Musa Kâzım GÜLÇÜR
22 / 9 / 2020
İçindekiler
Muhkem & Müteşabih ve Huruf-u Mukattaa 8
Müteşâbih Sanılan Bazı Ayetlere Örnekler 10
Abstract
The Qur’an is the book of God which was sent to guide mankind to the right path. The differences seen in the definitions of the terms muhkam (decisive) and mutashabih (similar) are part of the problems of tafseer (interpretation of Qur’an). Throughout the history of tafseer, many different meanings have been attributed to the concepts of muhkam and mutashabih especially in 7th verse of Surah Ali-Imran in the Quran. According to the Salaf (eminent / distinguished) Islamic scholars, the meanings of mutashabih expressions can only be known by Allah. At the same time, according to Salaf scholars, the words used as the names for the unknown states in verses are called mutashabih.
In the Qur’an, the primary book of Islam, certain surahs begin with huruf-u mukattat which mean the singular letters since they are pronounced separately, letter by letter and not as a one word. According to the distinguished Islamic scholars it is certain that muqattaat verses should be regarded as mutashabih.
Kur’ân-ı Kerîm’de Muhkem ve Müteşâbih Kavramları

Kur’ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, bütün insanlara rehberlik etmesi ve doğru yolda kalabilmeleri için gönderdiği mucize bir kitaptır. Kur’ân-ı Kerîm, bilhassa bu özellikleri ile hem bütünüyle muhkem (kesin ve net) hem de söz dizisinde, belagatte, mucize oluş keyfiyetinde müteşabih (birbirine benzer) cümlelere sahiptir. Ancak müteşabih kelimesinin bir de “anlaşılamayan, kapalı ve sırlı” gibi bir anlamı daha bulunmaktadır.
Konuyu üç yazıdan oluşan bir seri şeklinde ele alacağız. Bu yazımızda, çoğunlukla Kur’ânı Kerîm’de muhkem ve müteşabih kavramları üzerinde duracak, ikinci yazımızda daha çok huruf-u mukattaalar konusunu ayrıntılandıracak, üçüncüsünde ise Ali-İmran Suresi 7’nci ayet-i kerimesinde yer alan diğer terimler ve kavramlar üzerine odaklanacağız.
Alimlerimiz, muhkem ve müteşabih kavramlarını ayrıntılı bir şekilde değerlendirmişler, bilhassa ilk ve son dönem alimleri, müteşabih kelimesinin, anlamları ancak Allah tarafından bilinebilen ayet-i kerimeleri işaret ettiğini belirtmişlerdir.
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم
بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
والحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، والصلاة والسلام على عبده ورسوله وأمينه على وحيه وخليله وصفوته من عباده نبينا وإمامنا وسيدنا محمد بن عبدالله، وعلى آله وأصحابه، ومن سلك سبيله، واهتدى بهداه إلى يوم الدين
رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ
رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي
ربنا زدنا علما وفهما نافعا يا الله ويا رب العالمين
هُوَ الَّذٖى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَاَمَّا الَّذٖينَ فٖى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَاْوٖيلِهٖ وَمَا يَعْلَمُ تَاْوٖيلَهُ اِلَّا اللّٰهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِهٖ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ
“Sana Kur’an’ı indiren O’dur. Kur’an’ın ayetlerinin bir kısmı muhkemdir (açık ve kesindir). Bunlar Kur’ân’ın esasıdır. Diğer bir kısım ayetler de vardır ki müteşabihtirler (onların manası kapalı ve sırlıdır). Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne aramak ve (kendilerince bir) yorum yapmak için, Kur’ân’ın müteşabih âyetlerinin peşine düşerler. Halbuki, o müteşabihin anlamını yalnız Allah bilir. İlimde kökleşmiş ve derinleşmiş kimseler ise, “Biz ona (manası anlaşılmayan müteşabihe) inandık, (muhkem ve müteşabih) bütün ayetler Rabbimiz tarafındandır” derler. Akılları ancak tam olanlar iyi düşünür.” (Ali İmran, 3/7)
Muhkem Kelimesi

“Muhkem” kelimesinin sözlük anlamı, “dayanıklı, güçlü duruma getirilmiş, sağlamlaştırılmış, sağlam, kuvvetli, metin” demektir. Aynı zamanda muhkem, dışındakileri de engelleyebilen anlamına gelir. Çünkü her muhkem olan, kendisine bir yanlışın gelmesine engel olandır.
Istılahtaki (dini terminolojideki) anlamı ise; manası kesin ve açık olan, başka türlü anlaşılmasına imkân bulunmayan, açıklama ve yoruma ihtiyaç göstermeyen, ister tefsir ister tevil yoluyla, ayetteki mananın kolayca anlaşılmasıdır. Muhkem, ancak bir vecihle tefsir edilebilen, lafzı tekrar edilmeyen, farzları, vaad ve vaîdi, nâsihi, helali ve haramı belirten ayetlerdir.
Dolayısıyla “muhkem” kelimesi, genel kabule göre, “başka anlama çekilmesi ihtimali olmayan, hükümleri ve anlamları açık, net, bütün ayrıntıları ve çizgileri belirgin, göz, kalp, akıl ve ruhun bütün ayrıntılarıyla algılayabildiği, açıkça görünen, kesin âyet ve hadisleri” ifade etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, “muhkem” kelimesinin bu anlamı, (سُورَةٌ مُحْكَمَةٌ) “hükmü net / kesin bir sure” (Muhammed, 47/20), (الَر كِتَابٌ اُحْكِمَتْ اٰيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكٖيمٍ خَبٖيرٍ) “Elif, Lâm, Râ. Bu bir kitaptır ki, ayetleri (en sağlam bir nazımla / söz dizisi ile) kuvvetlendirilmiş / netleştirilmiş / kesinleştirilmiştir. Sonra hikmet sâhibi, her şeyi bilen Allah tarafından, bu âyetler, (hüküm ve öğütlerle) açıklanmıştır.” (Hud, 11/1) ve (يُحْكِمُ اللّٰهُ اٰيَاتِهٖ) “Allah, âyetlerini netleştirir / kesinleştirir” (Hac, 22/52) ayet-i kerimelerinde, kendisini açık bir şekilde gösterir. Bu manasıyla Kur’an-ı Kerim, baştan sona kadar muhkemdir.
Lisânü’l-ʿArab adlı ansiklopedik sözlüğüyle tanınan dil âlimi, edip ve Şâfiî fakihi İbn Manzur (v. 711/1311), yukarıda geçen Hud, 11/1 ayet-i kerimesini şöyle izah eder:
“Kur’ân-ı Kerîm’in ayetleri, emirler, nehiyler, helaller ve haramları ile muhkem hale getirilmiş, sonra da Allâh’ın (cc) vereceğini vaad ettiği mükafatlar ve yanlışlıklara vereceği cezalar itibarı ile de tafsil edilmiştir. Bu açıdan ayet-i kerîmeler, Allâh’ın (cc) varlığı ve birliğini, peygamberlerin (ase) doğruluklarını ve İslâmî hükümlerin kesinliğini ve netliğini tahkim ve tafsil etmektedirler.[1]
Kur’an’ın bütünüyle “muhkem” olması demek, Allah’tan gelmiş bir kelâm vasfını taşıması, lafız ve anlamlarının erişilmez üstünlüğe sahip olması ve onun etkinliğinin yok olmasının düşünülememesidir. Muhkem ayetler, kendilerinden kastedilen manaların açıkça ve başka manalara karışmayacak şekilde anlaşıldığı ayetlerdir. Bu ayetlere inanmak ve onlarla amel etmek farzdır.
(هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ) “Bunlar Kur’ân’ın esasıdır.” Kur’an’ın aslı anlamındaki (اُمُّ الْكِتَابِ) “Ümmü’l-Kitab” ifadesi, (مُحْكَمَاتٌ) “muhkemât” kelimesinin, dinin direkleri, farzları, sınırları ve insanoğlunun ihtiyaç duyduğu diğer dînî hususları içeren ana ve esas yapı şeklinde tafsilidir.
Müteşâbih Kelimesi

Kur’ân-ı Kerîm’de, (مُتَشَابِه) “müteşâbih” kelimesinin sözlük anlamı, iki şekilde gelir:
1. “Benzeşen, birbirine benzeyen, aralarında benzerlik bulunan.” Bu anlam; Bakara, 2/25; Bakara, 2/118; Enam, 6/99; Enam, 6/141 ve Zümer, 39/23 ayet-i kerimelerinde yer alır.
2. “Ayırt edilmesi zor olacak şekilde birbirine karışan, kolayca içinden çıkılamayan zor ve müşkül” Bu anlam; Bakara, 2/70; Ali İmran, 3/7 ve Rad, 13/16 ayet-i kerimelerinde yer alır. Buradaki zorluk, benzeşim sebebi ile konunun anlaşılamamasıdır.
Kelimenin ıstılahtaki anlamı daha çok; kıyametin vuku zamanı ve şekli, Ye’cüc-Me’cüc’ün çıkışı ve keyfiyetleri, sure başlarında bulunan mukattaa harfleri, çeşitli vecihlere yorumu muhtemel olan, kıssa ve temsillerde birden fazla anlama gelebilecek kelimeler, Allah tarafından kastedilen mananın, beşer aklı ile kesin şekilde idrak edilmesinin mümkün olmadığı ayetler şeklindedir. Bu sebeple, alimlerimizin pek çoğu, sadece müteşâbih ayet-i kerimelerde değil, aynı zamanda muhkem ayet-i kerimelerde dahi yorumlarını “en doğrusunu Allâh bilir” şeklinde tamamlamışlardır.
(اَللّٰهُ نَزَّلَ اَحْسَنَ الْحَدٖيثِ كِتَابًا مُتَشَابِهًا مَثَانِىَ) “Allah, kelâmın en güzelini (Kur’an’ı, icazda, hikmette ve belâğatta) birbirine benzer ve mükerrer (kıssa ve öğütlerle dolu) bir kitap halinde indirdi” (Zümer, 39/23) ayet-i kerimesi, Kur’an’ın bütünüyle “müteşabih” olduğunu söylemektedir. Ancak bu ayet-i kerimede yer alan müteşabih kelimesinin anlamı, yukarıda tarifini verdiğimiz “müteşabih” kelimesinin birinci anlamıdır. Yorumu sadedinde olduğumuz Ali İmran suresi 7’nci ayet-i kerimesinde geçen “müteşabih” kelimesi ise, kelimenin ikinci anlamıdır ve kesinlikle birinci ile aynı anlama gelmemektedir.
Fahruddin Razi, Zümer, 39/23’üncü ayet-i kerimedeki “müteşabih” kelimesinin, “Kur’an’ın tamamının, güzellik ve fesahat bakımından birbirine benzer ve bir kısmı diğerini doğrular” anlamında olduğunu ifade etmektedir.[2]
Dolayısıyla Al-i İmran Suresi 7’nci ayetinde zikredilen müteşabihlik, yukarıda geçen ayet-i kerimelerde yer alan ve kitabın tamamının niteliği olarak zikredilen müteşabihlikten farklıdır. Bütün bu açılardan, Ali İmran Suresi 7’nci ayet-i kerimede yer alan “muhkem” ve “müteşabih” kelimeleri genel olarak şu şekillerde anlaşılmıştır:
Hz. Peygamber’in (sas) amcasının oğlu, tefsir ve fıkıh ilimlerinde otorite ve çok hadis rivayet edenler arasında yer alan büyük sahâbî Abdullah b. Abbas (v. 68/687-88), ilk Müslümanlardan, aşere-i mübeşşereden, Kûfe tefsir ve fıkıh mekteplerinin kurucusu Abdullah b. Mesud (v. 32/652-53), tabiîn müfessirlerinden Katade b. Diâme (v. 117/735), yine tabiîn tefsîr ve hadîs âlimlerinden Rebi‘ b. Enes (v. 139/757) ve müfessir Dahhâk b. Müzâhim’e (v. 105/723) göre (r. anhum ecmain) “muhkem” demek, “hükümleri sabit olan, kendileriyle amel edilen veya nesh edici olan âyetler” demektir. “Müteşabih” ise, “hükümleri nesh edilmiş olan ve kendileriyle amel edilmesi kaldırılmış âyetlerdir. Bu hususta Abdullah b. Abbas’ın (ra), şunları söylediği rivayet edilmektedir: “Muhkem olan âyetler, nesh edici olan, helali ve haramı belirten, cezaları ve farzları beyan eden, bu itibarla iman edilen ve hükümleriyle amel edilen âyetlerdir. Müteşabih âyetler, hükümleri kaldırılan, sonra zikredilmesi icab ederken önce zikredilen, önce zikredilmesi gerekirken sonra zikredilen, misal olarak verilen, yemin olarak zikredilen âyetlerdir. Bunlara iman edilir fakat amel edilmez.”[3]
Tâbiîn neslinin önde gelen müfessirlerinden Ebü’l-Haccâc Mücâhid b. Cebr el-Mekkî el-Mahzûmî’den (v. 103/721) rivayete göre, muhkem olan âyetler, Allah’ın (cc), içlerinde helal ve haram hükümlerini kesin olarak zikrettiği âyetlerdir.[4] Müteşabih olan âyetler, lafızları farklı olduğu halde manaları birbirine benzeyen âyetlerdir.
Şu âyet-i kerimeler, Kur’ân-ı Kerîm’deki bilhassa müteşabih kelime ya da cümleleri, kendi heva ve heveslerine göre yorumlayan kimselere işaret etmektedir:
“Şüphesiz ki Allah, sivrisineği ve ondan daha üstününü misal vermekten çekinmez. İman edenler, bu misalin Rableri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise, ‘Allah bu misalle ne kastetti?’ derler. Allah, bu misalle birçoklarını saptırır, birçoklarını da doğru yola iletir. Allah bununla, sadece yoldan çıkanları saptırır.” (Bakara, 2/26)
“Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun gönlünü İslam’a açar. Kimi de saptırmak isterse, sanki göğe yükseliyormuş gibi gönlünü dar ve sıkıntılı kılar. İşte böylece Allah, iman etmeyenlerin üzerine azap yağdırır.” (Enam, 6/125)
Şu âyet-i kerime ise, müteşabih âyetlere iman edip, teslimiyet gösteren kimseleri tasvir etmektedir:
“Doğru yolu bulanlara gelince, Allah onların hidayetini artırır ve onlara takva bahşeder.” (Muhammed, 47/17).[5]
Hz. İsa (as), Kur’an-ı Kerîm’de (كَلِمَتُهُ) “Allâh’ın kelimesi” ve (رُوحٌ مِنْهُ) “Allâh’tan bir ruh” (Nisa, 4/171) olarak tavsif edilmektedir. Nisa Suresi’nde yer alan bu ayet-i kerimede, Hristiyanların dini sınırları aşmamaları, Allah’ı (cc) yüksek sıfatlar ile tenzih etmeleri, O’na asla çocuk isnat etmemeleri açık ve net bir şekilde istenmektedir. Ancak Hristiyan dünya, Hz. İsa (as) ile ilgili bu tanımları, müteşâbih çerçevesi içerisinde bırakmamış, muhkem ayetlerin sınırında durmamış, bu sebeple de dinlerinin asıllarını değiştirmişlerdir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Hristiyan dünyanın, Rahman’a çocuk isnadını oldukça yüksek bir şekilde şöyle reddeder:
“Rahman’a çocuk isnatları sebebi ile, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp yere düşecektir. Hâlbuki Rahmân’a çocuk edinmek asla yakışmaz. Çünkü Rahman’a, göklerdeki ve yerdeki herkes, istisnasız, ancak kul olarak gelecektir.” (Meryem, 19/90-93)
Taberî’nin, Muhammed b. Cafer b. Zübeyr’e dayandırdığı rivayete göre, (مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ) “Kur’an’ın ayetlerinin bir kısmı açık ve kesindir” cümlesinin anlamı, içlerinde Allah’ın kesin delilleri bulunan, kulları günahlardan koruyan, karşı çıkanları ve bâtılı ortadan kaldıran âyetler olmasıdır. Bunları konuldukları manalardan çıkarmak veya tahrif etmek kabil değildir.
(وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ) “Diğer bir kısım ayetler de vardır ki, müteşabihtirler” cümlesi ise, tasdik itibarı ile, çeşitli şekillerde tahrif ve tevil edilen âyetlerdir. Allah kullarını, bir kısım helal ve haramlarla imtihan ettiği gibi bu âyetlerle de imtihan etmiştir. Bu âyetler, bâtıl tevillerle yorumlanmamalı ve gerçek manalarından saptırılmamalıdırlar.”[6]
Müteşâbih ayet-i kerimelere örnek olarak Kur’ân-ı Kerîm’in şu beyanlarına bakabiliriz:
(اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى) “O Rahman, (Kudret ve hâkimiyeti ile) Arş’a istivâ etmektedir.” (TâHê, 20/5)
“İstivâ” kelimesinin gerçek manasının, “Arş” kelimesinde olduğu gibi, beşere ait zaman ve mekân kayıtlarının bütünü ile dışında ve müteşâbihâttan olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü hem arş hem de istivâ kavramını cismani bir şekilde anlamanın şeri bir delili yoktur. Tam aksine buradaki istivânın, Cenâb-ı Hakk’a ait bir keyfiyet olup beşer tarafından bilinemeyeceği, Kur’ân-ı Kerîm’deki (لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَیْءٌ) “O’na benzer hiçbir şey yoktur” (Şura, 42/11) nassı iktizasınca, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, Zâtı ve icraatının beşer aklı ile tam olarak kavranamayacağı açıktır. Dolayısı ile istivaya cismani bir anlam vermek ve Cenâb-ı Hakk’a mekân izafe etmek, şeri şerifin dışına çıkmaktır.
Mâlikî mezhebinin büyük müçtehidi ve muhaddis İmam Mâlik (v. 179/795) hazretleri, kendisine istivânın keyfiyetini ve nasıl olduğunu soran bir kimseye, “İstivâ malum, nasıllığı ise meçhuldür. İstivanın gerçekliğine iman farz, niceliğini sormak ise bidat çıkarmaktır. Ben senin zındık olduğunu düşünüyorum. Çıkarın bu adamı mescidden” diyerek soru soran kişiyi kovdurmuş, müteşâbihât türü ayet-i kerimelere anlam verilmesi yolunu tam bir kesinlikle kapatmıştır.[7]
Yukarıdaki ayet-i kerime gibi müteşâbihat gurubundan diğer bir ayet-i kerime ise şöyledir:
(يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْدٖيهِمْ) “Allah’ın (kuvvet ve yardım) eli, onların ellerinin (biat edenlerin vefa ve sadakatlerinin) üstündedir.” (Fetih, 48/10)
Bu ayet-i kerime de keyfiyetini ve nasıllığını bilmediğimiz bir tarz ve şekilde Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin yardım ve nusretinin daima sadık ve inanmış kimselerle birlikte olduğunu beyan etmektedir.
Yine müteşabihattan kabul edilen bir diğer ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:
(وَجَاءَ رَبُّكَ وَالْمَلَكُ صَفًّا صَفًّا) “Rabbin geldiği, melekler de saf saf (indiği zaman).” (Fecr, 89/22)
Kurtubi (v. 671/1273), el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân’ında[8] Eş‘ariyye mezhebinin kurucusu İmam el-Eş‘arî el-Basrî (v. 324/935-36) el-İbâne ʿan Uṣûli’d-Diyâne’sinde[9], Taberî (v. 310/923) Tefsir’inde[10], Şâfii Hâfız İbnu Hacer el-Askalânî (v. 852/1449) Ṣaḥîḥ-i Buḫârî şerhi Fethu’l-Bâri’sinde[11] Allâh’a (cc) ait nüzul ve meci fiillerinin var olduğunu ancak keyfiyetinin kavranamayacağını ifade etmişlerdir.
Müteşabih ayet-i kerimeler, sadece ahiret halleri, Cennet ve Cehenneme ait keyfiyet ile ilgili gaybî durumlar değil, aynı zamanda Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin esmâ-i hüsnâsı ve sıfat-ı ulyâsını da kapsamaktadır. Bu yüksek ve sırlı alan, aslını ve künhünü sadece Cenâb-ı Hakk’ın bildiği hususlardır. Allah’ın (cc), Arş’ın üzerinde nasıl istiva ettiğini, Cennet ehline verilecek nimetlerin ne şekilde olacağını, Cehennem ehline ne şekillerde azap edileceğini hiç kimse tam olarak bilemez.
Özetle, müteşabih ayetler, zahirleri kast olunmayan ayetlerdir. Bu müteşabih ayetler, insana bir tasavvur verir, Allah’ın mutlak yüceliğini ifade eder ve muhkem ayetlerin ışığında asli manalarını bulurlar. Onların yorumunu ve gerçek anlamlarını sadece Allah Teâlâ bilir. Bu ayetlere iman etmeli, fakat onlara anlam vermeye çalışmaktan ya da yapılan indî yorumlarla amel etmekten sakınılmalıdır.
Muhkem & Müteşabih ve Huruf-u Mukattaa

Buhari ve Müslim’in rivayetlerine göre, Ümmü’l-Mü’minin Hz. Aişe (r. anhâ) şöyle demiştir:
“Resülullah (sas): “Sana Kur’an’ı indiren O’dur. Kur’an’ın ayetlerinin bir kısmı muhkemdir (açık ve kesindir). Bunlar Kur’ân’ın esasıdır. Diğer bir kısım ayetler de vardır ki müteşabihtirler (onların manası kapalı ve sırlıdır). Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne aramak ve (kendilerince bir) yorum yapmak için, Kur’ân’ın müteşabih âyetlerinin peşine düşerler. Halbuki, o müteşabihin anlamını yalnız Allah bilir. İlimde kökleşmiş ve derinleşmiş kimseler ise, “Biz ona (manası anlaşılmayan müteşabihe) inandık, (muhkem ve müteşabih) bütün ayetler Rabbimiz tarafındandır” derler. Akılları ancak tam olanlar iyi düşünür.” (Ali İmran, 3/7) âyetini okudu. Akabinde Resülullah (sas) şöyle buyurdu:
“Kur’ân’ın, müteşâbih olanına uyanları gördüğünüz vakit, işte onlar yüce Allah’ın isimlerini koyduğu (kastettiği) kimselerdir. Onlardan uzak durunuz.”[12]
Taberî (v. 310/923), en çok hadis rivayet eden sahâbîlerden biri olan Câbir b. Abdullah (ra)’dan (v. 78/697) şu nakilde bulunuyor:
(مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ) “Kur’an’ın ayetlerinin bir kısmı açık ve kesindir” cümlesi, âlimlerin, tevillerini bilebildikleri, manalarını anladıkları ve tefsir edebildikleri ayetlerdir. (وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ) “Diğer bir kısım ayetler de vardır ki, müteşabihtirler” cümlesi ise, hiç kimsenin bilmesinin mümkün olmadığı, anlamları ancak Allah’ın nezdinde olan ayetlerdir. Mesela; Meryem oğlu İsa’nın gelme vakti, güneşin doğudan batma zamanı, kıyametin kopma anı ve dünyanın yok olma zamanına işaret eden ayetler bu türdendir. Çünkü bunların vakitlerini Ancak Allah Teâlâ bilmektedir.
Yine, bazı surelerin başlarında bulunan mukattaa harfleri de müteşabih âyetlerdendir. Zira bu âyetlerin lafızları birbirine benzemekte ve harfleri cümlelerin hesabında kullanılan ebced hesabına uygun gibi görünmektedirler. Ancak Resülullah’ın döneminde yaşayan Yahudilerden bir topluluk, bu harfleri, ebced ile hesaplayarak, İslam’ın ve Müslümanların ne kadar devam edeceğini, Hz. Muhammed’in (sas) ve ümmetinin ne zaman ortadan kalkacağını öğrenmeye çalışmışlardır. İşte Allah Teâlâ, bu gibi insanların hayal ettikleri düşünceleri reddetmiş, onların iddialarını yalanlamış ve onlara, bu gibi müteşabih harfler aracılığı ile bir kısım şeyleri bilmeye çalışmalarının boşuna olduğunu bildirmiştir. Onlar, bu gibi bilgileri ne bu harfler aracılığı ile ne de başka bir yolla bilebilirler. Çünkü bu bilgileri ancak Allah bilir.”[13]
Taberi’ye göre, muhkem ve müteşabih ile ilgili olarak zikredilen bu görüşler arasında, doğruya en yakın görüş, Cabir b. Abdullah’tan (ra) nakledilen bu son görüştür.[14]
Taberî’nin çağdaşlarından biri olan, Arap dili edebiyatı âlimi ve müfessir Ebû İshâk İbrâhîm b. Zeccâc (v. 311/923), “muhkemat” kelimesini, “açık olarak ifade edilmiş, dinleyenlerin derinlemesine bir yoruma ihtiyaç duymadıkları ayetler” olduğunu söyleyerek yukarıdaki fikri desteklemektedir.[15]
Kurtubî’nin, zâhid tabiîn muhaddislerden Ebû Yezîd er-Rebî‘ b. Huseym’e (v. 65/685) dayandırdığı bir rivayete göre, sure başlarındaki huruf-u mukattaalar ile ilgili olarak şöyle demiştir:
“Yüce Allah, bu Kur’ân-ı Kerim’i indirdi ve ondan bazılarının bilgisini yalnızca kendisine sakladı. Sizi de dilediğine muttali kıldı, dilediğinin sırrını bildirdi. Kendisi için sakladığı bilgilere herhangi bir şekilde ulaşamazsınız. Bu bakımdan, onlara dair soru sormayınız. Sizi muttali kıldığı şeylere gelince, işte hakkında soru soracağınız ve kendisine dair size haber verilecek olan bilgi budur. Bununla birlikte siz, Kur’ân’ın tümünü öğrenemezsiniz ve bütün öğrendiklerinizle de amel edemezsiniz.”
Er-Rebî‘ b. Huseym’den bu rivayeti aktaran Arap dili ve edebiyatı, Kur’an ilimleri ve hadis âlimi Ebu Bekr el-Enbârî (v. 328/940) diyor ki:
“İşte bu, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan birtakım harflerin anlamlarını, Yüce Allah’ın bir deneme ve bir imtihan olmak üzere, bütün alemden gizli tuttuğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bunlara iman eden kimseye ecir verilir, mutlu olur. Bunları inkâr eden ve şüphe ile karşılayan da günah kazanır ve haktan uzaklaşır.”[16]
Müteşâbih Sanılan Bazı Ayetlere Örnekler

Buhârî, Saîd b. Cübeyr’in (ra), şöyle dediğini rivayet etmektedir:
“Adamın birisi, İbn Abbas’a (ra) gelerek şöyle söyledi:
“Kur’ân-ı Kerîm’de benim için açıklanması zor (muhtelif) bazı şeyler görüyorum.”
İbn Abbas (ra): “Nelerdir?” diye sorunca, adam şöyle dedi:
1. “Yüce Allah, “Sûr’a üfürüldüğü zaman, (işte) o gün ne aralarında soy sop yakınlığı kalacak, ne de birbirlerini arayıp soracaklardır.” (Müminun, 23/101) diye buyururken, bir başka yerde: “İşte o zaman, birbirlerine dönerek (dünyadaki hallerini) soracaklar.” (Sâffât, 37/50) diye buyurmaktadır.
2. Bir yerde, “Allah’ı inkâr edenler ile peygambere asi olanlar, o kıyamet günü, yerle bir edilselerdi de Allah’tan bir sözü (Allâh’ı ve Peygamberi tasdik sözünü) gizlememiş olsalardı diye temenni ederler.” (Nisâ, 4/42) diye buyrulurken, bir başka yerde, “Sonra (kurtuluş için) özürleri mevcut olmadığı için sadece şöyle diyebileceklerdir: “Rabbimiz olan Allah’a yemin ederiz ki, biz müşriklerden değildik.” (En’âm, 6/23) Bu ayet-i kerimede de onların müşrik olduklarını gizlemeye çalışacakları bildirilmektedir.
3. Nâziât Sûresi’nde, “(Ölümünüzden sonra) Sizi (tekrar) yaratmak mı daha zor, yoksa semayı yaratmak mı? Allah onu bina etmiştir. Onu yükseltmiş ve ona düzen ve ahenk vermiştir. Gecesini karanlık, gündüzünü aydınlık yapmıştır. Bundan sonra da yeri yayıp küre haline getirmiştir.” (Nâziât, 79/27-30) buyruğunda, göklerin yaratılması, yeryüzünün yaratılmasından önce zikredilmekte, bir başka yerde ise, “Siz, yeri iki günde yaratan Allah’ı inkâr ediyor ve O’na ortaklar mı koşuyorsunuz? Allâh, dört gün içinde (dört evrede), yeryüzünde yükselen ağırlıklar (dağlar) yarattı. Orada bolluk ve bereket meydana getirdi. Rızık arayanların ihtiyaçlarına uygun olarak orada rızıklar takdir etti. Sonra (Allah), buhar halinde olan göğü yaratmayı kast etti de göğe ve yeryüzüne; “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de ‘isteyerek geldik’ dediler. Böylece gökleri, yedi kat gök olarak iki günde yarattı” (Fussilet, 41/9-12) diye buyurulmakta ve yerin yaratılması, göğün yaratılmasından önce zikredilmektedir.
4. Yine yüce Allah, “Allah, Ğafurdur ve Rahimdir” (Nisâ, 4/100), “Allah, Semi’dir ve Basirdir” (Nisâ, 4/134) ve “Allah, Azizdir ve Hakimdir” (Nisâ, 4/158) diye buyurmaktadır. Bu buyruklardan, sanki adeta daha önce böyleydi ama şimdi böyle değil gibi (كَانَ edatından dolayı) bir anlam çıkmaktadır.
Bunun üzerine İbn Abbas (ra) şu cevabı verdi:
1. “Aralarında akrabalık bağı yoktur” (Müminun, 23/101) buyruğunda, “Birinci Nefha”daki durum anlatılmaktadır. “(Artık kıyamet kopmuş, İsrafil tarafından birinci defa) Sûr’a üfürülmüştür de Allah’ın diledikleri (Cebrâil, Azrâil, Mikâil ve İsrâfil gibi melekleri) müstesna olmak üzere, göklerde kim, yerde kim varsa hepsi ölmüştür.” (Zümer, 39/68) İşte o vakitte, “Sûr’a üfürüldüğü zaman, (işte) o gün ne aralarında soy sop yakınlığı kalacak, ne de birbirlerini arayıp soracaklardır.” (Müminun, 23/101)
“Sonra Sûr’a tekrar (ikinci defa) üfürülmüştür. Bu defa (kabirlerinden) kalkmışlar bakınıp durmaktadırlar. (Acaba kendilerine ne yapılacaktır?)” (Zümer, 39/68) Bu “İkinci Nefha”da ise, birbirleri ile karşılaşacaklar ve birbirlerine soru soracaklardır.
2. Yüce Allah’ın: “Biz müşriklerden değildik” (En’âm, 6/23) buyruğu ile “Allah’tan bir söz gizlemezler” (Nisâ, 4/42) buyruğuna gelince, Yüce Allah’ın, ihlas sahibi olan kimselerin günahlarını bağışlaması üzerine, müşrikler şöyle diyeceklerdir: “Gelin, yemin ederiz ki, biz müşriklerden değildik” diyelim.” (En’âm, 6/23)Bunun üzerine Allah onların ağızlarına mühür vuracak, bu sefer onların azaları yaptıkları işleri söyleyecektir. İşte böylelikle Allah’tan herhangi bir sözü saklayamayacakları ortaya çıkacaktır ve o vakit kâfirlerin, “Keşke Müslüman olsaydık” (Hicr, 15/2) şeklindeki temennileri ortaya çıkacaktır.
3. Yüce Allah, yeri iki günde yarattıktan sonra, semaya yönelerek iki günde de onları yedi sema halinde düzenledi. Daha sonra ise arzı yaydı ve orada suları ve meraları çıkardı. Dağları, ağaçları, kum tepelerini ve gök ile yer arasındakileri diğer iki günde yarattı. İşte yüce Allah’ın, “Bundan sonra da arzı yayıp döşedi” (Nâziât, 79/30) buyruğunda anlatılan budur. Ama “Arzı iki günde yaratan” (Fussilet, 41/9) cümlesine gelince, arz ve içindekiler dört günde, sema ise iki günde yaratılmıştır. (Hâsılı, arzın kendisinin yaratılması göğün yaratılmasından öncedir. Arzın, küre haline getirilerek, hayata elverişli kılınması ise daha sonradır.)
4. Yüce Allah’ın; “Allah Gafurdur ve Rahimdir” (Nisâ, 4/100) buyruğu ile, Allah (cc) kendi zatını kastetmektedir. Yani yüce Allah, ezelden beri de böyleydi, ebediyen de böyle kalacaktır. Çünkü Yüce Allâh, bir şeye mağfiret ya da merhamet etmek isterse, muhakkak bir şekilde istediğini o şeye isabet ettirir.
Yazıklar olsun sana! Kur’ân-ı Kerîm senin için anlaşılmaz, tutarsız gibi görülmesin. Çünkü hepsi Allah’tan gelmiştir.[17]
İnşaAllâh “Kur’ân-ı Kerîm’de Hurûf-u Mukattaa Ayetleri II” ile kaldığımız yerden devam etmeye çalışacağız.
[1] Muhammed ibn Mükerrem ibn Manzûr, Lisânu’l-Arab, 3/272, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut-1999.
[2] Fahreddin er-Râzî, Esâsü’t-Takdîs, s. 230, (Thk. Ahmed Hicazî es-Sekka), Mektebetü’l-Külliyyâti’l Ezheriyye, Kahire-1986.
[3] Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (v. 310/923), Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, (Tahkik: Abdulmuhsin et-Türkî), 5/192-193, Dâru Hicr, Kahire-2001.
[4] Tefsîru’l-İmâm Mücâhid b. Cebr, s. 248, (Thk: Dr. Muhammed Abdusselam), Dâru’l-Fikri’l-İslâmî, Medinetü Nasr-1989.
[5] Taberî, Câmiu’l-Beyân, 5/196.
[6] Taberî, Câmiu’l-Beyan, 5/197.
[7] Ebû Nasr Tâcüddîn Abdülvehhâb b. Alî b. Abdilkâfî es-Sübkî (v. 771/1370), Tabakatu’ş-Şâfiiyyeti’l-Kübra, (Thk. Mahmûd Muhammed et-Tanâhî – Abdülfettâh Muhammed el-Hulv), C. 4, s. 287, Dâru İhyai’l-Kütübi’l-Arabî, trsz.
[8] Ebu Abdillah el-Kurtubi, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, 18/215, Dâru Alemi’l-Kütüb, Riyad-2003.
[9] Ebu Musa el-Eşarî, el-İbâne an Usûli’d-Diyâne, ss. 33-36, Dâru İbni Zeydûn, 1. Baskı, Beyrut-Lübnan, trsz.
[10] Taberî, Câmiu’l-Beyan, 23/129.
[11] İbnu Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bâri, 13/416, 1. Baskı, Riyad-2001.
[12] Buhari, Tefsir, 3 (4547); Müslim, İlim, 1 (2665); Ebu Davud, Sünne, 2 (4598); Tirmizî, Tefsir, 4 (2994); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/48 (24714).
[13] Taberi, Camiu’l-Beyân, 5/199; Ebû Abdillah el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, (Thk. Abdülmuhsin et-Türkî), 19/361-362, Müessesetü’r-Risâle, Beyrût-2006.
[14] Taberi, ay.
[15] Ez-Zeccâc, Ebu İshâk b. İbrahim b. Es-Sârî, Meâni’l- Kur’an ve İ’râbuh, 1/376, (Tahkik: Abdulcelîl Abduh Çelebî), Alemü’l-Kütüb, Beyrut-1988.
[16] Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, 1/237-238.
[17] Buhârî, Tefsir, 41.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.