Kur’ân-ı Kerîm’in Kalbinden Kalplere Bir Demet Işık

Musa Kazım GÜLÇÜR

10 Temmuz/2019

İçindekiler

Giriş 2

Ashâb-ı Karye (Kent Halkı) 3

Üç Elçi 3

Semâvîliği İnkâr Tavrı 4

Hak Dine Davet 4

Açık Tebliğ 5

Uğursuzluk Düşüncesi 7

Hadlerini Aşan Kent Halkı 9

Aksa’l-Medîne 10

Tebliğ ve Davet İçin Ücret Talep Edilmemesi 11

Fıtrat ve İbadet 12

Fayda ve Zarara Yegâne Mâlik 17

Apaçık Dalâlet 18

İmanın İlanı 18

Şehâdet ve Cennet Mükafatı 19

Mükramînden Olma 20

Göksel Olmayan Bir Ceza 20

Tek Bir Ses 20

Hasret Durumu 20

Helâke Uğrayan Toplumlar 21

Hesap Vakti 22

Sonuç 24

Giriş

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم

بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اللَّهُمَّ صَلِّ وسلـم عَلَى الْأَوَّلِ فِي الْإِيجَـادِ وَالْـجُـودِ وَالْوُجُودِ، اَلْفَاتِـحِ لِكُلِّ شَــاهِدٍ وَمَشْـهُودٍ، حَضْرَةِ الْمُشَـاهَـدَةِ وَالشُّهُودِ، اَلـسِّــرِّ الْبَـاطِـنِ وَالنُّـورِ الظَّاهِرِ الَّذِي هُـوَ عَيْنُ الْمَقْصُودِ، مُمَيِّزِ قَصَبِ السَّـبْقِ فِي عَالَمِ الْخَلْقِ الْمَخْصُوصِ بِالْعُبُودِيَّةِ، اَلرُّوحِ الْأَقْدَسِ الْعَلِيِّ وَالنُّـورِ الْأَكْمَلِ الْبَهِيِّ، اَلْقَائِمِ بِكَمَالِ الْعُبُودِيَّةِ فِي حَضْرَةِ الْمَعْبُودِ، اَلَّـذِي أُفِيضَ عَلَى رُوحِي مِـنْ حَضْرَةِ رُوحَانِيَّتِهِ، وَاتَّصَلَتْ بِمِشْكَاةِ قَلْبِي أَشِـــعَّةُ نُـورَانِيَّتِهِ، فَهُوَ الرَّسُـــولُ الْأَعْظَمُ وَالنَّبِيُّ الْأَكْـرَمُ وَالْوَلِيُّ الْمُقَرَّبُ الْمَسْـعُودُ، وَعَلَى أٰلِـهِ وَأَصْحَابِهِ خَزَائِنِ أَسْـرَارِهِ، وَمَعَارِفِ أَنْوَارِهِ، وَمَطَالِـعِ أَقْمَارِهِ، كُنُوزِ الْحَقَائِقِ، وَهُدَاةِ الْخَلَائِقِ، نُجُومِ الْهُدَى لِمَنِ اقْتَدَى، وَسَلَّمَ تَسْلِيماً كَثِيراً كَثِيراً

Bu yazımızda Yasin suresinde 13 ila 32’inci ayetlerde yer alan “ashab-ı karye” kıssasını ayet ayet incelemeye çalışacağız. Ancak öncelikle Yasin suresi ile ilgili kısa bir bilgi vermek istiyoruz.

Yasin suresi, Mekke döneminin ilk yıllarında nâzil olmuştur. Ayet sayısı seksen üçtür. Toplam dokuz bölüm halinde düşünülürse; 1 ila 12’inci ayetler, Hz. Peygamber’in nübüvvetinin ispatı ve Kur’an’ın vahiy keyfiyetinden bahseder. 13 ila 32’inci ayetler, ashâbü’l-karye kıssasını anlatır. 33 ila 44’üncü ayetler, Allâh’ın sonsuz kudretini, kâinatta kurduğu düzen ve ahengi ayrıntılandırır. 45 ila 48’inci ayetler, Allâh’ın ayetleri karşısında inançsızların durumunu resmeder. 49 ila 54’üncü ayetler, haşri ve neşri, yeniden diriltilmeyi ve hesap günü hallerini tasvir eder. 55 ile 58’inci ayetler, müminlerin Cennet’te karşılaşacakları gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir beşerin aklına gelemeyecek nimetleri gözler önüne serer. 59 ila 68’inci ayetler, Allâh’a ve dini hakikatlere inanmayan kafirler topluluğunu Cehennem’de karşılaşacakları azap ile uyarır. 69 ile 70’inci ayetler, elçilerden her türlü töhmeti kaldırır ve nefyeder. 71 ila 83’üncü ayetler, Allah’ın birliği ve yüceliği, uluhiyyet ve vahdaniyet hakikatleri ile âhiretin varlığı ve âhiret âlemini ruhlara nakşeder.

Efendimiz (sas) buyurur: “Her şeyin bir kalbi vardır. Kur’ân’ın kalbi de Yâsin suresidir. Kim Yâsin sure-i şerifesini okursa, Allah onun okumasına karşı, Kur’ân’ı on kere okumuş gibi sevap yazar.”[1]

Bir başka hadîs-i şerifinde ise; “Yâsin, Kur’ân’ın kalbidir. Allah’ı ve ahiret gününü arzu ederek Yâsin okuyan kimsenin geçmiş günahları affedilir. Onu ölülerinize okuyunuz.”[2] buyurur.

Şimdi, 13 ila 32’inci ayetlerden müteşekkil Yasin Suresi’nin ikinci bölümünü, ayet ayet görmeye çalışacağız.

Ashâb-ı Karye (Kent Halkı)

(Yâsin, 36/13)

(وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا اَصْحَابَ الْقَرْيَةِ اِذْ جَاءَهَا الْمُرْسَلُونَ)

“Onlara elçilerin geldiği şu kent halkını misâl olarak anlat.”

Bu ayette, “ashab-ı karye” yani kent halkı ile kast edilen şehrin ya da yerleşim biriminin neresi olduğu belirtilmemiştir. Tefsirlerin bir kısmında Antakya seçeneği belirtiliyor olsa da bu görüş şu sebeplerle imkânsızdır:

 1. Bu kent halkı, Yâsin, 36/29 ayetinde de görüleceği üzere toptan helak edilmiştir. Tarihi veriler ışığında, Antakya için böyle toptan helak edilme ile ilgili bir kayda bugüne kadar rastlanmamıştır.

2. Ayetteki kent halkı elçilere inanmamış ve neticede de korkunç bir ses ile yok olmuşlardır. Antakya halkı ise neredeyse bütünü ile Hz. İsa (as)’nın çağrısına olumlu cevap veren, bu sebeple Hristiyanlık açısından dört önemli kentten birisi olarak kabul edilen bir şehirdir. Hristiyanlıkça kutsal sayılan diğer üç kent ise Roma, Kudüs ve İskenderiye’dir.

Üç Elçi

(Yâsin, 36/14)

(اِذْ اَرْسَلْنَا اِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ فَقَالُوا اِنَّا اِلَيْكُمْ مُرْسَلُونَ)

Hani biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalancı saymışlardı. Biz de o elçilere bir üçüncü elçi ile destek vermiştik. Onlar, “Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz” dediler.

Tefsirlerin çoğunda bu kişilerin Hz. İsa (as)’ın havarileri olduğu nakledilse de bu görüş yanlıştır. Çünkü ayette, bu kişilerin Allah tarafından gönderilmiş peygamberler yani “mürseller” oldukları açık bir şekilde belirtilmektedir. Havariler ise “mürsel” yani peygamber değillerdir.

Bu kente tebliğ için Allâh tarafından görevlendirilen her iki elçi de yalanlanınca bir üçüncü peygamberle güçlendirildiler. Benzer bir durumda da Musa (as), Harun (as) ile güçlendirilmesini talep etmiş, Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştu:

قَالَ سَنَشُدُّ عَضُدَكَ بِاَخٖيكَ وَنَجْعَلُ لَكُمَا سُلْطَانًا فَلَا يَصِلُونَ اِلَيْكُمَا بِاٰيَاتِنَا اَنْتُمَا وَمَنِ اتَّبَعَكُمَا الْغَالِبُونَ

“Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size bir iktidar vereceğiz de âyetlerimiz sayesinde size (kötü bir amaçla) ulaşamayacaklar. Siz ve size uyanlar, galip gelecek olanlardır.” (Kasas, 28/35)

Semâvîliği İnkâr Tavrı

(Yâsin, 36/15)

(قَالُوا مَا اَنْتُمْ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَا وَمَا اَنْزَلَ الرَّحْمٰنُ مِنْ شَیْءٍ اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا تَكْذِبُونَ)

Onlar şöyle dediler: “Siz de ancak bizim gibi insansınız. Rahmân, hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.”

Vahyin ilâhî keyfiyetini ve semâvîliğini, peygamberlerin Allâh tarafından hakikatleri insanlara tebliğle görevlendirilmiş elçiler oluşunu inkâr hali, peygamberî misyon karşıtlarının ve inkârcıların, değişmeyen temel bir yanılgılarıdır. Efendimiz (sas) de tebliğini yaptığı Kur’ânî hakîkatlerin müşrik ve münkirlerce inkârı karşısında, hakikatin ve gerçeğin en üst seviyedeki bir şahidi olarak, çok yüksek sevieyelerde sıkılmış ve daralmıştır. Ancak ilâhî îkaz, O’na (sas) ve şahsında bütün mübelliğlere, görevlerinin sadece uyarma, îkaz ve vaaz u nasîhat olduğunu şu ayet-i kerîme ile hatırlatmış olmaktadır.

فَلَعَلَّكَ تَارِكٌ بَعْضَ مَا يُوحٰى اِلَيْكَ وَضَائِقٌ بِهٖ صَدْرُكَ اَنْ يَقُولُوا لَوْلَا اُنْزِلَ عَلَيْهِ كَنْزٌ اَوْ جَاءَ مَعَهُ مَلَكٌ اِنَّمَا اَنْتَ نَذٖيرٌ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ وَكٖيلٌ

(Ey Muhammed!) Belki de sen, (müşriklerin) “Ona bir hazine indirilseydi veya beraberinde bir melek gelseydi ya!” demelerinden dolayı sana vahyolunanlardan bir kısmını göğsün daralarak göz ardı mı edeceksin? Fakat sen, ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekildir.” (Hud, 11/12)

Hak Dine Davet

(Yâsin, 36/16)

(قَالُوا رَبُّنَا يَعْلَمُ اِنَّا اِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ)

(Elçiler ise) şöyle dediler: “Bizim gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu Rabbimiz biliyor.”

Ayet-i kerimenin, elçilerin ifadelerini bu şekilde nakletmesi, o elçilerin yalanlanmalarına rağmen tebliğ faaliyetlerini bırakmadıklarını, bıkıp usanmadan dine, güzel ahlâka, ahiretteki sorumluluklara ve uluhiyete ait hakikatleri defalarca ve tekrar tekrar anlattıklarını göstermektedir.

Demek ki bir tebliğci, tebliğ ettiği dini hakikatler kabul edilmediği zaman bıkmadan usanmadan faaliyetini sürdürmeli, yalanlandığı zaman beldesini terk eden Yunus (as) tavrını göstermemelidir.

Bilindiği üzere Yunus (as) kavminin, dine karşı küfrü tercih etmelerine daha fazla dayanamamış ve bulunduğu beldeyi terk etmişti.  Kur’ân-ı Kerîm bu durumu ve Yunus (as)’a verilen dünyevi cezayı, istiğfarı ve tevbesi neticesinde oluşan güzelliği şu şekilde anlatır:

 وَاِنَّ يُونُسَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَۜ ﴿139﴾ اِذْ اَبَقَ اِلَى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِۙ ﴿140﴾ فَسَاهَمَ فَكَانَ مِنَ الْمُدْحَض۪ينَۚ ﴿141﴾ فَالْتَقَمَهُ الْحُوتُ وَهُوَ مُل۪يمٌ ﴿142﴾ فَلَوْلَٓا اَنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُسَبِّح۪ينَۙ ﴿143﴾ لَلَبِثَ ف۪ي بَطْنِه۪ٓ اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ ﴿144﴾ فَنَبَذْنَاهُ بِالْعَرَٓاءِ وَهُوَ سَق۪يمٌۚ ﴿145﴾ وَاَنْبَتْنَا عَلَيْهِ شَجَرَةً مِنْ يَقْط۪ينٍۚ ﴿146﴾ وَاَرْسَلْنَاهُ اِلٰى مِائَةِ اَلْفٍ اَوْ يَز۪يدُونَۚ ﴿147﴾ فَاٰمَنُوا فَمَتَّعْنَاهُمْ اِلٰى ح۪ينٍۜ

“Şüphesiz Yûnus da peygamberlerdendi. Hani o, Rabbinden izinsiz beldesinden kaçıp, yolcusunu doldurmuş olan gemiye kendisini atmıştı. (Gemiye binince gemi durdu. O zaman, gemicilerin inancına göre geminin durması, aralarında kaçak bir kölenin bulunmasından ileri gelirdi. İşte kaçağı bulmak için aralarında) Kura çekti de mağluplardan oldu. (Bunun üzerine kendini denize attı). (Kavminden kaçmış olduğundan ötürü) nefsini kınamış bir halde iken, hemen balık onu yuttu. Eğer o, Allah’ı tesbih edip yüceltenlerden olmasaydı, mutlaka insanların diriltileceği güne kadar balığın karnında kalırdı. (Ama balığın karnında bizi andı, tesbih etti, biz de) Onu hasta bir halde ağaçsız, çıplak bir yere attık. Üzerine (gölge yapsın diye) sık ve geniş yapraklı (kabak ya da sarmaşıkgillerden) bir bitki bitirdik. Ve onu yüz bin veya daha fazla nüfuslu bir topluluğa peygamber olarak gönderdik. Nihayet (Yunus peygamberin gaybubetinde azap gören kavmi) ona iman ettiler de onları ömürlerinin sonuna kadar geçindirdik.” (Sâffât, 139-148)

Yunus (as) peygamberin bu kıssasını Kur’ân-ı Kerîm’de okudukları halde bazıları, İslam’ın ne kadar yüce ve mükemmel bir din olduğunu beyan etmenin ve tebliğin kudsîliğini küçümser, güya daha önemli gördükleri, insanlığa hayır ve güzellikleri vaad eden muhteşem projelerin sahipleriymiş sanrısına tutulur, üstelik bir de bu hayali durumları, insanlığın problemlerine çözüm sunan somut vakalarmış sanma gafletine düşerler.

Bu kimseler, yaşanılmayan bir gerçekliğin, zaten tebliğ sıfatını hak etmeyeceğinden habersiz gibidirler. İman, İslam ve İhsan dairesinde kalmaya çalışarak tebliğin hakikatine ancak ulaşılabileceğinin ya farkında değildirler ya da her dönemde peygamberlerin ve mübelliğlerin mutlaka karşılaştıkları ve maruz bırakıldıkları kıskançlık ve hasedin mücessem temsilcileridir. Dolayısıyla gördükleri her güzelliği karalama, duydukları her iyiliği kötüleme hastalığına yakalanmış, gönül dünyaları da pörsümüştür.

Kim bilir belki de Yunus (as) bu türden insanlara öfkelenip, tebliğin faydasızlığına kanaat getirip toplumunu terk etmişti de ilâhî ikâba maruz kalmıştı.

Açık Tebliğ

(Yâsin, 36/17)

(وَمَا عَلَيْنَا اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبٖينُ)

“Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir.”

Ayetin bu kısmında özellikle dikkat çeken “tebliğ” ve “mübîn” kelimeleridir.

Kur’ân-ı Kerîm, (فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ الْمُبٖينُ) “eğer onlar yüz çevirirlerse senin görevin, açık bir şekilde duyurmaktan ibarettir.” (Nahl, 16/82) buyurur.

Tebliğ, bir bilgiyi ulaştırmak, iletmek, bildirmek, yetiştirmek, eriştirmek, nakletmek, götürmek, taşımak, bir işin bildirilmesini ihtiva eden kitap manalarına gelmektedir. Buna göre tebliğ, bilgilendirme anlamı taşımaktadır. Ayrıca tebliğ, iletişim yani komünikasyon, haberleşme ve bildirişim sözcükleriyle de tanımlanmaktadır. “Davet” ve “emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker” de, tebliğe yakın ve onunla iç içe olan konulardır.

Bu durumda “tebliğ” kelimesini, bilgi, duygu, düşünce, kanı, tutum ve davranışların çeşitli vasıtalarla aktarımı ya da iletişim” olarak tarif edebiliriz. İletişimde, yani bir tebliğde bulunması gereken ana unsurlar; kaynak, mesaj, kanal ve alıcıdır. Kaynağın yani tebliğ yapan mübelliğin, etkili bir iletişimde bulunabilmesi, onun alan bilgisine sahip, samimi, empati kurabilen, adil, sorumluluk sahibi, güvenilir, hoşgörülü, sabırlı, güvenilir, cesaretlendirici ve destekleyici olması ile yakından ilgilidir.

Bir tebliğcinin vazifesi sadece ve sadece dini hakikatleri tebliğ yani muhataplarına ulaştırmadır. Fakat bu tebliğin ya da iletişimin aynı zamanda “mübîn” yani açık olması, kapalılık arz etmemesi, akıl oyunları ile dolu ya da zihin karıştırıcı bir şekilde olmaması, açık, net ve anlaşılır olması gereklidir. Bilhassa sözel ya da yazılı iletişimin ilk şartı uygun kelime ya da deyimleri seçmek, paylaşılan bilgiyi hiçbir şüphe kalmayacak şekilde etraflıca ve açık bir biçimde aktarmaktır.

“Mübîn” yani açıklık, şüpheden ve çelişkiden uzaklık ve yalınlık, bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerîm’in en bariz vasfıdır. Bu durumda bir tebliğin ya da iletişimin “mübîn” vasfı taşıyabilmesi için, yeterli, açık, anlaşılır, amaca uygun, kademeli ve güncel olması gerekir.

Demek ki bir tebliğcinin kalp, ruh ve zihin dünyası Kur’ân ve iman hakikatleri ile açık ve net olmalıdır. Kaba, çirkin ve kötü söz kullanmamalı, faydasız tartışmalara girmemeli, güçlük çıkarmamalı ve nefret ettirmemelidir. Bu açıdan tebliğci, üstüne vazife olmayan işlere bulaşmayan, dili din derken, kalbi başka bir amaç taşımayan, gönlü aydınlık, tutum ve davranışları ile Allâh’ı hatırlatan bir insandır.

Esma bint-i Yezîd (r. anha)’dan rivayet edildiğine göre; Resülullah (sas): “Dikkat ediniz! Ben size en hayırlı olanlarınızı bildirmeyeyim mi?” buyurmuş, sahabeler de: “Evet, bildir Yâ Resulallah” diye karşılık vermişlerdir. Resulü Ekrem (sas): “Sizin en hayırlılarınız o kimselerdir ki görüldükleri zaman Allah (Azze ve Celle) hatırlanır” buyurmuştur.[3]

Uğursuzluk Düşüncesi

 (Yâsin, 36/18)

(قَالُوا اِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُمْ مِنَّا عَذَابٌ اَلٖيمٌ)

Dediler ki: “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, sizi mutlaka taşlarız ve bizim tarafımızdan size elem dolu bir azap dokunur.”

“Sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık” iddiası, hemen her dönemde Allâh’ın nebilerinin, mürsellerinin ve onların yolundakilerinin bir yazgısı gibidir. Gerek Efendimiz (sas) gerekse de diğer peygamberler, hakkın iletilmesi sürecinde bu iftiraya maruz kalmışlardır.  Mekke’nin müşrik ve münafıklarının, Efendimiz (sas)’e yönelik uğursuzluk iddialarına Kur’ân-ı Kerîm şu şekilde cevap vermektedir:

وَاِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هٰذِهٖ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هٰذِهٖ مِنْ عِنْدِكَ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ فَمَالِ هٰؤُلَاءِ الْقَوْمِ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدٖيثًا

“Onlara (münafık ve kâfirlere) bir iyilik gelse: “Bu Allah’tandır”, derler. Bir musibet de geldi mi: “Bu, senin uğursuzluğundandır”, derler. (Ey Resulüm) de ki: “Hepsi (iyi ve kötü) Allah’tandır.” Fakat bu topluluğa ne oluyor ki, Kur’an’ı anlamağa yanaşmıyorlar.” (Nisa, 4/78)

Mesela, Musa (as) ve beraberindeki inananlar için Firavun ve melesinin şu uğursuzluk iddiasına bakınız:

فَاِذَا جَاءَتْهُمُ الْحَسَنَةُ قَالُوا لَنَا هٰذِهٖ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَطَّيَّرُوا بِمُوسٰى وَمَنْ مَعَهُ اَلَا اِنَّمَا طَائِرُهُمْ عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ

“Onlara bir iyilik geldiği zaman: “Bu, bizimdir (kendi becerimizle bunu elde ettik)” derler; kendilerine bir kötülük ulaşırsa, Mûsâ ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı (onların yüzünden belâya uğradıklarını sanırlardı). İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allâh katındadır, fakat çokları bilmezler.” (Araf, 7/131)

Diğer peygamberler gibi Salih (as) peygambere yapılan şu uğursuzluk iftirasına bakınız:

قَالُوا اطَّيَّرْنَا بِكَ وَبِمَنْ مَعَكَ قَالَ طَائِرُكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ تُفْتَنُونَ

“(Onlar peygambere) dediler ki: “Biz, sen ve beraberindekilerle (müminlerle) uğursuzluğa uğradık, (başımıza çeşitli musibetler geldi)”.  Salih onlara şöyle dedi: “Size gelen uğursuzluk, Allah katında takdir edilmiştir. Doğrusu siz, imtihana çekilen bir kavimsiniz.” (Neml, 27/47)

Peki bu uğursuzluk iddiası ve iftirasının zihinsel kodları, kaynağı ve gerçeği nedir? Kısaca söylemek gerekirse bu zihinsel çarpıklık, nefretin, kötü düşünmenin, hasedin ve kıskançlığın ileri bir boyuta varmasıdır ki tıp literatürü ile ifade etmek istersek buna tek kelime ile “paranoya” diyebiliriz.

Paranoya, sistemleştirilmiş delüzyonlarla, kişisel, ruhsal ve toplumsal çatışma dürtülerinin, başkalarında bilhassa da iyi insanlarda olduğu varsayılan düşmanlığa yüklenerek, bir nevi yansıtılması ile tanımlanan ruhsal ve zihinsel rahatsızlıktır. Oluşan bu halüsinasyonlar ve bozukluklar, sözüm ona mantık dizgesine oturtulmuş, ısrarlı, değiştirilemez, çoğunlukla büyüklük ve aldatılma hezeyanlarıyla tanımlanan, sinsice gelişen ve yerleşen kronik işlevsel bir bozukluktur.

Paranoid bireyler, nasıl gerçek düşmanlar üretebiliyorlarsa, paranoya toplumsal hale dönüştürüldüğünde, guruplar hatta uluslar bile kendi düşmanlarını yaratmış olurlar. O düşmanlar dışarıda bir yerdedirler, onlar vardır. Biz onlara saldırıp başarılı olmazsak onlar bizi yok edeceklerdir. Dolayısı ile bu düşmanlarla savaş başlatma doğrudur ve bu dış düşmanın hak ettiği bir olgudur.

İnsanın hoş görülemeyen içsel duygularını, dışsal bir nesneye yansıtma kapasitesi, çocukluktan beri işleyen bir öz savunma mekanizmasıdır. Gerilim altında su yüzüne çıkan bu savunma mekanizması, saldırıyı dışsal bir hedefe yönlendirir. Önyargılar, günah keçisi göstermeler ve en korkunç ifadesi ile soykırımın temelleri bu mekanizma tarafından üretilir.

İnsanoğlu, reel dünya yerine genel olarak algılarının dünyasında yaşar. Bu algı dünyası, bir paranoidde aşırı şüphecilikle çepeçevre sarılmışsa, Allâh’ın elçileri aracılığı ile talep ettiği masum gerçekler, o kimsenin zihninde şaşırtmak isteyen şeytani bir tuzakmış gibi algılanır. Bu paranoid, perde arkasını gördüğünü iddia eder. Sürekli gizli anlamlar çıkarmaya çalışır. Paranoyağın ürettiği özel ve hasarlı mantık, bu ilkel niteliğinden dolayı paleolitik olarak tanımlanır.

Paranoid kuramcı, bir kuruntuyu, kimse onların peşinde değilken “onlar bizi yok edecekler” delüzyonunu alıp, diğer insanları Allâh’ın elçilerine, mesela İbrahim (as)’e karşı harekete geçirmek zorunda hisseder ve şöyle der:

(قَالُوا حَرِّقُوهُ وَانْصُرُوا اٰلِهَتَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ فَاعِلٖينَ)

“(Nemrud ve kavmi şöyle) dediler: “Eğer (davanızı savunmak için) bir iş yapmak istiyorsanız bunu (İbrâhîm’i ateşte) yakın da (böylece) İlâhlarınızın öcünü almış olun.” (Enbiya, 21/68)

Hadlerini Aşan Kent Halkı

Ancak bu bireysel ve de toplumsal uğursuzluk iddiası ve paranoyasına karşı Allâh’ın elçileri:

 (Yâsin, 36/19)

(قَالُوا طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ اَئِنْ ذُكِّرْتُمْ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ)

“Dediler ki: “Sizin uğursuzluğunuz, sizledir. Size öğüt verildi diye mi böyle söylüyorsunuz? Sizler kesinlikle hadlerini aşmış bir topluluksunuz.”

Hadlerini çok aşmışlardır. Çünkü nasihat edilip, hakikat mucizelerle ve delillerle açıklanmış olmasına rağmen, sayelerinde uğur ve bereket elde edecekleri kimseleri, uğursuz saymakla, mucize ve bürhanlarla gerçek ortaya çıkmasına rağmen küfürde, inkarda ve haksızlıkta ısrar ettikleri için hadlerini ölçüsüz bir biçimde aşmışlar ve “müsriflerden” olmuşlardır.

İslam’da “uğursuzluk” ve “müsrif” kavramlarının anlamları üzerinde kısaca durmaya çalışalım.

Efendimiz (sas) dönemindeki Arapların bir inancı, yolculuk etmek ya da başka bir iş yapmak istedikleri zaman bir kuş tutup salıvermeleri, şayet kuş sağ tarafa giderse uğurlu saymaları ve o işe başlamaları, sol tarafa giderse bunu uğursuzluk kabul edip yapacakları işten vazgeçmeleriydi. Resülullah (sas) bu davranışın hükmünü Abdullah b. Mesud’un şu rivayeti ile tam üç defa söyleyerek açık bir şekilde bildirmiştir:

“Uğursuzluğa inanmak şirktir.”[4]

İmran ibni Husayn (ra) rivayetine göre Resülullah (sas) şöyle demiştir:

“Uğur yapan ve yaptıran, kâhinlik yapan ve yaptıran, sihir yapan ve yaptıran bizden değildir.”[5]

Abdullah ibni Amr (ra) rivayetine göre Resülullah (sas) şöyle demiştir:

“Uğursuzluk düşüncesi bir kimseyi işinden alıkoyarsa o kimse şirk koşmuştur.” Sahabeler:

“Ey Allah’ın Resulü! Bunun karşılığında ne yapmak gerekir?” dediler. Resülullah (sas):

“O kimsenin ‘Allah’ım! Senin verdiğin hayırdan başka hayır, Senin verdiğin uğurdan başka uğur yoktur ve Senden başka ilah yoktur’ demesi gerekir’ buyurdular.”[6]

Hz. Peygamber (sas) bir hadis-i şerifinde, İslâm’da teşaüm (uğursuz sayma, kötüye yorma) yoktur. En iyisi tefeül (iyiye yorma)dır”[7] buyurarak, bu zararlı anlayışın İslam’da bulunmadığını ifade etmiştir. Diğer bir hadiste ise: “Eşya da uğursuzluk yoktur, safer ayında uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur”[8] buyurulmuştur.

“Müsrif” kelimesinin birinci anlamı, başkasının hakları söz konusu olmaksızın, meşru sınırların ötesine geçmek, aşırı sarfiyatta bulunmak, itidal sahibi olamamaktır.

Ancak müsrif kavramının iç yapısında küfür kelimesi ile anlamdaşlık bulunmakta, Allâh’ın vahiyleri hakkında büyük şüpheler taşıyan, din hakkında boş tartışmalara giren (Mümin, 34-35), aşırı derecede kibirli oldukları için iman edemeyen ve Allâh’a ortak koşan (Mümin, 42-43), tüm yaşamını Allâh’ın indirdiği ayetlerden uzak bir şekilde sefahet ile geçirmiş kimseler (Tâhâ, 127) manası ile Kur’an-ı Kerîm’de yer almaktadır.[9]

Aksa’l-Medîne

(Yâsin, 36/20)

(وَجَاءَ مِنْ اَقْصَا الْمَدٖينَةِ رَجُلٌ يَسْعٰى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلٖينَ)

“Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: “Ey kavmim! Bu elçilere uyun.”

Şehrin en uç köşesinden bir adam, iman etmiş olarak gelebiliyorsa, bu durum, mürsellerin inzar ve tebliğlerinin, ta şehrin (o beldenin) en uzak noktalarına kadar ulaştığına delâlet eder.

“Racul” (adam) kelimesinin nekire getirilmesi `mükemmel bir zat idi” demektir. Elçilerin gerçeği tam manasıyla tebliğ ettiklerini gösterir. Zira, hiç tanımadıkları bir kimse bile tebliği duyup iman etmiştir. Mübelliğlerin, onunla anlaşmış oldukları da ileri sürülemez.

Tebliğ ve Davet İçin Ücret Talep Edilmemesi

(Yâsin, 36/21)

(اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْأَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ)

“Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o kimselere. Onlar hidayete ermiş zatlardır.”

Naslar açısından baktığımızda, her ne kadar bazıları ihtilaf var gibi görseler de tebliğ ve davet için bir ücret talep edilmemesi gerektiği konusunda bir ihtilaf olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü bu konudaki emirler oldukça sarihtir. Tıpkı bu ayette söz edilen Allâh elçileri, kent halkından tebliğleri ve iletişimleri konusunda bir ücret talep etmedikleri gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in daha başka ayetlerinde de bu konu Efendimiz (sas)’e ve onun şahsında bütün mübelliğlere açık bir şekilde beyan edilmektedir. İşte Efendimiz (sas) için gelen emir:

أُولَٰئِكَ الَّذِينَ هَدَى اللَّهُ فَبِهُدَاهُمُ اقْتَدِهْ قُلْ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرَىٰ لِلْعَالَمِينَ

“O Peygamberler, Allah’ın hidayetine eriştirdiği kimselerdir. Sen de onların gittiği yoldan yürü. De ki: “Sizi, bu Kur’an’a (tevhide) çağırmama karşı sizden bir ücret istemem. O Kur’an (tevhid), âlemler için (insan ve cinleri irşad için) ancak bir hatırlatmadır.” (Enam, 6/90)

Yine Efendimiz (sas)’in söylemesi ve uygulaması emredilen bir başka ayet-i kerîme:

قُلْ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى وَمَنْ يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَزِدْ لَهُ فٖيهَا حُسْنًا اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ شَكُورٌ

De ki: “Ben, (bu tebliğimden dolayı) sizden bir ücret istemiyorum. Ancak sizlerin, Allâh’ı sevmenizi, O’na (ibadet ve) itaatle yaklaşmanızı istiyorum.” (Bu kısmın meâl düzenlemesinde, Efendimiz’in (sas), âyet-i kerîmenin bu şekilde anlaşılması gerektiği ile ilgili olarak Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/268’de yer alan hadîs-i şerîfi esas alınmıştır.) Kim iyi bir amel kazanırsa, biz onun bu iyiliğinin sevabını artırırız. Muhakkak ki Allah Ğafûr’dur (çok bağışlayandır), Şekûr’dur (az amele çok sevap verendir). (Şûrâ, 42/23)

Yine Efendimiz (sas)’e konu ile ilgili doğrudan söylemesi ve davranışının temeli olması emredilen bir başka talep:

(قُلْ مَا سَاَلْتُكُمْ مِنْ اَجْرٍ فَهُوَ لَكُمْ اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ شَهٖيدٌ)

(Ey Resulüm, onlara) de ki: “(Tebliğimden dolayı) sizden bir ücret istemedim; ücret sizin olsun. Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir. O, her şeye (bütün yaptıklarınıza) şahittir.” (Sebe, 34/47)

Bu emirler karşısında Nebevî tutum, davranış ve eğitim metodu daha başka türlü bir şekilde cereyan etmemiştir. İşte bazı örnekler:

Ubade b. Samit (ra) şöyle demiştir: “Ehl-i Suffe’den çok sayıda kişiye Kur’an öğrettim. Bu öğrencilerimden birisi bana bir yay hediye etti. Kendi kendime; ‘Bu yay mal değildir. Onunla Allah yolunda ok atarım.’ dedim. Fakat yine de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne bu meseleyi sordum. Efendimiz:

“Allah Teâla’nın kıyamet günü boynuna ateşten bir halka takacağını arzu edersen (onu) kabul et!” buyurdu.[10]

Übey b. Ka’b, bir adama Kur’an-ı Kerim okumayı öğretti. Daha sonra bu kişi kendisine bir yay hediye etti. Übey durumu Allah Resulü (sas)’ne anlatınca Efendimiz şöyle buyurdu:

“Eğer onu kabul edersen ateşten bir yay almış olursun.”[11]

Abdurrahman b. Şibl’in bildirdiğine göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Kur’an’ı okuyunuz. Onu menfaat vesilesi yapmayınız. Onunla mal çoğaltmaya kalkışmayınız. Ondan ayrılmayınız. Onda haddi aşmayınız.”[12]

İmran b. Husayn’dan rivayete göre Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:

“Kur’an okuyunuz! Allah’tan taleplerinizi onun bereketiyle isteyiniz. Zira sizden sonra öyle bir toplum gelecek ki, bunlar Kur’an okuyacaklar, onun vasıtasıyla insanlardan dileneceklerdir.”[13]

Fıtrat ve İbadet

(Yâsin, 36/22)

(وَمَا لِىَ لَا اَعْبُدُ الَّذٖى فَطَرَنٖى وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ)

“Hem ben, ne diye beni yaratana kulluk etmeyeyim. Oysa siz de yalnızca O’na döndürüleceksiniz.”

Bu gelen mümin şahıs “beni yaratana niçin kulluk etmeyecekmişim?” diye sorarken insan fıtratının ibadete, Allâh’ın varlığı ve birliğine inanmayı kabul edecek bir tarzda yaratılmış olduğuna dikkat çekmektedir. Bu açıdan sanki “ben, Rabbimin beni yarattığı fıtrat üzereyim. Gerek şehadet gerekse ibadet hususlarında fıtrat yeterlidir” demiş gibi olmaktadır. Fıtrat konusunu doğrudan nazara veren bir âyet-i kerîme şöyledir:

فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّٖينِ حَنٖيفًا فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّتٖى فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدٖيلَ لِخَلْقِ اللّٰهِ ذٰلِكَ الدّٖينُ الْقَيِّمُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

“Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur.  İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum, 30/30)

“Fıtrat” ile ilgisi olduğunu düşündüğümüz “misak” konusuna, şimdi nakledeceğimiz âyet-i kerîme münasebeti ile kısaca da olsa girmek istiyoruz.

وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنٖى اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰى اَنْفُسِهِمْ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ قَالُوا بَلٰى شَهِدْنَا اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِلٖينَ

“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.” (Araf, 7/172)

Şimdikilerden tutunuz da nesilden nesile ta Hz. Âdem’e varıncaya kadar Âdemoğullarının zürriyet sahibi olanlarından zincirleme olarak her birini kendi kendilerine karşı şahit tuttu. Kendi varlıklarından bile habersiz olan o şuursuz hücrelere, “Ben” ve “Ben ötesi” şuurunun başlangıcını verdi. Her birine fıtratını, kendi varlığında hakkın tesirini duyma ve duyurma, itiraf etme, tanıklık etme yaratılışını, insanlık ruhunu verip, hepsini varlığına ve birliğine şahit kıldı ve “Rabbiniz değil miyim?” dedi. Üzerinizde dilediğim gibi tasarruf eden ve etme hakkı bulunan yegâne malikiniz, mürebbiniz, yetiştirip geliştireniniz, yaratıcınız ve hâkiminiz olduğuma şahitsiniz, şahitlik edeceksiniz değil mi? diyerek, hitab-ı nefsîsi ile hitap eden ve emanetini yükleyen Rabliğini ikrar ettirdi. Hepsi de “evet Rabbimizsin, biz buna şahidiz” dediler. Terbiye ve emaneti kabul edip şahitliği taahhüt eylediler.

Hâsılı insan hiçbir şey değil iken, âlemlerin Rabbinin, o insanı gelişme kanunları altında yaratması ve terbiyesinin eseri olarak şuursuz zerreler halinde meydana çıkarılıp bütün duyguları ve zevkleriyle şuurlu birer insan fıtratına geçtiler. Birer insan kimliği ve kişiliği aldılar. Hiçbir muhalefette bulunmadan ilâhî takdire uydular. O vakit onlarda inkâr, küfür ve inat yoktu. Dış dünyadan hiçbir şey tanımıyorlardı.

İşte böyle kendileri hiçbir şey değil iken bir zürriyet halinde sulbden alınıp, mükemmel bir akıl, idrak, anlama ve anlatma, irade ve hür seçim hayatının gelişmesine doğru giden insan, bütün varoluş ve faaliyetlerinde yalnızca O’nun emrine, kanununa boyun eğiyor ve bu suretle O’ndan yardım ve destek alıyor. Gerektiğinde bunun böyle olduğunu söylemeyi, şahitlik edip dile getirmeyi de bir borç olarak üstlenmiş oluyorlardı.

İşte Âdem’in ilk evladından itibaren herkes Rabbinin verdiği ve emrettiği insan fıtratını, O’nun verdiği vücuda şahitliği alıp kabul etmekle, Rabbi ile kendisi arasında bir icap ve kabul ile bir fıtri sözleşme altına girmiştir. Yine bu sözleşme ile kendi varlığında Rabbine şahitliği ve O’na kulluğu taahhüt etmiştir. İşte bu mukavele ve fıtrî sözleşme, insanlığın dininin başlangıcı olduğu kadar, hukukun, ahlâkın, sosyal hayatın ve medeniyetin de başlangıç noktasıdır.

Daha sonra bu şahitliği ikrar edip yerine getirmeyen, hatırlatma ve uyarılara rağmen inkâr ve küfürde ısrar edenler ya kendi vicdanına karşı direnmiş ya da fıtratı bozulmuş kimselerdir. Bunlar kendilerine yaratılıştan ihsan edilen bu tabiatlarını kirletmiş, kavlen veya fiilen bu ahdi bozmuş ve kendilerine yazık etmiş olan zavallılardır.

Fransız filozofu Auguste Comte, “insan üç hâl geçirir; birinci devirde ilâhî, ikinci devirde tabiatüstü, üçüncü devirde de tabiî olur” derken, aslında bu fıtratı önceleri kendinde hissettiğini, sonra ise fıtratının bozulmuş olduğunu ilan etmektedir. Ancak, kendi nefsindeki bozukluğu haksız yere bütün insanlara teşmil etmeye kalkmıştır. Hâlbuki terakki ve tekâmül, fıtratın bozulmasında değil, gelişmesinde ve inkişaf etmesindedir.

(وَكُلٌّ فٖى فَلَكٍ يَسْبَحُونَ) “Her biri bir yörüngede yüzmektedir.” (YâSîn, 36/40)

(فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ اَضَاعُوا الصَّلٰوةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا)

“Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar; nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler.” (Meryem, 19/59)

ayetinde de görüldüğü gibi, fıtratın bozulması bir gerilemedir.

Şimdi mesele “marifetullah” yani Allah’ı tanıma duygusunun, öyle fıtrî bir bilgi ve insanın da buna şahitlik etme görevini yüklenmiş fıtrî bir şahit olması açısından ele alınınca, bu misakın sırf yaratılışla ilgili olmayıp, aynı zamanda kelâmî, yani söze bağlı bir özelliği de bulunduğunda şüphe etmemek gerekir. Zira mesele, yalnızca ilk yaratılışla ilgili olmayıp, aynı zamanda hayatta olduğu müddetçe bunu insanın kendi içinde hissetmesi yani bilinç ve iç gözlem ile de yakından ilgilidir. Sadece ilk yaratılışa ait tekvini bir olay olsa idi, daha sonra bu şahadeti eda etmeyen hiç kimsenin bulunmaması gerekirdi. Bu durum nefse ait şahitliğin söz konusu olduğu herhangi bir bilinç olayı ise, her hal ü kârda lafzî kelâm ile değilse bile, nefsî kelâm ile ilgili olmaktan uzak kalamazdı. Çünkü ruh, bir emr-i Rabbânî olduğundan, bütün ruhi durumları ve bilinç olaylarını da emir kategorisinde saymak gerekir.

Her şuurda ruhî bir yön vardır ki, kelâmın da özü odur. Şuura taalluk etmeyen oluşlarda bu ruhani yön yoktur. Bu açıdan, bir şuur gücünün yaratılmış olması, aynı zamanda o şuura bir duyurmayı, yani sözlü ifadeyi de gerektirmektedir. Şu hâlde söz konusu “misak” tekvini olmakla beraber, ruhî ve lafzî özelliği de haiz olduğundan, buna “mukavele” demek doğru olur. Ancak bu hitap lâfzî kelâm ile değil, meleklere olduğu gibi, nefsî kelâm ile yapılmış bir tebliğ şeklinde algılanmalıdır. (أَخَذَ) Alış bir tekvin, (وَأَشْهَدَهُمْ) şahit getirme ise ruh üflemeyle ilgili bir tekvin ve tebliğ, (أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ) “Rabbiniz değil miyim?” hitabı ben ötesi bir takrir, buna karşı (بَلَى) “Evet Rabbimizsin” de bu tekvin, şahit getirme ve takrire mutlak bir boyun eğme, ruhen bir kabullenme ve gereğini yerine getirmeyi taahhüt etmedir.

Her insanın, insanlığının özünü oluşturan “ben” ve “ben değil” bilincinin içinde işte bu taahhüt yatmaktadır. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabının başında “dedik ki” veya “diyerek” şeklinde bir müteallâkın bulunmayıp mukadder bırakılması da bunun bir lâfzî değil, nefsî bir kelâm olduğuna işaret eder. Ayrıca bilinmektedir ki, şer’i ve hukukî anlamda bir sözleşme akdinin hakikati, icap ile kabul arasındaki bağlantıdır. Bu icap ve kabulün, her zaman lâfzî kelâm ile olması şart değildir. Asıl akit, iki kişinin bir maksatta birleşmesi, fikir birliği etmesidir. Taraflardan rızaya, yani itirazın terkine delalet eden herhangi bir hareket de icap ve kabul olabilmektedir. Şu hâlde bu misak, şeriat ve hukuk açısından geçerli olan hakiki bir akit ve misak demektir. Bu tekvinin ruhi olması ve bir nefsî kelâm özelliğini taşımasına rağmen buna mukavele adı verilmesi dahi hakikat olur. Nitekim ilk devir tefsir âlimleri de bunu bir temsil değil, bir hakikat olarak rivayet ve izah etmişlerdir. Bundan dolayı (أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ قَالُوا بَلَى) cümlesi sadece bir temsil değil, aynı zamanda bir hakikattir.[14]

Birçok tefsir âlimi, bu misakın başlangıcının, zürriyetin baba sulbünden çıkıp ana rahmine düşmesiyle başladığını, orada alaka, mudğa, ızam ve lahim aşamalarından geçerek yaratılışı belirginleşip (ثُمَّ أَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ) “Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik.” (Müminun, 23/14) fermanı uyarınca, ruh üflenerek insan şeklini aldığı zaman (بَلَى) “Evet” taahhüdünün meydana gelmesiyle tamam olduğunu, buluğ zamanı gelince de bu taahhüdün bilfiil icrası vaktinin gelmiş olacağını, buluğ çağının teklif ve vazifenin başlangıç zamanı olduğunu kabul etmişlerdir.

Her ferdin insani şahsiyeti, hukukî ehliyeti bu misak ile başlar ve bulûğ zamanına kadar tekemmül eder. Bulûğdan başlayarak da görevler ve sorumluluklar teveccüh eder. Bunun ilk hukukî sonucu hayat hakkıdır. Çocuk anne karnına düştüğü andan itibaren anne-babasına ve topluma onun hayat hakkını gözetmek bir vazife olur. Bundan dolayı düşük yapmak bir suçtur ve çocuk düşürmeye sebep olanların diyet ödemeleri gerekir. Keza anne karnındaki cenîne miras ve vasiyet sahih, söz konusu cenînin buluğuna kadar lehine olan bütün tasarruflar da geçerlidir.

Şimdi ayetin içine aldığı bazı imaları da hesaba katarak “sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusunun anlattığı minnet manası ve uyarı şu anlamları hatıra getirmektedir.

Bilindiği üzere insan, insan olmadan önce kendini bilmez ve anlamazken, daha sonra anlar, tanımaya başlar ve “ben benim” der. İşte bunu diyebilmek, bu duyguyu ona veren Rabbine örtülü bir şekilde boyun eğmeyi ve kendi içinde O’na şahitlik etmeyi de zımnen ihtiva eder. İnsanın bu şekilde bütün varlığıyla kendi benliğini tanıması ve müşahede etmesi ise ancak bulûğa erdiği andan itibarendir. Bir babanın sulbünden bir zürriyet alındığı esnada, o zürriyetin Rabbi’nin bu hükmüne öyle bir zevkle boyun eğmesi ve uyması, Rabbe öyle bir şahitliği vardır ki, o anda bütün heyecanıyla nefsini duyarken adeta kendinden geçer de Rabbi’nin verdiği nimetin zevkine gark olur. Kendisinin baba sulbündeki halini kendisine hatırlatan o anda nefsinde Rabbinin, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına, “Evet Rabbimizsin” demekten başka hâkim bir duygu yoktur.

Her insan aslında böyle bir zürriyet iken Rabbi’nin terbiyesine uyarak anne rahminde takdir edilen rızıklarla beslenip alâka ve mudğa aşamalarından geçerek belli bir şekle büründürülmüştür. En sonunda, “sonra onu başka bir yaratışla yarattık” ilahi hükmü gereğince sırf Rabbani bir emir olan ruh üflenmek suretiyle kendisine mahsus bir yapıya ve şahsiyete sahip kılınmıştır. Rabbinin hitabını kendi nefsinde duyup kendi varlığına karşı yaratıcısını itiraf etmiş, O’nun birliğine ve Rabliğine şahitlik etme görevini üstlenmiş olarak bir insan şahsiyeti kazanmış, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına “evet Rabbimizsin” demiştir.

Her insan yaratılıştan gelen bir bilinçle böyle bir taahhüdün altındadır. Kendini tanıma nimetinin gereği ise, kişinin haddini bilmesi ve yaratana şahitlik ederek O’nun hükmüne boyun eğmesidir. Şu hâlde kendini tanımanın tekemmül ettiği bulûğ çağından itibaren, Allah’a karşı bu şahadet görevini ve kulluğunu yerine getirmesi insanın vazifesidir.[15]

Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (sas): “Her çocuk fıtrat üzerine doğar” buyurmuş, “Allah’ın yaratılışta verdiği fıtrat…” (Rum; 30) ayetini okuyarak sözünü şöyle tamamlamıştır:

“Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir. Tıpkı hayvanın doğurunca, azaları tam olarak yavru doğurması gibi. Siz kesmezden önce, kulağı kesik olarak doğmuş hayvana rastlar mısınız?” Dinleyenler:

“Ey Allah’ın Resulü, küçükken ölenler hakkında ne dersiniz (cennetlik mi, cehennemlik mi?) diye sordular. Hz. Peygamber (sas) şu cevabı verdi:

“(Yaşasalardı) nasıl bir amel işleyeceklerdi Allah daha iyi bilir.” Bir başka rivayette: “Doğan hiçbir çocuk yoktur ki, konuşmaya başlayıncaya kadar şu din üzere olmasın” buyrulmuştur.[16]

Fayda ve Zarara Yegâne Mâlik

(Yâsin, 36/23)

ءَاَتَّخِذُ مِنْ دُونِهٖ اٰلِهَةً اِنْ يُرِدْنِ الرَّحْمٰنُ بِضُرٍّ لَا تُغْنِ عَنّٖى شَفَاعَتُهُمْ شَيْپًا وَلَا يُنْقِذُونِ

“O’nu bırakıp da başka ilâhlar mı edineyim? Eğer Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar.”

Bu âyet-i kerîme kulun, Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufu altında olduğunu, O’nun kullarını dilediği gibi evirip çevirdiğini, dilerse sıkıntılara sokacağını ve yine dilerse bolluklara gark edeceğini beyan etmektir. Yoksa esas maksat, zararın beyanı değildir. Nasıl böyle olmasın ki? Bu sözü söyleyen, Allah’ın vaadinin hükmüne İman etmiş olduğu için, O’nun rahmet ve nimetini uman, halis bir mümindir.

Burada, Allah’ın her yönden mabut bir zât oluşunun beyanı söz konusudur. Çünkü O, yaratandır, Rab’dır. Mâlik’tir, ihsan da ister bulunsun isterse bulunmasın, her halükârda ibadete müstahaktır. İhsanına nispetle Rahmân’dır, O’ndan duyulan korkuya nazaran ise, o zararları def edendir. Böylece, O’nun dışında kalanların hiçbir surette ibadete müstahak olmadıklarının beyanı ortaya çıkmış olur. Çünkü, ibadeti gerektiren sebeplerin en aşağısı, bu ibadetin, kötü bir günde kişinin lehine ve yararına olacağı için yapılmasıdır. Halbuki Allah’ın dışındakiler, Allah dilemediği müddetçe, hiçbir şeyi savuşturamazlar.

(قُلِ ادْعُوا اللّٰهَ اَوِ ادْعُوا الرَّحْمٰنَ اَيًّا مَا تَدْعُوا فَلَهُ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى)

De ki: “(Rabbinizi) ister Allah diye çağırın ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O’nundur.” (İsra, 17/110)

Apaçık Dalâlet

(Yâsin, 36/24)

(اِنّٖى اِذًا لَفٖى ضَلَالٍ مُبٖينٍ)

“O taktirde ben mutlaka açık bir sapıklık içinde olurum.”

Hidayet, “mübîn” olma gibi yalın bir netlik ve açıklığa sahiptir. Ancak hidayetin karşısındaki “dalâlet” de hemen hemen aynı derecede net ve açıktır. Yani iyilik yapmak, insanlara yardım etmek, Allâh’ın haklarını ve insanların haklarını korumak, can, mal, akıl, nesil ve dinin içinde bulunduğu “zaruret-i hamse” yani beş korunması gereken asıl, ilk insandan bu yana değişmez bir postula, örtük olarak kabul edilip kullanılan, insanlar arasındaki iletişimin temelini oluşturan, ispat edilmesine gerek duyulmayan doğru, net, açık ve temel önermeler olarak benimsenmiş hususlardır.

Aynı şekilde adam öldürme, insanların mallarını yağmalama, akılları giderici maddeler kullanma, nesilleri ifsad etme, dini tutum, inanç ve davranışları yok etmeye çalışma da net ve açık bir şekilde dalalettir, hüsrandır ve sapıklıktır.

İmanın İlanı

(Yâsin, 36/25)

(اِنّٖى اٰمَنْتُ بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِ)

“Şüphesiz ben sizin Rabbinize inandım. Gelin, beni dinleyin!”

Bu inanmış adam, yaratılışın doğru, bilinçli ve apaçık dili ile konuşmakta ve yalanlayan tehditler savuran ve korkutmaya çalışan bu insanların yüzüne son kararını haykırmaktadır. Çünkü onun kalbindeki sağduyunun sesi, her türlü tehdit ve yalanlamadan çok daha güçlüdür. “Şüphesiz ben Rabb’inize inandım, beni dinleyin” Ve işte böylece, imanın içinde güven ve gönül huzuru taşıyan sözünü söylemiş ve onları da buna şahit tutmuştur. İnanmış adam bu sözü ile onlara “siz de benim gibi söyleyin” demiş oluyor veya onlar ne derlerse desinler hiç de önem vermemiş oluyordu.

Ayetlerde bu konuda her ne kadar bir açıklık yoksa da bu kıssanın bundan sonraki ifade tarzından anlaşıldığına göre çok geçmeden bu adamcağızı öldürmüşlerdir. Yüce Allah dünyaya ve içinde olan her şeye, o topluma ve onların durumları üstüne bir perde çekmekte ve başka bir sahnenin perdesini açmaktadır. Yaratılışın sesine uyup hak sözü haykıran ve bu sözü inkârcılarla işkencecilerin suratlarına bir şamar gibi çarpan bu şehide ne olduğunu, Yüce Allah’ın kendisine ne gibi güzellikler ve ikramlar hazırlamış olduğunu görelim diye… Samimi, cesur ve şehid müminin makamına yakışır hizmeti görelim diye…

Şehâdet ve Cennet Mükafatı

(Yâsin, 36/26)

(قٖيلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَ قَالَ يَا لَيْتَ قَوْمٖى يَعْلَمُونَ)

(Ona): “Gir cennete” denildi. (O da) “Ne olurdu”, dedi, “kavmim bilselerdi,”

Dünya hayatı ile ahiret hayatı birbirine bitişiktir. Ölüm fani alemden ebedi aleme geçiş ve mümini yeryüzünün darlığından kurtarıp cennetin genişliğine ulaştıran bir adımdır… Batılın küstahlığından hakkın huzur ve emniyetine, zulmün tehdidinden cennet nimetinin esenliğine, cahiliyetin karanlıklarından imanın nuruna kavuşturan bir adımdır ölüm…

İnanmış adamı görüyoruz. Yüce Allah’ın kendisine cennette bahşetmiş olduğu bağışlama ve ikramı görmüş ve kalbi hoş, gönlü hoşnut olarak hemşerilerini hatırlamış ve onların kendisini görmesini Rabb’inin kendisine bahşettiği hoşnutluk ve ikramı görmelerini, arzu etmiştir. Böylece hakkı tam anlasınlar istemiştir.

İşte imanın karşılığı böyle idi. İsyan ve azgınlığa gelince, yüce Allah’ın katında öylesine hafif, öylesine önemsiz ki, onları yok etmek için melek göndermeye bile değmez. Alabildiğine güçsüzdür onlar.

Mükramînden Olma

(Yâsin, 36/27)

(بِمَا غَفَرَ لٖى رَبّٖى وَجَعَلَنٖى مِنَ الْمُكْرَمٖينَ)

“Rabbimin beni yarlığadığını, beni (cennetle) ikram edilenlerden kıldığını.”

Göksel Olmayan Bir Ceza

(Yâsin, 36/28)

(وَمَا اَنْزَلْنَا عَلٰى قَوْمِهٖ مِنْ بَعْدِهٖ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَاءِ وَمَا كُنَّا مُنْزِلٖينَ)

“Kendisinden sonra kavmi üzerine (onları cezalandırmak için) gökten hiçbir ordu indirmedik. İndirecek de değildik.”

Tek Bir Ses

(Yâsin, 36/29)

(اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ خَامِدُونَ)

“Sadece korkunç bir ses oldu. Bir anda sönüp gittiler.”

Yüce Allah, onların durumlarının berbatlığını ve güçlerinin hiçliğini vurgulamak için, akıbetlerini uzun uzadıya anlatmıyor. Sadece bir tek çığlık onların kökünü kazımaya yetmiştir. Burada yüce Allah perdeyi onların bedbaht, hakir ve aşağılık görüntüleri üzerine çekmekte ve kapatmaktadır.

Hasret Durumu

(Yâsin, 36/30)

(يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِ مَا يَاْتٖيهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا كَانُوا بِهٖ يَسْتَهْزِٶُنَ)

“Ey kulların üzerine (çöken büyük) hasret (ve nedamet, hazır ol! Çünkü) onlar kendilerine herhangi bir peygamber (ve elçi) gelmeye dursun, ille onunla istihza ederlerdi.”

(وَاَنْذِرْهُمْ يَوْمَ الْحَسْرَةِ اِذْ قُضِىَ الْاَمْرُ وَهُمْ فٖى غَفْلَةٍ وَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ)

“Onları şu hasret gününe karşı uyar ki, o zaman kendileri gaflet içinde inanmamakta ısrar ederlerken iş bitirilmiş olur (yaptıklarına pişman olup hasret çeker dururlar, ama iş işten geçmiştir artık).” (Meryem, 19/39)

Yüce Allah, hangi millet ve hangi dinden olursa olsun, yalanlayanların tutumlarını genel olarak ele almakta ve çağlar boyu insanlığın tablosunu gözler önüne sermektedir. Gözlerinin önünde geçip giden ve hesaplaşma gününe kadar da bir daha geri dönmeyecek olan helak olmuş kimselere, öğüt alarak doğru yola gelmeyen kullara, acıklı bir üslupla seslenmektedir. “Hepsi toplandığı zaman huzurumuza getirileceklerdir.”

Sonra da yüce Allah, görüp duydukları, fakat duyarsızca yüz çevirdikleri evren delillerini sergilemeye geçmektedir. Bu deliller kendi üzerlerine çevrelerine ve eski insanlık tarihlerine serpilmiştir. Fakat onlar yine de hissetmezler, kendilerine öğüt verildiğinde hiç aldırış etmezler.

Onların bu yalanlamaları sebebi ile yüce Allah, kıyamet sahnelerinden uzun bir tablo sunuyor ki, hemen gerçekleşmesini istedikleri sonlarını sanki gözlerinin önünde duruyormuşçasına görsünler diye…

Bu ayetteki “Hasret” sözcüğü, çok zor bir durum karşısında insanın elinden üzülüp yakınmaktan başka bir şey gelmediği zaman duyduğu iç tepkiyi, psikolojik durumu ifade eder. Yüce Allah’ın kulları için üzülüp yanması düşünülemez. Fakat O, bu gibi kulların durumlarının, hayıflanmayı gerektirecek nitelikte olduğunu ifade etmektedir. Çünkü onlar gerçekten sonu tehlikeli olan ve büyük belaları içeren esef verici durumdadırlar.[17]

Helâke Uğrayan Toplumlar

(Yâsin, 36/31)

(اَلَمْ يَرَوْا كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ اَنَّهُمْ اِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ)

“Kendilerinden evvel nice nesilleri helâk ettiğimiz, bunların bir daha onlara dönmez ümmetler olduklarını (müşrikler) görür gibi bilmediler mi?”

Onlar bir daha kendilerine dönüp gelmezler. Akıp giden yıllar boyu ve uzun çağlar geçtiği halde geri dönmeyen o insanların helak olmalarında, evet bunda düşünen kimse için öğüt vardır… Fakat bu zavallı kullar aynı sona doğru ilerledikleri halde düşünmüyorlar. Halbuki bu acıklı durum gibi hayıflanmaya değer başka ne vardır ki?

Bir hayvan bile yanı başında kendi cinsinden birisinin ölümünü görünce sarsılır, korkusundan yerinde duramaz ve elinden geldiğince ondan kendini sakınmaya çalışır. Ne oluyor bu insana ki, ard arda meydana gelen yok oluşları gözüyle gördüğü halde aynı helak yoluna isteyerek gidiyor. Gurur onu oyalıyor ve korkunç akıbeti görmesine engel olup aldatıyor.

Çağlar boyu süregelen bu uzun felaketler zinciri gözler önüne serilmiş durumda, fakat kullar sanki kör gibi bunları görmüyorlar. Helak olup gidenler, arkalarından gelen nesiller, tekrar geri dönmüyorlarsa, bu demek değildir ki, artık onların yakaları bırakılmış ve bir müddet sonra hesaba çekilmekten kurtulmuşlardır.[18]

Hesap Vakti

(Yâsin, 36/32)

(وَاِنْ كُلٌّ لَمَّا جَمٖيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ)

“Onların hepsi de mutlaka toplanıp (hesap için) huzurumuza çıkarılacaklardır.”

Öldükten sonra dirilme ve hesap verme imanın altı rüknünden bir tanesidir. Daha bilinen adı ile bu “haşir” yeniden diriltilme akidesi ve inancıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in üç ana konusu Tevhid, Nübüvvet ve Haşir’dir. Bazı alimler bu ana konulara dördüncü olarak adaleti de ilave etmektedirler.

İşte bu ayette de üç ana konudan bir tanesi olan “haşir” konusuna dikkatler çekilmektedir. Haşir günü insanlar kendi dertlerini, hesaptan yüz akıyla çıkıp çıkamayacaklarını düşüneceklerinden en yakınlarıyla bile ilgilenemeyeceklerdir. O gün müminlerin yüzleri parlayacak, kafirlerin yüzleri ise kararacaktır.

(يَوْمَ تَبْيَضُّ وُجُوهٌ وَتَسْوَدُّ وُجُوهٌ فَاَمَّا الَّذٖينَ اسْوَدَّتْ وُجُوهُهُمْ اَكَفَرْتُمْ بَعْدَ اٖيمَانِكُمْ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ)

“Kıyamet gününde birtakım yüzler ak ve birtakım yüzler de kara olacak. O vakit, yüzleri kara olanlara şöyle denecek: “İmanınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrünüzün cezası olarak tadın azâbı.” (Ali İmran, 3/106)

(وَاَمَّا الَّذٖينَ ابْيَضَّتْ وُجُوهُهُمْ فَفٖى رَحْمَةِ اللّٰهِ هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ)

“Yüzleri bembeyaz olanlar ise Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar bu rahmet içerisinde ebedî kalıcıdırlar.” (Ali İmran, 3/107)

(لِلَّذٖينَ اَحْسَنُوا الْحُسْنٰى وَزِيَادَةٌ وَلَا يَرْهَقُ وُجُوهَهُمْ قَتَرٌ وَلَا ذِلَّةٌ اُولٰئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ)

“Güzel iş yapanlara (karşılık olarak) daha güzeli ve bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir kara bulaşır ne de bir zillet. İşte onlar cennetliklerdir ve orada ebedî kalacaklardır.” (Yunus, 10/26)

وَالَّذٖينَ كَسَبُوا السَّيِّپَاتِ جَزَاءُ سَيِّئَةٍ بِمِثْلِهَا وَتَرْهَقُهُمْ ذِلَّةٌ مَا لَهُمْ مِنَ اللّٰهِ مِنْ عَاصِمٍ كَاَنَّمَا اُغْشِيَتْ وُجُوهُهُمْ قِطَعًا مِنَ الَّيْلِ مُظْلِمًا اُولٰئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ

“Kötü işler yapmış olanlara gelince, bir kötülüğün cezası misliyledir ve onları bir zillet kaplayacaktır. Onları Allah’(ın azabın)dan koruyacak hiçbir kimse de yoktur. Sanki yüzleri, karanlık geceden parçalarla örtülmüştür. İşte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Yunus, 10/27)

Efendimiz (sas), her kulun öldüğü durum üzerine diriltileceğini, yalın ayak ve ilk yaratılışlarındaki durum üzere haşir edileceklerini şu şekilde bildirmiştir:

İbn Abbâs (ra) şöyle demiştir. Peygamber (sas) bizim aramızda ayağa kalktı da hutbe yaparak şöyle buyurdu: “Muhakkak sizler yalın ayak, çıplak olarak toplanacaksınız.”

يَوْمَ نَطْوِى السَّمَاءَ كَطَیِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ كَمَا بَدَاْنَا اَوَّلَ خَلْقٍ نُعٖيدُهُ وَعْدًا عَلَيْنَا اِنَّا كُنَّا فَاعِلٖينَ

“Yazılı kâğıt tomarlarının dürülmesi gibi göğü düreceğimiz günü düşün. Başlangıçta ilk yaratmayı nasıl yaptıysak, -üzerimize aldığımız bir vaad olarak- onu yine yapacağız. Biz bunu muhakkak yapacağız.” (Enbiyâ, 21/104)

وَمَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ اَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِهٖ وَنَحْشُرُهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ عَلٰى وُجُوهِهِمْ عُمْيًا وَبُكْمًا وَصُمًّا مَاْوٰيهُمْ جَهَنَّمُ كُلَّمَا خَبَتْ زِدْنَاهُمْ سَعٖيرًا

“Allah, kimi doğru yola iletirse işte o, doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, böyleleri için O’nun dışında dostlar bulamazsın. Onları kıyamet günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzüstü haşredeceğiz. Varacakları yer cehennemdir. Cehennemin ateşi dindikçe, onlara çılgın ateşi artırırız.” (İsra, 17/97)

(وَوُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ بَاسِرَةٌ اِلٰى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ)

“Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar, Rablerine bakarlar. Nice yüzler de vardır ki, o gün somurtup kararmıştır.” (Kıyamet, 75/22-24)

Efendimiz (sas) buyurur:

“İnsanlar içinde kıyamet gününde ilk olarak elbise giydirilecek kimse İbrahim’dir. Şu da muhakkak ki ümmetimden birtakım adamlar getirilecek de onlar yakalanıp sol tarafa (cehennem tarafına) götürülecekler. Ben hemen:

“Yâ Rabb! Onlar benim sahâbîlerimdir!” derim. Allah bana:

“Sen onların senden sonra dinde ne bidatler meydana getirdiklerini bilmezsin!” der.

Ben de Allah’ın salih kulu Meryem oğlu İsâ gibi şöyle derim:

“Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin (dedim.) Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit (ve örnek) idim. Ama beni içlerinden aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen, her şeye hakkıyla şahitsin.

Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, yine şüphe yok ki sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” (Mâide, 5/117-118).

Bunun üzerine bana:

“Bunlar ökçelerine basarak geri dönmüş mürtedler olmakta devam etmişlerdir, denilir.[19]

Sonuç

Karye halkına önce iki tebliğci gelmiş, ardından bunları destekleyen üçüncüsü gönderilmiştir. Ancak söz konusu şehir halkı elçileri yalanlamış, kendilerine uğursuzluk getirdiklerini ileri sürmüş, tebliğden vazgeçmedikleri takdirde işkenceyle öldürüleceklerini söylemiştir. O sırada şehrin uzak yerlerinden gelen bir kişi halkı iman etmeye teşvik ederken kendisi de iman etmiş, fakat inkârcılar tarafından öldürülmüş, nihayet o yerleşim yerinin halkı korkunç bir sesle helâk edilmiştir.

Geçmişte, kendilerine elçiler gönderilen, fakat elçilere karşı çıkıp inkarda direnen, bu yüzden korkunç bir çığlıkla helak edilen şehir halkı önemli bir ibret örneğidir. Allah, bir toplumu cezalandırmak isterse, gökten ordu indirmesine gerek yoktur. Bir çığlık, bir deprem, bir felaket, onların işini bitirmeye yeter. Bundan ders alınmalıdır.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden bizleri dini ve taati üzerinde sabit tutmasını, Kur’ân-ı Kerîm’i ve Yasin Suresini kalplerimizin baharı, gözlerimizin aydınlığı, üzüntü ve tasalarımızın şifası yapmasını dileriz. Amin.


[1] Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 7; Dârimî, Fedâilu’l-Kur’ân, 21.

[2] Ebû Davud, Cenâiz, 20; İbn Mace, Cenâiz, 4; İbn Hanbel, Müsned, 5/26, 27.

[3] İbn Mâce, Zühd, 4 (Hadis no: 4119); Taberani, Mu’cemu’l-Kebîr, C. 12, s. 13, (Hadis no: 12325).

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/389; Ebu Davud, Tıb, 24.

[5] Taberani, Mucemu’l-Kebir, C. 18, s. 162.

[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/220.

[7] Buharî, Tıb, 54.

[8] Müslim, Selâm, 102.

[9] İzutsu, Toshıhıko, Kur’an’da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1991, s. 235- 236.

[10] İbn Mace, Ticarat, 8; Ebu Davud, Buyu, 36; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/315.

[11] İbn Mace, Ticarat, 8.

[12] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/428.

[13] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/432; Taberâni, Mu’cemu’l-Kebîr, C. 18, s. 167; İbnu Ebî Şeybe, C. 5, s. 240 (Hadis no: 7825, 7826); C. 15, s. 458-460 (Hadis no: 30623, 30624, 30625, 30626.

[14] Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, İst.–1979, 4/2323–2328.

[15] Elmalılı, 4/2331–2333.

[16] Buhari, Cenaiz, 80, 93; Müslim, Kader, 22, (2658); Muvatta, Cenaiz, 52; Tirmizi, Kader 5 (2139); Ebu Davud, Sünnet 18 (4714).

[17] Seyyid Kutup, Fî Zilâli’l-Kur’ân.

[18] Seyyid Kutup, Fî Zilâli’l-Kur’ân.

[19] Buhari, Rikak, 45.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.