Dua ve İrşad & Doğru Yol ve İman

Musa Kazım GÜLÇÜR

7 Haziran/2019

İçindekiler

Giriş 2

Birinci Kısım 3

Dua ve İcabet 3

Rabbin Yakınlığı 5

Duanın Hakikati 5

Duanın Önemi ve Büyüklüğü 7

Duanın Kabul Edilmediği Durumlar 10

Dua ve Duaya İcabet 12

Duaya İcabet ve İmanlarına Zulüm Bulaştırmayanlar 13

İkinci Kısım 14

Kibirli Olma, Doğru Yol ve Yanlış Yol 14

Sebîlü’r-Rüşd & Sebîlü’l-Ğayy Arasında İnsanın Seçim Serbestisi 15

Üçüncü Kısım 16

İmanın Sevdirilmesi 16

İmanın Kalpte Süslenmesi 17

Küfür, Fısk, İsyan 17

Raşid Olanlar 19

Lütuf ile Nimetin Farkı 19

Ayet Sonundaki Esma-i Hüsna 19

Sonuç 20

Giriş

İrşad” kelimesi lügatte “doğru yola delalet etme, uyarma, yanlışlıktan uzaklaştırma, doğruyu tarif etme” gibi anlamlara gelmektedir. Bu kelime Kur’ân-ı Kerîm’de yer almamakla birlikte, “rüşd” ve ondan türeyen kelimeler on dokuz ayette geçmekte, “aklın ve malın düzgün kullanılması, dinde istikamet ve hidayet üzere olma” gibi anlamlara gelmektedir.

Yazımızı, -Allâh’ın izni ve inayeti ile- “irşad” konusu ile irtibatlı bir şekilde, bilhassa üç ayet-i kerîme ekseninde ayrıntılandırmaya çalışacağız.

Birinci kısımda, Bakara Suresi, 2/186’da yer alan Rabbin yakınlığı, kendisine dua edene kimselere cevap vermesi, kullarının Allâh’a iman ile O’nun emir ve yasaklarına uyması ve neticede de rüşde ulaşmaları konuları işlenecektir.

İkinci kısımda ise A’râf Suresi, 7/146’da dünyada haksız yere büyüklük taslayanların hazin durumu, imandan yana nasipsizlikleri, doğru yolu görememeleri ile yanlışlığı kendilerine yol edinmeleri ve gerçeklikten gafletleri ele alınacaktır.

Üçüncü kısımda da Hucurât Suresi, 49/7–8 ayetlerinde imanın sevdirilmesi ve gönüllerde süslenmesi, fısk ve isyanın çirkinliği, doğru yolun Allâh’tan bir nimet ve büyük lütuf olması konuları anlaşılmaya çalışılacaktır.

Birinci Kısım:

Dua ve İcabet

Cenab-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, doğru yola ulaşabileceklerin niteliklerini şöyle beyan buyurmaktadır:

وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُواْ لِي وَلْيُؤْمِنُواْ بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

Kullarım beni sana soracak olurlarsa, Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar.” (Bakara Suresi, 2/186)

Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak birkaç rivayet bulunmaktadır. Şimdi aktaracağımız bu rivayetler konunun daha da iyi anlaşılması adına birer referans hükmündedirler.

1) İlk rivayete göre, bir bedevi Hz. Peygamber (sas)’e gelerek O’na: “Rabbimiz bize yakın mı­dır? Şayet öyleyse sessiz bir şekilde yakaralım. Yoksa acaba bize uzak mıdır? Şayet öyle ise O’na yüksek sesle yalvarıp yakaralım?” diye sorunca Allah’u Teâlâ zikredilen ayeti indirmiştir.[1]

2) İkinci rivayete göre ise, Hz. Peygamber (sas), ashabıyla beraber bir gazvede idi. Tehlîl, tekbir ve dua sesle­ri yüksek bir hale gelince, Hz. Peygamber (sas):

“Sizler sağır olan ve bu­rada bulunmayan bir kimseye dua etmiyorsunuz. Siz ancak, her şeyi duyan ve size yakın olan bir Rabbe dua ediyorsunuz” buyurdu.[2]

3) Üçüncü olarak, Katâde ve diğerlerinden rivayet edildiğine göre bu ayeti-i kerimenin nüzul sebebi, sahâbe-i kiramın, “Ya Resulallah, Rabbimize ne şekilde dua edelim?” demiş olmalarıdır. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu ayet-i kerimeyi indirmiştir.[3]

4) Dördüncü rivayette ise Atâ ve diğerleri, sahâbe-i kiram, Hz. Peygamber’e, “Hangi saatte Allah’a dua edelim?” diye sorduklarında, Allah Teâlâ’nın bu ayeti indirdiğini söylemişlerdir.[4]

5) Beşinci olarak İbn Abbas’ın rivayet ettiğine göre Medine halkının Yahudileri, “Ey Muhammed, senin Rabbin bizim dualarımızı nasıl işitir?” dediklerinde, bu ayet-i kerime nazil olmuştur.[5]

6) Altıncı ve son olarak ise Ashab hazeratı, Hz. Peygamber (sas)’e: “Rabbimiz nerede?” diye sordukları zaman Allah Teâlâ bu ayet-i kerimeyi indirmiştir.

Bu rivayetlerden ve âyet-i kerimenin geliş şeklinden net bir şekilde ortaya çıkan sonuç şudur:

Allâh Teâlâ’nın, (وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ)Sana kullarım benden sorarlarsa, bilsinler ki ben yakınım” ayeti, Hz. Pey­gamber (sas)’e, Allah Teâlâ hakkında soru sorulmuş olduğuna kati bir şekilde delâlet et­mektedir. Dolayısı ile ashabın ya da ehl-i kitabın bu konudaki soruları ya Allah’ın (cc) ya Zâtı, ya Sıfatları ya da Fiilleri ile ilgili olmak durumundadır.

Şayet soru, Allah’ın Zâtı ile ilgili ise, soruyu soran kimse, bir ihtimal teşbihi yani Allah’ı mahlûkata benzetmeyi mümkün görerek bu sualini sormuştur. Bu açıdan da sanki Allah’ın zatı ba­kımından, insanlara yakın veya uzak oluşunu anlamayı kastetmiş gibi olmaktadır.

Soru, Allah’ın (cc) subutî sıfatları ile ilgili ise, soruyu soran kimse, “Allah Teâlâ, bizim dualarımızı duyar mı?” manasında sormuş olur. Bu durumda soru, Allah Teâlâ’nın “Semî” (her şeyi işiten) oluşu ile ilgilidir.

Son olarak bu sorudan maksat, Allah Teâlâ’nın ne şekildeki dualara müsaade ettiği yani fiilleri ile ilgili olabilir. Buna göre; Allâh, dua etmeye izin vermiş midir? Bütün isimleri ile mi kendisine dua etmemizi istemektedir yoksa kendisine belli bazı isimleriyle mi dua etmemizi irade etmektedir? İstediğimiz şekillerde dua etmemize müsaade etmiş midir? Yoksa belli bir şekilde dua etmemize mi izin vermiştir?

Bilhassa da bu son kısım için, cevabı Kur’ân-ı Kerîm’den doğrudan alabiliriz. Nitekim Allâh Teâlâ;

قُلِ ادْعُوا اللّٰهَ اَوِ ادْعُوا الرَّحْمٰنَ اَيًّا مَا تَدْعُوا فَلَهُ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى وَلَا تَجْهَرْ بِصَلَاتِكَ وَلَا تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذٰلِكَ سَبٖيلًا

De ki: (Rabbinizi) ister Allah diye çağırın ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O’nundur. Namazında sesini pek yükseltme, çok da kısma. İkisi ortası bir yol tut.” (İsra, 17/110)

buyur­maktadır.

Rabbin Yakınlığı

Rabbin yakınlığı, yön ve mekân itibarıyla değil, ilmi ve muhafazası itibarı iledir. Bu ayette zikredilen yakınlığın, yön itibariyle bir yakınlık olmadığına en kuvvetli delil, yine bu ayetin kendisidir. Çünkü Cenâb-ı Al­lah bir mekânda bulunsaydı, herkese yakın olamaz, bilakis Arş’ı taşıyan meleklere yakın, diğer varlıklardan ise uzak olurdu.

Dolayısıyla ayette bah­sedilen yakınlıktan maksat, “Allah Teâlâ’nın kulların dualarını işitmesi, yalvarıp yakarmalarını görmesi” ya da “Cenâb-ı Allah’ın subutî sıfatlarından olan ilmi ile görüp gözetmesi” bakımın­dan bir yakınlıktır. Bu anlamlarda olmak üzere Cenâb-ı Hak çeşitli ayetlerde şöyle bu­yurmaktadır:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

Nerede olursanız olun, Allah sizinle bera­berdir.” (Hadid, 57/4),

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرٖيدِ

Biz insana, şah dama­rından daha yakınız.” (Kaf, 50/16)

مَا يَكُونُ مِنْ نَجْوٰى ثَلٰثَةٍ اِلَّا هُوَ رَابِعُهُمْ وَلَا خَمْسَةٍ اِلَّا هُوَ سَادِسُهُمْ وَلَا اَدْنٰى مِنْ ذٰلِكَ وَلَا اَكْثَرَ اِلَّا هُوَ مَعَهُمْ اَيْنَ مَا كَانُوا

Üç kişi gizlice konuşmaz ki, dördüncüleri O olmasın. Beş kişi gizlice konuşmaz ki altıncıları O olmasın. Bundan daha az yahut daha çok da olsalar, nerede olurlarsa olsunlar, O mutlaka onlarla beraberdir.” (Mücadele, 58/7).

Duanın Hakikati       

Duanın hakikati, kulun Rabb’inden yardım istemesidir. Dua, kulluk makam­larının en önemlisidir. Birinci kısımda yer alan, Bakara Suresi 2/186 ayet-i kerimesini daha iyi anlayabilmemiz için şu hususa dikkatlice bakmamız gerekmektedir:

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde, sualler ve bunların cevapları zikredilmiştir. Mesela:

وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّٖى وَمَا اُوتٖيتُمْ مِنَ الْعِلْمِ اِلَّا قَلٖيلًا

“Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir.” Size pek az ilim verilmiştir.” (İsra, 17/85);

وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْجِبَالِ فَقُلْ يَنْسِفُهَا رَبّٖى نَسْفًا

“(Ey Muhammed!) Sana dağların (kıyamet günündeki) hâlini soruyorlar. De ki: “Rabbim onları toz edip savuracak.” (Taha, 20/105);

يَسْأَلُكَ النَّاسُ عَنِ السَّاعَةِ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ وَمَا يُدْرٖيكَ لَعَلَّ السَّاعَةَ تَكُونُ قَرٖيبًا

“İnsanlar sana kıyametin vaktini soruyorlar. De ki: “Onun ilmi ancak Allah katındadır.” Ne bilirsin, belki de kıyamet yakında gerçekleşir.” (Ahzâb, 33/63);

يَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ قُلْ مَا اَنْفَقْتُمْ مِنْ خَيْرٍ فَلِلْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَبٖينَ وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاكٖينِ وَابْنِ السَّبٖيلِ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِهٖ عَلٖيمٌ

Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “Hayır olarak ne harcarsanız o, ana-baba, akraba, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar içindir.” Hayır olarak ne yaparsanız, gerçekten Allah onu hakkıyla bilir.” (Bakara, 2/215).

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فٖيهِ قُلْ قِتَالٌ فٖيهِ كَبِيرٌ وَصَدٌّ عَنْ سَبِيلِ اللّٰهِ وَكُفْرٌ بِهٖ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاِخْرَاجُ اَهْلِهٖ مِنْهُ اَكْبَرُ عِنْدَ اللّٰهِ وَالْفِتْنَةُ اَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ

“Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: “O ayda savaş büyük bir günahtır. Allah’ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük günahtır. Zulüm ve baskı ise adam öldürmekten daha büyüktür.” (Bakara, 2/217). 

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فٖيهِمَا اِثْمٌ كَبٖيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَاِثْمُهُمَا اَكْبَرُ مِنْ نَفْعِهِمَا وَ يَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ كَذٰلِكَ يُبيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ

“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: “Onlarda hem büyük günah hem de insanlar için (bazı zahirî) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından büyüktür.” Yine sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan arta kalanı.” Allah, size ayetleri böyle açıklıyor ki düşünesiniz.” (Bakara, 2/219). 

وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْيَتَامٰى قُلْ اِصْلَاحٌ لَهُمْ خَيْرٌ وَاِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَاِخْوَانُكُمْ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِ وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ لَاَعْنَتَكُمْ اِنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ

“Bir de sana yetimleri soruyorlar. De ki: “Onların durumlarını düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlara karışıp birlikte yaşarsanız sakıncası yok. Onlar da sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyu yapıcı olandan ayırır. Allah, dileseydi sizi zora sokardı. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara, 2/220)

وَيَسْأَلُونَكَ عَنْ ذِى الْقَرْنَيْنِ قُلْ سَاَتْلُوا عَلَيْكُمْ مِنْهُ ذِكْرًا

“(Ey Muhammed!) Bir de sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar. De ki: “Size ondan bir anı okuyacağım.” (Kehf, 18/83). 

وَيَسْتَنْبِئُونَكَ اَحَقٌّ هُوَ قُلْ اٖى وَرَبّٖى اِنَّهُ لَحَقٌّ وَمَا اَنْتُمْ بِمُعْجِزٖينَ

“O (azap) gerçek midir?” diye senden haber soruyorlar. De ki: “Evet, Rabbime ant olsun ki o elbette gerçektir. Siz (bu konuda Allah’ı) âciz kılacak değilsiniz.” (Yunus, 10/53)

يَسْتَفْتُونَكَ قُلِ اللّٰهُ يُفْتٖيكُمْ فِى الْكَلَالَةِ

“Senden fetva istiyorlar. De ki: “Allah, size “kelâle” (babasız ve çocuksuz kimse)nin mirası hakkında hükmünü açıklıyor.” (Nisa, 4/176)

Buraya kadar aktardığımız bütün bu suallerin cevabı temelde şu üç şekilde verilmiştir:

Birinci şekil: Çoğunlukla, Allah Teâlâ bir suali nakledince, Hz. Peygamber (sas)’e (قُلْ) “de ki” şeklinde hitap etmektedir.

İkinci şekil: Bir tek misalde cevap fâ-i takibiyye ile (فَقُلْ) “Buna göre de ki” şeklinde gelmiştir. Bunun sebebi, Allah Teâlâ’nın, “Sana dağlardan sorarlar” ifadesinin dağların öncesiz mi yoksa sonradan mı yaratıldığı yani ezelî ve ebedi olup olmadıkları hususunda bir soru oluşudur. Hak Teâlâ, “Buna karşı de ki, onları Rabbim savuracaktır.” (Tâhâ, 106) buyurmuştur. Dolayısıyla Yüce Allah sanki bununla, “Ya Muhammed bu suale hemen ce­vap ver, cevabı geciktirme. Çünkü bu hususta bir kimsenin şüphe ya da tereddüt yaşaması küfre girmesine sebep olur” demektedir.

Üçüncü şekil:Kullarım sana benden sorarlar ise, şüphesiz ki ben (onlara) çok yakınım.” (Bakara Suresi, 2/186) ayetindeki gibidir. Allah Teâlâ, bu ayette cevap olarak, (فَقُلْ)Buna göre de ki…” ya da (قُلْ)Onlara de ki…” şeklinde bir üslup kullanmamıştır. Yani (فَقُلْ)Buna binaen de ki…” ve (قُلْ) De ki…” edatları koymadan, (وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي) Kullarım beni sana soracak olurlarsa…” sorusuna doğrudan cevap vermiştir.

Duanın Önemi ve Büyüklüğü

Yukarıda Bakara Suresi, 2/186 ayetindeki “sana sorarlarsa…” cümlesinin hemen arkasından “şöyle de…” ya da “de ki…” tabirleri gelmeden, doğrudan soruya cevap verilmesi, bilhassa da şu açılardan dua halinin önemine ve büyüklü­ğüne açık bir şekilde delâlet etmektedir:

a) Sanki Allah Teâlâ şöyle demiş olmaktadır: “Ey kulum sen dua etme hali dışındaki ibadet durumlarında, genelde bir ameliyeye muhtaçsın. Fakat duada, benimle aranda herhangi bir vasıta ya da aracı bulunmamaktadır.”

b) (وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي)Kullarım beni sana soracak olurlarsa…” cümlesindeki (عِبَادِي)kullarım” kelimesi, kulun Allah’a ait olduğu­na; (فَإِنِّي قَرِيبٌ)Şüphesiz ki ben çok yakınım…” cümlesi de hayır ve güzelliklerin hep Allah’tan gelmek suretiyle kula gittiğine delalet eder.

c) Cenâb-ı Allah ayette, “Kulum bana yakındır…buyurmamış, aksine (فَإِنِّي قَرِيبٌ) “Ben ona yakınım…” buyurmuştur.

Burada şöyle önemli bir incelik vardır:

Kul “mümkünü’l-vücûd” dur. Yani onun varlık dünyasına gelişi de varlık dünyasında olmayışı da imkân açısından eşit seviyededir.  Dolayısı ile, yokluk ile varlık arasında bir yerdedir. Böyle bir “mümkünü’l-vücudun,” “vâcibu’l-vücud” yani varlığı imkân dünyasının gerektirdiklerinden bütünü ile münezzeh olan Allah Teâlâ’ya kendi gücü ile yak­laşması mümkün değildir. Allah Teâlâ ise, fazlı ve rahmeti ile kullarına yaklaşmaya kadirdir. Dolayısı ile yaklaşma, Hak Teâlâ’dan kula doğrudur, ama kuldan Hakk’a doğru değildir.

d) Dua edenin zihni ve azaları Allah’tan başkasıyla meşgul ise, Allah’a dua etmiş sayılmaz. Nitekim Resülullah (sas) Efendimiz, namazda sakalı ile oynayan birini görmüştü. Bunun üzerine:

Bakın, şu kimsenin kalbi huşû duysaydı, âzâları da huşû içinde olurdu…” buyurmuştur.[6]

İnsan ancak her şeyden vazgeçince, hak ve bir olan Allah’ın marifetine dalabilir. Bu makama gelince de kendi için bir şey istemesi ve düşünmesi adeta imkânsızlaşır. Aradaki vasıtalar tamamen kalkınca da kul ile Allah arasında bir yakınlık hasıl olur.

Bunun aksine kul, kendi benliği ile ilgili faydalara odaklandığında ise Allah’a yaklaşması güçleşir. Çünkü fayda ve çıkar düşüncesi onu Allah’tan alıkoyar. Dolayısı ile gerçek dua, fayda ve çıkar gözetmeden Allah’a yakın olmanın talep edilmesi ve ifadelendirilmesidir. Bu sebeple dua, ibadetlerin özü ve en üstünüdür.

Cenâb-ı Allah; “Bana dua edin, duanıza cevap vereyim.” (Mü’min, 40/60) buyurmakla duanın üstünlüğünü göstermek için onu sadece emretmekle yetinmemiş, bir başka ayette, kendisinden bir şey istenmediği zaman gazaplandığını da belirtmiştir:

فَلَوْلَا اِذْ جَاءَهُمْ بَاْسُنَا تَضَرَّعُوا وَلٰكِنْ قَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

“Hiç olmazsa onlara azabımız geldiği zaman yakarıp tövbe etselerdi ya. Fakat (onu yapmadılar) kalpleri katılaştı. Şeytan da yapmakta olduklarını zaten onlara süslü göstermişti.” (Enam, 6/43)

Hz. Peygamber (sas);

“Sizden birinin “Allah’ım, dilersen beni bağışla” diye dua etmesi doğru değildir. O kimse, kesin ifade kullanır ve “Al­lah’ım, beni bağışla” der.”[7]

buyurarak, duada iradi olmayı ve tereddütlü davranmamayı tavsiye etmiştir.

Hz. Peygamber (sas) “Dua, ibadetin özüdür[8] buyurmuş, Numan b. Beşir’in rivayetine göre de Peygamberimiz (sas), “Dua ibadetin ta kendisidir.” deyip, “Bana dua edin ki size duanızı kabul edeyim” (Mümin, 40/60) ayetini okumuştur.[9]

Bu hadis-i şerifteki Hz. Peygamber (sas)’in, “Dua ibadetin ta kendisidir” sözü, “Dua, ibadetlerin büyüğü ve üstünüdür” manasındadır. Tıpkı, “Hac Arafat demektir[10] hadisinin, “Arafat’ta vakfe yap­mak, haccın en büyük rüknüdür” manasına gelmesi gibi.

Allah Teâlâ;

(اُدْعُوا رَبَّكُمْ تَضَرُّعًا وَخُفْيَةً)

“Yalvararak ve gizlice Rabbinize dua ediniz” (Araf, 7/55); ve

(قُلْ مَا يَعْبَٶُا بِكُمْ رَبّٖى لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ)

“(Ey Muhammed!) De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!” (Furkan, 25/77) buyurmaktadır.

Sahabe-i kiram, Hz. Peygamber (sas)’e soru sorarak şöyle demişlerdir:

“Ya Resulallah, bizim şu amellerimiz bitirilmiş mi­dir, yoksa kişinin kendi başına yaptığı bir şey midir?” Bunun üzerine Hz. Pey­gamber (sas):

Tam aksine, olup bitmiş bir şeydir” deyince onlar,

“O zaman, niçin, hangi şeyden dolayı çalışıp çabalıyoruz?” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber;

Çalışınız; çünkü herkes, ne için yaratılmışsa, o şey kendisine kolaylaştırılır.[11] buyurmuştur.

Nitekim Hz. Peygamber, kaza ve kaderden dolayı amel et­meyi bıraktırmamış, iki durumdan birisi için diğerini terk ettirmemiştir. Hz. Peygamber (sas), bu beyanı ile o kişi daha var olmadan önce kaderce tayin edilen iş ve amelinin o şahsa kolaylaştırıldığını (ona nasip edildiğini) anlatmak is­temiştir.

Duanın Kabul Edilmediği Durumlar

Allah Teâlâ’nın dualara icabeti ile ilgili bir diğer ayet-i kerimede de şöyle buyrulur:

وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرِينَ

“Rabbiniz (şöyle) buyurdu: “Bana dua edin. Size icabet (ve duanızı kabul) edeyim. Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar, hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min, 40/60)

Bir diğer ayet-i kerimede de Cenab-ı Hak şöyle sorar:

(أَمَّن يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ)

 “Darda kalana, kendisi için dua ettiği zaman (Allah’tan başka) icabet eden var mıdır?” (Neml, 27/62)

Ancak bu ayetlerle ilgili şöyle önemli bir soru ortaya çıkabilir:

“Cenab-ı Hakkın, ayet-i kerimelerinde dualara icabet edeceğini buyurmasına rağmen, dua ve ni­yazlarla çokça yalvarıp yakarmasına rağmen dualarına icabet edilmeyen kimseleri görüyoruz?”

Yukarıdaki ayetler Allâh’ın (cc) dualara cevap vermesi ya da kabul etmesi konusunu mutlak anlamda, yani bir belirleyici olmadan zikretmişti. Ancak şimdi aktaracağımız ayet-i kerime, Cenabı-ı Hakk’ın dualara cevap vermesini ya da icabet etmesini, bir kayıt ile beyan etmektedir. Bilindiği üzere, şayet bir konuda mutlak bir ayet ifadesi ile karşı karşıya isek, o konuda öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’de, orada da bulamaz isek sünnet-i şerîfede bir kayıt yapılmış olup olmadığına bakılır. Şayet aynı konuda, belli bir kayıt ile başka bir ayet-i kerîme zikredilmiş ise, bu durumda mutlak bırakılmış olan ayet-i kerîme, mukayyet ola­n diğer ayet-i kerîme ile kayıtlı ya da sınırlı hale gelmiş olur. Bu konuda herhangi bir şüphe yoktur.

İşte şimdi zikredeceğimiz ayet-i kerîme, dualara icabeti, “Allâh’ın dilemesi” ile kayıtlamakta ve sınırlandırmaktadır:

بَلْ إِيَّاهُ تَدْعُونَ فَيَكْشِفُ مَا تَدْعُونَ إِلَيْهِ إِنْ شَاء وَتَنسَوْنَ مَا تُشْرِكُونَ

“Hayır! (Bu durumda) yalnız O’na dua edersiniz, O da dilerse (kurtulmak için) dua ettiğiniz sıkıntıyı giderir ve siz o an Allah’a ortak koştuklarınızı unutursunuz.” (Enam, 6/41).

İşte bu ayet, dualara ica­beti “Allah’ın dilemesi ve istemesi” ile kayıtlamış ve sınırlandırmıştır.

Diğer taraftan şu husus da önemlidir:

Dua eden kimsenin, duasına bir karşılık bulması gerekir. Bu karşılık dua ederek talep ettiği şeyi elde etmesidir. Ancak bu talep, kadere uygun ise gerçekleşir. Eğer istenen şey, ilahi kaza ve kadere uygun değilse talep karşılanmaz. Fakat, Cenâb-ı Allah o kimsenin kalbine bir sekine, huzur ve rahatlık, göğsüne bir genişlik ve mevcut belâya tahammülünü kolaylaştıracak bir sabır verebilir. Bu da aslında duanın, başka bir şekilde kabul edilmiş hali demektir.

Ebu Sâid el-Hudri (ra), Hz. Peygamber (sas)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Müslümanın duası, günah kazanmayı istememe veya akrabalık bağlarını koparmayı talep etmeme şartıyla, şu üç şekilden biri ile kabul edilir: Ya dünyada onun istediği hemen verilir, ya onun talebi ahirete saklanır veyahut da yaptığı dua ile kendisinden bir belâ ve kötülük giderilir.” [12]

Allâh Teâlâ, (ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ)Bana dua edin ki size icabet edeyim” (Mümin, 40/60) buyurmuş, “Duanızı hemen kabul ederim” dememiştir. Bu doğrultuda Allah Teâlâ, bir kimsenin ahirette de olsa duasını kabul ettiği zaman, ilâhî vaadi yerine gelmiş olur.

Cenâb-ı Hakk’ın, (ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ) “Bana dua edin ki size icabet edeyim” (Mümin, 40/60) buyruğu, dua eden kimsenin Rabbini bilip kabul etmiş ol­masını gerektirir. Bu sebeple, dua eden kimse Rabbini bilen bir kimsedir. Rabbini bilen kimse de şunu bilir ki Cenâb-ı Allah’ın, ancak kaza, kader, ilim ve hikmetine uygun olan şeyi yapması O’nun vasıflarındandır. Zaten Rabbinin bu vasıfta olduğunu bilen bir kimsenin, kalbi, ruhu ve aklı ile “Ya Rabbi falanca işimi mutlaka yap” demesi adeta imkânsızdır. Tam aksine bu kişi ancak, “Eğer şu işim senin kaza, kader ve hikmetine uygun ise bunu yap” diyebilir.

Dua ve Duaya İcabet

a) “Dua” Allâh’ın varlığını ve birliğini tam bir kabul ile Allah’a medh-ü senadan ibarettir. Meselâ kul, “Ey kendisinden başka ilah olmayan Allah’ım…” der. Buna da “dua” denir. Çün­kü kişi, bu sözü ile Allah’ı tanıyıp, O’nun tekliğini kabul ederek, medh-ü sena etmiş olmaktadır.

Ayette geçen, (أُجِيبُ) kelimesi aynı zamanda, “dinliyorum, işitiyorum…” anlamına da gelmektedir. Çünkü işitme ile icabet etme arasında bir çeşit birbirini gerektirme vardır. Dolayısıyla “işitmek” ile “icabet etmek” kelimeleri bir­birlerinin yerine kullanılırlar. Binaenaleyh bizim namazlarda rükûdan doğrulurken, “semiallahu limen hamideh” (Allah hamd eden kimseyi duydu) sözümüz, “Allah onun hamdini kabul etti” manasınadır. Aynı şekilde, “Dua edenin duasına icabet ederim” ayetinin manası, “Onun duasını işitirim” anlamına gelebilir. Allah Teâlâ’nın, “Buna dua edin ki size icabet edeyim” (Mümin, 40/60) ayeti bu durumda, “dua edenin duasını işitirim” şeklinde anlamlandırılmalıdır.

b) Duadan murat, “günahlardan tevbe” demektir. Tev­be eden, Cenâb-ı Allah’a dua etmiş olmaktadır. Bu manaya göre “du­aya icabet etmek” tövbeyi kabul etmekten ibarettir.

c) Duadan kasıt, aynı zamanda “ibadettir”. Hz. Peygamber (sas);

“Dua ibadetin ta kendisidir.”[13] buyurmuştur.

Mümin Suresi, 40/60 ayeti de bu manaya delâlet etmektedir. Böylece, duadan maksadın ibadet olduğu anlaşılmış olmaktadır. Bu durumda, Allah’ın du­alara “icabet etmesi” ise, kendisine iman ve itaat edenlerin mükâfatlarını tam ve eksiksiz olarak vermesinden ibarettir.

Nitekim Cenâb-ı Hak;

(وَيَسْتَجِيبُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَيَزِيدُهُم مِّن فَضْلِهِ)

“İman eden ve salih ameller işleyenlere icabet eder ve onlara fazl-u kereminden bol bol verir.” (Şûra, 42/26) buyruğu da buna işaret etmektedir.[14]

Duaya İcabet ve İmanlarına Zulüm Bulaştırmayanlar

(أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ)

“Dua ettiği zaman dua edenin duasını kabul ederim” (Bakara Suresi, 2/186)

ayetindeki duasına icabet edilen kimselerin,

(الَّذِينَ آمَنُواْ وَلَمْ يَلْبِسُواْ إِيمَانَهُم بِظُلْمٍ أُوْلَـئِكَ لَهُمُ الأَمْنُ وَهُم مُّهْتَدُونَ)

“İman edip, imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır.” (Enam, 6/82)

ayet-i kerimesinde tarifi yapılan ve imanlarına zulüm bulaştırmamış müminler olduğu söylenmiştir.

Bir insa­nı, “Allah Teâlâ, onun duasına icabet etmiştir” diye vasfettiğimizde bu söylem, insanı methetme ve yüceltmedir. Yine bir insanın dinî bakımdan halini yü­celtmek istediğimizde, “O, duası kabul edilen bir zattır” deriz. Bu vasıf, dinî bakımdan en büyük mertebelerden biridir. “Zulüm”, dinen ve ahlâken çirkin bir durum olduğuna göre, “duasına ica­bet edilme” vasfı ancak imanına zulmü bulaştırmamış kimseler için gerçekleşmiş olur.

Allah Teâlâ’nın, (فَلْيَسْتَجِيبُواْ لِي وَلْيُؤْمِنُواْ بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ) “Öyleyse bana icabet et­sinler ve iman etsinler” buyruğu “Ey kulum, Ben, her hâl-ü kârda senden müs­tağni olduğum halde, duana icabet ediyorum. O hal­de sen, her bakımdan bana muhtaç olduğuna göre, benim da­vetime icabet et” anlamına gelmektedir. Bu, büyük bir lütuftur.

Burada, şöyle bir başka incelik daha vardır: Allah Teâlâ, “Sen benim davetime icabet et ki, senin duana icabet edeyim” dememiştir. İşte bu, Hak Teâlâ’nın kuluna icabet edişi­nin, Onun kendinden bir lütuf olduğuna, bunun, kulun O’na itaatine bağlı olmadığına, bu konuda Rab Teâlâ’nın kulunun duasına icabet etmesinin, o kulun Allah’a ibadet ile meşgul olmasından daha önce bulunduğuna bir tembihtir.

Ancak her ne kadar (أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ)Dua ettiği zaman dua edenin duasını kabul ederim” (Bakara Suresi, 2/186) ayetinin, (اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُوا اٖيمَانَهُمْ بِظُلْمٍ) “İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayan” (Enâm, 6/82) müminlere has olduğu söylenmişse de Enâm, 6/82’inci âyet-i kerîmede geçen “zulüm” kavramının “şirk” anlamına geldiği Hz. Peygamber (sas)’in şu hadisi şerifinden anlaşılmaktadır:

Abdullah ibn Mes’ud (ra) şöyle rivayet etmektedir:

İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar…” (Enam, 6/82) ayeti inince bu Resülullah’ın ashabına ağır geldi ve “Aramızda nefsine zulmetmeyen kim var ki?” dediler. Bunun üzerine Resülullah (sas) şöyle buyurdular:

Zannettiğiniz gibi değil! Buradaki zulüm Lokman’ın oğluna dediğidir: “Evladım! Sakın Allah’a ortak koşma. Çünkü şirk pek büyük bir zulümdür.” (Lokman, 31/13).[15]

İkinci Kısım

Kibirli Olma, Doğru Yol ve Yanlış Yol

سَاَصْرِفُ عَنْ اٰيَاتِيَ الَّذ۪ينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ وَاِنْ يَرَوْا كُلَّ اٰيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَاۚ وَاِنْ يَرَوْا سَب۪يلَ الرُّشْدِ لَا يَتَّخِذُوهُ سَب۪يلاًۚ وَاِنْ يَرَوْا سَب۪يلَ الْغَيِّ يَتَّخِذُوهُ سَب۪يلاًۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِل۪ينَ

“Dünyada haksız yere büyüklük taslayanları, ayetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım. O kibirlenenler her türlü mucizeyi bile görseler, yine de iman etmezler. Doğru yolu görseler, o yola tutunmazlar. Ama sapıklık yolunu görseler, o yola girerler. Öyle! Çünkü onlar ayetlerimizi yalan saymayı âdet haline getirmiş ve onlardan gafil olagelmişlerdir.” (A’râf Suresi, 7/146)

Ayetteki (يَتَكَبَّرُونَ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ)Dünyada haksız yere büyüklük taslayanlar” ifadesi, “onlar, kendilerinin yeryüzündeki insanların en üstünü olduklarını ve hakların sadece kendileri için bulunduğunu sanırlar” manasındadır. Hâlbuki “tekebbür” sıfatı, Allah’a aittir. Çünkü o, hiç kimsede bulunmayan kudret ve zenginlik sıfatlarına sahiptir. Bundan dolayı O’nun “mütekebbir” olması, hiç şüphesiz hak ve haklı olan bir husustur.

Tekebbür”, bütün kullar hakkında kınama ifade eden bir sıfat olduğu halde, Cenâb-ı Allah hakkında bir övgü sıfatıdır. Çünkü o, tekebbürü kendisinin dışındaki varlıklara karşı ortaya koymaya lâyık ve müstahaktır. Zira bu, Allah hakkında doğru ve övücü, kullar hakkında ise bâtıl ve yerici bir sıfattır.

Allah Teâlâ, bu ayette, (بِغَيْرِ الْحَقِّۜ) “haksız yere kibirlenenler…” buyurmuştur. Dolayısıyla başkasına karşı, kibirlenmek bazen hak ve doğru olur. Zira, hâlâ bâtılda devam etmekte olan kimseye karşı başka bir kimsenin tekebbür etmeye hakkı vardır. Nitekim meşhur bir sözde de “Tekebbür edene karşı, tekebbür etmek sadakadır” denilmiştir.[16]

Sebîlü’r-Rüşd & Sebîlü’l Ğayy Arasında İnsanın Seçim Serbestisi

Rüşd” kelimesi sözlükte, “hak yolunda kararlı bir şekilde dosdoğru gitmek, doğru yolu bulmak, salah ve uygunluk” anlamlarındadır. Nitekim Cenab-ı Hâk (فَإِنْ آنَسْتُم مِّنْهُمْ رُشْداً) “Eğer kendilerinde bir rüşd (bir salah, uygun bir hal) görürseniz…” (Nisa, 4/6) buyurmuştur. “Raşed” kelimesi, dinî bakımdan istikâmet (doğruluk) manasındadır. Nitekim Hak Teâlâ, (أَن تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْداً) “Sana doğru yol olarak öğretilen ilimden…” (Kehf, 18/66) buyurmuştur. Kuranda rüşd kökünden türeyen kelimeler on dokuz yerde geçmektedir.

Sebîlü’r-rüşd”, hidayet ve hak din yolu ve ilim ile amelde doğruluk demektir. “Sebilü’l-ğayy” ise “sapıklık yolu” anlamında olup önceki kavramın zıddıdır.

Allah Teâlâ, şu iki sebepten ötürü mütekebbirleri imandan çevirdiğini beyan etmiştir:

a) Mütekebbirlerin, Allah’ın ayetlerini tekzip etmiş olmaları,

b) Mütekebbirlerin, bu ayetlerden gafil olmaları, yani, o ayetlerden yüz çevirmeye devam edip, böylece sanki o ayetlerden habersiz kimselermiş gibi davranmalarıdır.

لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

“Dinde zorlama yoktur. Doğru yol (sebîlü’r-rüşd) sapıklıktan (sebilü’l-ğayy), hak da batıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse, işte o, kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir, bilir.” (Bakara Suresi, 2/256)

Bu ayet-i kerimede de “rüşt” kelimesi “doğru yol” anlamına gelmektedir. Şüphesiz ki Allah Teâlâ tevhidin delillerini çok açık, gönüllere şifa verici ve her türlü mazereti sona erdirecek bir biçimde beyan etmiştir. İnanç meselesi; anlatmayı, dinlemeyi ve kavramayı gerektiren bir ikna meselesidir. Yoksa baskı, öfke ve dayatma meselesi değildir.

İslâm olanca gücü ve enerjisi ile insan idrakine hitap ederek gelmiş ve düşünen akla seslenmiştir. Algı yeteneğine, uyarılara karşılık veren vicdana seslenmiştir. Fakat seslenirken baskıya başvurmamış, hatta manevi baskı kullanmaktan bile kaçınmıştır.

Bu ilkede, yüce Allah’ın insanı onurlandırdığı, iradesine, düşüncesine ve duygularına serbestlik tanıdığı, hidayete ve sapıklığa ilişkin tercihlerinde onu vicdanı ile baş başa bıraktığı açıkça görülür. Bu ilke insan özgürlüğünün en karakteristik ilkesidir.

İnanç özgürlüğü, insanı insan yapan, ona bu vasfı gerçek anlamda sağlayan en temel insan hakkıdır. İnsanın elinden inanç özgürlüğünü alan kimse, her şeyden önce onun insanlık niteliğini elinden almış demektir. Baskıya ve işkenceye uğramama güvencesi altında inancını yayma ve tanıtma özgürlüğü, temel inanç özgürlüğünün en ayrılmaz bir parçasını oluşturur.

Üçüncü Kısım

İmanın Sevdirilmesi

وَاعْلَمُوا أَنَّ فِيكُمْ رَسُولَ اللَّهِ لَوْ يُطِيعُكُمْ فِي كَثِيرٍ مِّنَ الْأَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ حَبَّبَ إِلَيْكُمُ الْإِيمَانَ وَزَيَّنَهُ فِي قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ إِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ أُوْلَئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ فَضْلاً مِّنَ اللَّهِ وَنِعْمَةً وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

“Bilin ki, aranızda Allah’ın elçisi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işte size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkârı, fasıklığı ve (İslâm’ın emirlerine) karşı çıkmayı da çirkin göstermiştir. İşte bunlar doğru yolda olanların ta kendileridir. Allah, kendi katından bir lütuf ve nimet olarak böyle yaptı. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Hucurât Suresi, 49/7–8)

Ayet-i kerimede muhtemel soru ve istifhamlara karşı Cenâb-ı Hak sanki şöyle demiş olmaktadır:

“İman, içtihâd ile say ü gayret ile elde edilemez. Tam aksine Allah, delilleri beyan eder, imanı süsler. Derken, yakîn yani kesinlik hali meydana gelir. Yakîn hali hâsıl olduktan sonra ise, durmak ve beklemek doğru olmaz. Allah size, geri durmayı, beklemeyi, ancak fasıkın sözünü uygulamanın söz konusu olduğu yerde emretmiş, size, deliller zuhur ettikten sonra inat etmeyi emretmemiştir.

Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak adeta “Hakkında şüphe olan şeyler hususunda bekleyin, durun. Ancak ne var ki o, imanı size, deliller ile sevdirdi. Öyleyse, imanı kabul ve ikrar hususunda artık duraksamayın, tereddüt etmeyin, beklemeyin…” demek istemiştir.

Sual: Cenâb-ı Hakk’ın, (حَبَّبَ إِلَيْكُمُ الْإِيمَانَ) “Size imanı sevdirdi…” ifadesiyle, “O halde, duraksamayın, tereddüt etmeyin, beklemeyin” manası kast­edildiğine göre, niçin Cenâb-ı Hak bunu açıkça belirtmemiştir?

Çünkü, yakînî ve kesin olan bir şey hususunda artık beklenilmeyeceği; zann-ı galib derecesine ulaşmış bir kimsenin, sadece yakîn ve kesinlik derecesine ulaşmak için bekleyebileceğini biliyoruz. Bu durumda, yakînî ve kesin olan bir hususta durmamak ve beklememek gerektiği açıktır. Bu açıdan Cenâb-ı Hak, “Beklemeyiniz, daha ne duruyorsunuz…” dememiş, tam aksine, (حَبَّبَ إِلَيْكُمُ الْإِيمَانَ) “Size imanı sevdirdi…” demekle, “O, imanı size açıkladı, yakînî delillerle onu süsleyip izah etti, artık beklemeyiniz, duraksamayınız…” demiş olmaktadır.

İmanın Kalpte Süslenmesi

Cenâb-ı Hakk’ın, (وَزَيَّنَهُ فِي قُلُوبِكُمْ) “Fakat Allah size, imanı kalplerinizde süsledi…” ifadesi, “O, imanı size yaklaştırdı, o imanı kalplerinizde, sizler onu bırakmayacak, o da sizin kalbinizden çıkmayacak bir biçimde süsledi…” demektir.

Zira birtakım şeyleri sevip arzulayan kimse, o şeylerden birisi yanında çok kaldığında, ona meyleder. Bu şayet iman ise, her gün o imanın güzelliği artar. İbadetleri çok olan ve mükellefiyetlerin meşakkatlerine alabildiğine katlanan kimse nezdinde ise, bu ibadetler ve mükellefiyetler en leziz ve en mükemmel şeyler haline gelir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak birinci durum hakkında, (حَبَّبَ إِلَيْكُمُ الْإِيمَانَ) “size sevdirdi” buyurmuş, ikinci olarak da (وَزَيَّنَهُ فِي قُلُوبِكُمْ) “ve onu kalplerinizde süsledi” müjdesini vermiştir.

Küfür, Fısk, İsyan

“Küfür, fısk ve isyan” kavramları, kâmil bir imanın zıddı olan üç husustur. Çünkü kâmil ve müzeyyen bir iman, kalp ile tasdikin, dil ile ikrarın, azalarla amelin bir arada bulunduğu bir imandır.                           

Cenâb-ı Hakk’ın, (وَكَرَّهَ إِلَيْكُمُ الْكُفْرَ) “Küfrü, yani yalanlamayı size çirkin gösterdi” ifadesi, kalp ile tasdikin zıddı olan durumu ifade etmektedir. (الْفُسُوقَ) “Fusûk” ise, “yalan söyleme”dir ve dil ile olan bir durumdur.

Hucurât Suresi, 49/7 ayetinden bir önce gelen, (اِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ) “Size bir fasık bir haber getirirse…” ifadesinden anlaşılan husus, yalan söyleyen kimseye “fâsık” adının verilmiş olmasıdır. Binâenaleyh, yalan söylemek (الْفُسُوقَ) “füsûk” olarak adlandırılmıştır.

Cenâb-ı Hakk’ın bu ayetin devamında buyurduğu (بِئْسَ الاِسْمُ الْفُسُوقُ بَعْدَ الْاٖيمَانِ) “İmandan sonra fasıklıkla adlanmak ne kötü isimdir!” (Hucurat, 49/11) şeklindeki beyanı da “füsûk”un, dil ile ilgili bir iş olduğuna delâlet eder. Zira (الْفُسُوقُ) “füsûk” kelimesi (الاِسْمُ) “isimlendirme” kelimesi ile birlikte gelmiştir.

(الْفُسُوقُ) “Füsûk” bir kimsenin, itaat dairesinin dışına çıkması anlamındadır. “Füsûk” (çıkma), kalbî işlerle ortaya çıkmaz ve anlaşılmaz. Çünkü kalplerdekine, Allah’tan başka hiç kimse muttali olamaz. Bu durum, amel ve fiillerle de ortaya çıkmaz. Çünkü işler bazen, unutma ya da yanılmadan dolayı terkedilebilir. Böylece fıskı işlemeyen ile onu işleyenin, hata ile mi yoksa kasten mi yaptığı anlaşılamaz.

Ama söze gelince, imana girme ya da ondan çıkma işi, sözle anlaşılır. Bu sebeple, “füsûk”u dil ile ilgili bir iş olarak kabul etmek, doğruya en yakın olanıdır.

(وَالْعِصْيَان) “İsyân” kelimesine gelince, bu da emri yapmamak, onu terk etmek anlamında olup, azalarla amel ve fiil ile ilgilidir. Allah Teâlâ önce, “küfrü size çirkin gösterdi” buyurmuştur ki, üç kavram arasında en çirkin olanı budur. Nitekim Cenâb-ı Hak, “Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür…” (Lokman, 31/13) buyurmuştur.

Lisânen ortaya çıkan kötü şeyleri de çirkin gösterdikten sonra üçüncü sırada “ve isyanı da…” demiştir ki, bu üç kavram içinde en aşağı mertebede olan demektir. Bu açıdan, Allah Teâlâ, isyana da müsaade etmemiştir.

Bazı kimseler ayetteki “küfür” ifadesi ile açıkça küfür sayılan şeylerin, “füsûk” ifadesiyle büyük günahların, “isyan” ifadesi ile de küçük günahların kastedildiğini söylemişlerdir.

Raşid Olanlar

Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber (sas)’e hitaben, (أُوْلَئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ) “İşte bunlar, doğru yolda olanların ta kendileridir.” buyurmuştur ki burada şöyle bir nükte vardır:

Allah Teâlâ’nın, ayetin başında, (وَاعْلَمُوا اَنَّ فٖيكُمْ رَسُولَ اللّٰهِ) “Hem bilin ki içinizde Allah’ın peygamberi var…” buyurması, ayetin sonuna doğru da “işte bunlar rüşde erenlerdir” demesi ile, “Peygamber, sizin için bir mürşittir…” demiş olmaktadır. Çünkü onların rüşde ermesi bir mürşid yani peygamber ile gerçekleşmektedir. Ayrıca (وَاعْلَمُوا اَنَّ فٖيكُمْ رَسُولَ اللّٰهِ) “uyanık olunuz, biliniz ki aranızda Allah Resulü bulunmaktadır” hitabı ile, Hz. Peygamber (sas)’in, müminlere şefkatli olup, onların üzerlerine adeta titrediğine dikkat çekilmek istenmiştir. Şu hâlde Cenâb-ı Hak, “Yol göstermesini istediğiniz sürece, Peygamber size bir mürşid olarak yeter…” buyurmuş olmaktadır ki, Hz. Peygamber (sas) de gerçekten, müminlerin üzerine alabildiğine titremiş, onlara doğru yolu göstermiştir.

Bu izaha göre, “râşidûn” kelimesinin anlamı, “Onlar, Peygamberin kendilerine getirdiğini yapan ve Peygamberin yasakladığı şeylerden sakınarak kaçınan kimseler oldukları için doğruluğa yani rüşde muvaffak olanların, erişenlerin ta kendileridir” şeklindedir.

Lütuf ile Nimetin Farkı

Ayetteki, (فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ) “Allah’tan olan lütuf” ifâdesi, Allah’ın katındaki güzel şeylere, hayırlara, iyiliklere, Allah’ın bunlardan müstağni olduğuna; (وَنِعْمَةً) “nimet” kelimesi ise, kula galip oluşuna ve kulun da kendisine muhtaç olduğu şeylere bir işarettir. Çünkü “lütuf/fadl” kelimesi, aslında bir fazlalık manasını ifade eder. Zira Allah’ın katında, kendisinin ihtiyaç duymadığı rahmet hazineleri vardır. O rahmet hazinelerinden kullarına, hiçbir surette ihtiyaç içinde kalmayacakları şeyler gönderir. “Nimet” ise, bir acıma ve merhameti ifade eder ki bu, kulun ihtiyaçları sebebiyle oluşmuştur.

Ayet Sonundaki Esma-i Hüsna

Cenâb-ı Hak bu ayetini, (وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَكٖيمٌ) “Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” ifadesiyle sona erdirmiştir. Burada ayetin içindeki diğer ifadelerle birlikte şöyle birkaç münasebet vardır:

1) Allah Teâlâ, (يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَاٍ فَتَبَيَّنُوا) “Ey inananlar, size fâsık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın.” (Hucurat, 49/6) diyerek fâsığın getirdiği haberden ve onun doğruluğunun tahkik edilip araştırılması gereğinden bahsedince, “Eğer mümin bir kimseye, fasığın yalanı anlaşılmaz gelir de o onu doğru olandan ayırt edemezse, sizler fâsığın yalanının revaç bulmuş olmasına aldanmayın. Çünkü Allah alimdir (bilendir), hakîmdir ve O (her şeyi) hikmetine uygun olarak yapar, işler” diyerek esma-i hüsnâsından “alîm/her şeyi bilen” ve “hakîm/ her işi bir hüküm ve hikmetle yapan ve yaratan” fezlekesi ile sona erdirmiştir.

2) Cenâb-ı Hak “Alîm ve Hakîm” isimleri ile, “O peygamber size itaat etmez, tam aksine hikmetli vahye tabi olur…” manasında, “Allah alîm olduğu için, peygamber onu bilir… Hakîm olduğu için, peygamber de hikmetin iktizâ ettiği şeyi emreder. Binâenaleyh ona uymak gerekir…” anlamına gelmektedir.

3) Cenâb-ı Hak “Alîm ve Hakîm” isimleri ile adeta, “Allah, ilmiyle, iman ehline imanı sevdirmiş ve hikmeti ile de o imanı dilediği kimseler için seçmiştir” demektedir.

4) Anlaşılması en kolay olan bir izaha göre bu isimler ile adeta, “rahmet hazinelerimdeki iyilik ve güzellikleri bilirim. Ben, o iyilikleri ve hayırları, hikmetime uygun bir biçimde, istediğim miktarda indiren bir hakîmim” demektedir.

Sonuç

Dua etmekten maksat, kulluğu, zilleti, kalbin kırıklığını ve tamamen Allah’a yönelişi ortaya koymadır. Daha önce maslahat olmayan ve kulun yararına olmayan bir şeyin, dua vesilesiyle maslahata dönüşmesi mümkündür.

Kulun dua etmeden maksadı, zelil ve yoksul olduğunu ortaya koymak, daha sonra da Allah’ın takdir ettiği şeylere razı olduğunu ifade etmek olursa, bu kulluk makamlarının en büyüğüdür.

Toplumun ve fertlerin irşada ve yönlendirmeye devamlı bir şekilde ihtiyaç duyacakları açıktır. Hayır yollarına ve kapılarına hidayet etme, öğretme, vaaz ve nasihatlerde bulunma insan hayatının vazgeçilmezlerindendir. İrşat vasıtası ile insanlar doğruya ve sevaba yönelebilir, bu sayede o toplumun hayatında mutluluk ve huzur esintileri hissedilir. İnsanlar irşat vasıtası ile başkalarına hayırlı işlerde yardım konusunda kendilerini daha güçlü hissederler.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden bizleri her daim doğru yolu üzerinde tutmasını, bizleri raşidûndan kılmasını, dua, tazarrru ve niyaz ile kendisine mütezellilane bir şekilde yaklaşabilmemizi lütfetmesini, dualarımızı kabul buyurmasını, imanı kalplerimizde sevdirmesini ve süslemesini, küfür, fısk ve isyandan bizleri muhafaza etmesini, rüşd yolunda sabit tutup, ğayy yolundan bizleri uzak tutmasını diler, şeytanların ve avanelerinin aldatmalarından da O’nun kudret ve azametine sığınırız.


[1] İbnu Hacer el-Askalânî, Lisanu’l-Mîzân, C. 4, s. 327 (Eski baskılarda, C. 3, s. 195), Hadis no: 3936, Beyrut-2002.

[2] Buhari, Cihad, 131; Daavât, 51; Ebu Davud, Vitir, 26.

[3] Taberi, C. 3, s. 225 (Tahkik: et-Türkî), Daru Hicr, Kahire-2001.

[4] Age, C. 3, s. 224.

[5] Bağavî, Meâlimu’t-Tenzîl, C. 2, s. 204, Dâru Tayyibe, Riyad-1409; Hazin, Lübâbu’t-Te’vîl, C. 2, s. 264, Matbaa-i Amire-1318.

[6] Ali el-Müttakî, Alauddin Ali b. Abdülmelik, Kenzu’l-Ummâl fi Süneni’l-Akvâl ve’l-Ef’âl, Beyrut 1985, VIII/197, Hadis no: 22530.

[7] Buhari, Tevhid, 31; Müslim, Zikr, 7.

[8] Tirmizi, Daavât, 1.

[9] Tirmizi, Daavât, 1; Ahmed İbn Hanbel, 4/267.

[10] İbn Mâce, Menâsik, 57; Ebû Dâvûd, Menâsik, 68; Tirmizî, Tefsîr, 3

[11] Buhari, Kader, 2, 4.

[12] Ahmed b. Hanbel, 3/18.

[13] Tirmizi, Daavât, 1; İbn Mace, Dua, 1; Ahmed İbn Hanbel, 4/267.

[14] Fahruddin Razi, Et-Tefsîru’l-Kebîr Mefâtîhu’l-Ğayb, C. 5, s. 101-103, Dâru’l-Fikr, Beyrut-1981.

[15] Buhari, İman 23; Enbiya 8, 41; Tefsir, En’âm 3; Tefsir, Lokman 1; İstitâbe 1,9; Müslim, İman 197, (124); Tirmizi, Tefsir, En’âm, (3029).

[16] Keşfu’l-Hafâ, Beyrut-1988, c. 1 s. 313, hadis no: 1011.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s