ALLÂH (cc) Göklerin ve Yerin Nûrudur

Musa Kâzım GÜLÇÜR

24 / 11 / 2020

İçindekiler

Abstract 3

“Allâh (cc) Göklerin ve Yerin Nûr’udur” 4

(اَللّٰهُ) “Allâh” (cc) 5

(نُور) “Nûr” (cc) 6

(اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ) “Allah (cc) göklerin ve yerin Nûr’udur 8

(مَثَلُ نُورِهٖ) “O’nun (cc) Nûr’unun Misali” 9

Mişkât, Misbâh, Zücâce ve Şecere Kelimeleri 10

Sülemî’nin Yorumu 12

İbn-i Sînâ’nın Yorumu 14

İmam Gazzâlî’nin Yorumu 15

Bedîüzzaman Hazretlerinin Yorumu 15

Yorumların Değerlendirilmesi 16

Varlık Alanı 19

Sonuç 20

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

والحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنْ مِنْهُ انْشَقَّتِ الأَسْرَارُ وَانْفَلَقَتِ الأَنْوَارُ وَفِيْهِ ارْتَقَتِ الحَقَائِقُ وَتَنَزَّلَتْ عُلُومُ آدَمَ فَأعْجَزَ الخَلائِقِ، وَلَهُ تَضَآءَلَتِ الفُهُومُ فلَمْ يُدْرِكْهُ مِنَّا سَابِقٌ ولا لاحِقٌ، فرِيَاضُ المَلَكُوتِ بِزَهْرِ جَمَـالِهِ مُونِقَة، وَحِيَاضُ الجَبَروْتِ بِفَيْضِ أَنْوَارِه مُتَدَفِقَة، وَلا شَيء إلا وَهُوَ بِهِ مَنُوطٌ، إذْ لَوْلا الوَاسِطَةُ لَذَهَبَ المَوْسُوطُ، صَلَوةً تَلِيقُ بِكَ مِنْكَ إِلَيْهِ كَمَا هُوَ أَهْلُهُ

اَللَّهُمَّ إنَّهُ سِرُّكَ الجامِعُ الدَّالُ عَلَيْكَ، وَحِجابُكَ الأَعْظَمُ القَآئِمُ لَكَ بَيْنَ يَدَيْكَ، اَلّلهُمَّ أَلحِقْني بِنَسَبِهِ، وَحَقِّقْني بِحَسَبِهِ وَعَرِّفني إيَّاهُ مَعْرِفَةً أَسْلَمُ بِهَا مِنْ مَوَارِدِ الجَهلِ وَأَكْرَعُ بِهَا مِنْ مَوَارِدِ الفَضْلِ، وَاحْمِلْني عَلَى سَبيلِهِ إلى حضرتِكَ حَمْلاً مَحْفُوفَاً بنُصْرَتِكَ وَاقْذِفْ بي عَلَى البَاطِلِ فَأَدْمَغَهُ، وَزُجَّ بِي فيِ بِحارِ الأَحَدِيَّةِ وَانْشُلْني مِنْ أَوْحَالِ التَّوْحِيدِ وَأَغْرِقْني فيِ عَيْنِ بَحْرِ الوَحْدَةِ حَتَّى لاَ أرَى وَلا أسْمَعَ وَلا أَجِدَ وَلاَ أُحِسَّ إِلاَّ بِهَا

وَاجْعَلِ الحِجَابَ الأعْظَمَ حَيَاةَ رُوحِي ورُوحَهُ سِرَّ حَقِيقَتي وَحَقيقَتَهُ جَامِعَ عَوَالمي بِتَحقيقِ الحَقِّ الأوَّلِ يَاأَوَّلُ يَاآخِرُ يَاظَاهِرُ يَاباطِنُ، اِسْمَعْ نِدَآئي بِمَا سَمِعْتَ بِهِ نِدآءَ عَبْدِكَ زَكَرِيَّا، وَانْصُرْني بِكَ لَكَ، وَأَيِّدْني بِكَ لَكَ، وَاجْمَعْ بَيْنِي وَبَيْنَكَ وَحُلْ بَينيْ وَبَيْنَ غَيْرِكَ، { اَللَّه اَللَّه اَللَّه } (إنَّ الذي فَرَضَ عَلَيْكَ القُرآنَ لَرادُّكَ إلَى مَعَادٍ) (رَبَّنا آتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَداً)

رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي

Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım, Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla! Güzel sonuç müttakiler içindir. Ey Rabbim! Bütün sırların kendisinden zuhur ettiği, bütün nurların kendisinden saçıldığı, bütün hakikatlerin kendisinde toplandığı, Âdemoğlunun tüm ilimlerinin kendisine indirilip mahlukatın âciz bırakıldığı, geçmişte ve gelecekte idraklerin kendisini hakkıyla anlamakta kısır kaldığı, melekût bahçelerinin O’nun cemâlinin aydınlığı ile şenlendiği, Ceberut havuzlarının O’nun nurlarının feyzi ile taştığı, her şeyin O’na bağlı olduğu, aracı olmasaydı mevcudiyeti aracıya bağlı olanın yok olacağı Zat’a, Senin şanına lâyık, O’nun da ehli olduğu bir şekilde salât et.

Ey Rabbim! Muhakkak O, Sana delâlet eden en câmi sırrındır. Senin katında, senin için duran en büyük perdendir. Ey Rabbim bizi, O’nun nesebine dâhil eyle ve O’nun şerefinin hakikatine vâkıf eyle. Bize O’nu öyle bildir ki, o bilgi ile cehalet yollarından selâmette olalım. Erdem kaynaklarından vasıtasız olarak susuzluğumuzu giderelim. Onun yolunda sana kulluk etmeyi bize ihsan et. Bizi, üzerine göndererek batılı yok et. Ehadiyet denizlerinde yüzdür. Tevhid konusunda bulanıklıklardan süratle çıkar ve vahdet denizi gerçeğine daldır. Böylece yalnız vahdet ile görelim, duyalım, bulalım ve idrak edelim.

En büyük perdeyi (Resülullah’ı) ruhumuzun hayatı, O’nun ruhunu hakikatimizin sırrı ve O’nun hakikatini Hakku’l-Evvel hakkı için, âlemlerimizi kuşatıcı kıl. Ey Evvel! Ey Âhir! Ey Zâhir! Ey Bâtın! Kulun Zekeriya’nın duasını kabul ettiğin gibi bizlerin de dualarını kabul et. Rızanı kazanacağımız şekilde bizlere yardım et. Rızanı netice verecek şekilde bizleri destekle. Bizi seninle beraber kıl ve senden gayrısı ile aramızı ayır. Allah! Allah! Allah!

Kur’ân’ı (okumayı, tebliğ etmeyi, muhtevasıyla amel etmeyi ve insanlara iletmeyi) sana farz kılan, seni elbet bir sonuca (yani dünyada senin hükmedeceğin özgür bir vatana Mekke’ye, Ahirette de hiçbir beşere nasip olmayan muazzam, mükemmel ve nihaî bir mutluluk yurduna) vardıracaktır!” (Kasas, 28/85)

Ey Rabbimiz, bizlere katından bir rahmet (mağfiret, rızık ve düşmandan emin olmak gibi) ihsan eyle ve içinde bulunduğumuz şu durumdan bize bir çıkış yolu göster.” (Kehf, 18/10)

Abstract

The Nur Verse on the Dome of the Hagia Sophia Grand Mosque /
Ayasofya-i Kebîr Câmi-i Şerîfi Kubbesinde Yer Alan Nur Âyeti

Surah an-Nur (Arabic: الْنُّور‎, “The Light”) was revealed in the city of Madinah. The surah consists of 64 verses. It was named after the verse “Allah is the Light of the heavens and the earth”. It is possible to classify the content of the Surah into four parts. In the first part (1-34), ways for establishing high morals in social life are shown. The second part (35-46) started with the verse of the Light, the importance of prayer and zakat was declared, and references were made to Allah’s existence, unity, and competent attributes. In the third part (47-57), the issues related to the munafiqs are detailed in the verses. In the fourth part (58-62), individual and social rules of manners are mentioned.

In this article, by the grace of Allah Almighty, we will try to put forward a general framework about the 35th verse of Surah An-Nur and the elements it contains, which is one of the most striking examples of the representational narration in the Quran and also known as the “verse of the Light”. The metaphor created by the analogy in the verse and the words used are remarkable. The “verse of light” has a vibrant interpretation of literature. Islamic philosophers took great interest in this subject and conducted extensive studies. The name “Nur” as part of the Asmāʾu Ilāhi l-Husnā (Beautiful Names of God) was tried to be understood in the light of this verse. Furthermore, this verse has a significant place in Sufi thought.

The verse is as follows, along with the English translation:

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖیءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهٖ مَنْ يَشَاءُ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَیْءٍ عَلٖيمٌ

Allah is the Light of the heavens and the earth. His light is like a niche in which there is a lamp, the lamp is in a crystal, and the crystal is like a shining star, lit from the oil of a blessed olive tree, located neither to the east nor the west, whose oil would almost glow, even without being touched by fire. Light upon light! Allah guides whoever He wills to His light. And Allah sets forth parables for humanity. For Allah has perfect knowledge of all things. (Surah An Nur, 24/35)

“Allah (cc), Göklerin ve Yerin Nûr’udur”

Allah (cc), Göklerin ve Yerin Nûr’udur.” (Nur, 24/35) Adını, bu ayet-i kerîmeden alan Nûr Suresi, Medîne’de nâzil olmuştur. Tamamı 64 ayettir. Surenin muhtevasını dört bölüm halinde görmek mümkündür. Birinci bölümde (1-34), yüksek ahlâkın toplum hayatına hâkim kılınmasının yol ve metotları gösterilmiştir. İkinci bölüm (35-46), nûr âyeti ile başlamış, Allah’ı anma, namazın ve zekâtın ehemmiyeti beyan edilmiş, Allah’ın varlığı, birliği ve yetkin sıfatlarına atıflar yapılmıştır. Üçüncü bölümde (47-57), münafıklarla ilgili hususlar tafsilatlandırılmıştır. Dördüncü bölümde ise (58-62), bireysel ve toplumsal âdâb-ı muâşeret kurallarına değinilmiştir.

Bu yazımızda, Kur’an-ı Kerîm’de temsîlî anlatımın çok dikkat çekici örneklerinden biri olan ve “Nûr âyeti” olarak da bilinen Nûr Sûresi 35’inci âyet-i kerîmesi ve içerdiği unsurlar hakkında, Cenâb-ı Hakk’ın izni ve inâyeti ile genel bir çerçeve ortaya koymaya çalışacağız. “Nûr âyeti”, oldukça zengin bir yorum literatürüne sahiptir. “Nûr âyeti”ne geniş bir kesim ilgi duymuş ve yorumlamıştır. Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnasından “Nûr” ism-i şerîfi de bu ayet-i kerîme ışığında anlaşılmaya çalışılmıştır. Âyet-i kerimenin sûfî düşüncedeki yeri ve önemi oldukça yüksektir.

Ayet-i kerime, meâli münîfi ile birlikte şu şekildedir:

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖیءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهٖ مَنْ يَشَاءُ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَیْءٍ عَلٖيمٌ

Allah (cc), Göklerin ve Yerin Nûr’udur. O’nun Nûr’unun temsili şudur: (Duvarda) Bir kandil yuvası, içinde bir kandil, kandil de bir cam / kristal (fanus) içinde. Sanki o cam / kristal (fanus), incimsi (ışın saçan, parlayan) bir yıldız. (Bu kandil) Ne doğuya ne batıya ait olmayan mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse aydınlatacaktır. Nûr üstüne nûr. Allah, dilediği kimseyi nûruna iletir. Allah, insanlar için misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nur, 24/35)

Şimdi, âyet-i kerimede yer alan ana konuları, Allâh’ın (cc) izni, meşîeti ve inayeti dairesinde açmaya çalışalım.

(اَللّٰهُ) “ALLÂH” (cc)

Allâh” (cc), kayıt ve kıyas kabul etmeyen azamet ve yüceliğe sahip Vâcibu’l-Vücûddur. Kendisine gönülden bağlanıp sığınılan, tapınılan, yücelik ve azameti ile hayrete düşülendir. Varlığı zorunlu ve bütün övgülere lâyıktır. Esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulâsı ile Merhametlilerin en Merhametlisi Yüce Zât-i Azîmü’ş-şân’a mahsus ve münferid ism-i pâk-i kibriyâdır. O Celle ve Alâ, bir taraftan ihtirâ, imkân, hudûs, nizam ve fıtrat delilleri, diğer taraftan her şeyin kendisine delâleti ile en Zâhir, duyu ve idrâk kapasitelerimizle kavrayamayacağımız en Bâtın’dır.

Allâh” (cc), bütün akılların, künhünü anlamaya güç yetiremeyeceği ve kuşatamayacağı bir El-Evvel, bir Ezel-i Lâ Yezâl’dir. Bu kapalılık, Ezeliyet ve Evveliyet nurlarının göz kamaştırıcı azameti ve parlaklığı sebebiyledir. Allâh Teâlâ, mükâfat ehline mükâfatını, ceza ehline cezasını verdikten sonra, Arşı, Kürsî’yi, Melekleri, bütün varlığı yok edip neticede, Kendisinden başka hiç kimsenin kalmayacağı bütün sonların en sonu El-Âhir’dir.

“Allâh” lafza-i celâli, Yüce Yaratıcının bütün esmâ-i hüsnâsını, zâtî, sübûtî, haberî ve fiilî sıfât-ı ulâsını mündemiçtir. “Allâh” lafza-i celâli, en özel isimdir ve hiç kimse bu isim ile adlandırılamaz. Bütün varlıklar bilhassa ihtiyaç anlarında Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine yönelir, her türlü maddi ve manevî taleplerini, “Allâhım” diyerek O’nun yüce dergâhına arz ederler.

Kulun bu lafza-i celâl’den nasibi, Allah’a (cc) bütün kalbi ve samimiyeti ile bağlanma olmalıdır. Efendimiz’in (sas) duaları genelde “Allâhım…” şeklinde istek bildiren tarzda olmuştur. Enes b. Mâlik’in (ra) rivayetine göre, kendisinin Efendimiz’den (sas) sıklıkla duyduğu dualarından birisi şöyledir:

اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْهَمِّ وَالْحَزَنِ، وَالْعَجْزِ وَالْكَسَلِ، وَالْبُخْلِ وَالْجُبْنِ، وَضَلَعِ الدَّيْنِ، وَغَلَبَةِ الرِّجَالِ

Allahım, sıkıntıdan, üzüntüden, acizlikten, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, borcun belimi bükmesinden ve insanların bana tahakkümünden sana sığınırım.[1]

Allâh (cc) varlığın yegane yaratıcısı, göklerin ve yerin sonsuz Nur’udur. Bütün varlığın kendisine muhtaç olduğu Samed’dir. Zamanı yaratan, mekanı şekillendiren, ruhları ışıklandıran, kalpleri halden hale çeviren Vâhid ve Ehad’dir. Bütün devinimlerin yaratıcısı Ezelî ve Ebedî Kudret’tir. Sürekli ve yeniden ilmi ile yaratan Hallâk ve Alîm u Allâm’dır. Sonsuza dek en yakın dostumuz Velî ve Hamîd’dir. Bizler uykuya daldığımızda, daima yanımızda, hiçbir şekilde uyku ve uyuklaması bulunmayan Hay ve Kayyûm’dur. Varlıktaki her şeyi kusursuz bir şekilde işiten ve gören Semî ve Basîr’dir. Allâh’ı (cc) idrak, O’nun (cc) kesinlikle idrak edilemeyeceği gerçeğidir. Bilebileceğimiz tek şey, ancak O’nun (cc) bildirdikleridir. Nereye dönersek dönelim, Vech’i oradadır.

Kusursuz hikmetine itimat ve tevekkülümüz ile, iyiliklerimizin mükafatını yedi yüz katlara kadar ulaştırırken, yanlışlık ve hatalarımıza iyiliklerdeki durumun zıttı ile muamele eden ve sadece o hatayı kaydedendir. Güzel isimleri ve yüksek sıfatları, varlıkta çokluk şeklinde tezahür edendir. Varlıktaki her şey kendisinindir. Bütün varlığın tezahürü, ancak O’nun (cc) affetmesi ve sevgisi ile meydana gelen Ğafûr ve Vedûd’dür.

(نُور) “NÛR” (cc)

Nur” kelimesi, isim olarak “ışık” veya “şua / ışın” demektir. Çoğulu “envar” kelimesidir. Dolayısı ile “Nur” ışıktır, karanlığın zıddıdır, zatında apaçık görünen ve başkasını ortaya çıkarandır. İster, duyular ile algılanan ve hissedilen, güneş, ay, yıldızlar, galaksiler, nebülözler ve evrenin en uzak köşelerinde yüksek enerjiyle parlayan kuasarlar gibi ışık veren cisimler olsun, isterse de Kur’ân, hidâyet, akıl, ruh ve din gibi ve manevi nurlar olsun hepsinin ışığını veren Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ve O’nun “Nûr” ism-i şerîfidir.

Kelâm ve fıkıh âlimi Seyyid Şerîf el-Cürcânî (v. 816/1413), “Nûr, öyle bir keyfiyyettir ki, göz önce onu idrak eder, sonra da onun vasıtasıyla görülecek şeyleri görür, ‘Nûru’n-Nûr’, Hak Teâlâ’dır”[2] demektedir.

Allah (cc), kendisini vasfettiği üzere Nûr’dur, ancak biz bu Nûr’un keyfiyetini yine O’na havale ederiz. “Nûr”, Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden biridir ve O’nunla kaimdir.

Bir defasında Resülullah (sas), “Rabbini gördün mü?” sorusuna: “Bir nur, O’nu nasıl (veya nerede) görebilirim ki![3] cevabını vermişlerdir.

Kur’an-ı Kerim’de 33 ayet-i kerimede 43 defa geçen “Nûr” kelimesi ile, genelde hem baş gözü ile görülen ay, güneş, yıldızlar ve diğer ışık veren cisimlerden yayılan nûr, hem de gönüllerin aydınlığını sağlayan Kur’an ve iman gibi ilâhî nûrlar kastedilmiştir. Âyet-i kerîmelerde, “uhrevî nûr” diyebileceğimiz ve âhiret âlemine ait ışığa nûr ismi verilmektedir. Şu âyet-i kerime bu uhrevî nûrun durumunu beyan etmektedir:

يَوْمَ تَرَى الْمُؤْمِنٖينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ يَسْعٰى نُورُهُمْ بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ وَبِاَيْمَانِهِمْ بُشْرٰیكُمُ الْيَوْمَ جَنَّاتٌ تَجْرٖى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدٖينَ فٖيهَا ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظٖيمُ

Mümin erkeklerle mümin kadınların nurlarının, önlerinde ve sağlarında olarak koştuğunu göreceğin gün onlara şöyle denir: “Bugün size müjdelenen şey, içlerinden ırmaklar akan, ebedî olarak kalacağınız cennetlerdir.” İşte bu, büyük başarıdır.” (Hadîd, 57/12)

İmam Gazali hazretlerine göre, zahir ve batın olmak üzere iki çeşit göz vardır. Zahir göz, his ve şehadet alemine, batın göz ise melekût alemine mensuptur. Bu iki gözden her birinin güneşi ve nuru vardır. Zahir olanın nuru, şehadet alemine mensup ve duyularla idrak edilen güneş, batın olanın nuru ise melekût alemine mensup, Kur’ân-ı Kerîm ve Allâh Teâlâ’nın indirmiş olduğu diğer kitaplardır.[4]

Bir ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

Yer, (mahşer / yeniden diriltiliş günü) Rabbinin Nûr’uyla aydınlanmıştır.” (Zümer, 39/69)

Allah Teâlâ, kıyamet günü kulları arasında hükmetmek için gelir. Yeryüzü artık sadece O’nun Nûru ile aydınlanmaktadır. Mahşer gününde, yeryüzünün aydınlanması ne güneş ne de de ay ile olacaktır. Çünkü her ikisi de dürülmüş, yıldızlar saçılarak yok olmuş ve sönmüşlerdir. Böylece ışık saçan bütün cisimler ve ışıkları kaybolmuş, sadece, örtüsü ışık “Celal ve ikram sahibi Rabbinin Vechi (Yüzü) bâkî” (Rahmân, 55/27) kalmıştır.

Ebu Musa’dan (ra) rivayete göre Efendimiz (sas), ayağa kalkıp şu beş cümleyi söylemiştir:

إنَّ اللّهَ تَعالى لا ينَامُ وَﻻَ يَنْبَغِي لَهُ أنْ يَنَامَ. يَخْفِضُ الْقِسْطَ وَيَرْفَعُهُ، وَيُرْفَعُ إلَيْهِ عَمَلُ اللَّيْلِ قَبْلَ عَمَلِ النَّهَارِ. وَعَمَلُ النَّهَارِ قَبْلَ عَمَلِ اللَّيْلِ. حِجَابُهُ النُّورُ. لَوْ كَشَفَهُ لَأَحْرَقَتْ سُبُحَاتُ وَجْهِهِ مَا انْتَهَى إلَيْهِ بَصَرُهُ مِنْ خَلْقِهِ

Şüphesiz ki Yüce Allah uyumaz. Zaten O’na uyumak da yakışmaz. Adalet terazisini indirir ve kaldırır. Gündüzün amelinden önce gecenin ameli, gecenin amelinden önce de gündüzün ameli O’na arz olunur. O’nun (görülmesini perdeleyen) hicabı, Nûr’dan ibarettir. Eğer perdeyi kaldıracak olsa, Vechi’nin (Yüz) parıltıları, nazarının ulaştığı bütün mahlukatını yakardı.[5]

Uyku, mümkünü’l-vücûd varlıklar ve bu varlıkların azalarının dinlenmeleri içindir. Hadîs-i şerifteki, “Yüce Allah uyumaz…” cümlesi ile, yorgunluk ve istirahat ihtiyacının Allah için muhal olduğu beyan edilmektedir. Dolayısı ile zayıflık ve muhtaçlığın bir gereği olan uyku, her türlü eksikliklerden münezzeh Allah Teâlâ hakkında düşünülemez.

Hadîs-i şerifteki “adalet / kıst” kelimesi lügatlerde, “adalet / pay” anlamlarına gelmektedir. “Adalet / pay terazisini indirir ve kaldırır” cümlesi ile, kullarının amellerinin Allah Teâlâ huzuruna yükselmesi, O’nun katından bütün canlıların rızıklarının inmesi, bu canlıların amellerine ve rızıklarına ait manevi teraziyi indirip kaldırması kast edilmektedir.

Gündüzün amelinden önce gecenin ameli…” cümlesi, kulların gece işledikleri amellerin bekletilmeden sabahla beraber derhal Allah’ın (cc) huzuruna çıkarıldığını ve gündüz amellerinin de akşam olur olmaz hemen O’nun katına yükseltildiğini ifade ediyor. Bilindiği gibi kulların işledikleri amelleri, Allah (cc) anında görür ve bilir. Meleklerin bu amelleri sabah ve akşam Allah’ın katına arz etmelerinden gaye, her amel karşısında Allah’ın (cc) kul için ihsan buyurduğu mükâfatın melekler tarafından öğrenilmesi ve kulun defterinde kaydedilmesidir.

O’nun (görülmesini perdeleyen) hicabı…” cümlesindeki “hicâb” kelimesi ile, dünyadaki varlıkların Allah’ı (cc) görmelerine engel olan, görmek isteyen ile görülmek istenen arasında var olan manevi perde kast edilmektedir. Bu cümle, Allah’ın (cc) görülmesine mâni olan perdenin, hatıra gelen ve bilinen perdeler cinsinden olmadığına işaret ediyor. Allâh’ın (cc) izzet, celâl, azamet ve kibriya ışığı sebebi ile yaratıkları tarafından görülemediğini, gözlerin O’na bakabilme güç ve kabiliyetine sahip olmadığını, Allah Teâlâ’nın manevi perdesi olmasaydı, bütün varlıkların yanıp mahvolacağını ifade ediyor.

(اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ) “Allah (cc) Göklerin ve Yerin Nûr’udur”

Nûr Âyeti

Âyet-i kerimenin bu pasajı, Allah’ın yerin ve göklerin “Nûr” ismi ile aydınlatıcısı olduğunu beyan etmekte ve Allâh’ın (cc) Nûr’unu tavsif etmektedir. Bu âyet-i kerimeyi gerçek anlamıyla kavramak ilk anda kolay görünmeyebilir. Bununla beraber alimlerimiz, bu âyet-i kerimenin bölümlerini çeşitli şekillerde izah etmişlerdir. Bu izahları kısaca şu şekilde görmemiz mümkündür:

Kur’an’ı baştan sona kadar tefsir eden ilk müfessir Mukâtil b. Süleymân’a (v. 150/767) göre, ayet-i kerimedeki “Allah göklerin ve yerin Nûr’udur” beyanı ile, “Allah göklerde ve yerde bulunanları doğru yola hidayet edendir” anlamı kast edilmiştir.[6]

Müfessir, tarihçi, muhaddis ve fakih Muhammed b. Cerîr et-Taberi’nin (v. 310/923) Abdullah b. Abbas (ra) ve Enes b. Mâlik’ten (ra) naklettiği ve kendisinin de tercihi olan görüşe göre, âyetin bu bölümünün manası, “Allah, göklerde ve yerde bulunanları doğru yola iletendir. Bu kimseler, Allah’ın Nûru ile doğru yolu bulurlar, yine Allâh’ın hidayet etmesi ile de dalâletten korunmuş olurlar” şeklindedir.[7]

Mâtürîdiyye mezhebinin kurucusu, müfessir ve fakih Ebû Mansûr el-Mâtürîdî es-Semerkandî (v. 333/944) “Te’vîlâtü’l-Kur’ân” adlı eserinde âyet-i kerimeyi şöyle yorumlamaktadır:

“Cenâb-ı Hak ile karanlıklar yok olur, perdeler ve engeller açılır. Karanlıkları dağıtması ve perdeleri yok etmesi sebebiyle ışığa “nûr” denilmektedir. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’ini ve Resulünü de “Nûr” diye isimlendirmiştir. Çünkü şüpheler ve karanlıklar onlarla dağılır, gerçekliği örten perdeler ve örtüler onlarla kalkar ve açılır. Eşyanın gerçekliklerinin aydınlanması, üzerindeki perdelerin kalkması gerçekleştiği için “Nûr” diye isimlendirilmişlerdir. Çünkü karanlıkların dağılması, şüphelerin izalesi, hakikatlerin üzerindeki perdelerin açılması, örtülerin kaldırılması Allâh Teâlâ ve Resulü (sas) ile olmaktadır.”[8]

Taberânî’nin, Saîd b. Cübeyr’den yaptığı rivayete göre İbn Abbâs (ra), şöyle dua ederdi:

Allahım! Yeryüzü ve gökyüzünün, Senin Yüzünün Nuruyla aydınlanması hürmetine, beni koruman, güvencen ve rahmetin altına almanı istiyorum.[9]

(مَثَلُ نُورِهٖ) “O’nun (cc) Nûr’unun Misali”

Mesel(مَثَل) kelimesi, sözlükte “benzemek, söz, sıfat, hüccet, delil, misal, numune” gibi anlamlara gelmektedir. Istılah yönünden ise, “mesel”, manaya daha açıklık ve canlılık kazandırmak maksadıyla, aralarında benzerlik bulunan iki şeyden birini diğerine benzeterek anlatılan sözlerdir. Çoğulu “emsal” kelimesidir.[10] Dolayısı ile ayetin bu kısmında, teşbih-i beliğ ile “temsîlî” bir ifade olduğu anlaşılmaktadır.

“Temsîl” kelimesi, nahiv ve aruzu sisteme kavuşturan ünlü dil ve edebiyat âlimi Halîl b. Ahmed el-Ferâhîdî’nin (v. 175/791) Kitâbu’l-Ayn’daki tanımına göre, “bir şeyi sanki sen ona bakıyormuşsun gibi tasvir etmektir.”[11]

Basra Mu‘tezile ekolünün kelamcılarından İbrahim en-Nazzâm’a (v. 231/845) göre, ‘mesel’de başka bir sözde olmayan dört özellik vardır: Lafzın veciz oluşu, manadaki isabet, benzetmedeki güzellik ve dolaylı olarak anlatılan sözdeki kusursuzluk. Bu, belagatin zirvesidir.”[12]

Arap dil bilgini ve edebiyat nazariyatçısı Abdulkahir Cürcanî de (v. 471/1078), “Esrâru’l-Belâğa” isimli eserinde, temsîlin etkisini şu şekilde açıklamaktadır:

“Temsîl, manaya bir elbise giydirir. Onun kıymetini artırır. Manayı daha parlak yapar. Nefisleri kendine çekme hususunda kuvvet sağlar. Kalpleri kendine davet eder. Kalbin en uzak köşelerinden o manalara doğru bir akış başlar. İnsanın tabiatını, o manalara boyun eğdirir.”[13]

Ebu Mansûr el-Mâtürîdî es-Semerkandî’nin (v. 333/944), ayet-i kerimenin bu kısmı ile ilgili yorumu şu şekildedir:

“Bu ifadeyi, ‘kalbinde, içinde kandil bulunan ve mişkât’a / kandilliğe benzeyen müminin nurunun misali’ şeklinde yorumlamak mümkündür. Çünkü “mişkât /kandillik”, içeri ışığın sızacağı herhangi bir menfezi olmayan oyuk demektir ve haliyle karanlık olur. Oraya kandil konduğu zaman, kendisi dahil her yeri aydınlatır. Öyle ki nur ve ışığın aydınlatmadığı hiçbir yer kalmaz. Kalp de böyledir. Karanlıktır, oraya ışığın dışarıdan girebileceği bir menfez yoktur. Allah Teâlâ, müminin kalbini iman ile aydınlatınca, bu nur ve ışık her tarafında ve bütün âzalarında görünür.

Şu İlâhî beyanda bu gerçeğe temas edilmektedir:

اَفَمَنْ شَرَحَ اللّٰهُ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّهٖ

Allah, kimin göğsünü (kalbini) İslam’a açmışsa, artık o, Rabbinden bir nûr üzerinedir” (Zümer, 39/22)

Ebu Mansur el-Mâtürîdî’nin naklettiğine göre bu ayet-i kerime, Allah Teâlâ’nın Yüce Zâtının, göğsünü İslam’a açtığı kimsenin, Rabb’inden bir nûr üzere olduğunu beyan etmektedir. Bu da gösterir ki (مَثَلُ نُورِهٖ) “O’nun Nûrunun misali…” ifadesi “mümindeki nûrunun misali” anlamındadır. Übey b. Kâb’ın (ra) mushafı da bu şekildedir. O, âyeti şöyle okumuştur: (مَثَلُ نُورِ الْمُؤْمِن) “müminin nurunun temsili…” İbn Mesud’un (ra) mushafında da (مَثَلُ نُورِهٖ فٖى قَلْبِ الْمُؤْمِن)O’nun, müminin kalbindeki nurunun misali…” şeklindedir.[14]

Mişkât, Misbâh, Zücâce ve Şecere Kelimeleri

(كَمِشْكٰوةٍ) “Mişkât gibidir…

Mişkât” kelimesinin asıl anlamı, içine bir şeyler konulan kaptır. Kova gibi içinde suyun soğutulduğu deriden yapılmış kaba yani su kırbasına da “mişkât” denmektedir. Mişkât’ın, içinde fitilin bulunduğu kandilin kabı olduğu da söylenmiştir.[15]

(فٖيهَا مِصْبَاحٌ) “Orada misbâh vardır…

Misbah” “sabah gibi aydınlatan, karanlığı gündüze dönüştüren aydınlatma aracı” demektir.

“Câmiʿu’l-beyân” ve “Târîḫu’l-Ümem ve’l-Mülûk” adlı eserleriyle tanınan müfessir, tarihçi, muhaddis ve fakih Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (v. 310/923) şu bilgileri vermektedir:

Bazı âlimler, (كَمِشْكٰوةٍ) “mişkât” yani “kandil yuvası” kelimesinden maksadın, “müminin göğsü / sadrı” olduğunu, (فٖيهَا مِصْبَاحٌ) “orada misbâh vardır” yani “yanan kandil vardır” kelimesinden maksadın da “Kur’ân-ı Kerim ve müminin imanı” olduğunu söylemişlerdir. (اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ) “Kandilin içinde bulunduğu cam / kristal (fanus)” ile kastedilen ise müminin kalbidir. Bu müminin kalbi, (اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ) “sanki o cam / kristal (fanus) incimsi (ışın saçan, parlayan) bir yıldıza benzer” ayetinde beyan edilendir.[16]

Horasanlı büyük sûfî, yetkin müfessir ve muhaddis Ebu Abdurrahman Muhammed b. el-Hüseyn es-Sülemî’nin (v. 412/1021), naklettiğine göre, ilk devir sûfîliğinin en güçlü temsilcilerinden olan meşhur Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri (v. 297/909), (اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ) “Sanki o cam / kristal (fanus) incimsi (ışın saçan, parlayan) bir yıldıza benzer” pasajı ile ilgili olarak şöyle söylemektedir:

“Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, insanlar tarafından çok beğenilir nitelikte ve büyük hatıra sahip olması sebebi ile ayet-i kerimede (دُرِّىٌّ) inciyi zikretmiştir. Çünkü inci, denizin derinliklerinde mevcuttur ve ancak iyi dalgıçlar ona ulaşabilir. İşte ilimde derinleşmiş olanlar, ruhları ile gayb ummanına dalmış, çok kıymetli mücevherler ve ruhi gıdalar elde etmişlerdir.”[17]

(يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ) “(Bu kandil) Ne doğuya ne de batıya ait olmayan mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulur.”

Arap dili ve tefsir âlimi Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ziyâd b. Abdillâh el-Absî el-Ferrâ’ (v. 207/822) Meʿâni’l-Ḳurʾân’ında, “güneşi sadece doğduğu yönde gören, ancak güneş batarken onun ışınlarından istifade edemeyen” zeytin ağaçlarına (شَرْقِيَّةٍ) “şarkî / doğulu” dendiğini, “güneşi sadece battığı yönde gören, ancak güneş doğarken onun ışınlarından istifade edemeyen” zeytin ağaçlarına da (غَرْبِيَّةٍ) “garbî / batılı” dendiğini belirtir.

Dolayısı ile Ferrâ’ya göre (لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ) cümlesi, “Bu zeytin ağacı, ne yalnız doğuya, ne de yalnız batıya nispet edilmeyen, tam aksine güneşin hem doğması hem de batması anındaki ışınlardan istifade eden, yüksek tepelerde yer alan zeytin ağacı” manasına gelmektedir. Ferrâ, güneşin hem doğumunda hem de batış anında onun ışınlarından perdelenmemiş bir ağaçtan elde edilen zeytinyağının en iyisi olduğunu, ayet-i kerimedeki teşbihin, bir kimsenin hem sık sık yolculuğa çıkması, hem de evinde olması halinde, “falanca, ne misafirdir, ne de mukimdir” sözüne benzediğini ifade eder.

Ayet-i kerimenin bu pasajı, Müslümanın Allâh’a (cc) imanının ve İslam hakikatlerinin bütününe sarsılmaz inancının, ne sadece Doğu’nun maruf ve müstahsen değerleri ile ne de sadece Batı’nın faydası test edilmiş değerleri ile örtüştürülemeyeceğini, bilakis İslam, İman ve İhsan üçlüsü ile donanmasının hem Doğu’yu hem de Batı’yı sentezleyerek gerçekleşebileceğini düşündürtmektedir. Bu pasaj aynı zamanda, İslam’ın sadece Doğu’ya ya da sadece Batı’ya sıkıştırılıp hasredilemeyeceğini, tam aksine İslam’ın evrenselliğini ve alem şümul özelliğini ders veriyor nitelikte görülebilir.

Taberî de, ayet-i kerimenin bu kısmı ile ilgili olarak şu yorumu yapmaktadır:

“Kalp, aydınlığını, mübarek bir ağaç durumunda olan Kelime-i Tevhidden, Allah’a ihlas ile kulluk yapmaktan ve ona ortak koşmamaktan alır.” (نُورٌ عَلٰى نُورٍ) “Nûr üstüne nûr.” Mümin, nûr üstüne nûrdur. Zira onun konuşması, işi, gelişi, gidişi ve kıyamet gününde Cennet’e varışı hep nûrdur.”[18]

Zeytinyağı, katıksız, saf, arı, duru olup, ona uzaktan bakıldığında sanki ışıldıyormuş gibi görünür. Dolayısı ile, böyle saf ve katışıksız bir yağa ateş dokunduğunda, ışık üstüne ışık olur. Tıpkı bunun gibi, müminin kalbi, kendisine hidayet ve ilim gelmeden önce de neredeyse kendisinde mevcut olan hidayetle, doğruluk ve dürüstlük ahlâkı üzerine amel etmektedir. Ona ilim geldiğinde ise durumu, ayet-i kerimede vasfedildiği gibi, “nûr üstüne nûr” olur, hidayet üstüne hidayete ulaşır.

Sülemî’nin Yorumu

Nûr Âyeti

Horasanlı sûfî ve muhaddis, Ebû Abdurrahman Muhammed b. el-Hüseyn es-Sülemî’nin (v. 412/1021) naklettiğine göre, ilk devir sûfîlerinden, muhaddis ve müfessir Sehl b. Atâ’ el-Edemî (v. 309/922) ayet-i kerime ile ilgili olarak şöyle demiştir:

“Allâh (cc), semavatı on iki burç ile süslemiştir. Âriflerin kalbini de on iki özellik / haslet ile süslemiştir. Bunlar; 1. Zihin, 2. İntibâh, 3. Şerh-i sadr, 4. Akıl, 5. Marifet, 6. Yakîn, 7. Anlayış, 8. Basiret, 9. Sevgi dolu kalp, 10. Umut, 11. Hayâ ve 12. Muhabbettir. Burçlar var oldukça nasıl semavat ayakta duruyorsa, saydığımız özellikler bir arifin kalbinde devam ettiği müddetçe, onun ruhu, nûr ve ibadet şevki ile ayakta durur.”[19]

Yine Sülemî’nin naklettiğine göre, fenâ ve bekâ nazariyesinin kurucusu olarak bilinen mutasavvıf Ebû Saîd Ahmed b. Îsâ el-Harrâz (v. 277/890), âyet-i kerimedeki temsilde / benzetmede yer alan ana unsurları şu şekilde açıklamaktadır:

المشكاة / Kandil yuvası”, “Hz. Peygamber’in (sas) göğüs boşluğu”, “الزجاجة / Kandilin içinde bulunduğu cam / kristal (fanus)” da “Efendimiz’in (sas) kalbidir.” “المصباح / Yanan kandil” kelimesinden maksat, Allah’ın Hz. Peygamber’in (sas) göğsünde yarattığı, yakıtı mübarek bir ağaçtan tutuşturulan ve sanki inciye benzeyen bir yıldız gibi olan nûrdur.” “الشجرة / Ağaç” ile de İbrahim (as) kastedilmiştir. Cenâb-ı Allâh, Efendimiz’in (sas) kalbinde yarattığı gibi, O’nun kalbinde de nûr yaratmıştır.”[20]

Sülemî hazretleri, muhaddis, fakih ve müfessir Cafer b. Muhammed b. el-Hasen el-Firyâbî’den (v. 301/913) şu rivayeti yapmaktadır:

“Işıklar çeşitlidir. Bunların birincisi kalbi muhafaza ışığıdır. Sonra Allâh’tan korku ışığı, ümit, sevgi, tefekkür, yakîn, tezekkür, ilim ışığı ile nazar, haya, imanın tatlılığı, İslam, ihsan, nimet, fazilet, lütuf, kerem, iyilik, kalp, ihata, heybet, hayat, üns, istikamet, itaat, itminan, azamet, celâl, kudret, adalet, kuvvet, ilâhiyyet, vahdaniyyet, ferdaniyyet, ebediyyet, sermediyyet, deymûmiyyet, ezeliyyet, bekâiyyet, külliyyet ve heybet ışıkları vardır. Bu ışıklardan her birinin ehli ve hali, bir de mahalli vardır.

Bu ışıkların hepsi, Cenâb-ı Allâh’ın (اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ) “Allah göklerin ve yerin Nûrudur” ayetinde beyan ettiği ışıktır. Allâh’ın kullarından her bir kulun bu ışıklardan birisi ile ışıklanması söz konusudur. Bazıları bu ışıkların ikisi ile, bazıları da üçü ile ışıklanır. Ama bu ışıkların tamamı ancak Hz. Muhammed (sas) içindir. Çünkü tashih-i ubudiyetin şartlarını, Allâh’a maiyyet ve muhabbet ile en yüksek seviyede O (sas) yerine getirmiştir. O (sas), Yüce Rab katından bir ışıktır ve Yüce Rabbinden bir ışık üzerinedir.”[21]

Elbette bu kudsî ışık, Âdem (as) ile başlamış, daha sonra bütün peygamberlerde (a. ecmain) ve bilhassa Efendimiz’de (sas) zirve noktasına ulaşmıştır. Daha sonra bu kudsî ışık, inananların durum ve derecelerine göre onlarda parlamış ve parlamaya devam etmektedir.

Âyet-i kerimeleri âyetlerle tefsir eden, rivayet ve dirayet yöntemini birlikte kullanan, bu açıdan aklî tefsir yöntemini benimseyen ilk müfessirlerden Mukatil b. Süleyman bu hususa şu şekilde işaret etmektedir:

“Bu temsilde, kandil yuvası Abdullah b. Abdu’l-Muttalib’in, kandil imanın, kristal cam Muhammed’in (sas) bedeninin, inci gibi parıldayan yıldız Muhammed’in (sas) imanının, mübarek ağaç da İbrahim’in (as) misali gibidir.”[22]

Sülemî’nin kendisi, ayet-i kerimeyi genel olarak şöyle yorumlamaktadır:

“Duvarda asılı duran kandilin yağı kişideki yakîn, fitili zühd, koruyan cam fanus ise Allâh’ın rızasıdır. Dil, kalptekini ikrar ettiğinde bu kandil, Rab azze ve celleden aldığı ışığı yaymaya başlar. Burada, korku, ümit ve sevgi gibi üç ışık cevheri belirir. Korku, aydınlatan bir ateş, ümit ise korkudan kaynaklanan bir ışık gibidir. Sevgi ise, nur üstüne nurdur. Bu kişinin kalpten doğan ifadeleri, kutsanmış Kur’ân ağacından kaynaklanan, Allâh tarafından indirilmiş, ne doğuya ne de batıya ne öncekilerin masallarına ne de sonrakilerin uydurmalarına benzemeyen, incimsi bir yıldız gibi ışık saçar.

Böyle bir müminin kalbi, dilinden dökülenlerle aydınlanır. Kul, lâ ilâhe illâllâh dediği ve Kur’ân okuduğunda, kalbindeki marifetullahtan kaynaklanan ümit ışığı, sevgi ışığını aydınlatır. Sevgi ışığının etkisi ile, korku ateşinin aydınlığında ümit ışığı harekete geçer. Faziletli amelleri işlemesi, haramlardan uzak durması ve farzları eda etmesiyle bu ışıklar daha da parlar. Böylece mümin, Allâh’ın ışığı ile ışıklanır, tevhid ile Allâh’a vasıl olur. Verdiğine şükreder, belaya maruz kaldığında sabreder, amelinde ihlaslı olur. Artık konuşması nûr, ilmi nûr, gelişi nûr, gidişi nûr, zahiri nûr, batını nûr olur. Bu durum, nûr üstüne nûrdur. Allâh, dilediğini nûruna ulaştırır.”[23]

İbn-i Sînâ’nın Yorumu

Nûr Âyeti

İslâm Meşşâî okulunun en büyük sistemci filozofu, Orta çağ tıbbının önde gelen temsilcisi İbn Sînâ (v. 428/1037) hazretleri, bu ayet-i kerimede yer alan “mişkât, misbâh, zücâce, şecere, zeytinyağı ve nâr” kelimelerini, akleden insanî benliğin kuvveleri ve yetkinlikleri ile ilişkilendirmektedir. Bunu yaparken de akıl ile ilgili üçlü bir taksimata başvurmaktadır:

1. Nazarî akıl. Davranışla ilgisi bulunmayan, bilgileri idrak eden akıl, idrak kuvvetine denmektedir.

2. Amelî akıl. Bir şeyin yapılıp yapılmamasının gerektiğini idrak eden akıl, insanı davranış yapmaya iten güçtür.

3. Heyûlânî akıl. Bilgi edinmek için nefsin sahip olduğu potansiyel bir güç ve yetenekten ibarettir.

İbn Sîna hazretleri, işte bu üçlü akıl taksimine dayalı bir şekilde, Nur Suresi 35’inci ayet-i kerimesinde yer alan unsurları, “el-İşârât ve’t-Tenbîhât” adlı kitabında şu şekilde yorumlamaktadır:

“(مِشْكٰوةٍ) “Mişkât / kandillik”, heyûlânî (potansiyel) akıldır. Bunu, diğer bir kuvve takip eder ki bu da kişi için ilk akledilirler meydana geldiği sırada hasıl olan diğer bir kuvvedir. Böylece akıl, ikinci seviyedeki akledilirleri elde etmeye hazır hale gelir. Bu ya düşünmeyledir ki şayet zayıf olursa (شَجَرَةٍ زَيْتُونَةٍ) “zeytin ağacıdır”. Ya da sezgiyledir ki düşünceden daha güçlü olursa (زَيْت) yani yağdır. Şayet bu aklî kuvve hem düşünceden hem de sezgiden daha güçlü ise buna meleke halindeki akıl (heyûlânî yani potansiyel aklın, fiil alanına yükselmiş, bu gücün daha gelişmiş ve olgunlaşmış hali) denir ki (اَلزُّجَاجَةُ) “cam / kristal” budur. Bundan daha üstün dereceye erişen akıl ise, kudsî kuvve’dir (çünkü Allah vergisidir) ki (يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖیءُ) “bu ağacın yağı, neredeyse aydınlatacaktır” beyanında anlatılandır.

Bundan sonra, benlik için bir kuvve ve yetkinlik meydana gelir. Yetkinlik, benlik için bilfiil akledilirlerin, zihinde müşahede edilmiş ve temsil edilmiş olarak meydana gelmesidir ki (نُورٌ عَلٰى نُورٍ) “Nûr üstüne nûr” budur. Kuvve ise, benlik için kazanılmış ve kendisinden vazgeçilmiş akledilirin meydana gelmesidir. Tıpkı, elde edilmesine ihtiyaç duymaksızın istenildiği zaman müşahede etmek gibidir ki bu da (اَلْمِصْبَاحُ) “kandil”dir.

Bu kuvve’ye “müstefâd / kazanılmış akıl” (aktif aklın potansiyel haldeki akla etkisi sonucu, varlığa ait form veya kavramların zihinde bağımsız birer bilgi haline geldiği akıl) denir. Yetkinlik ise, “bilfiil akıl” (potansiyel haldeki aklın aktif hale geçmesi, süje-obje ilişkisi sonucu bilgilerin zihinde tam belirmeye ve şekillenmeye başlaması) olarak isimlendirilir. Melekeden tam fiile, heyûlânîden melekeye çıkaran akla ise faal akıl denir ki ayet-i kerîmedeki (نَارٌ) “ateş” kelimesidir.”[24]

İmam Gazzâlî’nin Yorumu

Nûr Âyeti

Eş‘arî kelâmcısı, Şâfiî fakihi, mutasavvıf, filozoflara yönelttiği eleştirilerle tanınan İslâm düşünürü İmam Gazzâlî de (v. 505/1111), “mişkât, misbâh, zücâce, şecere, zeytinyağı ve nâr” kelimeleri arasında bütüncül bir ilişki kurmakta, bu kelimelerin her birinin gelişen insan ruhunun beş mertebesini temsil ettiğini “Mişkâtü’l-Envâr” adlı kitabında şu şekilde izah etmektedir:

“Bu ruhlardan birincisi hassas ruhtur. Bu ruh, beş duyunun getirdiklerini alır. Hayvani ruhun aslı ve ilk biçimi konumundadır. Bu ruh, süt emen çocukta da bulunur. Buna şehadet aleminden en uygun misal, ayetteki (مِشْكٰوةٍ) “mişkât / kandillik”tir.

İkincisi hayalî ruhtur. Bu ruh, duyuların getirdiklerini kaydeder, gerektiğinde kendisinden üstte bulunan aklî ruha iletmek üzere biriktirip saklar. Hayalî ruh üç özelliğe sahiptir: 1. Kaynağı süflî alemdendir. 2. Saflaşıp inceldiğinde aklî manaların nurlarını iletir, perde olmaz. 3. Hayalî misaller, aklî marifetler için iyi bir yardımcıdır. İşte bu üç özelliği (اَلزُّجَاجَةُ) “cam / kristal”de buluyoruz.

Üçüncüsü aklî ruhtur. His ve hayal dışındaki manalar bu ruh vasıtası ile idrak edilir. Bu ruh, yalnız yetişkin insana mahsus bir cevher olup, hayvanlarda ve küçük çocuklarda bulunmaz. Bu ruhun idrak ettiği bilgiler, külli ve zaruri bilgilerdir. Bu da (اَلْمِصْبَاحُ) “kandil”dir.

Dördüncüsü fikrî ruhtur. Fikrî ruh, salt aklî bilgileri alarak bunlar arasında telifler ve terkipler yapar, değerli bilgiler çıkarır. Fikrî ruhun özelliği, bir kökten başlayıp önce dallara ayrılması, sonra da meyve vermesidir. Bu da (شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ) “mübârek zeytin ağacı”dır.

Beşincisi kudsî-nebevî ruhtur. Bu ruh, peygamberler ile bazı velilere mahsustur. Gaybi bilgiler, ahiretle ilgili hükümler, melekût ile ilgili bazı hususlar ve Rabbanî marifetler bu ruh ile açığa çıkar.

Şu ayet-i kerime bu ruha işaret eder:

وَكَذٰلِكَ اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ رُوحًا مِنْ اَمْرِنَا مَا كُنْتَ تَدْرٖى مَا الْكِتَابُ وَلَا الْاٖيمَانُ وَلٰكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْدٖى بِهٖ مَنْ نَشَاءُ مِنْ عِبَادِنَا وَاِنَّكَ لَتَهْدٖى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ

İşte biz, sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Halbuki (vahiyden evvel) kitap nedir, iman nedir, bilmezdin. Fakat biz onu bir nûr yaptık. Bununla kullarımızdan kimi dilersek ona hidayet ederiz. Şüphesiz ki sen doğru yolun rehberliğini yapıyorsun.” (Şura, 42/52)

Bu ruh, peygamberlerden sonra evliyaya nispet edilir ve “fikreden ruh” (er-ruhu’l-müfekkire) olarak adlandırılır. Bu ruh, her ne kadar eğitim ve öğretim almış olsa da kimi zaman öyle bir safiyet içerisinde olur ki (يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖیءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ) “Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse aydınlatacaktır” demek yaraşır.

Bu ruhlar, sıralı bir şekilde tertip edilmiş durumdadırlar. Yani birinci ruh olan hissî ruh, hayâlî ruh için, hayâlî ruh da fikrî ve aklî ruhlar için birer basamaktır. Zücâcenin misbâh için, mişkâtın da zücâce için bir mahal olması gibi. Bütün bunlar kimisi diğerinden yüksek ruhlar halinde olunca da (نُورٌ عَلٰى نُورٍ) “nûr üstüne nûr” olur.”[25]

Bedîüzzaman Hazretlerinin Yorumu

Bedîüzzaman Hazretleri (1878-1960), Mektubat adlı eserinin “Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım” başlıklı yazısında, ayet-i kerimenin (اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ) “Allah, göklerin ve yerin Nûrudur” kısmı ile ilgili olarak, Ramazan-ı şerifte kalbi ile bağlantılı hayali bir vakada, varlık âlemlerini binler perde içinde birbirine sarılı, saklı ve iç içe şekilde gördüğünü söylemektedir.

Müşahedesinde, sırasıyla hayvanlar alemi, insanlık alemi, dünya gezegenimiz ve sema aleminin, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin esma-i hüsnâsı ile irtibatlı olduğunu görmüştür. Mesela, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin Er-Rahman (yarattığı bütün varlıklara merhamet eden, nimet veren) ismini, Er-Rezzak (mahlukatına maddî ve manevî her türlü rızkı bol bol ihsan eden) ismi ile birlikte müşahede etmektedir.

İnsanlık aleminde gördüğü perişanlıklar karşısında duyduğu ıstıraba karşı, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin El-Adl güzel ismini El-Hakîm, Er-Rahman güzel ismini El-Kerîm, Er-Rahîm güzel ismini El-Ğafûr, El-Bâis güzel ismini El-Vâris, El-Muhyî güzel ismini El-Muhsin ve Er-Rab güzel ismini de El-Mâlik esmâ-i hüsnâları ile birlikte müşahede etmekte ve kalbi ancak böylece mutmain hale gelmektedir.

Dünya gezegenimiz ile ilgili olarak, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin El-Kâdir / Kadîr, El-Alîm, Er-Rab, Allâh, Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz ve Müsahhiru’ş-Şemsi ve’l-Kamer isimlerini, Rahmet, Azamet ve Rubûbiyet yüksek sıfatları ile birlikte müşahede etmektedir.

Sema alemini (رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ) “Göklerin ve yerin Rabbi” (İsra, 17/102; Kehf, 18/14) ve (رَبُّ الْمَلٰۤئِكَةِ وَالرُّوحِ) “Meleklerin ve Ruhun Rabbi” (Müslim, Salat, 223) esma-i hüsnâları ve (وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ) “Celâlim hakkı için, biz en aşağı semayı, (kandil gibi ışık veren) yıldızlarla donattık” (Mülk, 67/5) ve (وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ) “Güneşi ve ayı (ışıkları ile insanoğlunun istifadesine) tâbi ve bağlı kılmıştır” (Rad, 13/2) ayet-i kerimeleri ışığı ile anlamlandırmış, semavatı melekler ve ruhanilerle şenlenmiş bir vaziyette müşahede etmiştir.

Özetle Bedîüzzaman Hazretleri, on sekiz bin alemin her birinin, Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsından birer ism-i ilahî ile aydınlandığını ifade etmektedir.

Yorumların Değerlendirilmesi

İbn Sina ve İmam Gazali hazretlerinin yapmış oldukları taksimatta, akıl ve ruh kelimelerini kullanmış olmaları, yorumlarının birbirini desteklediğini göstermektedir. Çünkü İslam literatüründe “ruh” kelimesi çoğunlukla “akıl” kelimesi mukabilinde kullanılmıştır. Bazı kelamcılara göre “akıl”, Allah’ın (cc) ilk önce yarattığı “ruhî” cevher ve öz olup, ilim, kudret, irade ve nûrdan oluşmuştur. Dolayısı ile “ruh” denildiğinde, akıl ve idrak gibi bir özden söz edilmiş olmakta, ruh, nefis, kalp ve akıl eş anlamlı ve aynı hakikatin çeşitli yönlerini ifade eden kelimeler olarak görülmektedir.

Bedîüzzaman Hazretleri de nur ayetini, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin Âdil, Rahman, Rahîm, Kerîm, El-Kâdir / Kadîr, Alîm, Rab, Allah, Ğafur, Bâis, Vâris, Muhyi, Muhsin, Rab, Mâlik, Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz ve Müsahhiru’ş-Şemsi ve’l-Kamer gibi esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulâsının varlığı ışıklandırması olarak yorumlamaktadır.

İmam Taberî, Sufî es-Sülemî, büyük filozof İbni Sîna ve allâme İmam Gazali hazretlerinin yorumları, şimdi aktaracağımız kudsî hadisin anlamı ile tam bir paralellik içerisindedir. Hadis kriterleri açısından eleştirilse de bu kudsî hadîsi, Hanbelî mezhebinin imamı, büyük muhaddis, asrının fakihi Ahmed b. Hanbel (v. 241/855) hazretleri, ez-Zühd kitabında Vehb b. Münebbih rivayeti ile nakletmektedir. Bu kudsî hadîste, Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

Beni taşımaya, gökler ve yer güç yetiremedi, beni sığdırmakta zorlandılar. Ama, verâ (takvâ) sahibi, yumuşak huylu mümin, beni kalbine sığdırdı.[26]

Bu kudsî hadîsi açıklamaya matuf bir şekilde, Bedîüzzaman Hazretleri de şunu ifade etmektedir:

“Senin hayatının saadet içindeki kemâli, hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelî’nin (Allâh’ın) envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak O’na şevk göstermektir. O’nun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin gözbebeğinde, O’nun aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki, seni âlâ-yı illiyyîne çıkaran bir hadis-i kudsînin meâl-i şerifinde, “Ben, kainata, yere göğe sığmadım, fakat müminin kalbine sığdım” denilmiştir.” [27]

İlim, iman ve sağlam ölçüsü olanlar, Yüce Allâh’ın Zât’ına ve yüksek sıfatlarına ait Nûr ile, O’ndan mahlukatına lütfedilen maddi ve manevi nûru ayırt ederler. Allah’ın (cc) ifaza ettiği ve onun vesilesi ile her şeyin göründüğü genel nur başka, sadece müminlere has kıldığı özel nûr daha başkadır. İşte o nûr, iman hakikatidir. Çünkü ayet-i kerimenin devamı şöyledir:

(يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهٖ مَنْ يَشَاءُ) “Allah, dilediğini kendi Nûruna hidayet eder.

Eğer anlam, bütün mahlûkatın faydalandığı nûr / ışık olsaydı, sadece iman edenlere mahsus bir nûr olmazdı. Bu durumda, ayet-i kerimedeki nûrdan kastın, Allah Teâlâ’nın lütfettiği iman hakikati olduğu açıktır.

Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayeti ile Resülullah (sas) bir kudsi hadiste, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin şöyle buyurduğunu belirtmektedir:

Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, neticede de Ben onu severim. Ben kulumu sevince, artık onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum. Her ne istese istediğini kesinlikle veririm. Bana sığınmak isterse muhakkak onu korurum.[28]

Kulun, Allah’a yakınlığı, önce imanı, sonra imanı gereği yaşadığı İslâm’ı, daha sonra da yaşadığı İslâm’ın aydınlık ufku olan ihsanı ile mükemmel bir hale gelir. İnsan, nafile ibadetleri ile öyle yüksek mertebelere mazhar olur ki, artık onun aza ve cevârihi Allah yolunda ve Allah’ın rızasına uygun şekilde hareket etmeye başlar.

Ebû Saîd el-Hudrî’den (ra) nakledildiğine göre Resülullah (sas), “Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar” buyurmuş, ardından da “Elbette bunda feraset sahipleri için ibretler vardır” (Hicr, 15/75) âyet-i kerimesini okumuştur.”[29]

Bu durumda Hicr, 15/75 ayet-i kerimesinde yer alan (اَلْمُتَوَسِّمٖينَ) “el-mütevessimîn” kelimesinin anlamı, Efendimiz’in (sas) beyanı ile tefsir edilmiş ve “müteferris kimseler” anlamına gelmiş olur. Bu kelimeyi Türkçemize, “feraset sahipleri, hemen anlayış, çabuk kavrayış, zihin uyanıklığı, sezgisi yüksek ve keskin kimseler” olarak çevirebiliriz.

Mümin, imanında kemale erdiği zaman Allah onun kalbini nûrlandırır, eşyanın hakikati ona açılır ve hak ile bâtılı ayırt edebileceği bir ölçü elde eder. Tam ve kâmil olan nûr, akılların idrak ettiği nurdur. Zira bu nûr, tecelli edende ebedi mutluluğu netice verir.

اَوَ مَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشٖى بِهٖ فِى النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِى الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَا

“(Küfür sebebi ile) Ölü iken (hidayet vererek) dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nûr (iman ışığı) verdiğimiz kimsenin durumu, hiç karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu?” (Enam, 6/122)

Allah’ın (cc) bir güzel ismi Nûr olduğu için, bütün isimleri de nûrânîdir. Vücut (varlık) için “hayır ve nur”, adem (yokluk) için ise “şer ve zulmet” tabirleri kullanılır. Buna göre yoklukta kalmayıp varlığa kavuşan her şey, Nûr isminin tecellisine mazhar olmuş demektir. Varlık nûr olduğu gibi ilim de nurdur. Cehalet ise koyu karanlıktır. Şu ayet-i kerimeler bu hakikate işaret ederler:

اَللّٰهُ وَلِىُّ الَّذٖينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ

Allah, müminlerin dostudur, onları zulmetlerden nûra çıkarır.” (Bakara, 2/257)

وَكَذٰلِكَ اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ رُوحًا مِنْ اَمْرِنَا مَا كُنْتَ تَدْرٖى مَا الْكِتَابُ وَلَا الْاٖيمَانُ وَلٰكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْدٖى بِهٖ مَنْ نَشَاءُ مِنْ عِبَادِنَا وَاِنَّكَ لَتَهْدٖى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ صِرَاطِ اللّٰهِ الَّذٖى لَهُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ اَلَا اِلَى اللّٰهِ تَصٖيرُ الْاُمُورُ

İşte sana da emrimizle, bir ruh (kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi, kendisiyle doğru yola eriştireceğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz ki sen doğru bir yola iletiyorsun. Göklerdeki ve yerdeki her şeyin sahibi olan Allah’ın yoluna. İyi bilin ki, bütün işler sonunda Allah’a döner.” (Şura, 42/52-53)

Efendimiz (sas), Abdullah b. Abbas’tan (ra) gelen rivayete göre, sabah namazı için kalktığında şu duayı yapmıştır:

اللَّهُمَّ اجْعَلْ فِي قَلْبِي نُورًا، وَفِي بَصَرِي نُورًا، وَفِي سَمْعِي نُورًا، وَعَنْ يَمِينِي نُورًا، وَعَنْ يَسَارِي نُورًا، وَفَوْقِي نُورًا، وَتَحْتِي نُورًا، وَأَمَامِي نُورًا، وَخَلْفِي نُورًا، وَاجْعَلْ لِي نُورًا

Allahım! Kalbime nûr ver, gözüme nûr ver, kulağıma nûr ver, sağıma nûr ver, soluma nûr ver, üstüme nûr ver, altıma nûr ver, önüme nûr ver, arkama nûr ver, bana nûr ver.[30]

Bu şekilde dua edenin, kalbi nur olur, sözleri nûr olur, yaptıkları nûr olur. Her tarafını nûr kuşatır.

Varlık Alanı

Varlık, iki temel alandan oluşur. Mahsüsât yani beş ya da daha fazla duyu ile algılanan fizikî alem. Makulât, yani akıl / kalp gücü ile kavranan alan. Allah Teâlâ, insanların mahsüsâtı görebilmeleri için gözü ve ışığı yaratmıştır. Bu husus, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan edilir:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ

Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve nuru var eden Allâh’a mahsustur.” (Enam, 6/1)

İslâm alimleri, bu âyet-i kerimeye bakarak, “nûr”un Allâh tarafından yaratılmış olduğunu, dolayısı ile Nur Suresi 35’inci ayet-i kerimedeki “Allâh, göklerin ve yerin Nûrudur” beyanında yer alan “nûr” kelimesinin, daha farklı bir anlama sahip olması gerektiğini söylemişlerdir.

Evet, gerçekten de Enâm Suresi 1’inci ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak Celle ve Alâ Hazretleri, “nûr”u kendisinin yarattığını haber vermektedir. Nur Suresi 35’inci ayet-i kerimede ise, anlamını sadece Cenâb-ı Hakk’ın tam bir şekilde bildiği, “yerin ve göklerin Nûru” olduğu hakikatini bildirmektedir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, bizlerin anlayabilmesi için temsil metodunu kullanmakta, ayet-i kerimenin sonunda da (وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ) “Allâh, insanlar için (böyle) misaller verir” buyurarak bu hakikati pekiştirmektedir. Ayet-i kerimeyi bu şekilde kabul eder, bilemeyeceğimiz kısmı Allâh’a (cc) havale ederiz. Ancak, lafzı / kelâmı delâletinden çıkarmayız. Ayrıca, “O, göklerde de yerde de (ibâdet edilecek) Allah’tır” (Enâm, 6/3) ayet-i kerimesi, Nur 24/35 ayet-i kerimesini anlam itibarı ile desteklemektedir.

Abdullah İbn Abbâs’dan (ra) rivayete göre, Nebi (sas) gece teheccüd namazı kılmak üzere kalktığında şöyle dua ederdi:

اللَّهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ نُورُ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ قَيِّمُ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ رَبُّ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، وَمَنْ فِيهِنَّ. أَنْتَ الْحَقُّ، وَوَعْدُكَ الْحَقُّ، وَقَوْلُكَ الْحَقُّ، وَلِقَاؤُكَ الْحَقُّ، وَالْجَنَّةُ حَقٌّ، وَالنَّارُ حَقٌّ، وَالنَّبِيُّونَ حَقٌّ، وَالسَّاعَةُ حَقٌّ، اللَّهُمَّ لَكَ أَسْلَمْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَعَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ، وَإِلَيْكَ أَنَبْتُ، وَبِكَ خَاصَمْتُ، وَإِلَيْكَ حَاكَمْتُ، فَاغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ، وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ، أَنْتَ إِلَهِي، لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ . ‏‏‏

Allâhım, hamd Sana mahsustur. Sen bütün semaların ve arzın Nûrusun. Hamd Sana mahsustur. Sen bütün semaları, arzı ve onlardakileri ayakta tutansın. Hamd Sana mahsustur. Sen semaların, arzın ve her ikisinin içindekilerin Rabbisin. Sen Hak’sın. Sen’in vaadin hak, sözün hak, Sana kavuşmak hak, Cennet hak, Cehennem hak, nebîler hak ve kıyamet haktır. Allâhım, Sana teslim oldum, Sana iman ettim, Sana tevekkül ettim, Sana yöneldim. Sana dayanarak mücadele ettim, Seni hakem kabul ettim. Evvelki yaptıklarımı, sonra yapacaklarımı, gizli yaptıklarımı, açık yaptıklarımı affet. İlâh Sen’sin, Sen’den başka ilâh yoktur.[31]

Sonuç

Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar.
Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selâm edin.” (Ahzâb, 33/56)

Nur ayeti, “mişkât, misbâh, zücâce” gibi sembollerin önemi, “nûr üzerine nûr” beyanının, ruh ve akıl planında yeni pencereler açması, “Allah’ın dilediklerini nûruna hidâyet etmesi” ve “Allah’ın insanlar için örnekler vermesi” gibi unsurları ile alimlerimizin dikkatli çalışmalar üretmelerini temin etmiştir. Allah (cc), insanın algı dünyasına yakın nesnelerle örneklendirerek kendisini tanıtmaktadır.

Sülemî, ayet-i kerimeyi, Allah Teâlâ’nın göklerin ve yerin nûru, Allah’ın yer ve gök ehlinin hidâyete erdiricisi, onlardaki nurun yaratıcısı, münevviri / aydınlatıcısı ve müzeyyini / süsleyicisi, Allah’ın kalpleri akıl, fehim, ilim, yakîn, marifet ve tevhid nurlarıyla süslemesi şeklinde yorumlamıştır.

İbn Sina ise, felsefi doktrinindeki kavramlara göre yorumlamış, ayeti beş akıl mertebesi çerçevesinde değerlendirmiştir.

İmam Gazzali, ilk nûr mertebesinden başlatarak, ulvî-melekuti âleme doğru bir nur hiyerarşisi oluşturmuştur. Ona göre “Nûr” ismi, bütün nurları ortaya çıkaran ve yaratan Allah Teâlâ’ya ait sonsuz hakikat, diğerleri için ise mecazîdir.

Bedîüzzaman Hazretleri ise ayet-i kerîmeyi, kalbi ile bağlantılı hayali bir vakadan hareketle, varlık âlemlerini Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin esmâ-i hüsnâsı ve sıfat-ı ulâsı ile irtibatlı görerek anlamlandırmaktadır.

Cenâb-ı Allâh, manevi ışığı, iman ve irfan nurunu, bir de bu nûru görebilecek basireti yâni kalp gözünü yaratmıştır.

Bir Müslüman ihlâsla, inanarak ve yaşayarak “Yâ Nûr” diye günde 256 defa bu mübarek ismin zikrine devam ederse, kalbi nûrlanır, hidayete kavuşur, Allâh’ın izni ile manevi her türlü karanlıktan ve sıkıntıdan kurtulur.

يا نُورَ النُّورِ يا مُنَوِّرَ النُّورِ يَا مُصَوِّرَ النُّورِ يا خالِقَ النُّورِ يَا مُقَدِّرَ النُّورِ يا مُدَبِّرَ النُّورِ يَا نُورًا قَبْلَ كُلِّ نُورٍ يا نُوراً بَعْدَ كُلِّ نُورٍ يا نُوراً فَوْقَ كُلِّ نُورٍ يا نُوراً لَيْسَ كَمِثْلِهِ نُورٌ

سُبْحَانَكَ يَا لَٓا اِلٰهَ اِلَّا ٓ اَنْتَ الْاَمَانُ الْاَمَانُ اَجِرْنَا مِنَ النَّارِ

1-Ey nûrların Nûru, 2- Ey nûrları Nûrlandıran, 3- Ey nûrlara sûret (şekil) veren, 4- Ey nûrları yaratan, 5- Ey nûrları takdir eden, 6- Ey nûrları idâre eden, 7- Ey bütün nûrlardan önceki Nûr, 8- Ey bütün nûrlardan sonraki Nûr, 9- Ey bütün nûrların üstündeki Nûr, 10- Ey hiçbir nûrun Kendisine benzemediği Nûr.

Bütün kusurlardan münezzehsin, Senden başka ilâh yok! Emân ver bize. Bizi Cehennemden koru. (Cevşen, 47’nci Bâb)

Allahım, bize senden korkmayı ve Seni tebcili, Seni tazim etmeyi nasip etmeni, seçtiğin kullarına ihsan ettiğin ilmin hakikatini bize de lütfeylemeni, onlara gösterdiğin âyâtı, semâvât ve arzın melekûtunu bizlere de bahşetmeni dileriz. Ey her şeyin hükümranlığı kendine ait ve her şeye Kâdir Zât-i Kibriya. Ey bütün sesleri işiten, ey en gizlilikleri bilen, ey göklerin ve yerlerin yegâne Mâliki, ey Evvel, ey Âhir, ey Zâhir, ey Bâtın, kulun Muhammed’e ve âline salat ve selam ediyor, niyazımızı kabul buyurmanı, bizlere Sana yaraşır olanı lütfetmeni Yüce Zât’ından talep ediyoruz. Âmîn.

وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِهٖ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ

İlimde yüksek payeye erenler, ‘Biz Ona inandık. Hepsi Rabbimiz katındandır’ derler. (Bu inceliği) ancak tam akıl sahipleri düşünüp anlar.

(Ali İmran, 3/7)

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلٖينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

Kudret ve izzet sahibi Rabbin, insanların her türlü tasavvurunun üstünde (bir yüceliğe sahip)tir. O’nun bütün elçilerine selam olsun. Hamd, bütün alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.

(Saffât, 37/180-182)

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Onların duaları, ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur’ sözleri ile sona erer.

(Yunus, 10/10)


[1] Buhârî, Daavât, 36 (6363); Müslim, Zikir, 73 (2722); Tirmizi, Daavât, 71 (3484).

[2] Seyyid Şerîf el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 217, Mektebetü Lübnan, Beyrut-1985.

[3] Müslim, İman, 78 (291); Tirmizi, Tefsir, 54 (3282); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/157 (21720).

[4] Ebu Hamid Gazalî, Mişkâtü’l-Envar, (Terc. Asım Cüneyd Köksal), s. 34, Büyüyenay Yayınları, İstanbul-2017.

[5] Müslim, İman, 293 (179); İbn Mâce, Mukaddime, 195, 196; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/395 (19759), 401 (19816); İbn Hibbân, Sahih, 1/499 (266).

[6] Mukâtil b. Süleymân, Tefsîr-i Kebîr, (Tahk. Dr. Abdullah Mahmud Şehhate, Terc. M. Beşir Eryarsoy), 3/159, İstanbul-2006.

[7] Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, (Tahk. Abdülmuhsin et-Türkî), 17/295-296, Dâru Hicr, Kahire-2001.

[8] Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, (Terc. Mehmet Erdoğan, Şevki Yavuz), 10/191, Ensar Yayınevi, İstanbul-2018.

[9] Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, 10/315 (10600).

[10] Ragıb el-İsfahani, el-Müfredât fi Ğarîbi’l-Kur’an, s. 462; İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, 13/21-23.

[11] Halil Ahmed el-Ferâhîdî, Kitâbu’l-Ayn, (Tahk. Abdülhamid Hindâvî), 4/118, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-2003.

[12] Ebu’l-Fadl Ahmed b. Muhammed el-Meydanî, Mecmau’l-Emsâl, (Tahk. Muhyiddin Abdülhamid), 1/6, Matbaatü’s-Sünneti’l-Muhammediyye, Kahire-1955.

[13] Abdulkahir Cürcani, Esrâru’l-Belâğa, (Tahk. M. Şâkir), s. 115, Dâru’l-Medenî, Cidde, trsz.

[14] Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, 10/190-191; Taberî, Tefsîru’t-Taberî, 17/298.

[15] Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, (Terc. Beşir Eryarsoy), 12/402, Bürûc Yayınları, İstanbul-2001.

[16] Taberî, Tefsîru’t-Taberî, 17/302.

[17] Ebû Abdirrahmân Hüseyn b. Musa el-Ezdî es-Sülemî, Hakâiku’t-Tefsîr, (Tahk. Seyyid İmran), 2/47, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-2001.

[18] Taberî, Tefsîru’t-Taberî, 17/302-303.

[19] Sülemî, Hakâiku’t-Tefsîr, 2/45.

[20] Sülemî, Hakâiku’t-Tefsîr, 2/45.

[21] Sülemî, Hakâiku’t-Tefsîr, 2/47.

[22] Mukâtil b. Süleymân, Tefsîr-i Kebîr, 3/159.

[23] Sülemî, Hakâiku’t-Tefsîr, 2/51.

[24] İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât (İşâretler ve Tembihler), s. 113, (Çev. Muhittin Macit vd.), Litera Yayıncılık, İstanbul-2017.

[25] Ebu Hamid Gazalî, Mişkâtü’l-Envar, ss. 71-78.

[26] Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd, (Yusuf aleyhisselâm’ın zühdü bölümünde), s. 103, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-1983; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2/229 (2256), Mektebetü’l-İlmi’l-Hadîs, Dımaşk-1421.

[27] Bedîüzzamân Saîd Nursî, Sözler, s. 116, Tenvir Neşriyat, İstanbul-1990; Mektûbât, s. 387, Tenvir Neşriyat, İstanbul-1990.

[28] Buhari, Rikâk, 38 (6502).

[29] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 16 (3127); Taberânî, el-Mucemü’l-Kebîr, 8/102.

[30] Buhari, Daavât, 10 (6316); Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 26 (763).

[31] Buhari, Tevhid, 35 (7499); Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 26 (769).

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.