Asr Suresi Yorumu ve Zamanın Verimli Kullanılması

Musa Kâzım GÜLÇÜR

6 Mart/2020

İçindekiler

Asr Suresi Yorumu ve Zamanın Verimli Kullanılması Giriş 1

Zamanın Verimli Kullanılması 2

Kur’ân-ı Kerîm’de Zaman 3

Asr Suresi 4

Hadîs-i Şerîflerde Zaman 6

Sonuç 8

Asr Suresi Yorumu ve Zamanın Verimli Kullanılması Giriş

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم

بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اللَّهُمَّ صَلِّ وسلـم عَلَى الْأَوَّلِ فِي الْإِيجَـادِ وَالْـجُـودِ وَالْوُجُودِ، اَلْفَاتِـحِ لِكُلِّ شَــاهِدٍ وَمَشْـهُودٍ، حَضْرَةِ الْمُشَـاهَـدَةِ وَالشُّهُودِ، اَلـسِّــرِّ الْبَـاطِـنِ وَالنُّـورِ الظَّاهِرِ الَّذِي هُـوَ عَيْنُ الْمَقْصُودِ، مُمَيِّزِ قَصَبِ السَّـبْقِ فِي عَالَمِ الْخَلْقِ الْمَخْصُوصِ بِالْعُبُودِيَّةِ، اَلرُّوحِ الْأَقْدَسِ الْعَلِيِّ وَالنُّـورِ الْأَكْمَلِ الْبَهِيِّ، اَلْقَائِمِ بِكَمَالِ الْعُبُودِيَّةِ فِي حَضْرَةِ الْمَعْبُودِ، اَلَّـذِي أُفِيضَ عَلَى رُوحِي مِـنْ حَضْرَةِ رُوحَانِيَّتِهِ، وَاتَّصَلَتْ بِمِشْكَاةِ قَلْبِي أَشِـــعَّةُ نُـورَانِيَّتِهِ، فَهُوَ الرَّسُـــولُ الْأَعْظَمُ وَالنَّبِيُّ الْأَكْـرَمُ وَالْوَلِيُّ الْمُقَرَّبُ الْمَسْـعُودُ، وَعَلَى أٰلِـهِ وَأَصْحَابِهِ خَزَائِنِ أَسْـرَارِهِ، وَمَعَارِفِ أَنْوَارِهِ، وَمَطَالِـعِ أَقْمَارِهِ، كُنُوزِ الْحَقَائِقِ، وَهُدَاةِ الْخَلَائِقِ، نُجُومِ الْهُدَى لِمَنِ اقْتَدَى، وَسَلَّمَ تَسْلِيماً كَثِيراً كَثِيراً

Asr” kelimesi, zaman, devir, çağ gibi anlamlara gelmekle birlikte, öğle vakti ve akşam arasında bulunan ve başlangıcı mevsimlere göre değişen ikindi zamanına verilen addır. “Asr Suresi” adını, birinci ayet-i kerîmede geçen “asr” kelimesinden almıştır. Üç ayetten oluşan “Asr Suresi”, Mekke’de inmiştir. Mushaftaki sıralamada 103, nüzul sırasına göre ise 13’üncü suredir. Surede “asr”a yemin edildiği için yazımıza zamanı tarife çalışarak başlayacağız.

Uzaysal boyutu olmayan bir sürekliliğe, olmuş ve olacak hâdiselerin birbiri ardınca cereyan edişinin düşüncemizde meydana getirdiği başı ve sonu belli olmayan, sadece önce ve sonra gelen diye bölebildiğimiz hareketlerin sayısına, ölçülmüş veya ölçülebilen döneme soyut bir kavram olarak ‘zaman’ demekteyiz. Zaman, insanın oldukça kıymetli bir hazinesidir. Zamanın paha biçilmez değerine saygı duyulur ve muhafaza edilebilirse, başta Rabbimize olan kulluk görevlerimizi yerine getirebilmemizde, sonra da sırası ile kendimize, ailemize ve toplumumuza düzenli bir şekilde faydalı olabilmemizde, yararlı faaliyetleri organize edip yapılandırabilmemizde güçlü bir dayanak elde etmiş oluruz.

Zamanı verimli bir şekilde kullanma ve yönetme oldukça önemlidir. Zira dilimizde yerleşik deyimi ile vakit adeta nakittir. Bir açıdan bakıldığında zaman, aslında nakitten de öte bir değerdir. Zamanı bilinçli bir şekilde kullanarak, insan kendisini geliştirebilir, bilgisini artırabilir ve hayatını daha verimli ve mutlu bir hale getirebilir. Zamanı kontrol altında tutma becerisi geliştirebilenler, yapılması gereken hususlara odaklanma yeteneklerini de geliştirmiş olurlar. Eğer azimli olunursa, sorumluluklar gerektiği şekilde ifa edilebilir, çalışmalar gününe ve saatine uygun bir şekilde sonuçlandırabilir. Zamanın kıymetini yeterince takdir edebilenler, hemen her işlerini tam vaktinde yapma alışkanlığını da edinmiş olurlar.

Zamanın Verimli Kullanılması

Birey, iyi bir sonuç için bugünden itibaren daha çok çalışabilir, zamanı doğru kullanarak vaktini boşa geçirme yanlışlığından kaçınabilir. Faydalı işler için elimizden gelenin daha iyisini yapabiliriz. Zaman hususunda ne kadar verimli hareket edebilirsek, daha sonraki faaliyetlerimize de o kadar ek zaman üretmiş oluruz. Zaman mefhumuna gerekli itinayı göstermeyen kimseler daima hüsranla karşılaşmışlardır. Tarihin tüm önemli şahıslarına ve biyografilerine bakılacak olursa, bu insanların zamanlarını en iyi şekilde kullandıkları görülür. Bu nedenle, zamanımızı en iyi şekilde kullanabilme konusunda hassasiyet göstermemizde fayda bulunmaktadır.

Verimli olabilmenin temel unsurlarından birisi de şaşmaz bir sebat, çok çalışma ve kendimiz için hoş görmeyeceğimiz vakti boşa geçirmenin, başkaları için de istenmeyen bir davranış şekli olduğunu bilmemizdir. Zamanı boşa harcama hemen herkes için menfi neticeler oluşturur. Aslında zamanı önemsemeyen ve boşa harcanmasını normal gören bir kimse, sanki zaman tarafından kendisi boşa harcanmış gibidir. Çünkü zaman, sanıldığının aksine çok güçlü bir fenomendir. İnsan, tarih ve medeniyet, hiçbir şekilde zamandan soyutlanamaz. Herhangi bir işteki başarı için temel şart, azimli ve gayretli bir çalışma ve zamanı iyi değerlendirme iradesidir. Hemen herkes başarı, mutluluk, vb. istekler taşır, fakat sadece bir kısmı buna sahip olur. Onlar da zamanın değerini bilen ve onu en iyi şekilde kullananlardır.

İskoç yazar ve reformist Samuel Smiles (1812-1904) şöyle söylemektedir: “Zamanın meyve vermeden geçip gitmesine müsaade edilmemelidir. Bu meyve, öğrenilmesi faydalı bir şey, olgunlaştırılmış bir prensip veya sağlamlaştırılmış bir âdet şeklinde olabilir.”[1]

Yorulma bilmeyen karakterler, çalışmalarındaki azim ve gayret ile hemen her şeyi hatta zamanı bile altın gibi değerli bir hale getirirler. Sebattan mahrum, zamanın kıymetini yeterince takdir edemeyen ve zamanı yönetme konusunda kendilerini eğitemeyenler, ne kadar zeki olurlarsa olsunlar maksatlarına ulaşmada genelde başarısız olurlar.

Zaman, hududu muayyen, belirli bir hazinedir. Bu açıdan her insan, zamanın değerini bilmeli ve ondan en iyi şekilde de yararlanmalıdır. Kaçınılması gereken yararsız faaliyetlerden uzak durarak, görev ve sorumluluklarımızı zamanında yerine getirerek verimli bir zaman kullanma alışkanlığı edinebilir, böylece zamanımızı daha iyi yönetebilme yetkinliğimizi artırabiliriz.

Kur’ân-ı Kerîm’de Zaman

Kur’ân-ı Kerîm, “zaman” kelimesi yerine daha çok “vakit” kelimesini kullanır. Ayrıca “asır, dehr, hukub, ahkâb, karn, kurûn, vakit, saat, an, yevm, leyl, nehâr” gibi kelimeler de Kur’ân-ı Kerîm’de yine belirli zaman dilimlerini ifade eder.

Zaman unsurunda öyle potansiyel bir güç bulunmaktadır ki tarihin çeşitli dönemlerinde “zaman tapıcıları” diyebileceğimiz “dehrîler” olarak anılan topluluklar dahi oluşmuştur. Bu kimseler kâinatta olup biten bütün olayları dehrin yani zamanın gücüne bağlamış, dünyadakinden başka bir hayata inanmamış, ahireti reddetmiş, dehri her şeyin sebebi saymışlardır. Kur’ân-ı Kerîm, bilhassa da Mekke müşriklerinin, Yüce Yaratıcıyı inkâr edip, varlığı yaratan ve idame ettiren hususun “mutlak zaman” olduğu iddialarını şu şekilde tasvir etmektedir:

وَقَالُوا مَا هِىَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا يُهْلِكُنَا اِلَّا الدَّهْرُ وَمَا لَهُمْ بِذٰلِكَ مِنْ عِلْمٍ اِنْ هُمْ اِلَّا يَظُنُّونَ

Dediler ki: “Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder.” Bu hususta onların bir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanda bulunuyorlar.” (Câsiye, 45/24)

Cahiliye Arapları, uğradıkları zararları, bela ve musibetleri zamana bağlar, felaketlerin zaman tarafından yaratıldığını söylerlerdi. Fahreddîn Râzî (v. 606/1210) bu âyeti tefsir ederken Mekkeli müşriklerin söz konusu inanışlarını şöyle izah eder:

“Mekke müşriklerinin, hür irade sahibi, fail-i muhtar bir ilahı inkâr etme hususundaki şüpheleri onların, (وَمَا يُهْلِكُنَا اِلَّا الدَّهْرُ)Bizi ancak zaman yok eder” şeklindeki sözleridir. Onlara göre türlerin devamlılığı, tabiatların kaynaşmasını netice veren feleklerin hareketi sebebiyle olur. Binâenaleyh bu kaynaşma, hususî bir biçimde tahakkuk ettiğinde hayat, bir başka tarzda tahakkuk ettiğinde ise ölüm hadisesi tahakkuk eder. Dolayısı ile onlara göre hayatı ve ölümü oluşturan, feleklerin hareketleri ve tabiatların etkisidir. Yine onlara göre bu konuda, hür ve irade sahibi bir failin bulunduğunu kabule hacet yoktur.

Bu da şu anlama gelir: Bu düşüncede olanlar, hem Allâh’ın (cc) varlığını ve birliğini, hem de öldükten sonra dirilişi ve kıyameti inkâr etmektedirler.”[2]

Asr Suresi Yorumu

Asr Suresi

İnsan ve zaman ilişkisini, etrafını cami ve ağyarını mâni bir tarzda muhteşem bir şekilde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerîm surelerinden birisi de üç ayeti ile Asr Suresi’dir:

وَالْعَصْرِ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ

Ant olsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler ziyanda değillerdir.” (Asr, 103/1-3)

Şimdi sure-i celîledeki görebildiğimiz altı unsuru yüksek önemine binaen kısaca tahlil etmeye çalışalım.

1. Sure-i celîlede, Cenâb-ı Hak ilk olarak, ( وَالْعَصْرِ ) “Zamana/ asra yemin olsun” beyanı ile, zaman ve asrın, kendisinde kusur bulunmayan çok mükemmel bir nimet olduğunu beyan etmiştir. Bu kusursuz ve çok önemli nimeti, insan asla yeniden üretemez. Bu açıdan Cenâb-ı Alâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin zamana yemin etmesi, onun insan tarafından akıllıca kullanılmasının büyük önemine adeta bir ikaz anlamı taşır. Zaman, tıpkı tarım yapılan bir arazi gibidir. Nasıl ki bir bahçe ya da tarla, çalışkan bir bahçıvanın ve çiftçinin mesaisini karşılıksız bırakmıyorsa, zamanını iyi bir şekilde kullanan kimse de mutlaka bu ekinsel -harsî de diyebiliriz- tutumunun karşılığını alacaktır. Zaman oldukça kıymetli bir hazinedir ve insan çoğu kere bu paha biçilmez hazineyi ya yanlışlıkla ya anlamsız faaliyetlerle ya da düşüncesiz bir şekilde boşa harcamaktadır. Şayet zamanı faydalı kullanma ile ilgilenir ve ona değer verirsek, yapılacak işlere yönelik tutumumuz da mutlaka müspet yönde bir ivme kazanacaktır.

2. Sure-i celîlede, ikinci olarak, ( اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ ) “İnsan gerçekten ziyan içindedir” buyurmak sureti ile, iman, salih amel, hakkı icra ve sabra sarılma davranışını gerçekleştirenler hariç, insanların kesinlikle hüsranda olduğu bildirilmiştir. Zamanını iyi ve faydalı bir şekilde değerlendirememe, insanoğlunun en büyük eksikliklerinden birisidir. Hafazanallah, bu temel eksiklik ile Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin huzuruna varanlar, hesap gününde çok büyük bir pişmanlık yaşayacak, dünyada iken iyi kullanamadığı zaman nimetinden dolayı büyük bir zarara uğramış olduğunu, umduğunu elde edemediğini görme bahtsızlığına düşecektir. Hiçbir gözün görmediği, kulakların işitmediği, insan zihni ve havsalasının kifayet edemediği Cennet, Cemalullah ve Rüyetullahtan mahrumiyetin oluşturduğu bu tarifsiz hayal kırıklığı, nimetlerden mahrumiyetin doğurduğu kesif ümitsizlik hissi, beklediğine erişememekten doğan ve ciğerini dağlayan hüzün ve derin acı, zamanını iyi kullanamamış insanların ahiretteki kapkara yüz ifadeleri şeklinde belirecektir.

3. Sure-i celîlede, üçüncü olarak, ( اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا ) “Sadece iman edenler…” insanın kurtuluşu için dünyadaki zamanını çok iyi değerlendirmesinin ancak kalbî bir iman ile Yaratıcısına yönelmesi ve amelinin de çepeçevre sağlam bir sur gibi imanını muhafaza altına alması ile gerçekleşebileceği beyan edilmektedir. İman, insanın yaratılış sebebi ve ebedî saadeti kazanma vesilesidir. İnsanın imanını son nefesine kadar devamlı yenileyerek, güçlü bir şekilde muhafaza etmesi, her şeyden daha önemlidir. İmanın hakikati; Allah Teâlâ’nın ulûhiyetini ve tevhidini, Hz. Muhammed (sas)’in peygamberliğini ve Allah’tan getirip tebliğ ettiklerinde sadık olduğunu dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve aza-i cevârih ile amel etmedir.

Ebû Mansur es-Semerkandî (h. 333) imanı tarif ederken şöyle söylemektedir: “Sadece ikrarla iman olmaz. Çünkü sadece ikrarla iman olsaydı, bütün münafıkların mümin olmaları gerekirdi. Keza sadece tasdikle de iman olmaz. Eğer sadece tasdikle iman olsaydı, bütün kitap ehlinin mümin olması gerekirdi. Zira Allah (cc); “Allah şahitlik eder ki münafıklar yalancıdırlar” (Münafikun 63/1) ve “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Peygamberi oğullarını tanır gibi tanırlar” (Bakara 2/146) buyurmaktadır.”[3]

4. Sure-i celîlede, dördüncü olarak, ( وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ) “Ve salih amel işleyenler…” buyurularak amel-i sâlih unsuruna dikkatler çekilmektedir. Amel-i sâlih, insanın iyiye, hayra, güzele, Kur’ân-ı Kerîm’in ve hadîs-i şerîflerin emir ve yasaklarına matuf bir şekilde gayeli olarak yaptığı kalbin, aklın, ruhun ve bedenin söz, tutum ve davranışlarıdır. Salih amelin muhtevası sınırlandırılmadığı için; iman, ibadet ve ahlâka dair bütün güzel hasletleri kapsayacak genişliktedir.

Sâlih amel işleyenlere, sâlihler veya ehl-i salâh denilir. “Bunlar yaratılmışların en iyisidirler”; “Allâh onlardan, onlar da Allâh’tan hoşnut olmuşlardır.” (Beyyine 98/7, 8) Dini literatürde farz, vacip, sünnet, müstehap veya mendup kategorisindeki amellerin tamamına salih amel denmektedir. Mübah kategorisi ise, olumlu ya da olumsuz bir değer taşımamakla birlikte, mübahın işleniş şeklindeki amaç ve gaye onu amel-i salih kategorisine dahil edebilir. Gayeden yoksun bir şekilde mübahlara dalma, dini ve ahlaki hayat için mahzurludur.

5. Sure-i celîlede, beşinci olarak, ( وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ ) “Ve onlar, birbirlerine hakkı tavsiye ederler” buyurularak, sağlam amel-i sâlih şuurunun, olumsuz dış etkilere ve saldırılara karşı korunması hali, karşılıklı olarak hakkı tavsiye davranışına, bu açıdan etrafına faydalı olma faaliyetine bağlanmıştır. Bu aynı zamanda iyiliği emir ve kötülükten sakındırma prensibini ifade etmektedir. Hakkı tavsiye etmenin, amel-i salihten hemen sonra zikredilmesi, insanları haktan ve gerçeklikten, dolayısıyla da Yaratıcısı ile kuracağı sağlam irtibatlardan alıkoyacak engellerin çokluğu ve tehlikeli olmasından dolayıdır. Bu engeller nefsin düşmanlığı, hevaî arzular, hakka ve hakikate düşmanlığa kilitlenmiş insî ve cinnî düşmanların saldırganlıkları, boş ve kof düşünceleri, zalimlerin zulümleri gibi hep ya maddi ya da manevi karanlıklardır.

6. Sure-i celîlede, altıncı olarak, ( وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ ) “Ve onlar, birbirlerine sabrı tavsiye ederler” buyurularak, karşılıklı bir şekilde sabrı tavsiye etme hatırlatılmaktadır. Bu unsur, bilhassa da zor durumlar söz konusu olduğunda yekdiğerine cesaret verme, kurtuluşun ve Allâh’ın (cc) yardımının yakınlığını göstermedir. Karşılıklı bir şekilde sabrın tavsiye edilmesi, Müslüman toplumun kuvve-i maneviyesinin takviye edilmesi, tek başına olduğunda bir insanın kaldıramayacağı ağırlıkların, maddi-manevî zor durumların meydana getireceği negatif etkilerin, müştereken yok edilmesini temin eden kuvve-i muhassıladır. Müslüman toplum, bu pozitif sinerji ile hareket eder, böylece biiznillâh güçlerinin ötesinde bir performansa ulaşır. Allâh’ın (cc), meleklerinin ve salih kullarının iyi kimselerin yanlarında olduğu gerçeği ruhlarda ve gönüllerde derinden hissedilir.

Efendimiz (sas) bir defasında, “Sabır ışıktır” buyurmuş, bir başka hadîs-i şerîflerinde de, “Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet verilmemiştir” bişâreti ile, sabırlı ve güçlü olmanın kişiyi manen yükselteceğini işaret etmiştir.

İnsanın kurtuluşu, Asr suresinde yer alan ve kısaca temas etmeye çalıştığımız bu temel unsurların yeterince güçlü bir şekilde anlaşılabilmesi ve içselleştirilebilmesine bağlıdır.

Hadîs-i Şerîflerde Zaman

Efendimiz (sas) bir hadîs-i şerifinde zamana sövülmemesi ile ilgili olarak şöyle buyurur:

Sakın sizden biriniz, vay dehrin musibetine demesin (böyle sövmesin). Çünkü dehr ancak Allah’tır.[4]

Bu hadis-i şerifteki anlam ise; insan zaman içerisinde başına gelen birtakım musibetler sebebi ile zamana küfrederse, sebeplerin asıl faili zaman olmayıp Allâh (cc) olduğu için, küfrü de Allâh’a yapılmış gibi olmaktadır.

Zamanın aslı, kesinlikle dünyanın güneş etrafında dönmesinden hasıl olan bir durum değildir. Çünkü zamanın aslı Ezelî ve Ebedîdir. Güneş ise ne ebedî ne de ezelîdir. Bir kudsî hadiste Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:

Âdemoğlu dehre (zamana) söver. Halbuki ben dehrim. Her şey benim elimdedir. Geceyi, gündüzü ben idare ederim.[5]

Hadiste geçen “dehr” kelimesi (çoğulu “edhür” ve “dühûr”) “uzun zaman, dünya hayatı” şeklinde anlaşıldığı gibi “bin yıllık süredir” diyenler de olmuştur.

Buhârî şarihi Bedruddîn el-Aynî (v. 855/1451) bu hadisi açıklarken şunları söylemektedir:

“İslam öncesi Cahiliye dönemi Arapları, başlarına gelen felaket ve musibetleri, gece ve gündüzün dönmesinden ibaret saydıkları dehre yani zamana bağlarlardı. Bunlar iki guruptu. Bir gurup Allâh’a inanmaz, zamandan başka tanrı tanımazdı. Bu düşüncede olanlara göre olayları meydana getiren gece ve gündüzdü. Kaderlerini, zamanın oluşturduğuna inanırlardı. Kötülükler de zamana nispet edilir, ondan başka bir idare eden de kabul etmezlerdi. İşte Cenab-ı Hakk’ın (وَمَا يُهْلِكُنَا اِلَّا الدَّهْرُ)Bizi ancak zaman yok eder” cümlesinde anlattığı dehrîler bunlardır.

Bir diğer gurup ise Yaratıcıyı tanır, ancak O’nu kötü iş yapmaktan tenzih eder, kötülüklerin kaynağı olarak da zamanı gösterirlerdi. Bundan dolayı da zamana söver, onu aşağılarlardı.

Hz. Peygamber’in (sas) hakiki fail kabul ederek “zamana sövmeyiniz” demesi, “gerçek fail Allah’tır, musibetleri zamanın başınıza getirdiğine inanarak sövdüğünüzde, Allah’a sövmüş olursunuz, çünkü musibetleri başınıza getiren zaman değil, Allah’tır” anlamına gelir. Cenab-ı Hakkın ‘Ben zamanım’ demesi ise, ‘Ben zamanın sahibiyim’ manasındadır.”[6]

“Zaman, dehr, ahkâb ve hîn” kelimeleri hemen hemen aynı anlamda olup uzun ve sınırı bilinmeyen vakit demektir. Bazılarına göre de “zaman” ve “dehr” kelimeleri aynı anlamdadır.[7]

Ebu Berze el-Eslemî’nin rivayeti ile Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır:

Kıyamet gününde bir kula şu sorular sorulmadıkça yerinden kıpırdayamaz:

1-Ömrünü neler için tüketti?

2-Öğrendiği bilgilerle ne yaptı?

3-Malını nasıl kazandı ve nerelerde harcadı?

4-Vücudunu hangi işlerde tüketti?[8]

Dakiklik, dilimizde kullandığımız güzel bir kelimedir ve başarının da adıdır. Her çeşit hayırlı faaliyetin ve Allâh’tan muvaffakiyetin sırrı zamanla bağlantılı, o da iradeye muhtaçtır. Elbette, bir insan dakiklik hususunda iradesini kullanıyorsa, görevlerini yerine getirirken asla şaşkınlığa düşmeyeceği de açıktır.

Mesela bir öğrenci zamanını boşa harcıyorsa, bu onun çalışmaları hakkında dikkatsiz olduğu veya zamanı nasıl yöneteceğini bilmediği anlamına gelir. Bu yüzden söz konusu öğrencinin ilk edinmesi gereken alışkanlık, zamanının önemini bilmesi ve bu konuda hassas olmasıdır. Zaman yönetimi birçok problemin çözüm anahtarıdır. Bu çok kıymetli emtia, herhangi bir ihmal veya tembellikle geri kazanılamaz. Ziyan olmasına izin verildiği an sonsuza dek kaybedilir. Zaman yönetimi ile ilgili olarak, temelde iyi bir program olmalıdır.

Sonuç

Zamanınızı kontrol altına alabilmek için gerekli adımları atınız, mesleki ve kişisel yaşamınızda başarınıza katkısı olmayacak, sizi veya işinizi büyütmeyecek tüm boş uğraşları ortadan kaldırınız. Bunu yapmakla, gündeminiz karmaşadan kurtulacak ve zamanı daha akıllıca kullanabileceksiniz.

Zamanı daha etkin kullanabilmeniz için, sizi geliştirmeyecek, mutlu etmeyecek ya da kendiniz için çalışma anlarınızı / zamanlarınızı yok edecek unsurlara “hayır” demekten korkmayınız ya da suçluluk duymayınız. Başkalarına yardım ediniz, onlar için zamanınızı harcayınız, ancak kısa ve uzun vadede ne size ne de başkalarına fayda sağlamayacak şeylere odaklanmayınız, vaktinizi harcamayınız.

Nereye gittiğinizi ve ne yapacağınızı biliyor olmanız, otomatik olarak zamanınızı kullanma şeklinizi iyileştirecektir. Sürdürülebilir ve güçlü bir amaç sahibi olmak, tembelliği ve ertelemeyi yok edip parçalayacaktır. Günlük faaliyetlerinize ve gelecek için tasarladığınız âlî hedeflerinize yönelik gerçekleştirme arzunuz ve iradeniz, size zamanı faydalı bir şekilde kullanma alışkanlığını kazandıracaktır.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden, zaman konusundaki bilincimizi artırması dileklerimizle…


[1] Samuel Smiles, Kendine Yardım (Self Help), s. 113, Çeviren: Süreyya S. Berkem, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul-1961.

[2] Fahreddîn Râzî, Tefsiru Kebir, C. 27, ss. 270-271, Dâru’l-Fikr, Beyrut-1991.

[3] Ebû Mansur Muhammed b. Mahmud es-Semerkandî, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 148, Katar, trsz.

[4] Buharî, Edeb, 101 (6182); Müslim, Elfâz, 2 (2247); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/394 (9105, 9126).

[5] Buharî, Edeb, 101 (6181); Tefsir, 45 (4826); Ahmed, II/238 (7244); Humeydî, Müsned, II/468 (1096).

[6] Bedruddîn el-Aynî, Umdetü’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, 22/315, Dâru’l-Kütübi’l-İlmi, Beyrut-2001.

[7] İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, C. 3. s. 424-425.

[8] Tirmizi, Kıyamet, 1 (2417); Dârimî, 45 (554).

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.