlatan ve yol gösteren ışığı altında “Allah-alem, alem-insan, Allah-insan” ilişkisi olmaktadır. Kâinatı ve insanı, ilahi yasalar çerçevesinde anlamlandıran, var oluşun ilahi kanunlarına, doğru bilgi ve doğru eylemin gereklerine yönlendiren bu ayetler, nazarın yani düşünme ve ibret almanın konularını da belirlemiş olmaktadır.
c. Teemmül
“Teemmül” kelimesi, “sebat etme, bekleme, emel etme” anlamlarına geldiği gibi, “düşünce gücünün harekete geçirilmesi, bu düşünme ve anlama gayretleri neticesinde de fikir atlasında çok renkli ve sanatlı bilimsel sonuçlara ulaşılması” anlamına da gelir.
Istılahta ise “teemmül” kelimesi, “anlama ve ders alma amaçlı olarak iyice ve etraflıca düşünme, bildiğimiz baş gözü ile bakışta devamlılığı gerektiren bir anlama, öğrenme faaliyetini ve süreci” demektir. Bu açıdan “tek bir bakış” ya da “düşünüş” teemmül sayılmaz. Teemmül, daha çok ”fizik âlemi sürekli bir şekilde temaşa eden gözler ve bakışlar” ile ilgilidir.
d. Yakîn
“Yakîn” kelimesi sözlükte “sabit olmak, durulmak, sükûnete kavuşmak”, ıstılahta ise, “doğruluğunda şüphe bulunmayan, gerçeğe uygun bilgi, sabit ve kesin inanış, itikat, kesinlik” gibi anlamlara gelir. Dolayısı ile “cehalet, taklit, zan ve şüphe” durumlarının zıddıdır. Tasavvufta ise “yakîn”, genelde “kalpte hâsıl olan ve şüphe ihtimali bulunmayan bilgi” manasına gelmektedir.
“Yakîn” kelimesi, Kur’an’daki kullanımından hareketle “ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn” şeklinde üç kategoriye ayrılır.
Bu üç “yakîn” mertebesinden özellikle de “ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn” mertebelerinin gerçek anlamını “ahiret” yurdunda göstereceğini, dünyadaki “ilme’l-yakîn”in ise bilhassa havassu’l-havassa ait bir özellik olduğunu düşünmekteyiz. Bu çıkarımımızın kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’de sadece bir yerde geçen (et-Tekâsür 102/5) “ilme’l-yakîn” kavramıdır. Bu kavramın arkasından aynı surede “ayne’l-yakîn” ve Hâkka (69/51) ve Vâkıa (56/95) surelerinde konu ile irtibatlı bir şekilde “hakka’l-yakîn” mertebelerinin zikredilmesi bu anlayışımızı desteklemektedir. Şayet bu anlayışla, her iki suredeki ayetleri birleştirerek bir meal vermemiz gerekirse Allâhu a’lem şu minvalde bir anlam ortaya çıkacaktır:
“Siz şayet yakînî bir bilgi seviyesine erişebilmiş olsaydınız, mutlaka kabirde azap çekenleri müşahede eder, görürdünüz. Her ne kadar dünyada bu bilgi seviyesine çok büyük bir oranınız erişemiyor olsa da yeniden diriltildiğinizde bütün âhiret hallerini Cenneti, Cehennemi, Sıratı, azap ve mükafatı baş gözlerinizle müşahede edecek, “ayne’l-yakîn” mertebesine ulaşacak,” (Tekasür, 102/5-7) “daha sonra da kendisine azap terettüp edenleriniz, Cehennem’deki cezaların, mükafat terettüp edenleriniz de Cennet ve nimetlerinin ya da Kur’ân-ı Kerîm’in bu dünyada iken haber verdiği hakikatlerin gerçekliğini “hakka’l-yakîn” mertebesinde yaşayacaksınız.”
e. Boş Sözlerden Uzak Durma
وَالَّذٖينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ
“(Öyle müminlerdir) ki onlar boş (lakırdılardan) ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (Müminun, 23/3)
İnançlı bireyler boş sözlerden, boş hareketlerden, boş ilgi ve düşüncelerden kaçınırlar. Çünkü insanın kalbini boş şeylerden, oyun ve eğlenceden, gereksiz ve yakışıksız şeylerden alıkoyan temel ahlâkî sorumlulukları ve uğraşları vardır. Allah’ı anmak, O’nun yüceliğini tasavvur etmek, iç ve dış alemde, afakta ve enfüste yer alan ayetlerini kavramaya çalışmak, kalbi arındırmak, ruh ve vicdanı temizlemek gibi önemli uğraşlar vardır. Yerine getirilmesi gereken sorumluluklar, imanın öngördüğü mazbut hayat düzeyini koruma çabalar vardır. İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, toplumsal hayatı bozulmaktan ve sapıklıktan korumak gibi yükümlülükler vardır.
Bunlar hiçbir zaman bitmeyen, adeta sonu gelmeyen sorumluluklardır. Mümin bunları görmezlikten gelemez, kendini bu ödevlere karşı sorumsuz sayamaz. Bu ödevler ya farz-ı ayn ya da farz-ı kifayedir. Bütün bu görev ve yükümlülükler, insanın tüm hayatını kapsayacak orandadır. İnsanın gücü ve enerjisi ise sınırlıdır. Dolayısıyla bu güç ve enerji ya insan hayatını iyileştiren, geliştiren kalkındıran bir yönde harcanacak ya da gereksiz şeyler uğruna, boşu boşuna, oyun ve eğlence için harcanacaktır. Oysa mümin, inancının gereği olarak bu enerjiyi yapıcı bir amaçla, ruhunun yücelmesi, dünyanın sulhü ve ıslahı için harcamak zorundadır.
f. Zan ile Hareket Etmeme
وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهٖ عِلْمٌ اِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ اُولٰئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُلًا
“Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeylerin asla peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül donanımlarının her biri, faaliyetlerinden ötürü sorumludur.” (İsra, 17/36)
Bu âyet-i kerîmeler, akıl ve kalp için mükemmel bir yol göstermektedir. Bir haber, bir olay ve bir hareket hakkında, kesin hüküm vermeden önce ciddi bir araştırma yapılması Kur’an-ı Kerim’in çağrısıdır.
İnanç yönü ile baktığımızda, kalp ve akıl bu yol üzere hareket ettiğinde, kuruntulara ve saçmalıklara meydan verilmez. Hüküm, yargı ve sosyal ilişkiler açısından baktığımızda, tahminlere ve şüphelere yer verilmez. Araştırma, deneyim ve bilim dünyası açısından baktığımızda, yüzeysel hükümlere ve kuruntulara dayalı teorilere meydan verilmez.
Kur’an-ı Kerîm, kalp, göz ve kulağa beraberce verdiği sorumluluk ile; kişi ne zaman bir söz söylese ne zaman bir olayı anlatsa veya hüküm verse, bu söz, olay ya da hükmün doğruluğunu kesin olarak tespit etmiş olmasını istemektedir. Bu, söylenen bir söz, aktarılan bir haber, yorumlanan bir olay, sebepleri açık bir realite, dini bir hüküm veya inançla ilgili bir mesele olabilir. Bu açıdan bir kimsenin, görmediği halde gördüğünü, duymadığı halde duyduğunu, bilmediği halde bildiğini iddia etmesi “tam bir sorumsuzluk” olmaktadır.
Bu ayette “kulak, göz ve kalp” ile ilgili olarak; Arapça’da “akıllı” varlıklar için kullanılan ve “bunların her biri” anlamındaki (كُلُّ اُولٰئِكَ) “ulâike” zamirinin getirilmiş olması, sayılan azaların idrak duyuları oluşlarından ve sorumlu azalar olarak beyan edilmelerinden dolayıdır. Bu açıdan “fuâd” yani “kalp”, düşündüğü ve inandığı şeylerden, “kulak ve göz” de görüp duyduklarından sorumlu tutulacaklardır. Bu gerçek bir başka ayet-i kerimede şu şekilde beyan buyrulmaktadır:
“O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Ne irtikâp ediyor idiyseler bize elleri söyler, ayakları (ve diğer uzuvları) da şahitlik eder.” (Yasin, 36/65)
Söz konusu azalar, şahitlik yapabilecek “akıllı uzuvlar” olarak nitelendirilmişlerdir. Aynı anlam şu ayet-i kerimede de mevcuttur:
“Nihayet oraya geldikleri zaman onlar ne yapıyor idiyseler, kulakları, gözleri, derileri kendileri aleyhinde şahitlik edecektir.” (Fussilet, 41/20)
Bütün bu açılar itibarı ile zanlarımızla değil, Cenab-ı Hakk’ın içimizde yakacağı doğruluk ışığı ile yolumuzun aydınlatılmasını, karşılaştığımız maddi-manevi problemlerin O’nun sonsuz Gücü, İradesi, Havl ve Kuvveti ile aşılmasını O’ndan talep etmemiz gerekmektedir. O’ndan başka sığınağımız, O’ndan başka kendisinden yardım talep edebileceğimiz, O’ndan başka bizi yediren ve içiren, O’ndan başka rahatsızlandığımızda şifa veren, O’ndan başka ahirette bize yardım edecek, O’ndan başka görünen ve görünmeyen nimetlerini üzerimize yağdıracak hiçbir varlık yoktur. Dünya üzerinde ve kâinatta gördüğümüz her şey O’na aittir ve hepimiz O’na döndürüleceğiz.
Zanlar, gerçekleri değiştiremez. Düşünce ve yüksek mefkurelerin gerek yoğun bir çaba ve uğraş gerektirmesi ve gerekse de zannî hayallere dalmanın nefis ve donanımlarınca süslü gösterilmesi sebepleriyle, düşünce ve eylemlerinde hakka uyma niyeti izhar edemeyenler, sırf nefislerinin zan ve tahminlerine uyup o şekilde karar verme tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Böyle kimseler, kendilerine ulaşan tezviratlara, en küçük bir şüphe bile duymadan inanırlar. İtikat ve yakîn namına görüş diye ileri sürdükleri fikirleri, toplumsal konulardaki tutum ve eylemleri, hüküm diye uydurdukları sözüm ona prensipleri, nefse boyun eğme ameliyesinden başka bir şey değildir.
Halbuki zan ve yanlış telakkiler ne kadar şairane ve muhteşem görünürse görünsün, gerçek manada hakkı batıla, batılı hakka, hayrı şerre, şerri de hayra dönüştürebilecek güç ya da potansiyeli asla kendilerinde barındıramazlar. Dolayısı ile hiç kimse kendisini hakkın ve gerçeğin sultasından ve hükümranlığından uzak tutamaz.
g. Yalan Sözlere İtibar Etmeme
وَالسَّمَاءِ ذَاتِ الْحُبُكِ اِنَّكُمْ لَفٖى قَوْلٍ مُخْتَلِفٍ يُؤْفَكُ عَنْهُ مَنْ اُفِكَ قُتِلَ الْخَرَّاصُونَ اَلَّذٖينَ هُمْ فٖى غَمْرَةٍ سَاهُونَ
“O (yıldızlara ait) yörüngeleri olan sema hakkı için siz, gerçekten birbirini tutmaz çelişkili ve yalan sözler içindesiniz. Bu tür çelişkili ve yalan beyanlardan korunan korunmuştur. Kahrolsun o koyu yalancılar. Onlar bir sarhoşluk halinde saçmalamaktadırlar.” (Zariyat, 51/7-11)
Bu âyet-i kerîme, yalancılar için aynı zamanda bir beddua ihtiva etmektedir. Allah Teala, kesin bilgiye dayanmayan ve zan ile tahmin yürütenlere ölüm bedduasında bulunmaktadır. Çünkü zan, Efendimiz’in (sas) beyanları ile “sözlerin en yalan olanı” demektir. Şöyle buyuruyor:
“Zandan sakının. Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır. Birbirinizin eksikliğini görmeye ve işitmeye çalışmayın. Özel hayatlarınızı da araştırmayın. Birbirinize haset etmeyin, arkanızı çevirip küsmeyin. Birbirinize nefret ve düşmanlık da beslemeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun.”[1]
Kesin olmayan, doğruluğu şüpheli, yanlış yöne sevk etmesi kuvvetle muhtemel birtakım söylentileri kesin bir bilgiymiş gibi yayan, yalan olma ihtimali çok yüksek sözleri, kati birer enformasyonmuş gibi etrafa saçan ve bu tutumları ile tam anlamıyla bir yalancı konumuna düşen kimselere, yukarıdaki ayet-i kerîmede “koyu yalancılar” manasına “harrâsûn” nitelemesi yapılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm mutlak bir surette (وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِ) “yalan sözden kaçınılmasını” (Hac, 22/30) emretmektedir. Cenâb-ı Hak, zikrettiğimiz bu ayette şirki ve yalan söylemeyi aynı çizgide beyan buyurmuştur. Çünkü şirk de yalan söz türündendir ve Efendimiz (sas) bir hutbesinde şu sözünü tam üç defa tekrarlamış ve yalan söz ile şirkin günah açısından neredeyse eşdeğer oluşuna şöyle dikkat çekmiştir:
“Dikkat edin. Yalan yere şahitlik, Allah’a şirk koşmayla birlikte beyan buyrulmuştur.” [2]
h. Araştırmaksızın Karar Vermeme
يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَاٍ فَتَبَيَّنُوا اَنْ تُصٖيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلٰى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمٖينَ
“Ey iman edenler, herhangi bir fâsık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa gerçeği anlamadan, birtakım kimselere karşı fenalık eder, sonra yaptığınıza da pişman olursunuz.” (Hucurât Suresi, 49/6)
Bu âyet-i kerimenin nâzil oluşuna sebep olan hadise şimdi aktaracağımız şekilde cereyan etmiştir.
“Resülullah Velid b. Ukbe b. Ebi Muayt’ı, zekât memuru olarak Beni Müstalık kabilesine göndermişti. Bu zatla o kabile arasında cahiliyye dönemine ait bir düşmanlık vardı. Kabile onun geldiğini duyunca, Allah Teâlâ’ya ve O’nun Resul’üne tazimen Velid b. Ukbe’yi kabul ettiler. Zekât memuru olarak geldiğini herkese haber ettiler. Velid kendisini öldürecekleri yolunda vesveseye düştü. Korkup, geldiği yoldan geriye Resülullah’ın yanına döndü ve:
“Müstalık oğulları, sadakalarını vermediler. Beni de öldürmek istediler.” dedi.
Bu söz üzerine Resülullah gazaba gelip, onlara savaş açmaya niyet etti. Velid’in geri dönüşünü müteakiben Müstalık oğulları da Resülullah’a geldiler ve:
“Senin elçinin zekât memuru olarak geldiğini öğrenince ona ikramda bulunmak ve Allah’ın hakkı olan zekâttan yanımızda bulunanları da kendisine ödemek istedik. Fakat onun maalesef geri döndüğünü haber aldık. Bizler Allah’ın ve Resulünün gazabından Allah’a sığınırız. Sen bize bir elçi gönderip mallarımızın zekâtını istedin. Biz bununla pek mutlu olduk. Gözlerimiz bununla doldu. Ancak gönderdiğin elçi geri dönünce, Allah ve Resulünün bizlere olan kızgınlığından dolayı zekât mallarımızı reddettiğini düşündük. Bu durum bizde bir korku meydana getirdi. Bu nedenle sizi ziyarete geldik. Bizler, Allah’ın ve Resulünün gazabından Allah’a sığınırız.”
Resülullah’a öyle uzunca mazeretler dile getirdiler ki müezzin ikindi namazı için ezan okudu. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi indirdi:
“Ey iman edenler, herhangi bir fâsık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa gerçeği anlamadan, birtakım kimselere karşı fenalık eder, sonra yaptığınıza da pişman olursunuz.” (Hucurât Suresi, 49/6)
Ayette kast olunan kişi Velid b. Ukbe’dir.”[3]
Yüce Allah burada, fasıkların getireceği haberlerin yalan olması ihtimalini nazara vererek, bu tür kimselerin verecekleri haberlerin araştırılmasını istiyor. Ancak normalde, dürüst kişilerin birbirlerine iletmiş oldukları haberler konusunda bir şüphe bulunmaması gerekir. Çünkü diğer türlü bilgi akışı adeta felç olmaya yüz tutar. Dolayısıyla asıl olan, fertlerin güvenilir ve birbirlerine iletmiş oldukları haberlerin inanılır ve kabul edilir olmasıdır. Fasıkın haberinin kontrol edilmesi prensibi ile toplumdaki ahenk sürdürülebilir halini korumuş olur.
Ayet-i kerîme, fasık olan birinin getirdiği haber karşısında, o haberi süzgeçten geçirmeyi ve tedbirli davranmayı içermektedir. Görevlerini tam olarak yapan doğruların getirdikleri haber ise hemen alınır. Çünkü asıl olan bu prensiptir ve fasıkın getirdiği haber bunun istisnasıdır. Bütün kaynaklardan ve bütün haberlerden şüphe etmek ise toplumda uyulması gereken güven prensibine aykırıdır. Hayatın akışına ve toplum içinde düzenin sağlanmasına engeldir. Bu, haber kaynakları üstüne bir genelleme ve istisna örneğidir.
Sonuç
Tesebbüt ve tebeyyünü önemseme, tabassur ve nazar donanımlarını kullanma, aklın ve düşüncenin hassas latifelerini çalıştırma insani tekemmülü netice verecektir. Bireylerin ve toplumların düşüncesizce ve işin aslını anlamadan üretecekleri tutum ve davranışlar ise büyük yanlışlıklara, hataların katlanarak çoğalmasına sebep olacaktır.
Teemmül ile yakîne ulaşma, boş sözlerden uzak durarak zamanı faydalı hale getirme, zan ile hareket etmeyerek yalana prim vermeme, yalan sözlere itibar etmeyerek ve araştırmaksızın karar vermeme, gerçek bilginin yaygınlaşmasını sağlama, bireylerin ve toplumların huzur ve ahenginin kökleşmesine ve Allâh’a dayalı özgüvenlerinin gelişmesine sebeptir.
Gerçek bilgiye adapte ve konsantre olma, şüphe ve tereddütlerin yeşerip boy atmasının önüne geçecektir. Tesebbüt ve tebeyyün, bireylerin ve toplumların temel ve insani haklarını, zanlar ve şüphelerin oluşturacağı sisli ve puslu atmosferlerde kaybetmeye karşı bir koruma sağlayacaktır.
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden; gireceğimiz yerlere doğrulukla girdirmesini, çıkacağımız yerlerden doğrulukla çıkarmasını, kavl-i zûrdan korumasını, boş sözlerden uzak tutmasını, zanlara dayalı tahminler yürütmekten ve araştırmaksızın kararlar vermekten muhafaza etmesini dileriz.
[1] Buhari, Edeb, 57.
[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/178, 233, 321,322.
[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/279; Elmalılı M. H. Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 6/4457.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.