Musa Kâzım GÜLÇÜR
19 Şubat/2019

“Sekerât”, “sekr” kelimesinin çoğulu olup “sarhoşluk, elem, dalgınlık, aşk, öfke veya bir acıdan kaynaklanan baygınlık” anlamlarında kullanılmaktadır. Bu kelime Kur’ân-ı Kerîm’de dört yerde geçmekte, bunlardan birinde de “sekratü’l-mevt, ölüm sarhoşluğu” (Kâf, 50/19) şeklinde tamlamalı olarak gelmektedir. Yazımızda, ölümden hemen önce görülen “ölüm sarhoşluğu ve sarsıntısı” bir diğer tabirle “sekeratü’l-mevt” konusu şerî beyanlara dayalı bir şekilde incelenmeye çalışılacaktır.
Kur’an-ı Kerim ölümü ve ölüm ötesini pek çok ayet-i kerime ile hatırlatmakta;
وَمَا جَعَلْنَا لِبَشَرٍ مِنْ قَبْلَكِ الْخُلْدَ أَفَإِنْ مِتَّ فَهُمُ الْخَالِدُونَ كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً وَإِلَيْنَا تُرْجَعُونَ
“Senden önce hiçbir insana dünyada ebedî hayat nasip etmedik. Sanki sen ölsen, onlar ebedî mi kalacaklar! Hayır, her nefis bilerek veya bilmeyerek ölümü tadıp-durmaktadır. Biz, sizi bazen şerle, bazen de hayırla imtihan ederiz. Sonunda Bizim huzurumuza getirilirsiniz.” (Enbiyâ, 21/34-35),
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ
“Yeryüzünde bulunan her varlık fânidir. Sadece azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân, 55/26-27),
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ
“Her nefis ölümü tadıcıdır” (Âl-i İmrân, 3/185),
اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ
“Hiç şüphe yok ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (Zümer, 39/30),
اَلَّذٖى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْغَفُورُ
“O ki hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 67/2),
قُلْ يَتَوَفّٰیكُمْ مَلَكُ الْمَوْتِ الَّذٖى وُكِّلَ بِكُمْ ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ تُرْجَعُونَ
“Sizin için görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” (Secde, 32/11)
gibi yüksek beyanları ile ölüm hakikatini, onun mahlukiyetini, insanın misafirliğini ve dünya hayatının geçiciliğini dile getirmektedir.
Ğamarâtü’l-Mevt
Kur’ân-ı Kerîm’de “mevt, ölüm” kelimesi ile tamlamalı bir şekilde kullanılan diğer bir kelime de “ğamr”dır. “Ğamr” kelimesi de tıpkı “sekr” kelimesi gibi dört defa geçmekte, “şiddet” manasına gelmekte, “mevt” kelimesi ile tamlamalı olarak da bir yerde geçmektedir. Kur’ân-ı Kerîm, Allah’a iman etmeyen kâfirlerle, günahları açıktan ve severek işleyen, tövbe ve istiğfar etmeyen zalimlerin ölümlerinin çok şiddetli olacağını şu şekilde haber vermektedir:
وَلَوْ تَرٰى اِذِ الظَّالِمُونَ فٖى غَمَرَاتِ الْمَوْتِ وَالْمَلٰئِكَةُ بَاسِطُوا اَيْدٖيهِمْ اَخْرِجُوا اَنْفُسَكُمْ اَلْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنْتُمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ غَيْرَ الْحَقِّ وَكُنْتُمْ عَنْ اٰيَاتِهٖ تَسْتَكْبِرُونَ
“Zalimlerin şiddetli ölüm sancıları içinde çırpındığı; meleklerin, ellerini uzatmış, “Haydi canlarınızı kurtarın! Allah’a karşı doğru olmayanı söylediğiniz, ve O’nun âyetlerinden kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız” diyecekleri zaman hâllerini bir görsen!” (En’âm, 6/93)
Bu ayet-i kerime, kâfir ve zalimlere ölüm anlarında melekler tarafından azap verileceğini açıkça beyan etmektedir. Ayette, meleklerin ellerini uzatmalarından kasıt dövmeleridir. Her ne kadar bu âyet-i kerîme, Bedir Gazvesi’ne katılan müşrikler hakkında inmiş olsa da ölüm anındaki azap hükmü kâfir ve zalimler için umumidir. Bu durum şu ayet-i kerimede açıkça ifade edilmektedir:
وَلَوْ تَرٰى اِذْ يَتَوَفَّى الَّذٖينَ كَفَرُوا الْمَلٰئِكَةُ يَضْرِبُونَ وُجُوهَهُمْ وَاَدْبَارَهُمْ وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَرٖيقِ
“Melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura “haydi tadın bakalım kavuran azabı” diyerek kâfirlerin canlarını alırken bir görseydin.” (Enfal, 8/50)
Ölüm Sarhoşluğu ile Şuurun Kaybolması
“Sekeratü’l-mevt, ölüm sarhoşluğu” kişinin aklını ve sâlim düşüncesini kaybetmesine yol açabilir. Kişiyi ne yaptığını ve ne söylediğini bilmez duruma düşürebilir. Ölüm anındaki şiddetli ve dehşetli duruma; “(Ruhları) şiddetle çekenlere ve kolaylıkla çıkarıp alanlara yemin olsun…” (Nâziât, 79/1-2) ve “Hayır, can boğaza dayandığı, “Kimdir (bunu) iyi edecek?” dendiği, (ölmek üzere olanın da) bunun ayrılış olduğunu bildiği, bacakların birbirine dolandığı zaman, işte o gün sevk ediliş Rabbinedir…” (Kıyâmet, 75/26-30) âyet-i kerîmelerinde açık bir işaret bulunmaktadır.
Bu açıdan kendisinde ölüm belirtileri görülen kimseye veya sekerâta girdiği anlaşılan kişiye, imanını/inancını koruyabileceği tarzda ruhunu teslim edebilmesi için yardımcı olunmalı, yanında yüksek sesle konuşulmamalı ve tartışılmamalıdır. Sevdiği bir kişi tarafından muhtazar ya da hâlet-i nez’de olan kimsenin duyacağı şekilde yumuşak bir dil ile kelime-i şehâdet telkin edilmelidir. Bu önemlidir, zira Peygamber Efendimiz (sas):
“Ölmek üzere olan kimselere lâ ilâhe illallah sözünü telkin edin”[1],
Bir başka yerde:
“Her kimin son sözü Lâ İlâhe İllallah olursa o kişi Cennete girer.”[2]
buyurmuş, sekerât halindeki kimsenin yakınında olanların Yasin Sûresi okumalarını tavsiye etmiştir[3].
Sekeratü’l-Mevt Anında Şehadet Cümlesinin Önemi

Ölüm anında, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Rasulüh = Allah’tan başka ma’budu mutlak, maksudun bi’l-istihkak olmadığına, Muhammed’in Allâh’ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim” cümlesiyle şehadet getirmenin, günahların dökülmesi ve yok olmasında büyük bir tesiri bulunmaktadır. Çünkü kişi, bilhassa bu cümle ile Allâh’ın varlığı ve birliğine, Efendimiz (sas)’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik yapmış, tevhidin ve şahitliğin sonsuz değerini, şirkten uzak durmanın gereğini anlamış demektir. Kuşkusuz bu durumdaki bir kulun dünyaya ait hırsı ve talebi yok olmuş hükmündedir.
Bu şahitlik ile kişi, Rabbinin bağışı ve rahmetine vesile olan sağlam bir ipe tutunmuştur. Sekerat anında gelecek şeytânî saldırılara karşı kalben ve ruhen kelime-i şehadete bütün benliği ile sarılmış, zahiri ve bâtını ile ihlâslı bir şekilde Allah’ın (cc) vahdaniyetini, hâtemü’l-enbiya Efendimiz (sas)’in Allâh’ın şerefli elçisi ve kulu olduğunu ahir nefesinde bir kez daha ifade etmiştir.
Kuşkusuz böyle şehadette bulunan bir kişi sadece Allah’a yönelmiş, kalbini sadece O’na açmıştır. Sır, hafâ ve ahfâsından dünya ve mâfihâ her şeyi ile çıkıp gitmiş, bütün acziyeti ile Rabbine yürümüş, basar ve basireti bütünüyle ahirete yönelmiş, dünyaya sırt çevirmiştir.
İhlasla yaptığı bu şahitlik onun son ameli olmuş, günahlarından temizlenmesine, Rabbinin huzuruna pâk bir şekilde çıkmasına vesile olmuştur. Şayet kelime-i şehadet onun sağlıklı günlerinde de dilinden düşürmediği bir virdi ise, Allah’a firar etmiş (Zâriyât, 51/50), sadece O’nu dost görmüş, “bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de” (Yunus, 10/62) sırrına mazhar olmuş demektir.
Efendimiz (sas)’in Sekeratü’l-Mevt Duası
Efendimiz (sas) bir defasında:
“Allâh’ım! Ruhu sinirler, nefes borusu ve parmak kemikleri arasından çekip çıkarıyorsun. Allâh’ım! Ölüme karşı bana yardım eyle ve ölümü bana kolaylaştır”[4]
diye dua etmiştir. Bir başka rivayette ise ölümün şiddeti sorulduğunda;
“Ölümün en kolayı, yün içinde bulunan üç köşeli demir diken gibidir. Bu diken, beraberinde koparıp çekeceği yün olmadan o yünün içinden çıkar mı?”[5]
buyurarak can vermenin acısını tasvir etmiştir[6].
Hz. Aişe (r. anhâ) validemizden rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (sas)’in son hastalığında yanlarında bir kap içerisinde su vardı. Resülullah (sas) mübarek ellerini suya daldırıp yüzüne sürerek şöyle demiştir:
“Allah’tan başka tanrı yoktur. Muhakkak ölümün sekerâtı (şiddeti, zorlukları) vardır”[7].
Yine Hz. Aişe’den (r. anhâ) rivayet edilen diğer bir hadis-i şerifte de Resülullah (sas) son hastalığında, elini suya sokup yüzünü ıslattıktan sonra:
“Allahım, sekerât-ı mevtte (ölüm zahmeti ve baygınlığında) bana yardım et”[8]
diye dua etmiştir.
Hz. Peygamber (sas);
“Ölüyü şu üç halde gözleyiniz: Alnı terlediği, gözyaşı döktüğü ve dudakları kuruduğu zaman. Bu durum onun hakkında inmiş Allah’ın rahmetindendir. Ama boğulan kimse gibi hırıltı çıkardığı, rengi morardığı, dudakları pas bağladığında ise, bu o kimse üzerine inmiş Allah’ın azabındandır”[9]
buyurarak ölümü rahat kimse ile zor ve sıkıntı içerisinde geçen kimseyi tefrik etmiştir.
Müminin Ölüm Anında Yaşadığı Zorluk
Her ne kadar ölüm anındaki zorluk kâfir ve zalimlere hasmış gibi görünse de işin mümin kimselerle ilgili bir boyutu bulunmaktadır. Mesela Hz. Aişe (r. anhâ) validemiz; “Ben Hz. Peygamberin, vefatında çektiği ıstırabı gördükten sonra kolay ölmesinden dolayı kimseye gıpta etmem (imrenmem)”[10] derken, diğer bir rivayette de; “Resülullah (sas), benim göğsümde olduğu halde vefat etti. Resülullah (sas) den gördüğüm şeyden sonra, ölümün şiddetini kimse için çirkin saymam”[11] demektedir.
İbnu Ebi’d-Dünya’nın sika bir senetle Hasan-ı Basrî (ra)’den yaptığı rivayete göre Efendimiz (sas), ölümün bir mümin açısından zorluğu ve acısını “üç yüz kılıç şiddetinde”, Enes’ten merfu olarak gelen bir rivayette “bin kılıç şiddetinde”, Dahhak b. Hamza’dan gelen rivayette ise en düşük ölüm şiddetini “yüz kılıç darbesi” olarak vasıflandırmıştır[12].
Bir müminin dünya hayatında iken çektiği her acı ve ıstırap, hatta ayağına batan bir dikenin acısına karşı dahi bir günahının affolunacağı, şayet günahı yoksa bu acısına karşılık olarak bir sevap yazılacağı[13] bilinmektedir. Dolayısıyla ölüm anında müminin çekeceği ıstırap ve acıların da sevap ve mükâfata dönüşeceği mülahaza edilebilir. Allâhu a’lem belki de bu sebepten dolayı Efendimiz (sas) şöyle buyurur:
“Mümin (bu dünyada) hata işler. Hatasının kefareti olarak ölüm ona zorlaştırılır. Kâfir ise (bu dünyada) iyilik işler. İyiliğinin karşılığında da ölüm ona kolaylaştırılır.”[14]
Kâfir ve zalimlere iyiliklerinin hemen karşılığının ödenmesi, ahirete alacaklı gitmemeleri, orada herhangi bir sevaptan faydalanmamaları içindir.
Müminin ölüm anındaki acı ve ıstıraplarının, günahlara kefaret olacağını kavramış olan Ömer b. Abdülaziz (v. 101/720) sübjektif bir mükellefiyet tezahürü olarak şöyle diyor: “Bana ölüm sekeratının kolaylaştırılmasını arzu etmem. Çünkü o, mümin için en son kefarettir”[15].
Müminin ölümü anında çektiği acı ve ıstıraplar günahlarına kefaret olmakla beraber, onun melekler tarafından müjdelenişi ve meleklerin onu Allah’a kavuşma sevincine gark ederek yumuşaklıkla muamele edişleri, Rabbine kavuşma sevinci içinde oluşu sanki hiçbir şey duymamışçasına mümine ölüm acılarını kolaylaştırır. Çünkü insan, çok büyük zorluklara katlanarak yaptığı bir işin karşılığına ulaştığında, çektiği sıkıntıları unutur, sanki hiç o zahmetleri yaşamamış gibi olur.
Sekerât ve Îmân-ı Tahkîkî

Bediüzzaman’ın ifadeleri ile sekerât vaktinde, şeytan vesvesesiyle belki akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Ancak inanmış bir topluluk/cemaat içerisinde kendisini bilhassa da iman yönü ile korumuş, imanını artırmış, dolayısıyla da iman-ı tahkikîye ulaşmış bir kimse sadece akıl ile yetinmemiş, imanını kalp, ruh, sır ve letâifinde kökleştirmiştir. Dolayısıyla şeytanın eli o yerlere yetişemez, öylelerin imanı örselenmekten ve şüphelerden uzak kalır.
Böyle bir iman-ı tahkikînin oluşmasında birinci yol, tam bir velayetle ve imanın keşfî ve şuhûdî yönleri ile hakikate ulaşmaktır. Bu yol hasların haslarına mahsustur. İkinci yol, gaybe iman yolu ile Kur’ân’a dayalı ve Kur’ânî bir tarzda, akıl ve kalbin bir arada bulunması neticesinde hakka’l-yakîn derecesinde zaruri ve bedihi hale gelen bir ilmelyakîn ile iman hakikatlerini tasdik etmektir.
Bediüzzaman şöyle söylemektedir: “İnançlarında sarsılmadan duranların hüsn-ü akibetleri ve iman-ı kâmil kazanmaları için o derece çok, makbul ve samimî dualar oluyor ki, o duaların kabul olmaması imkânsızdır denilebilir. Bu zamanda her cihetten ziyade hücuma maruz iman hususunda birbirine selâmet-i iman hakkındaki samimî, masum lisanlarıyla dualarının yekûnu öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet onun reddine müsaade etmezler. Faraza onların içinde sadece bir tanesinin bile duası kabul olunsa, her birinin selâmet-i iman ile kabre girmesine yine kâfi gelir. Çünkü her bir dua cemaatin umumuna bakmaktadır”.[16]
Sonuç
Peygamber Efendimiz aleyhi ekmelü’t-tehâyâ;
“Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Ahiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder”[17]
ikazını yapmış,
“Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok anın”[18]
diyerek inanan kimsenin ölümü ve ahireti, buradaki gurbeti asla akıldan çıkarmaması gerektiğini beyan buyurmuşlardır.
Abdullah ibni Ömer (ra): “Allah Resulü (sas), kolumdan tuttu ve:
“Dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol. Akşama erdin mi sabahı bekleme, sabaha erdin mi akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun dönemde hastalık halin için hazırlık yap. Hayatta iken ölüm için hazırlık yap” [19]
buyurdular” demektedir.
Bilhassa modern ve medeni dünya, sekerâtü’l-mevt hakikatini neredeyse bütünüyle zihin, his ve ruh hayatının sınırları dışında tutmakta, dünyanın aldatıcı süsü ve güzelliği karşısında mest ü mahmur yaşamaktadır. Ancak şurası da bir gerçektir ki ölüm esnasında neler olup bittiği, dünyada iken ne tür bir hayat yaşandığında âhiret hayatında nelerle karşılaşılacağı, neler yapılması gerektiği gibi hususlar, dini öğretilerimiz dışında hiçbir düşünüş ve anlayışça ifade edilememiştir. Bu hususta kalp, ruh ve akıllara ilaç olabilecek yegâne kaynak İslâm’ın tertemiz beyan ve hakîkatleridir.
Cenâb-ı Hak’tan hepimizi bu
dünyada rızasına uygun amellere muvaffak kılması dileklerimizle…
[1] Tirmizî, cenâiz 7; İbn-i Mâce, cenâiz 4; Müslim, cenâiz 1, 2; Nesâî, cenâiz 4.
[2] Nesâî, cenâiz 4.
[3] Ebû Dâvûd, cenâiz 20; Nesâî, amelü’l-yevmi ve’l-leyle 9/394, hn: 10846; İbn-i Hibban, 7/269, hn: 3002.
[4] Ali el-Muttaki, Kenzu’l- Ummâl, II/204, hn: 3768.
[5] el-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, XV/561, hn: 42174.
[6] Ölümün anlamı, can vermenin zorluğu ve sekerât konuları ile ilgili daha geniş bilgi için bkz.: Akçay, Mustafa, “Gazzali Düşüncesinde Ölüm Ve Kabir Hayatı”, ss. 87-94, Ekev Akademi Dergisi, Yıl: 9 Sayı: 23 (Bahar 2005).
[7] Buhari, rikak 42.
[8] İbn Mace, cenâiz 64; Tirmizi, cenâiz 8.
[9] Hakîm et-Tirmizi, Nevâdiru’l-Usûl fi Ehâdîsi’r-Rasûl, I/414.
[10] Tirmizi, cenâiz 8.
[11] Nesâî, cenâiz 6.
[12] Celâlüddin Abdurrahman es-Suyûtî, Şerhu’s-Sudûr bi Şerhi Hâli’l-Mevtâ ve’l-Kubûr, s. 31, Dâru’l-Müdnâ, Cidde-1985.
[13] Tirmizi, cenâiz 1.
[14] Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, 10/96-97, hn: 10015.
[15] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bari, 14/710, Dâru Tayyibe, Riyad-2005.
[16] Bedîüzzaman, Kastamonu Lahikası, s. 14, Şahdamar Yayınları, İstanbul-2007.
[17] Tirmizî, sıfatu’l-kıyâme 24; Ahmed b. Hanbel, I/387.
[18] Tirmizi, Zühd, 2307; Nesei, cenâiz 4/4; İbn Mace, zühd 4258.
[19] Buhârî, rikâk 3.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.