Tekfir Hastalığı, Nedenleri ve Çözümleri

Musa Kâzım GÜLÇÜR

29 / 6 / 2021

İçindekiler

Tekfir Hastalığı, Nedenleri ve Çözümleri Giriş 1

İman Kelimesi 2

Küfür Kelimesi 4

Tekfire Götüren Nedenler 7

1. Cehâlet 7

2. Taassup 8

3. Taklit 10

4. Tefrika 12

Çözümler

Hadîs-i Şerîflerde Tekfir Etmeme Uyarıları 14

Fırkalaşmaya Karşı Ehl-i Sünnet (Fırka-i Nâciye) Dairesinde Kalma 20

Sonuç 22

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

الحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، اللهمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا وَمَوْلَانَا مُحَمَّدٍ الَّذِي أَرْسَلْتَهُ بِالحَقِّ بَشِيراً وَنَذِيراً وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الَّذِينَ طَهَّرْتَهُم مِنَ الدَّنَسِ تَطْهِيراً وَسَلَّمَ تَسْلِيمَاً كَثِيرَاً طَيِّباً مُبَارَكاً كَافِياً جَزِيلاً جَمِيلاً دَائِماً بِدَوَامِ مُلْكِ اللهِ وَبِقَدَرِ عَظَمَةِ ذَاتِكَ يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ.‏

رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ، وَبِهِ الْعَوْنُ.‏

Tekfir Hastalığı, Nedenleri ve Çözümleri Giriş

Bismillahirrahmanirrahim

Günümüzde modern iletişim teknolojilerinin hızlı şekilde gelişmesi neticesinde, geleneksel süreçlerde dar bir çevrede üretilen bilgi ve söylem, bilhassa sosyal paylaşım ağları vasıtasıyla, hiç tanımadığımız insanlara kadar rahatlıkla ulaştırılabilir hale gelmiştir. Kur’ân-ı Kerîm nitelemesi ile şubeleşmiş ve soy birliği halinde gruplaşmış modern toplumların, “ötekini” tanımaları, bilmeleri ve güzel bir şekilde görüşüp konuşmaları adeta bir zorunluluk halini almıştır.

Bu teknolojik yenilikler ve kitle iletişim araçları, kültürler arası yakınlaşma, uluslararası diyalog, dinler, mezhepler ve bireyler arası dostluklar vb. iyi yönlerde kullanılabildiği gibi, çok rahatlıkla düşmanlıklar, nefretler, kinler ve öfkelere kaynaklık yapan bir platform haline de dönüşebilmektedir.

Günümüz “İslam dünyası” açısından baktığımızda, söz konusu platformlardaki düşmanlıkların görünen yüzlerinden birisi “tekfir”, yani karşıdakinin küfrüne hükmetme, nefret hastalığını alenileştirme ve kitleler arası fayları derinleştirmedir. Tekfir, asırlarca İslam toplumunun kanayan yarası olmuştur. Tekfir nitelemelerinin kaynakları, bu problemle ilgili olarak nerelerde hata yapıldığının ortaya çıkarılması, istikametten uzaklaşma noktalarının teşhisi ve tedavisi bir zarurettir.

Tekfir, farklı görüşleri nedeniyle muhatapların susturulmasını, muarızların ortak inanç sistemi İslam’dan dışlanmasını amaçlar. Tekfir, özellikle dini ve siyasal düzlemlerde, çeşitli fırkaları ve blokları meydana getirmiş, hemen her klik ve meşrep, kendi dışındakileri tekfir ile suçlayarak ilerlemeye çalışmıştır. Şimdi aktaracağımız ayet-i kerime, kişilere ya da gruplara tekfirin, tadlilin (dalalette gösterme) ve tahtienin (hatasını bulup söyleme, yanlışından dolayı suçlama) atfedilmesi ile, “millet” ve cemiyet bütünlüğünün yok edilmesi tehlikesine bir yönü ile şöyle işaret eder:

فَتَقَطَّعُوا اَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْ زُبُرًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ

Nihayet, çeşitli din anlayışları oluşturarak, işlerini aralarında param parça ettiler. Oluşan her grup, kendi görüşüyle sevinç içerisindedir.” (Müminun, 23/53)

Bu açılardan, yazımızda temel naslarımız itibarı ile “tekfir” konusunu yeniden tahlil etmenin, tekfirdeki tehlikelere bir kez daha ve yeniden değinmenin faydalı olacağını düşünmekteyiz.

Bunun için öncelikle “iman” ve “küfür” kavramları üzerinde kısaca duracak, daha sonra Efendimiz’in (sas), tekfir konusundaki çok önemli uyarılarına kulak verecek, kişileri tekfire götüren nedenleri göstermeye çalışarak konuyu tamamlayacağız.

İman Kelimesi

Beni zikrediniz ki Ben de sizi zikredeyim.” (Bakara, 2/152)

İman” kelime anlamı olarak; “emn-ü emân, emniyet, güven” manasında olup, bir habere veya hükme, kesin olarak ve gönülden gelerek inanmak, bir şahsın sözünü doğru kabulle mutlak manada tasdik etmek demektir.

Hz. Enes’in (ra) rivayeti ile, kalben inanmanın yanı sıra ikrarın (bildirme, söyleme), iman açısından çok önemli olduğuna, Peygamber Efendimiz (sas) şu hadis-i şerifle­riyle işaret buyurmuşlardır:

عَنْ أَنَسٍ، عَنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم قَالَ: ‏

،يَخْرُجُ مِنَ النَّارِ مَنْ قَالَ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ، وَفِي قَلْبِهِ وَزْنُ شَعِيرَةٍ مِنْ خَيْرٍ

،وَيَخْرُجُ مِنَ النَّارِ مَنْ قَالَ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ، وَفِي قَلْبِهِ وَزْنُ بُرَّةٍ مِنْ خَيْرٍ

وَيَخْرُجُ مِنَ النَّارِ مَنْ قَالَ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ، وَفِي قَلْبِهِ وَزْنُ ذَرَّةٍ مِنْ خَيْرٍ.‏

Allah’tan başka Tanrı yoktur deyip de kalbinde bir arpa ağırlığınca hayır bulunan kimse, Cehennem’den çıkacaktır.

Allah’tan başka Tanrı yoktur deyip de kalbinde bir buğday ağırlığınca hayır bulunan kimse, Cehennem’den çıkacaktır.

Allah’tan başka Tanrı yoktur deyip de kalbinde bir zerre ağırlığınca hayır bulunan kimse, Cehennem’den çıkacaktır.[1]

İnanma ve ikrar, iman tezahürünün bir yanı olurken diğer yanı, erkan ile amel hususudur. İmanda erkan (azalar) ile amelin önemini beyan eden bir diğer hadis-i şerifinde, Hz. Ali (ra) rivayeti ile Resülullah (sas) şöyle buyurmaktadır:

عَنْ عَلِيِّ بْنِ أَبِي طَالِبٍ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم: ‏

الإِيمَانُ مَعْرِفَةٌ بِالْقَلْبِ وَقَوْلٌ بِاللِّسَانِ وَعَمَلٌ بِالأَرْكَانِ.‏

İman, kalp ile marifet, dil ile tasdik ve erkân ile ameldir.[2]

Ehl-i Sünnet âlimlerinin cumhuru nazarında imanın hakikati; Allah Teâlâ’nın ulûhiyetini ve tevhidini, Efendimiz’in (sas) peygamberliğini, Allah’tan getirip tebliğ ettiklerinde sadık olduğunu, dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve aza ve cevârih (uzuvlar) ile amel etmektir.

Hanefî mezhebinin imamı, büyük müctehid Ebû Hanife (v. 150/767) hazretleri Fıkh-ı Ekber adlı akaid risâlesinde, imanı şu şekilde tarif eder:

İman, ikrar ve tasdiktir. Yer ve gök ehlinin imanı, inanılacak hususlar itibarı ile ne artar ne de eksilir. Ancak iman, yakîn ve tasdik açısından hem artar hem de eksilir.[3]

Ehl-i Sünnet âlimlerimizin tamamı, “mü’menün bih / kendisine inanılması gereken bütün unsurlar”da bir artma ya da eksilme olmayacağında icma etmişlerdir.

Mâtürîdiyye mezhebinin kurucusu, müfessir ve fakih Ebû Mansur el-Mâtürîdî (v. 333/944) hazretleri Kitâbu’t-Tevhîd’inde, imanın lügatte “tasdik” manasına geldiğini belirtir.[4]

İmam Mâtürîdî, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber adlı eserinde de konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir:

Sadece ikrar (dil ile bildirme, söyleme) ile iman olmaz. Çünkü sadece ikrarla iman olsaydı, bütün münafıkların mümin olmaları gerekirdi. Zira Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

(وَاللّٰهُ يَشْهَدُ اِنَّ الْمُنَافِقٖينَ لَكَاذِبُونَ) “Allah şahitlik eder ki, münafıklar yalancıdırlar.” (Münafikun, 63/1)

Sadece marifet (bilme) ile de iman olmaz. Eğer sadece marifetle iman olsaydı, bütün kitap ehlinin mümin olması gerekirdi. Şu ayet-i kerimede olduğu gibi:

(اَلَّذٖينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ اَبْنَاءَهُمْ)“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Peygamberi oğullarını bilir (marifet) gibi bilirler.” (Bakara 2/146)[5]

İmam Maturidî’nin “iman” kelimesi ile ilgili bu tarifi, yukarıdaki hadis-i şerife dayalı bir şekilde yaptığı açıktır.

Sünnî kelâm mezhebini geliştiren âlim Ebü’l-Muîn en-Nesefî (ö. 508/1115), kelâma dair eseri Tebsıretü’l-Edille’sinde imanı, “Efendimiz’in (sas), Allâh (cc) katından getirdiği ve inanılması gereken iman rükünlerinin tamamını tasdik” olarak tarif eder.[6]

Toparlayacak olursak, “iman” bir iç duyuş ve kalbî hissediş (marifet / tasdik) neticesinde hayat bulur. Bu inanılan prensiplerin dil ile ifadesi (ikrar), fikir ve düşüncelerin dışa vurumu haline gelir. İnanılan ve dil ile beyan edilen düşünce ve fikirlerin salih amele dönüşmesi, aza ve cevârihle pratiğe aktarılması vb. hususlar da (erkân ile amel) imanın tazeliğini koruması, yenilenmesi, güçlenmesi ya da aksi durumda (hafazanallah), eskimesi, güçsüzleşmesi ve partallaşması demektir.

Küfür Kelimesi

Küfür” kelimesi sözlüklerde, “imanın zıttı olarak, kalbi gerçeklere kapatma ve örtme” anlamlarına gelmekte,[7] kelime, karanlığın eşya ve insanları gizlemesi sebebi ile geceye, tohumu toprağa gömüp kapatmalarından dolayı çiftçilere de isim olarak verilmektedir.[8] Kelimenin çiftçilerle ilgili bu kullanımı, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle yer alır:

(كَمَثَلِ غَيْثٍ اَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ) “Çiftçilerin, bitkilerin boy atıp büyümesine sebep olan yağmurdan hoşlanmaları gibi..” (Hadid, 57/20)

Çok yönlü âlim Sa‘düddîn et-Teftâzânî’nin (v. 792/1390), Makâsıdu’l-Kelâm fî ‘Akâidi’l-İslâm adlı eserindeki tarifine göre küfür, “iman edilmesi gereken hususlara iman etmemektir.[9] Usûlcü, fakih ve muhaddis İbn Hazm el-Endelüsî (v. 456/1064), fıkıh usulüne dair eseri El-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm’ında, dini açıdan “küfür” kelimesini daha kapsamlı bir şekilde şöyle tanımlar:

Küfür, kişinin kendisine delilli ve gerçek bir şekilde gösterilen, Allah’ın (cc) iman edilmesini farz kıldığı herhangi bir hususu, lisanen olmayıp kalben, kalben olmayıp lisanen ya da her ikisi ile birlikte inkâr etmesidir. Veya (dinî) nassın, ‘bunu yaparsan imandan çıkarsın’ dediği fiilin yapılması demektir.[10]

İslâmî ilimlerin hemen her dalındaki çalışmalarıyla tanınan Hanbelî âlimi Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî (v. 597/1201), Kur’an-ı Kerim’de kelimelerin farklı yerlerde kazandığı değişik manaları incelediği eseri Nüzhetü’l-Aʿyüni’n-Nevâẓır fî ʿİlmi’l-Vücûh ve’n-Neẓâʾir’de, “küfür” kelimesindeki anlam çeşitlerini, ayet-i kerimelerden örnekler ile beş grupta toplamıştır:

1. Tevhidde küfür (Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin varlığını ve birliğini inkar etme):

(اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْھُمْ لَا يُؤْمِنُونَ) “(Resulüm!) Sen o nankörce inkâr edenleri (küfründe, bir daha asla vazgeçmeyecek şekilde son derece kararlı kafirleri, Allah’ın azabı ile korkutup günahlardan uzaklaştırmak için) uyarsan da uyarmasan da onlar açısından fark etmez, onlar iman etmezler.” (Bakara, 2/6)

(اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ) “Küfre varıp da Allah yolundan ve Mescid-i Haram’dan alıkoyanlar..” (Hac, 22/25)

2. Nimete küfür:

(وَاشْكُرُوا لٖى وَلَا تَكْفُرُونِ) “Nimetlerime şükredin de (nankörlük yaparak) küfre varmayın (Beni ve nimetlerimi inkâr etmeyin.).” (Bakara, 2/152)

وَضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا قَرْيَةً كَانَتْ اٰمِنَةً مُطْمَئِنَّةً يَاْتٖيهَا رِزْقُهَا رَغَدًا مِنْ كُلِّ مَكَانٍ فَكَفَرَتْ بِاَنْعُمِ اللّٰهِ فَاَذَاقَهَا اللّٰهُ لِبَاسَ الْجُوعِ وَالْخَوْفِ بِمَا كَانُوا يَصْنَعُونَ

Allah, şöyle bir temsil getirir: Bir şehir halkı vardı. Güvenlik ve huzur içinde idi. Rızıkları her yandan rahatça, bol bol geliyordu. Derken Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Allah da halkının işlediği suçlar sebebiyle o şehre açlığı ve korkuyu tattırdı (açlık ve korku, elbise gibi bütün vücutlarını kaplayıverdi).” (Nahl, 16/112)

3. Teberrî küfrü (uzaklaşma, uzak durma, yüz çevirme):

(ثُمَّ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ يَكْفُرُ بَعْضُكُمْ بِبَعْضٍ) “Kıyamet gününde, bir kısmınız bir kısmınıza küfür edecektir (uzaklaşacak, uzak duracak, yüz çevirecektir)” (Ankebut, 29/25)

4. Cuhûd küfrü (İblis ve benzerlerinde tezahür eden bilerek inkar hali):

(فَلَمَّا جَاءَهُمْ مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِهٖ) “Tanıdıkları / bildikleri / aşina oldukları (Kur’an ve Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem) kendilerine gelince (azgınlıklarından, hasetlerinden ve liderlik hırslarından dolayı) inkar ettiler.” (Bakara, 2/89)

5. Kapatma küfrü. (Bir şeyin üstünü örtme, kapatma)

(كَمَثَلِ غَيْثٍ اَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ) “Çiftçilerin, bitkilerin boy atıp büyümesine sebep olan yağmurdan hoşlanmaları gibi..” (Hadid, 57/20) Bu ayet-i kerimede, tohumu toprağa gömüp kapatmalarından dolayı çiftçilere “kâfir” (çoğ. küffâr) denilmiştir.[11]

Dil âlimi ve fakih İbn Manzur (v. 711/1311) ise, itikadî açıdan “küfür” kelimesini dörtlü şekilde sınıflandırmış, İbnü’l-Cevzî’nin taksiminden farklı olarak şu kategorileri ilave etmiştir:

6. İnadî küfür:

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini kalben bilmesi, lisanen ikrar etmesine rağmen, Ebu Cehil ve benzerlerinde olduğu gibi, doğruyu reddedip karşı çıkma, inat etmeye “inâdî küfür” denmiştir.

7. Nifak küfrü:

Kişinin, lisanen ikrar etmesine rağmen, kalben inanmamasına ve inkara dayalı küfrüne ise, “nifak küfrü” denmektedir.[12]

İbn Manzur’un yer vermediği bir başka kategori şirk küfrüdür.

8. Şirk küfrü:

Semantik açıdan “şirk”hali de Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini tanımama olduğundan “küfür” kategorisi içerisinde bulunmaktadır. Kuran’a göre “eş, ortak koşma” anlamına gelen şirk, küfrün en karakteristik tezahürlerinden biridir. Şirk durumu, Allah’ın ortağı olduğu hezeyanını öne sürmedir ve Allah’tan başkasına ibadet etme manasındaki küfür kelimesi ile aynı kategoride yer almaktadır.

Lokman’ın (as) oğluna yaptığı temel nasihatlerden biri şu şekildedir:

(يَا بُنَیَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظٖيمٌ) “Yavrum, Allah’a ortak koşma. Çünkü ortak koşma (şirki), çok büyük bir zulümdür.” (Lokman, 31/13)

Bu durumda, ana hatları itibarı ile sekiz çeşit küfür halinden söz etmek mümkün görünmektedir.

Şimdi, kişileri tekfir davranışına iten bazı sebepler üzerinde kısaca durmaya çalışacağız.

Tekfire Götüren Nedenler

Biz, ancak Allah’a rağbet edicileriz.” (Tevbe, 9/59)

1. Cehâlet

Tekfir davranışının temelindeki unsurlardan ilki cehalet durumudur. Cehalet, ilmin zıttıdır. Cehalet, körü körüne bağlanmayı, sorgulamadan her söylenene inanmayı ve istenilen şekilde yönlendirilmeyi kolaylaştırmaktadır.

Râgıb el-İsfehânî, Kur’an-ı Kerîm’deki kelimelere dair hazırladığı sözlüğü El-Müfredât’ta, cehalet kelimesini üç kısımda mütalaa etmektedir:

1. Benliğin, bilgiden yoksun olması ki asıl cehalettir. Bazı mütekellimler, insanda nizami bir şekilde cereyan etmeyen fiillere de cahillik anlamını vermişlerdir.

2. Bir şeyin, gerçek halinden daha başka bir şekilde olduğuna inanma,

3. Bir fiili, yapılması hakkı olan hali ile yapmama. Mesela, şu ayet-i kerimede olduğu gibi:

(فَتَبَيَّنُوا اَنْ تُصٖيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ) “Araştırınız (doğruluğunu anlayıncaya kadar tahkik ediniz). Yoksa, cahillikle bir topluluğa sataşmış olursunuz.” (Hucurât, 49/6) Bu ayet-i kerimede yer alan “araştırınız” bir fiildir ve bihakkın gerçekleştirilmemesi “cahillik” olarak beyan edilmiştir.[13]

Cahilce tekfir davranışından mustarip önemli alimlerimizden birisi de Eş‘arî kelâmcısı İmam el-Gazzâlî’dir (v. 505/1111). Tekfir tutumunun nasıl tehlikeli boyutlara gelebileceğini görmüş birisi olarak, imanla küfür arasındaki sınırın ne olduğuna dair eseri Faysalu’t-Tefrika Beyne’l-İslam ve’z-Zendeka adlı kitabında şöyle söylüyor:

Dost olduğun kişi, küfrün tarifinin, Eş’ari mezhebine, Mu’tezile mezhebine, Hanbeli mezhebine veya başkasına muhalif olan şeyden ibaret olduğunu iddia ederse, iyi bil ki o kişi, bilgisiz ve ahmak bir kimsedir. Kendisini taklit bağı bağlamıştır. O, körlerden biridir. Artık, onu düzelteceğim diye boşuna zamanını harcama.[14]

Gazzâlî, eserinin bir başka yerinde de benzer şekilde şöyle bir tavsiyede bulunuyor:

Sözün özü şudur. İlmi sermayesi fıkıh ilminden ibaret olan fakihin, bazı kimseleri tekfîr ve tadlîle (bir kimsenin küfürde ve temel dini itikattan sapmış olduğunu söyleme) daldığını gördüğünde, ondan hemen yüz çevir. Kalbini ve dilini onunla meşgul etme. Çünkü, sahip olduğu ilimlerle, başkalarına karşı meydan okuma, insan tabiatında var olan bir güdüdür. Cahiller, bu nefsî arzularına gem vuramazlar. İnsanlar arasındaki ihtilafların çok olmasının sebeplerinden birisi de bu iç güdüdür. Bu işi anlamayanlar elini çekse, halk arasında elbette ihtilaflar daha az olurdu.[15]

İmam Gazzâlî’ye göre, tekfir gibi çok ciddi bir konuda, herhangi bir alim için, sırf bilgi sahibi olmak da yetmemektedir. Gazzâlî, bir kimsenin, “iman” ve “küfür” hakikatini görüp anlayabilmesi ve hüküm verebilmesi için, şu şartların gerekli olduğunu ifade etmektedir:

Bil ki, ‘küfrün’ ve ‘imanın’ hakikatleri, bunların tarifleri, ‘hak’ ve ‘dalâlet’ ile bunların sırları, makam, mal talebi ve sevgisiyle kirlenmiş kalplere aşikâr olmaz (açılmaz). Bilakis bu gerçekler;

1. Dünyevi pisliklerden ve kirlerden arınmış,

2. Kâmil / tam bir riyazet ile cilalanmış,

3. Saflığı / temizliği bozulmamış bir zikirle aydınlanmış,

4. İsabetli (doğru) fikirlerle beslenmiş,

5. Şer’î emirlere bağlılıkla süslenmiş gönüllerde ancak tecelli ederler.[16]

Endülüs’ün yıldızı, Zâhirî mezhebinin büyük temsilcisi İbn Hazm da (v. 456/1064) Müdâvâtü’n-Nüfus adlı eserinde şöyle diyor:

İnsanların kusurlarını en çok dillendirip büyütenler, kendi yaşamlarında o kusurları en kolay işleyenlerdir.[17]

2. Taassup

Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an.” (Duha, 93/11)

Tekfir davranışının temelindeki unsurlardan bir diğeri taassup halidir. “Asabe” (عصب) kökünden -ki kelime Türkçemizde, “asabî / sinirli, öfkeli, hırçın, sert” şeklinde de kullanılmaktadır- gelen taassup kelimesi, dilbilimci ve edip İbn Manzur’un (v. 711/1311) tarifleri içerisinde, “bir kimsenin, haklı haksız ayırımı yapmaksızın, başkalarını kendi tarafına çağırması, taraftarlık ve hizipçilik yapmasıdır.[18]

Türkçemizde “bağnazlık” ya da “fanatizm” kelimeleriyle karşılanan bu kavram, bir fikre aşırı derecede bağlı olup, onun dışındakileri düşman gibi görmeyi, değişik anlayışları aşağılayıp yok etme eğilimini, farklılıklara karşı katı hoşgörüsüzlüğü ifade eder. Bilgisizlikten kaynaklanan taassubun ana dayanak noktaları, inat, haset, kibir ve muhakeme eksikliğidir.

Kültür eleştirmeni ve sosyal teorisyen Albert Toscano’nun deyimiyle fanatik kimse, hoşgörü sınırlarını aşan, iletişime kapalı olan, siyasi rasyonalite çerçevesinin dışında durandır. Hiçbir argümana tahammül edemeyen, ancak kendine rakip gördüğü her türlü görüş veya tarz ortadan kalktığında yatışacak olan (bu onu yatıştırmaya yeterse tabii) bir güdünün boyunduruğu altındadır.[19]

Taassup, bir inancı körü körüne kabul edip başkasına dayatma, başkalarının inanç ve düşüncelerini aşağılayıp baskı yoluyla yok etmeye çalışmadır. Bu özellikleri ile düşünsel bir hastalık olan taassup, İslam’ın müsamaha, hilim, teenni, sabır, sekînet vb. ahlâkî kavramlarına zıtlık teşkil eder. Şayet kişi, müntesibi olduğu fırkanın düşüncelerinde taassuba girerse, hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma konularında zorlanmaya başlar.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Hristiyanların, Yahudilerin ve Müslümanların, sırf aralarındaki haset, liderlik istekleri, dünya menfaatleri ve her bir grubun kendine daha çok taraftar toplama davranışları yüzünden ihtilaflara düştükleri şu şekilde beyan edilir:

وَمَا اخْتَلَفَ الَّذٖينَ اُوتُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ

Kendilerine kitap verilenler (Hristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar), hakikat kendilerine ulaştıktan sonra, aralarındaki ihtirastan dolayı, ihtilâfa düştüler.” (Ali İmran, 3/19)

Çağdaş İslâm düşüncesinin öncülerinden, ıslahatçı âlim Reşid Rıza (1865-1935), bu ayet-i kerime ile ilgili olarak, Tefsîrü’l-Kurʾâni’l-Hakîm (Tefsîru’l-Menâr diye meşhurdur) adlı eserinde yaptığı yorumda şöyle söyler:

Taassup, İslam toplumunda bölünme ve çekişmelerin oluşmasına meydan vermekte, bu da tarafları birbirlerini tekfire kadar götürmektedir.[20]

İslam, bütünüyle insancıllığı ve hoşgörüsü ile güneş gibi parlarken, mutaassıp kişiler fikirlerini her zaman zorla dayatmak isteyeceklerdir. Fikirlerinde aşırı mutaassıp bir insan, kendisinin baskın çıkmasını, rakibinin yenilmesini ister. Böylece çatışma kaçınılmaz bir sonuç olur. Peygamberlerin (ase) mucizeleri, hakîmlerin hikmetli sözleri bile, taassubu karakter haline getirmiş böyle bir mutaassıba gerçeği kabul ettiremez. Neticede mutaassıp kimse, ihya ve inşa aktivitesi yerine, ifna bataklığına saplanmış olur.

Hoşgörüsüzlük, kişinin çok dar bir bakış açısı ile gördüğü ve inandığı gerçeklere ait zayıf ve silik gölgelerin kabul edilmemesine karşı duyduğu anlamsız öfke patlamalarıdır. Ayrıntılarına ve bütününe vakıf olmadan bir düşünceye körü körüne bağlılık ve taassup, şiddetli zulüm ve düşmanlıkları üretip çoğaltmaktan başka hiçbir işe yaramamıştır.

Taassubun arkasındaki psikolojik motivasyonlar, hakikati ve doğruları sadece kendisinde ve grubunda görme, halka kendini beğendirme tutkusu ve önde görünme hastalığıdır. Halbuki İslam, rahmet, bilgi, hakikat aşkı, edep ve tevazu gibi meziyetlerin ve yüksek erdemlerin kaynağıdır. Bu durumda kişiye düşen, gerçeğe tefekkür ve düşünce yoluyla ulaşması, görüşlerinin temel normlara dayalı bir şekilde kendine ait olması, rehberinin koluna takılıp giden bir kör gibi olmamasıdır. İnsan, ancak bağımsız entelektüel olmakla bu gibi hastalıklardan kurtulabilir. Çünkü istiklalin şe’ni infirattır ve gerçeğe ulaşmanın yolu, ‘şüpheyi’ bir basamak olarak kullanmaktır.

3. Taklit

Ve onlar ki, namazlarını muhafaza ederler.” (Müminun, 23/9)

Tekfir davranışın temelindeki unsurlardan bir diğeri ise taklittir. İmam Mâtürîdî (v. 333/944) kelâma dair eseri Kitâbu’t-Tevhîd’inde, taklidin, sahibini mazur göstermeyecek bir davranış olduğunu söylemektedir. Zira bu durumda, kendisi gibi bir başkası da taklide dayanarak, aksi düşünceyi benimseyebilecektir.[21]

Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzâlî (v. 505/1111) fıkıh usulüne dair eseri el-Mustasfâ min İlmi’l-Usûl’ünde taklidi, “bir sözü delilsiz kabul etmek[22] şeklinde tarif eder. Bir diğer Eş‘arî kelâmcısı ve usûl-i fıkıh âlimi Seyfüddin el-Âmidî de el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm’ında, taklit kelimesine, “bağlayıcı bir delil olmaksızın, başkasının sözü ile amel etmek[23] şeklinde anlam verir.

Kelâm ve fıkıh âlimi Seyyid Şerif Cürcanî’nin (v. 816/1413) İslâmî ilimlere dair terimler sözlüğü Kitabu’t-Ta’rîfât’ındaki tanımı içerisinde ise taklit, “başkasına ait söz veya hareketlerin doğruluğuna inanarak, delilleri araştırmadan ve üzerinde düşünmeden o kişiye uymaktır.[24]

Fıkıh mezhepleri arasındaki ihtilâfları konu edinen “hilâf” ilminin kurucusu kabul edilen Hanefî fakihi Ebû Zeyd ed-Debûsî (v. 430/1039), fıkıh usulüne dair Takvîmü’l-Edille adlı eserinde taklit ile ilgili olarak şöyle diyor:

Taklit, cahilin ana sermayesidir. Böyle bir cahil, kendisi gibi başka bir cahile delilsiz şekilde tabi olur.[25]

Taklit ile delile dayalı akıl yürütme, birbirlerini dışlayan kavramlardır. Çünkü taklit, delile dayanmayan bağlılıktır ve dinen tasvip edilmemektedir.

Taklit ve ittiba kelimelerinin birbirlerine karıştırılmaması gerekir. Çünkü, ikisi arasında fark bulunmaktadır. Taklit, bilgiye dayanmaksızın bir görüşü benimseme, çeşitli düşüncelere ve uygulamalara şuursuzca teslim olma ve körü körüne uyma iken, ittiba ise, delilini bilerek ve doğruluğuna kanaat getirerek bir görüşe uyma demektir. İttiba konusunun ayrıntıları, “İttiba, Tabi Olma ya da Uyma” başlıklı yazımızda görülebilir.

İslam dünyasında görülen problemler, sadece taassuptan değil ama aynı zamanda onun bir yansıması olan taklitten de kaynaklanmaktadır. Taklit, tembelliği artırmakta, İslam medeniyetinin gelişim seyrini, durağanlık ve durgunlukla sekteye uğratmaktadır. Günümüz İslâm dünyasının yaşadığı gerilemelerin, olumsuzlukları izale edememesinin ve kültürel durgunluğunun sorumlularından birisi de cehalet ve taassuba ilave olarak, bu bilinçsizce taklit halidir.

Tefekkür, tecdit ve araştırmanın tam zıt kutbunda taklit tutumu yer alır. Çünkü tefekkür ve araştırma, itikadî ve imânî konularda her Müslümana yönelik bir emirdir. Kişinin taklit ile değil, tam aksine akıl yürüterek iman hakikatlerine ulaşması bir esastır. Araştırma ve hakikat sevgisi, yenilenme gayreti, hilim ve teenni gibi ahlâk-ı hamîdeyi iktisap, aksiyoner olma ve yanlış anlamalardan uzak durma, taklit hastalığının asli tedavi unsurlarındandır.

Mukallidin imanı sahih olmakla birlikte, bilhassa entelektüel kesimde tefekkür ve araştırmanın terk edilmesi çok önemli bir hatadır. Çünkü iman, yukarıda yer alan hadis-i şeriflerde beyan buyurulduğu üzere tasdiktir. Mukallidin imanında ise tasdik, asgari seviyede yer almaktadır. Mukallit, kendisinden talep edilen fiili ya da davranışı sorgulamaksızın kabul edebilir, uygulayabilir, hatta bu davranışın helal ya da haram olduğuna kanaat getirebilir. Çünkü, şer’i hükümlere ulaşma yollarını tam olarak bilememekte, onları araştırma ve delillerden hüküm istinbatı yetisine sahip bulunmamaktadır.

Ancak Müslüman bir entelektüel için böyle bir cevaz söz konusu değildir. O, istinbat-ı ahkâm ile memurdur. Körü körüne taklit, onun için seçenek bile değildir.

Araştırmaksızın, taklide dayalı davranışların yanlışlığını, hatta bu tür dinî davranışların Allâh’tan başkasına ibadet anlamına geleceği, şimdi aktaracağımız rivayette açıkça görülmektedir.

Tay kabilesinin reisi olan meşhur sahabi Adiy b. Hâtim et-Tâî (v. 67/686), Efendimiz’in (sas) ziyaretine geldiğinde, Hristiyanlığı terk ile Müslüman olmuş, aralarında da şöyle bir diyalog geçmişti:

“Boynumda altından yapılmış bir haç olduğu halde Resülullah’ın (sas) yanına gelmiştim. Bana şöyle buyurdu:

Ey Adiy, boynundaki şu putu çıkar, at!

Ben de çıkarıp attım. Yanına vardığımda şu ayeti okuyordu:

Onlar, Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini (yani din adamlarını) ve Meryem oğlu Mesihi Rab edindiler. Oysa, tek olan Allah’tan başkasına ibadet etmemekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ibadete layık ilah yoktur. Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir.” (Tevbe, 9/31)

Okuması sona erince dedim ki:

“Ya Resulallah! Biz onlara (rahiplere) ibadet etmiyoruz?” Bunun üzerine Resülullah (sas) şöyle buyurdu:

Bu rahipler, Allah’ın helal kıldığı bir şeyi haram yaptığında, haram kabul etmiyor muydunuz? Allah’ın haram kıldığı bir şeyi helal yaptıklarında da helal kabul etmiyor muydunuz?

Ben:

“Doğru, böyle yapıyorduk” dediğimde, şöyle buyurdular:

İşte bu, onlara ibadet etmektir.[26]

4. Tefrika

Şüphesiz O, Tevvâbdır (kullarını günahtan vazgeçiren, tövbe yollarını kolaylaştıran ve tövbeleri çok kabul eden), Rahîm’dir (Esirgeyen, bağışlayan, engin merhamet sahibi, dünyada kendisine inanıp emirlerine uygun bir şekilde yaşayanları âhirette ebedî nimetlerle mükâfatlandıran).” (Bakara, 2/37, 54)

Cürcânî (v. 816/1413), Ta‘rifât’ında tefrikayı; “kendisi hakkında ihtilâfa düşülen haller, tasarruflar ve muameleler” şeklinde tarif eder.[27] Dolayısıyla tefrika, “anlaşmazlıklar, ayrılıklar, ihtilâflar, ayrışan taraflar ve gruplar” anlamına gelir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, tefrikanın meydana geliş şekilleri ile ilgili olarak önemli veriler bulunmaktadır. Şimdi bu ayet-i kerimelerin bir kısmını görmeye çalışacağız.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, ihtilaf ve tefrikaya düşmeden vahdet oluşturulmasının önemini bir ayet-i kerimede şöyle beyan eder:

(وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا) “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a ve Peygambere) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin.” (Ali İmran, 3/103)

Cehalet, taassup, taklit ve haset gibi nefsi hastalıklar, bu olumsuz sıfatlara bağlı farklı farklı duruşlar, parçalanıp bölünmenin ve tefrikanın temel sebeplerinden olmuştur. Tefrika davranışının neticesi, var olan birliğin parçalanması, maddi-manevi gücün zayıflayıp yok olmasıdır. Çünkü Allah (cc), kâinat ve toplumlarla ilgili “sünnetüllah” olarak isimlendirdiği değişmeyen ilâhî kanunlar ve yasalar koymuş, bu yasalara uyulmamasının kesin neticeler üreteceğini haber vermiştir. Sünnetüllah’a uyulmamasının getireceği neticelerden birisi olan tefrikanın yanlışlığı, şu ayet-i kerime ile de açık bir şekilde beyan edilir:

وَاَنَّ هٰذَا صِرَاطٖى مُسْتَقٖيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبٖيلِهٖ ذٰلِكُمْ وَصّٰیكُمْ بِهٖ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti.” (Enam, 6/153)

Abdullah b. Mesud’un (ra) rivayeti ile, bir gün Resülullah (sas) yere bir çizgi çizmiş ve (هَذَا سبيلُ اللهِ) “Bu Allah’ın yoludur” demiştir. Daha sonra bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizmiş ve şöyle buyurmuştur:

(هَذِهِ سُبُلٌ مُتَفَرِّقَةٌ، عَلَى كُلِّ سَبِيلٍ مِنْهَا شَيْطَانٌ يَدْعُو إِلَيْهِ) “Bunlar da ayrılmış diğer yollardır. Bu yolların her birinin başında, kendisine çağıran bir Şeytan bulunmaktadır.

Daha sonra ise yukarıdaki âyet-i kerimeyi okumuştur.[28]

Tefrikanın sebeplerinden birisi de ahkâmın temel maksatlarını bırakıp, teferruatları aslın ve temel maksatların yerine ikame etme düşüncesine saplanmaktır. Bu şekilde dinin aslî hükümleri, Şâri’in amaçladığı evrensellik ve kolaylaştırıcılık ilkelerinden uzaklaştırılmış, asıllarda hedeflenmeyen maksatlar üretilerek anlamsız yorumlara sapılmış, ibadetler, hükümler ve suçtan caydırıcı yasaklar ana amaçlarından uzaklaştırılarak, başka yollara ve lüzumsuz teferruata saplanıp kalınmış olur. Neticede de gereksiz tartışmalar, tefrikaya düşmüş topluluklar ortaya çıkar.

Kur’an-ı Kerîm, dini toplulukların bilgiyi asıl amacından uzaklaştırıp, anlamsız yorumlarla onun ışığını ve rehberlik gücünü azaltan, yer yer yok eden tefrikaya dayalı tutumlarından haber vererek şu şekilde uyarır:

وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَاُولٰئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌ

“(Ey müminler,) Kendilerine açık deliller ve ayetler geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler (Hristiyanlar ve Yahudiler) gibi olmayın. İşte onlar için, çok büyük bir azap vardır.” (Ali İmran, 3/105)

Kur’an-ı Kerîm ayrıca, cahil bir şekilde tefrika davranışı sergileyenlerden uzak durulmasını salık vererek, önemli bir tembihte bulunur:

اِنَّ الَّذٖينَ فَرَّقُوا دٖينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًا لَسْتَ مِنْهُمْ فٖى شَیْءٍ

Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de gruplara ayrılmış olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur.” (Enam, 6/159)

Dinî ve akaidî alandaki tefrika, önce fikrî düzeyde ihtilâflar ile başlar. Daha sonra kalplerdeki dağınıklıkla devam eder. Son olarak da müşterek inanç ve vahdet yok olur. Birlik ve bütünlüğün kaybedilmesi, parçalanmalar, gruplaşmalar ve fırkalaşmalar demektir. Cemiyetteki dengenin bozulması, bunların neticesinde de yeni huzursuzluklar, güvensizlikler ve kargaşa zemini anlamına gelir. Neticede ihyâ, inşâ ve vahdet düşüncesinden, dinin getirmiş olduğu sahih hakikatler ve akideden uzaklaşma ve yabancılaşma gerçekleşir.

Kur’an-ı Kerîm, tefrika davranışının nihâî sonucunu şöyle haber verir:

مِنَ الَّذٖينَ فَرَّقُوا دٖينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ

Dinlerini darmadağınık edip gruplaşanlardan olmayın. (Ki onlardan) Her bir grup, kendi sahip olduğu (dinî anlayış ve ilkeler) ile sevinip böbürlenmektedir.” (Rum, 30/32)

Tefrikanın izale edilmesini, tefrikaya sebep olan unsurların ortadan kaldırılmasını emreden bir ayet-i kerime ise şu şekildedir.

(اَقٖيمُوا الدّٖينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا فٖيهِ) “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” (Şura, 42/13)

Şimdi, Efendimiz’in (sas) hadis-i şeriflerinde, inançlı insanların tekfire yani küfre nispet edilmemesi konusundaki çok önemli uyarılarını görmeye çalışalım.

Çözümler

Allah size kolaylık diler, size güçlük dilemez.” (Bakara, 2/185)

Hadîs-i Şerîflerde Tekfir Etmeme Uyarıları

Cenab-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, (وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ) “Biz Seni (Ey Resulüm), âlemlere bütünüyle rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 21/107) buyurmakla, tutum ve davranışlarında Efendimiz’e (sas) muhalefet edip tâbi olmayan kimselerin, nefislerine mağlup olacaklarına ve bu yüksek rahmetten de nasiplerini kaybedeceklerine bir ihtarda bulunmaktadır.

Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, (وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلٖيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ) “Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, muhakkak onlar etrafından dağılıp gitmişlerdi” (Ali İmran, 3/159) buyurarak, kabalık ve nobranlığın karşısına, “halim ve selim olma, şefkat ve mülayemet” özelliklerini yerleştirmektedir.

Efendimiz de (sas) Ebu Ümâme (ra) rivayeti ile, (بُعِثْتُ بِالْحَنِيفِيَّةِ السَّمْحَةِ) “Ben, hanefiyye ve semha ile görevlendirildim[29] buyurarak, İslam’ın iki temel özelliğinden birini, “tevhidi esas alan dosdoğru din / hanefiyye”, diğerini de “genişlik, kolaylık ve rahatlık / semha” olarak belirlemiştir.

Ebu Musa’nın (ra) rivayetine göre, Resülullah (sas) sahabelerinden birini görevli olarak gönderdiği zaman ona şu şekilde tavsiye ve öğütte bulunurdu: (بَشِّرُوا وَلَا تُنَفِّرُوا وَيَسِّرُوا وَلَا تُعَسِّرُوا) “Müjdeleyin, fakat nefret ettirmeyin. Kolaylaştırın, ama zorlaştırmayın[30] Efendimiz (sas) böylece, dinden nefret ettirici ve soğutucu davranışlardan kaçınılmasını, dinî hususlarda zorluğun değil kolaylığın icrasını temel bir usul olarak vaz etmiş olmaktadır.

Bu hadis-i şerifteki anlam, ‘Allah’ın (cc) fazlını, keremini, sevabını, ihsanının çokluğunu, rahmetinin genişliğini müjdeleyin, korkutucu emir ve yasaklardan bahsedip de sertlik, huşunet ve kabalık göstermeyin’ demektir.

İslâm dininin iki önemli evrensel ilkesi; 1) Kolaylaştırmak ve 2) Müjdeleyici olmaktır.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamberlerin hepsinin (ase) “müjdecilik” özellikleri, (مُبَشِّرٖينَ وَمُنْذِرٖينَ) “Müjdeleyiciler ve uyarıcılar..” (Bakara, 2/213; Nisa, 4/165; Enam, 6/48; Kehf, 18/56) şeklinde beyan edilir.

Müjdecilik” özelliğinin yanı sıra diğer bir prensip olan, Efendimiz (sas) ile birlikte bütün peygamberlerdeki (ase) “kolaylaştırıcılık” özelliği de şu ayet-i kerimeler ışığında rahatlıkla görülmektedir:

(يُرٖيدُ اللّٰهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُرٖيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ) “Allah sizler için kolaylık dilemektedir, güçlük dilememektedir.” (Bakara, 2/185),

(يُرٖيدُ اللّٰهُ اَنْ يُخَفِّفَ عَنْكُمْ) “(Allah, din hususundaki ağır teklifleri) Sizden hafifletmek istemektedir.” (Nisa, 4/28)

(وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِى الدّٖينِ مِنْ حَرَجٍ) “(Allâh) Dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi.” (Hac, 22/78)

Hz. Aişe validemizin (r. anha) rivayeti ile Efendimiz (sas), “İki şey arasında muhayyer bırakıldığında, günah olmadığı sürece mutlaka en kolay olanı seçen, günah ise insanların ondan en uzak olanıydı.[31]

Efendimiz’in (sas), işte bu temel asıllara bağlı bir şekilde, belirlemiş olduğu önemli bir prensip de insanların tekfir edilmemesidir. Bu hususla ilgili uyarılar şu şekildedir:

1. Hadîs-i Şerîf:

Ant olsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, zor duruma düşmeniz ona çok ağır gelmekte… O, size çok düşkündür (hiçbiriniz kendisini takip etmekten ve getirmiş olduğu hak din ile saadet bulmaktan uzaklaşmasın, bunun dışında kalmasın diye gayret gösterir). Müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 9/128)

:عَنْ أَبِي ذَرٍّ رضى الله عنه أَنَّهُ سَمِعَ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم يَقُولُ

لاَ يَرْمِي رَجُلٌ رَجُلاً بِالْفُسُوقِ، وَلاَ يَرْمِيهِ بِالْكُفْرِ، إِلاَّ ارْتَدَّتْ عَلَيْهِ، إِنْ لَمْ يَكُنْ صَاحِبُهُ كَذَلِكَ.‏

Ebû Zer (ra), Efendimiz’i (sas) şöyle buyururken işitmiştir:

Hiçbir kimse, bir başkasına ‘fasıklık’ sıfatı atamaz (atmaya hakkı yoktur). Yine, bir kimseye, ‘küfür’ sıfatı da atamaz. Şayet atar da attığı kimse, ‘fasıklığın’ ya da ‘küfrün’ sahibi değilse, bu sıfatlar muhakkak atan kimseye döner.[32]

Bu hadis-i şerif, genel geçer bir ahlâk kanunudur. Şayet, “fısk” ya da “küfür” isnat edilen kişi, gerçekte “fasık” veya “kafir” ise, bu sözü söyleyen kişiye dönmemesi, böyle bir isnattan dolayı o kişinin günahkar ve ahlâken sorumlu olmaması umulur. Şu kadar var ki bu sorumsuzluk mutlak değildir. “Nasihat” ve “terbiye” gibi, faziletli bir maksada yönelik olma şartına bağlıdır. Ancak böyle bir niyetle kişinin kusurunu yüzüne vurmak caiz görülmüştür.

Fakat, kişiyi ayıplamak, onu bu ayıp ile teşhir etmek ve eziyet vermek maksadıyla tekfir ya da fısk isnatlarında bulunmak memnudur, caiz değildir. Çünkü böyle bir hareket, düşmanlık anlamı taşır. Kişiye düşen vazife, insanların kusurlarını açıp saçmak değil, öğüt verip düzeltmeye çalışmak ve iyileştirmektir.

2. Hadîs-i Şerîf:

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عُمَرَ رضى الله عنهما أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم قَالَ: ‏

أَيُّمَا رَجُلٍ قَالَ لأَخِيهِ يَا كَافِرُ‏‏ فَقَدْ بَاءَ بِهَا أَحَدُهُمَا.‏

Abdullah b. Ömer (r. anhümâ), Efendimiz’den (sas) rivayet ediyor:

Herhangi bir kimse (mümin) kardeşine ‘Ey kâfir’ diye hitap ederse, bu sıfat muhakkak ikisinden birisine döner.[33]

Hadis-i şerifte açıkça görüldüğü üzere ya tekfir edilen ya da tekfir eden açısından tekfir, ağır sonuçlar doğurmaktadır. Endülüslü muhaddis, münekkit, tarihçi ve Mâlikî fakihi İbni Abdilberr en-Nemerî (v. 463/1071), Et-Temhîd Limâ fi’l-Muvaṭṭaʾ Mine’l-Meʿânî ve’l-Esânîd adlı eserinde, bu hadis-i şerif münasebeti ile şöyle söylemektedir:

Kur’an ve Sünnetten açık bir delile dayanmaksızın, Müslüman’a kâfir veya fasık denemez. Böyle söylenebilmesi için tam anlamıyla bir icma gerekir. Bir kimseyi küfür ile itham, en büyük günahlardandır. Kıble ehli birini tekfir etme, oldukça tehlikelidir ve kişiler bundan nehy edilmişlerdir.[34]

3. Hadîs-i Şerîf:

:عَنْ ثَابِتِ بْنِ الضَّحَّاكِ، عَنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم قَالَ

لَعْنُ الْمُؤْمِنِ كَقَتْلِهِ، وَمَنْ رَمَى مُؤْمِنًا بِكُفْرٍ فَهْوَ كَقَتْلِهِ.‏

Sabit b. Dahhâk’tan (ra) rivayet edildiğine göre Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:

Mümine lanet etme (bir kimsenin Allah’ın (cc) rahmetinden mahrum kalmasını dileme, bedduâ etme), onu öldürme gibidir. Kim bir mümine ‘küfür’ isnat ederse, onu öldürmüş gibi olur.[35]

Lanet, müminin uhrevi menfaatlerinin zevalini istemek anlamına geldiği için, öldürmekle eş görülmüştür. Keza, bir mümine ‘kafir’ diyerek küfür isnat etmek de onun dünyevi menfaatlerini ihlal ettiği için, öldürmek derecesinde günah sayılmıştır.

Hanbelî fakihi ve muhaddis İbn Batta Muhammed el-Ukberî (v. 387/997), akaid, ibâdât, muâmelât ve ahlâk konularını işlediği El-İbâne ‘an Şerî‘ati’l-Firkati’n-Nâciyeti ve Mücânebeti’l-Firakı’l-Mezmûmeti adlı eserinde, mezhep imamı büyük müctehid İmam Şâfiî’nin (v. 204/820), nefislerinin / benliklerinin doğrultusunda konuşmaktan kişileri şiddetle nehyettiğini ve şöyle söylediğini nakletmektedir:

Duyguları doğrultusunda konuşan bir kimse, kendi görüşüne muhalefet eden arkadaşına, ‘hata ettin’ denilecek bir konuda bile ‘küfre düştün’ der.[36]

Ebû Hanife Hazretleri El-Fıkhu’l-Ekber’inde (ولا نكفِّر مسلمًا بذنبٍ منَ الذنوب، وإن كانت كبيرة، إذا لم يستحلَّها) “Helal saymadıkça, bir Müslümanı büyük olsa dahi herhangi bir günahından dolayı tekfir etmeyiz” derken, benzer şekilde Hanefî fakihi ve muhaddis Ali el-Kârî (v. 1014/1605), Fıkhu’l-Ekber’e yapmış olduğu şerhte şöyle söylemektedir:

Bidatçıların ayıplarından biri, birbirlerini tekfir etmeleridir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın övünülecek taraflarından biri ise, birbirleri için hata etmiştir der ve birbirlerini tekfir etmezler.[37]

4. Hadîs-i Şerîf:

:عن ابن عمر قال: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم

كُفُّوا عَنْ أَهْلِ لا إِلَهَ إِلا اللهُ، لا تُكَفِّرُوهُمْ بِذَنْبٍ، فَمَنْ أَكْفَرَ أَهْلَ لا إِلَهَ إِلا اللهُ فَهُوَ إِلَى الْكُفْرِ أَقْرَبُ.‏

İbni Ömer (ra), Efendimiz’in (sas) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

Allah’tan başka ilah yoktur’ diyenler hususunda dilinizi tutun. Günahından dolayı sakın tekfir etmeyin. ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ diyen kimseleri tekfir eden, kendisi küfre daha yakındır.[38]

İbn Teymiyye (v. 728/1328), çeşitli eserlerinin ve fetvalarının bir araya getirildiği külliyatı Mecmûatü’l-Fetâvâ’sında Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten bir kimsenin, imanını terk etmeden yaptığı zina, hırsızlık ve içki içmek gibi amelleri sebebiyle tekfir edilemeyeceğini, sadece ‘Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ölümden sonra dirilmeye inanma’ gibi iman esaslarını veya mütevatir şekilde gelen farzları ve günahları inkâr eden kimsenin kâfir olarak addedilebileceğini belirtir.[39]

İbn Teymiyye, külliyatının bir başka yerinde de akli çıkarımlara dayanarak, farklı bakış açılarına sahip kişilere yönelik tekfir yapılamayacağını, ancak şeriatta küfür sözü olduğu belirtilen veya Hz. Muhammed’in (sas) getirdiği gerçeklere alenen karşı çıkılmışsa küfre düşüleceğini belirtir.[40]

5. Hadîs-i Şerîf:

:عن عائشة رضي الله عنها قالت سمعت رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول

لا تُكفِّروا أحَدًا مِن أهلِ قِبْلَتِكم بذَنْبٍ وإنْ عمِلوا بالكبائرِ، وصَلُّوا مع كلِّ إمامٍ وجاهِدوا مع كلِّ أميرٍ.‏

Ümmü’l-müminin Hz. Aişe (r. anhâ), Efendimiz’den (sas) şöyle işittiğini rivayet etmektedir:

Büyük günah işlemiş olsalar dahi, kıble ehlinizden hiç kimseyi tekfir etmeyin. Her imamla namaz kılın, her emir (başkan) ile cihat edin.[41]

Muhtemelen bu hadis-i şerife dayanarak, Hanefî fakihi ve muhaddis İmam Muhammed et-Tahâvî (v. 321/933), Sünnî itikat esaslarını ihtiva eden ve ilk kâdılkudât Ebû Yusuf (v. 182/798) ile müctehid Muhammed el-Hasen eş-Şeybânî’nin (v. 189/805) itikadî görüşleri çerçevesinde düzenlediği risâlesi el-ʿAḳīdetü’ṭ-Ṭaḥâviyye’sinde şöyle söylemektedir:

Kıble ehlini, helalleştirmediği bir günah yüzünden tekfir etmeyiz.[42]

Bilinçli ve iradî olarak, iman ve İslam dairesinden çıkmamış kimseler, sözleri kendilerinin katılmadığı bir şekilde yorumlanarak tekfir edilemezler. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat, küfre düşmüş olma delili açık kişiler hariç, inananları tekfir etmemiştir, etmemektedir.

6. Hadîs-i Şerîf:

Efendimiz (sas), bazı imparatorlara, elçileri vasıtası ile İslam’a davet mektupları göndermiştir. İlk yolladığı elçi de Habeşistan İmparatoru Necâşî’ye gönderdiği Amr b. Ümeyye ed-Damrî’dir.

Hadis, siyer ve tarih âlimi İbn Sa’d’ın (v. 230/845), meşhur eseri Kitâbu’t-Tabakati’l-Kebîr’inde naklettiğine göre, “Resülullah (sas), Necâşî’ye yazdığı mektubunda, onu İslam’a davet ediyor ve Kur’ân’dan ayetler okuyordu. Necâşî, Resülullah’ın (sas) mektubunu aldı ve gözlerinin üzerine koydu. Ardından, tevazu göstergesi olarak tahtından indi ve yere oturdu. Müslüman oldu ve hak üzere şehadet getirerek, “Eğer, O’na gitmeye gücüm yetseydi, giderdim” dedi. Efendimiz’e (sas), İslam’a çağrısını kabul ettiğini, peygamberliğini tasdik edip, Allah (cc) rızası için Cafer b. Ebû Talib (ra) sayesinde Müslüman olduğunu beyan eden bir mektup yazdı.”[43]

Ebû Hüreyre (ra) diyor ki, “Resülullah (sas), Habeş hükümdarı Necâşî öldüğü gün, vefatını sahabelere bildirdi. Ashabını musallaya (namazlığa) çıkarıp (düzgün) saf yaptırdı. Necâşî için, dört tekbir al(ıp gıyabi cenaze namazı kıldır)dı.[44] Daha sonra da: (اسْتَغْفِرُوا لأَخِيكُمْ) “Kardeşiniz için bağışlanma dileyin” buyurdu.[45]

Tarihi veriler ışığında baktığımızda, namaz, oruç, hac ve zekât gibi temel İslami rükünleri ifa ettiğini bilmediğimiz, hükümdarlık ettiği toplumu Hıristiyanlık hükümlerine göre yöneten Necaşi’yi, Efendimiz (sas) Cafer b. Ebû Talib (ra) aracılığı ile cevaplamış olduğu mektuba binaen Müslüman ve kardeş olarak kabul etmiş, vefatını ashab hazeratına mucizevi bir tarzda günü gününe haber verdikten sonra gıyabî cenaze namazı kıldırmış, ashabının Necâşî için dua etmelerini istemiştir.

Efendimiz (sas), bir kişinin sırf yazılı beyanı ile iktifa edip, onun Müslümanlığını ve kardeşliğini yüksek seviyede kabul ile, cenaze namazını gıyaben kıldırıp, ashabının onun için dua etmelerini isterken, günümüzde güya İslam adına, Müslümanlıkları müsellem bilhassa önemli şahsiyetleri tekfir, tadlîl ya da tahtie nasıl doğru olabilir? Söz konusu kimseler, böyle yaparak kendilerinin daha dindar olduklarını mı düşünmektedirler? Bu gibi kimseler, anlamsız nefret söylemleri ile, dine hizmet ettiklerini, kendilerinin en mükemmel ve yanılmaz olduklarını mı sanmaktadırlar? Sorular artırılabilir…

7. Hadîs-i Şerîf:

:عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم ‏

ثَلاَثَةٌ مِنْ أَصْلِ الإِيمَانِ ‏:‏ الْكَفُّ عَمَّنْ قَالَ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَلاَ تُكَفِّرْهُ بِذَنْبٍ وَلاَ تُخْرِجْهُ مِنَ الإِسْلاَمِ بِعَمَلٍ، وَالْجِهَادُ مَاضٍ مُنْذُ بَعَثَنِيَ اللَّهُ إِلَى أَنْ يُقَاتِلَ آخِرُ أُمَّتِي الدَّجَّالَ لاَ يُبْطِلُهُ جَوْرُ جَائِرٍ وَلاَ عَدْلُ عَادِلٍ، وَالإِيمَانُ بِالأَقْدَارِ ‏.‏ ‏

Efendimiz (sas), Enes b. Malik’in (ra) rivayeti ile şöyle buyurmaktadır:
Üç şey imanın aslıdır. (Birincisi) Lâ ilahe illallah diyen bir kimseye el ve dil uzatmaktan çekinmek, (işlemiş olduğu) herhangi bir günahı sebebi ile onu kâfir saymamak, (İslâm’a uymayan) bir fiilinden dolayı onu İslam dışı ilan etmemektir. (İkincisi) Allah’ın beni (Peygamber olarak) gönderdiği andan, ümmetimin Deccal ile savaşacağı ana kadar devam edecek olan cihattır. Cihadın geçerliliğini, adaletli bir idarecinin adaleti ortadan kaldıramayacağı gibi, zalim bir idarecinin zulmü de kaldıramaz. (Üçüncüsü ise) Kadere inanmaktır.[46]

Bu hadîs-i şerif gereğince, “Lâ ilâhe illAllâh” diyen bir kimseye el ve dil uzatmaktan çekinmek, bu kelimeyi söyleyen bir kimsenin malına, canına saldırmak haramdır. Ehl-i sünnet uleması, bu ve benzer hadis-i şeriflere dayanarak, kelime-i tevhidi söyleyen kimseleri Müslüman kabul etmişler, işlemiş oldukları günahlara bakarak, İslâm’a aykırı bazı davranışlarını gerekçe göstererek onları tekfir etmemişlerdir.

Ehl-i sünnetin karşısında olan Haricîler, her büyük günah işleyenin dinden çıkacağını, Vâsıl b. Atâ’nın (v. 131/748) oluşturduğu Mutezile mezhebi taraftarları da büyük günah işleyenlerin Müslüman olarak kalamayacaklarını, küfür ile iman arasında (el-menziletü beyne’l-menzileteyn / iki konum (mekân, derece) arasında üçüncü bir konum) bulunacaklarını söylemişlerdir.

Halbuki, yukarıdaki hadis-i şerifler gereğince, kelime-i tevhidi (lâ ilâhe illAllâh) söyleyen inançlı her bir ferde, el veya dil uzatmaktan kaçınmak, Müslümanların üzerine düşen kaçınılmaz asli bir görevdir.

Fırkalaşmaya Karşı Ehl-i Sünnet (Fırka-i Nâciye) Dairesinde Kalma

Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır.” (Nahl, 16/125)

Efendimiz’den (sas) bize ulaşan rivayetler, daha önceki din müntesiplerinde olduğu gibi Müslümanların da fırkalaşmaya maruz kalacaklarını, bu fırkalardan sadece birisinin kurtulacağını haber vermektedir.

Hadis-i şerif şu şekildedir:

:عَنْ عَوْفِ بْنِ مَالِكٍ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم

افْتَرَقَتِ الْيَهُودُ عَلَى إِحْدَى وَسَبْعِينَ فِرْقَةً فَوَاحِدَةٌ فِي الْجَنَّةِ وَسَبْعُونَ فِي النَّارِ وَافْتَرَقَتِ النَّصَارَى عَلَى ثِنْتَيْنِ وَسَبْعِينَ فِرْقَةً فَإِحْدَى وَسَبْعُونَ فِي النَّارِ وَوَاحِدَةٌ فِي الْجَنَّةِ وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَتَفْتَرِقَنَّ أُمَّتِي عَلَى ثَلاَثٍ وَسَبْعِينَ فِرْقَةً فَوَاحِدَةٌ فِي الْجَنَّةِ وَثِنْتَانِ وَسَبْعُونَ فِي النَّارِ.‏

:قِيلَ يَا رَسُولَ اللَّهِ مَنْ هُمْ قَالَ

.‏ الْجَمَاعَةُ‏

Avf b. Mâlik’ten (ra) rivayetle, Efendimiz (sas) buyuruyor:

Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldılar. Bunların birisi Cennet’te, yetmişi Cehennem’dedir. Hristiyanlar da yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Bunların yetmiş biri Cehennem’de, biri ise Cennet’tedir. Nefsim elinde bulunana (Allâh’a) yemin ederim ki benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların biri Cennet’te, yetmiş ikisi Cehennem’dedir.

“Ya Resulallah! (Cennette olan fırka) kimlerdir?” diye sorulunca şöyle cevap buyurdular:

Cemaattir.[47]

Hadîs-i şerif, çeşitli kanallardan zikredilen ve sahihliği konusundan şüphe bulunmayan bir rivayettir. Bu hadîs-i şerîfi İbn Mace’nin Kitabu’l-Fiten’inde nakletmesi, Müslümanların dindeki temel asıllara bağlılıkla fitnelerden korunabileceğine, Tirmizi’nin Kitabu’l-İman bölümünde nakletmesi, kişinin imanının ancak imanî asıllara bağlılıkla korunabileceğine, Ebu Davud’un Kitabu’s-Sünnet’inde nakletmesi, kişinin kendisini Sünnet’e bağlılıkla din dairesinde tutabileceğine ve muhafaza edebileceğine işaret etmektedir.

Hadis-i şerifte yer alan (افْتَرَقَ) “iftereka” sözcüğü, “ayrılma ve infisal etme” anlamına gelmektedir. Efendimiz (sas), Müslümanları “tefrika” tehlikesine karşı uyarmakta, diğer din saliklerinin tarihteki tefrikalarının, “akaid / inanç” sahasındaki bölünmelerden kaynaklandığına işaret ederek, dinin asıllarına bağlılığa teşvikte bulunmaktadır. Çünkü Yahudiler, Tevrat’ın ahkamını, Hristiyanlar da İncil’in hükümlerini tağyir ile inanç asıllarından uzaklaşmışlardır. Hadîs-i şeriften açıkça görüldüğü üzere Müslümanlar, Yahudi ve Hristiyanlardan daha fazla sayıda bölünüp parçalanacaklardır.

Bu durum, şayet bidatlere dalınır, tevhid düşüncesinin ana umdelerine, hüsün ve kubuh ilkelerine, akaid konularının tahkimine dikkat edilmezse, Müslümanların da mutlaka başına gelecek bir hastalıktır. Ancak, ihtilaflar bilhassa dinin usulünü alakadar ediyorsa tehlikelidir. Yoksa ümmet-i Muhammed’in (sas), fıkhî konulardaki ihtilafı, kolaylıklara vesile olması yönü ile rahmet telakki edilerek teşvik edilmiştir.

Tirmizi’nin rivayetinde, (الْجَمَاعَةُ) “Cemaattir” beyanından maksadın ne olduğunu soran ashab hazeratına (r. anhum ecmain) Efendimiz (sas), (مَا أَنَا عَلَيْهِ وَأَصْحَابِي) “Ben ve ashabımın üzerinde olduğu (itikat, inanç esasları)”[48] şeklinde cevaplamıştır. Bu durumda, fırka-i nâciye’nin (kurtulan kesim), dinin temelleri ve asılları olan Kitap ve Sünnet’ten ayrılmayan “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” olduğu anlaşılır.

Ehl-i sünnet ve’l-cemaat” tabiri, “Ehlü sünneti Rasulillah ve cemaati’l-ashâb fî bâbi’l-itikad / İtikat konusunda Resülullah’ın (sas) sünnetine ve ashabına uyanlar topluluğu” teriminin kısaltılmış halidir. Bu anlamı ifade için “ehl-i hak” tabiri de kullanılır.

Meşhur Eş‘arî kelâmcısı, Şâfiî fakihi ve aynı zamanda matematik bilgini Abdülkahir el-Bağdadî (v. 429/1037), İslâm mezhepleri tarihi hakkındaki El-Fark Beyne’l-Firak adlı eserinde, fırka-i nâciye olan ehl-i sünnet ve’l-cemaati şu sekiz özellik ile vasıflandırmaktadır:

1. Kapsamlı şekilde tevhid ve nübüvvet, va’d ve vaîd, sevap ve ikab, ictihad ve imamet bilgisine sahip olanlar ile, Cenâb-ı Hakk’a ait âlî sıfatlar konusunda, Müşebbihe, Muattıla, Rafizîler, Haricîler, Cehmîler ve Neccârîler gibi hevâ ehline tabi olmayan kelam alimleri,

2. Hadîs-i şerîflere dayanarak, Cenâb-ı Hakk’a ait ezelî sıfatlar konusunda, Kaderiye (kadere iman rüknünü reddedenler) ve Mu’tezile’den uzak duran, teşbih ve ta’tîle gitmeden rü’yetullaha inanan, kabir sorgusu, yeniden diriltiliş, havz, sırat, şefaat gerçekliğini ve şirk dışındaki günahların affedilebileceğini kabul eden, Kur’ân, Sünnet ve sahabe icmaından istinbat-ı ahkâmda bulunan imamlar Malik, Şafiî, Evzaî, Sevrî, Ebu Hanife, İbnu Ebî Leylâ, İbrahim b. Halid (Ebu Sevr), Ahmed b. Hanbel ashabı  ve sair selef-i sâlihini hayır ile anan fıkıh alimleri,

3. Nebi’den (sas) gelen hadîs-i şerîfler konusunda, kapsamlı ilme sahip, sahihi sakiminden ayırt edebilen, cerh ve ta’dîli bilen, bilgilerine heva ve bidat ehlinin görüşlerini karıştırmayan kimseler (hadis alimleri),

4. Ehl-i bidate, Kaderiyeye, Rafizilere ve Haricîlere meyletmeyen, Halil, Amr b. Alâ, Sîbeveyh, Ferrâ, Ahfeş, Asmaî, Mâzinî ve Ebu Ubeyd gibi Kûfe ve Basra ekolündeki sarf-nahiv, lügat ve edebiyat alimleri,

5. Ehl-i sünnet görüşlerine sadık kalan, hevâ ve dalâlet ehline uymayan, kıraat imamları ile müfessirler,

6. Riyadan uzak, haya ve edep sahibi, hayır ve şer itibarı ile göz, kulak ve kalbin sorumlu olacağına itikat eden, sözleri hadis-i şerîflere uygun, tevhide bağlı, teşbihten uzak, tevekkül, teslim ve kanaat sahibi şeriatı esas alan müteşerrî sûfiler,

7. Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan Müslüman mücahitler,

8. Ehl-i sünnet akidesinin yayıldığı memleket ahalisi.[49]

Bu bilgiler ışığında özetle değerlendirdiğimiz zaman, Ehl-i sünnet ve’l-cemaat, bütünü ile Kur’ân ve Sünnet’in sahih yorumlarına bağlı (السواد الأعظم) sevâd-ı azam yani, Efendimiz (sas) ve ashabını dikkatlice takip etmeye çalışan makul Müslüman çoğunluktur.

Sonuç

O, Gafûr’dur (çok mağfiret eden, çok şefkat gösteren, bağışlayan, yarlıgayan), Vedûd’dur (kullarını çok seven, onları lütfa, ihsana gark eden, sevilmeye lâyık ve müstahak yalnız kendisi olan).” (Bürûc, 85/14)

Hevâ ve hevese tabi olmayı değil Hakk’a ittiba etmeyi seçme, zanlar ve tahminlerle hareket etme yerine tebeyyünü hedefleme, cehalet ve bilgisizlikten, kibir ve bozgunculuktan uzaklaşarak ilim, tevazu ve hilim sacayaklarına dayanma, tekfir hastalığına şifa unsuru olacaktır. Taassubu doğuran unsurları tasfiye etme, ırk, dil ve renk farklılıklarını düşmanlık yerine muarefe ve diyalog için bir basamak yapma, tevhid ve Hak eksenli yaşama, vahdetin ve fıtratın yörüngesine girme anlamına gelecektir. Dinin makasıd ve asıllarına riayet, keyfilikten uzaklaşarak takvaya dehalet, tefrika üreten davranışları izale edecektir.

Günümüzde, Müslümanların barış içinde yaşama konusunda sıkıntı ve problemler yaşadıkları görülmektedir. Neredeyse her görüşün kendisi dışındakileri tekfir etmesinin yaygınlık kazanması, hiç şüphesiz ki eksik ve yanlış din tasavvurundan kaynaklanmaktadır. Bu açıdan, tekfirin toplumda genel bir kaos ve çatışma üretme potansiyeli bulunmaktadır. Kendileri gibi düşünmeyen kimseleri küfürle itham etme, bu kimselerin kanlarını ve mallarını helal sayma tehlikesini beraberinde getirmektedir.[50]

Müslümanları tekfirle itham etmeler, en hafif yönü ile düşmanlık ve kin üretmektedir. Bu şekildeki bireyler, hadlerini ve sınırlarını çok fazla şekilde aşmış olurlar. Efendimiz (sas), Abdullah b. Mesud’dan (ra) gelen bir hadis-i şeriflerinde tam üç defa şöyle buyurmuşlardır:

:عَنْ عَبْدِ اللَّهِ ابنِ مَسْعودٍ قَالَ، قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم

هَلَكَ الْمُتَنَطِّعُونَ.‏ قَالَهَا ثَلاَثًا

Aşırılığa gidenler, helak oldu.[51]

Helak olma”, perişan olma demektir. Sahih-i Müslim şarihi İmam Nevevi (v. 676/1277), hadis-i şerifte geçen (الْمُتَنَطِّعُونَ) “aşırılığa gidenler” kelimesini, “sözlerinde ve amellerinde, hadlerini ve sınırlarını aşanlar” şeklinde açıklamaktadır.[52]

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Efendimiz’in (sas) tekfir ile ilgili çok önemli uyarılarına rağmen, aksi türde davranan ve beyanda bulunan kimseleri görmek mümkündür. İşin daha ilginç tarafı bu kimseler, kişilerin kalplerini yarıp bakmışçasına, niyet ve amaç okumaları yaparak insanları tekfir etmektedirler. Böyleleri, esas ve temel metinlere değil, daha bir asır önceki kitaba ve yazarına bakar, ondan aldığı bir cümleye dayanarak -o yazarın, aynı kitapta tam aksi yönde fikirleri olmasına rağmen- birtakım insanları tekfir ederler.

Bu tekfir davranışlarını haklı çıkarmak için de elfâz-ı küfür olduğu düşünülen mesela, “Bir kimse bir şeyi, sayarken, ölçerken, tartarken ‘1’ yerine ‘Bismillâh’ der ve ‘2, 3, 4’ diye saymaya başlarsa kâfirdir”[53] ya da “Niçin meclis-i ilme gelmezsin? diyen kimseye karşı, ‘Benim meclis-i ilimde ne işim var diyen küfre girer…”[54] türünden cümleleri, tekfir tutumlarına delil olarak getirirler. Bu halleri ile de Tekfirci Neo-Selefîler’den hiçbir farkları kalmaz.

Şimdi böyle ne önü ne arkası belli olmayan, hiçbir çerçeveye oturmayan sözlerle, tekfir furyasının alabileceği hali, insan tasavvur dahi edemez. Nitekim, Efendimiz’in (sas) tekfir ile ilgili çok önemli uyarıları (hafazanAllâh) göz ardı edilerek, doğrudan ya da dolaylı bir şekilde Kur’ân ve Sünnet gibi asli metinlerin dışına çıkılarak, bir de sanki onlar teşrî sahipleriymiş gibi, “ama filanca imam böyle söylüyor!” türünden cahilce referanslar neticesinde, kişilerdeki tarih şuuruve “millet” kavramı zedelenmiş, “millî benliğinden” ve “öz kimliğinden” uzak nâdân şahsiyetler nice felaketlere sebep olmuşlardır.

Böyleleri, üzerlerine varsanız da dillerini fırıncı küreği uzunluğunda sarkıtır, bilmedikleri hususlarda ahkâm kesmeye devam eder, kendi hallerine bıraksanız da sivri dilleri ile sanki hayır peşindeymiş gibi görünürler. Böylelerinden kesinlikle uzak durmak gerekir.

Türk şairi Âşık Ömer (v. 1119/1707) ne güzel söyler:

Câhil ü nâdân ile ger edersen ülfeti / Yâ elinden yâ dilinden bir zarar eksik değil.

Encümen-i Şuarâ topluluğu şairlerinden Leskofçalı Gâlib (1829-1867) benzer şekilde şöyle dertlenir:

İlim ise maksat eğer, ârif-i nefs ol Gâlib / Kendini bilmeyen âdem gibi nâdân olmaz.

Bir atasözümüz de sanki bu hususları teyit edercesine şöyle söyler:

Nâdan elinden su içme, âb-ı hayat olsa bile…

Öyle anlaşılıyor ki sahih aklın, müstakim düşüncenin, kutsal bilgelik ışığının hakim olacağı ana kadar, bu tür tefrika ve tekfir üreten “boğuk sesler” -şayet ilahî bir inayet imdatlarına yetişir de hallerini ıslah ederlerse başka- dehşetli fitne selleri ve koyu gece karanlıkları halinde, insanlığın kaderini olumsuz yönde manipüle etmeye devam edeceklerdir.

Efendimiz’in (sas) Ebû Hüreyre (ra) rivayeti ile gelen hadis-i şerifi ile tamamlayalım:

:عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم قَالَ

إِذَا قَالَ الرَّجُلُ هَلَكَ النَّاسُ فَهُوَ أَهْلَكُهُمْ.‏

Bir kimse, ‘Artık insanlar helak oldular’ derse, kendisi o insanların en fazla helak olanıdır.[55]

(سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ)

Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yok. Her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki Sensin.

(Bakara, 2/32)

اللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا البَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ.‏

Allâhım, bizlere gerçeği gerçek olarak göster ve ona tabi olmakla rızıklandır. Bâtılı da bâtıl olarak göster, ondan kaçınmakla rızıklandır.” Amin.

(وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ)

Onların dualarının sonu, ‘Bütün övgüler, âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur’ demeleridir.

(Yunus, 10/10)

اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ النُّورِ الذَّاتِيِّ السَّارِي سِرُّهُ فِي سَائِرِ الأَسْمَاءِ وَالصِّفَاتِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ عَدَدَ كَمَالِ اللهِ وَكَمَا يَلِيقُ بِكَمَالِهِ.‏

Allâhım, (Kur’ân-ı Kerîm’in ve şeriatın tercümanı olması hasebiyle) varlık dünyasına ait bütün isimlerde ve sıfatlarda gerçekleşen sır (ya da diğer bir anlam olarak, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ait “esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı ulâ kendisinde tecelli eden / yansıyan”), gerçek ışık Efendimiz Muhammed’e, âline ve ashabına, kemâlin adedince ve O’nun kemâline yaraşan bir şekilde salât et.


[1] Buhârî, Îmân, 33 (44); Tirmizî, Cehennem, 9 (2593); İbn Mâce, Zühd, 37 (4312).

[2] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, 6/226 (6254), 8/262 (8580), Dâru’l-Harameyn, Kahire-1995; İbn Mâce, Mukaddime, 9 (65); Beyhakî, Şuabü’l-İman, 1/47 (16), Dâru’l-Kütübi’l-İlmî-2000.

[3] Ebû Hanîfe, Şerhu Fıkhi’l-Ekber, s. 11, Daru’n-Nil-2007.

[4] Ebû Mansur el-Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 426, (Tahk. B. Topaloğlu vd.), İrşad Kitabevi, İstanbul-2001.

[5] Ebû Mansur el-Mâturîdî, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 148, Katar, trsz.  

[6] Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıretü’l-Edille fî Usûli’d-Dîn, 1/154, el-Mektebetü’l-Ezheriyye li’t-Türâs, Mısır-2011.

[7] İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, 12/118, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut-1999.

[8] Râgıp el-İsfehânî, El-Müfredât fi Ğarîbi’l-Kur’ân, s. 559, (Thk: Mustafa el-Bâz), Mektebetü Nezzâr, trsz.

[9] Sa‘düddîn et-Teftâzânî, Makâsıdu’l-Kelâm fî ‘Akâidi’l-İslâm (Kelâm İlminin Maksatları), s. 732, (Çev. İrfan Eyibil), Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul-2019.

[10] İbn Hazm el-Endelüsî, El-İhkâm fi Usûli’l-Ahkâm, 1/49-50 (Thk: Ahmet M. Şakir), Dâru’l-Âfâki’l-Cedîde, Beyrut, trsz.

[11] Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, ss. 516-517, Nüzhetü’l-Aʿyüni’n-Nevâzır fî ʿİlmi’l-Vücûh ve’n-Nezâʾir, (Thk: M. Abdülkerim Kazım), Müessesetü’r-Risale, Beyrut-1987.

[12] İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, 12/119.

[13] Râgıp el-İsfehânî, El-Müfredât fi Ğarîbi’l-Kur’ân, s. 132-133.

[14] İmam Ebû Hâmid el-Gazzâlî, Faysalu’t-Tefrika Beyne’l-İslam ve’z-Zendeka (İmam Gazzâlî ve İman-Küfür Sınırı), s. 148 (Terc. A. Turan Arslan), Risale Basın-Yayın, İstanbul-1992.

[15] İmam Gazzâlî, Faysalu’t-Tefrika Beyne’l-İslam ve’z-Zendeka, s. 180-181.

[16] İmam Gazzâlî, Faysalu’t-Tefrika Beyne’l-İslam ve’z-Zendeka, s. 147.

[17] İbn Hazm, Müdâvâtü’n-Nüfûs ve Islâhu’l-Ahlâk (Ahlâk ve Davranış Tarzları, Nefislerdeki Ahlâkî Hastalıkların Tedavisi) s. 113 (Terc. Mustafa Çağrıcı), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara-2019.

[18] İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, 9/233, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut-1999.

[19] Albert Toscano, Fanatizm Bir Fikrin Kullanımları Üzerine, s. 11, Metis Yayınları, İstanbul-2013.

[20] Muhammed Reşit Rıza, Tefsîrü’l-Kurʾâni’l-Hakîm (Tefsîru’l-Menâr) 3/258, Dâru’l-Menâr, Mısır-1367.

[21] Ebû Mansur el-Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, ss. 65-66.

[22] Ebû Hâmid el-Gazzâlî, El-Mustasfâ min İlmi’l-Usûl, 4/139, Medîne, trsz.

[23] Seyfüddin el-Âmidî, El-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, 4/269, Daru’s-Samî’î, Riyad-2003.

[24] Seyyid Şerif Cürcanî, Kitabu’t-Ta’rîfât, s. 67, Mektebetü Lübnan, Beyrut-1985.

[25] Ebû Zeyd ed-Debûsî, Takvîmü’l-Edille fî Usûli’l-Fıkh, s. 399, (Tahk. H. Muhyiddin), Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-2001.

[26] Taberanî, Mu’cemü’l-Kebîr, 17/92 (218); Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 10/198 (20350); Tirmizi, Tefsir, Berâe (3095).

[27] Seyyid Şerif Cürcanî, Kitabu’t-Ta’rîfât, s. 66.

[28] Ahmed İbni Hanbel, Müsned, 1/435 (4142); Dârimî, Mukaddime, 23 (208); İbn Mace, Mukaddime, 1 (11).

[29] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/266 (22647); Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, 8/265 (7883); Ebû Bekr Muhammed b. Hârûn er-Rûyânî, Müsnedü’r-Rûyânî, 2/317 (1279).

[30] Ebû Davud, Edeb, 20 (4835); Müslim, Cihad, 3 (1734)

[31] Buhârî, Menâkıb, 23 (3560); Müslim, Fedâil, 77 (2327).

[32] Buhari, Edeb, 44 (6045).

[33] Buhari, Edeb, 73 (6104); Muvatta, Kitabu’l-Câmi’, 18 (4151).

[34] İbni Abdilberr en-Nemerî, Et-Temhîd Limâ fi’l-Muvaṭṭaʾ Mine’l-Meʿânî ve’l-Esânîd, 17/22 (Tahk. Ahmed el-Ulvî vd.), Rabat-1967.

[35] Buhari, Edeb, 73 (6105); Tirmizi, İman, 16 (2636).

[36] İbn Batta Muhammed el-Ukberî, El-İbâne ‘an Şerî‘ati’l-Firkati’n-Nâciyeti ve Mücânebeti’l-Firakı’l-Mezmûmeti, 2/535 (Tahk. Rıda b. Na’sân Mu’tî), Dâru’r-Râye, Riyad-1994.

[37] Ali el-Kâri, Kitâbu’l-Fıkhi’l-Ekber ve Şerhuh, s. 149, Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, Mısır-1909.

[38] Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, 12/272 (13089).

[39] Takıyuddin Ebü’l-Abbas Ahmed b. Teymiyye, Mecmûatü’l-Fetâvâ, 20/90 (Tahric: Âmir el-Cezzâr vd.), Dâru’l-Vefa, Riyad-2005.

[40] İbn Teymiyye, Mecmûatü’l-Fetâvâ, 12/525.

[41] Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, 3/175-176 (2844).

[42] Muhammed et-Tahâvî, El-ʿAḳîdetü’ṭ-Ṭaḥâviyye Beyânü Akideti Ehli’s-Sünneti ve’l-Cemaa, s. 21, Dâru İbn Hazm, Beyrut-1995.

[43] İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakati’l-Kebîr, 1/222 (Tahk. Ali Muhammed Ömer), Mektebetü’l-Hancı, Kahire-2001; Ebû Davud, Cenâiz, 62 (3204).

[44] Müslim, Cenâiz, 22 (951); Buhari, Cenâiz, 54 (1320).

[45] Buhari, Cenâiz, 60 (1327); Müslim, Cenâiz, 22 (952).

[46] Ebû Davud, Cihad, 35 (2532).

[47] İbn Mace, Fiten, 17 (3992); Tirmizi, İman, 18 (2640); Ebu Davud, Sünnet, 1 (4596); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/102 (17061).

[48] Tirmizi, İman, 18 (2641).

[49] Abdülkadir el-Bağdadî, El-Fark Beyne’l-Firak ve Beyânü’l-Firkati’n-Nâciyeti Minhüm, ss. 272-274, Mektebetü İbn Sina, Kahire, trsz.

[50] İmam Gazzali, Faysalu’t-Tefrika Beyne’l-İslam ve’z-Zendeka, s. 176.

[51] Müslim, İlim, 4 (2670).

[52] Ebû Zekeriyyâ en-Nevevi, Sahih-i Müslim bi-Şerhi’n-Nevevi, 16/337, Müessesetü Kurtuba-1991.

[53] Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi, Câmiu’l-Mütûn fi Hakki Envâi’s-Sıfâti’l-İlâhiyye ve’l-Akâidi’l-Mâturidiyye ve Elfâzi’l-Küfri (Ehl-i Sünnet İtikadı), s. 133 (Çev. Abdülkadir Kabakçı – Fuad Günel), Bedir Yayınevi, İstanbul-1996.

[54] Mehmet Zahid Kotku, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 136, Seha Neşriyat, İstanbul-1992.

[55] Müslim, Birr, 139 (2623); Muvatta, Kelam, 2 (2, 989); Ebû Davud, Edeb, 85 (4983).

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.