ALLÂH’ın (cc) Esmâ-i Hüsnâsı (1-16)

Musa Kâzım GÜLÇÜR

17 / 9 / 2021

İçindekiler

Önsöz

ALLÂH’ın (cc) Esmâ-i Hüsnâsı (1-16) Giriş

El-Esmâü’l-Hüsnâ’dan Beraber Zikredilenler

Tirmizî’nin Esmâ-i Hüsnâ Rivayeti

1. (اَللّٰهُ) “ALLÂH” (cc)

(لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ) “Lâ İlâhe İLLÂLLÂH”

2. (اَلرَّحْمَنُ) “ER-RAHMÂN” (cc)

3. (اَلرَّحِيمُ) “ER-RAHÎM” (cc)

4. (اَلْمَلِكُ) “EL-MELİK” (cc)

5. (اَلْقُدُّوسُ) “EL-KUDDÛS” (cc)

6. (اَلسَّلاَمُ) “ES-SELÂM” (cc)

7. (اَلْمُؤْمِنُ) “EL-MÜMİN” (cc)

8. (اَلْمُهَيْمِنُ) “EL-MÜHEYMİN” (cc)

9. (اَلْعَزِيزُ) “EL-AZÎZ” (cc)

10. (اَلْجَبَّارُ) “EL-CEBBÂR” (cc)

11. (اَلْمُتَكَبِّرُ) “EL-MÜTEKEBBİR” (cc)

12. (اَلْخَالِقُ) “EL-HÂLIK” (cc)

13. (اَلْبَارِئُ) “EL-BÂRΔ (cc)

14. (اَلْمُصَوِّرُ) “EL-MUSAVVİR” (cc)

15. (اَلْغَفَّارُ) “EL-ĞAFFÂR” (cc)

16. (اَلْقَهَّارُ) “EL-KAHHÂR” (cc)

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم

بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنْ مِنْهُ انْشَقَّتِ الأَسْرَارُ وَانْفَلَقَتِ الأَنْوَارُ وَفِيْهِ ارْتَقَتِ الحَقَائِقُ وَتَنَزَّلَتْ عُلُومُ آدَمَ فَأعْجَزَ الخَلائِقِ، وَلَهُ تَضَآءَلَتِ الفُهُومُ فلَمْ يُدْرِكْهُ مِنَّا سَابِقٌ ولا لاحِقٌ، فرِيَاضُ المَلَكُوتِ بِزَهْرِ جَمَـالِهِ مُونِقَة، وَحِيَاضُ الجَبَروْتِ بِفَيْضِ أَنْوَارِه مُتَدَفِقَة، وَلا شَيءَ إلا وَهُوَ بِهِ مَنُوطٌ، إذْ لَوْلا الوَاسِطَةُ لَذَهَبَ المَوْسُوطُ، صَلَوةً تَلِيقُ بِكَ مِنْكَ إِلَيْهِ كَمَا هُوَ أَهْلُهُ،

اَللَّهُمَّ إنَّهُ سِرُّكَ الجامِعُ الدَّآلُّ عَلَيْكَ، وَحِجابُكَ الأَعْظَمُ القَآئِمُ لَكَ بَيْنَ يَدَيْكَ، اَلّلهُمَّ أَلحِقْني بِنَسَبِهِ، وَحَقِّقْني بِحَسَبِهِ وَعَرِّفني إيَّاهُ مَعْرِفَةً أَسْلَمُ بِهَا مِنْ مَوَارِدِ الجَهلِ وَأَكْرَعُ بَهَا مِنْ مَوَارِدِ الفَضْلِ، وَاحْمِلْني عَلَى سَبيلِهِ إلى حَضْرَتِهِ حَمْلاً مَحْفُوفَاً بنُصْرَتِكَ وَاقْذِفْ بي عَلَى البَاطِلِ فَأَدْمَغَهُ، وَزُجَّ بِي فيِ بِحارِ الأَحَدِيَّةِ وَانْشُلْني مِنْ أَوْحَالِ التَّوْحِيدِ وَأَغْرِقْني فيِ عَيْنِ بَحْرِ الوَحْدَةِ حَتَّى لاَ أرَى وَلا أسْمَعَ وَلا أَجِدَ وَلاَ أُحِسَّ إِلاَّ بِها

وَاجْعَلِ الحِجَابَ الأعْظَمَ حَيَاةَ رُوحِي ورُوحَهُ سِرَّ حَقِيقَتي وَحَقيقَتَهُ جَامِعَ عَوَالمي بِتَحقيقِ الحَقِّ الأوَّلِ يَاأَوَّلُ يَاآخِرُ يَاظَاهِرُ يَاباطِنُ، اِسْمَعْ نِدَآئي بِمَا سَمِعْتَ بِهِ نِدآءَ عَبْدِكَ زَكَرِيَّا، وَانْصُرْني بِكَ لَكَ، وَأَيِّدْني بِكَ لَكَ، وَاجْمَعْ بَيْنِي وَبَيْنَكَ وَحُلْ بَينيْ وَبَيْنَ غَيْرِكَ، { اَللَّه اَللَّه اَللَّه }

(28/85 ، سُورَةُ القَصَصِ)(إنَّ الذي فَرَضَ عَلَيْكَ القُرآنَ لَرادُّكَ إلَى مَعَادٍ)

(18/10 ، سُورَةُ الْكَهْفِ) (رَبَّنا آتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَداً)

(7/105 ، سُورَةُ الأعراف) (ۚحَقِيقٌ عَلَىٰٓ أَن لَّآ أَقُولَ عَلَى ٱللَّهِ إِلَّا ٱلْحَقَّ)

رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ، وَبِهِ الْعَوْنُ

(20/25-28 ، سُورَةُ طه) رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي

Ezelden ebede kadar, bütün olmuş ve olacak hamd ve senalar, tam ve kemaliyle, âlemlerin yegâne Yaratıcısı, yöneteni ve kemale erdiricisi Allâh’ındır. Ey Rabbim! Bütün sırların kendisinden zuhur ettiği, bütün nurların kendisinden saçıldığı ve bütün hakikatlerin kendisinde toplandığı, Âdemoğlunun tüm ilimlerinin kendisine indirildiği, mahlukatı âciz bırakıp idraklerin âciz kaldığı ne geçmişte ne de gelecekte kendisi hakkıyla idrak edilemeyecek Zât’a salât et. Melekût bahçeleri, O’nun cemâlinin aydınlığı ile şenlenmiş, Ceberût havuzları O’nun nurlarının feyzi ile taşmıştır. Hiçbir şey yoktur ki ona bağlı olmasın. Zira aracı olmasaydı, mevcudiyeti aracıya bağlı olan yok olurdu. Senin şanına lâyık, onun da ehli olduğu bir salât ile ona salât et.

Ey Rabbim! Muhakkak O, her şeyi içinde barındıran, sana delâlet eden sırrındır. Senin katında, senin için duran en büyük perdendir. Ey Rabbim bizi, O’nun nesebine dâhil eyle ve O’nun şerefinin hakikatine vâkıf eyle. Bize O’nu öyle bildir ki, cehalet yollarından selâmette olalım. Erdem kaynaklarından vasıtasız olarak o salavat ile susuzluğumuzu giderelim. Onun yolunda sana kulluk etmeyi bize ihsan et. Bizi üzerine göndererek bâtılı yok et, Ehadiyet denizlerinde yüzdür, tevhid konusunda bulanıklıklardan süratle çıkar ve vahdet denizinin hakikatine gark eyle. Böylece yalnız vahdeti görelim, duyalım, bulalım ve idrak edelim.

En büyük hicâbı (Resülullah’ı), ruhumuzun hayatı ve O’nun ruhunu, hakikatimizin sırrı ve Hakku’l-Evvel hakkı için O’nun hakikatini, âlemlerimizi kuşatıcı kıl. Ey Evvel! Ey Âhir! Ey Zâhir! Ey Bâtın! Kulun Zekeriya’nın duasını kabul ettiğin gibi bizlerin de dualarını kabul et. Rızanı kazanacağımız şekilde bizlere yardım et. Rızanı netice verecek şekilde bizleri destekle. Bizi seninle kıl ve senden gayrısı ile aramızı ayır. Allâh! Allâh! Allâh!

Kur’ân’ı (okumayı, tebliğ etmeyi, muhtevasıyla amel etmeyi ve insanlara iletmeyi) sana farz kılan, seni elbet bir sonuca (yani dünyada senin hükmedeceğin özgür bir vatana Mekke’ye, Ahirette de hiçbir beşere nasip olmayan muazzam, mükemmel ve nihaî bir mutluluk yurduna) vardıracaktır!” (Kasas, 28/85)

Ey Rabbimiz, bizlere katından bir rahmet (mağfiret, rızık ve düşmandan emin olma gibi) ihsan eyle ve içinde bulunduğumuz şu durumdan bize bir çıkış yolu göster.” (Kehf, 18/10)

Benim üzerimdeki sorumluluk, Allâh hakkında gerçekten başka bir şey söylemememdir.” (Araf, 7/105)

ALLÂH’IN (cc) Esmâ-i Hüsnâsı (1-16)

Önsöz

Öncelikle belirtmeliyiz ki bu çalışmadaki amaç, dini bütünüyle Allâh’a has kılma çabası ile -gerçekleşip gerçekleşmediğini sadece Yüce Allâh bilir-, Cenâb-ı Hakk’a ait güzel isimlerin ayrıntılı şekilde bilinebilmesi, yüce ve yüksek sıfatlarının tafsîli aracılığı ile, O’na (cc) kalben ve ruhen anlamlı bir yönelişin gerçekleşebilmesidir. Geçici ve fani dostlukların hüküm sürdüğü kesret dünyasından, asıl hakiki Dost, Mevlâ ve Merhametlilerin en Merhametlisi Yüce Yaratıcımıza ait vahdet iklimine, kalbî, ruhî ve irfanî yolculuk için bir şehrah oluşturulması düşüncesidir.

Takip ettiğimiz metot, başta Kur’ân-ı Kerîm ayetlerine ve Efendimiz’in (sas) hadîs-i şerîflerine dayalı anlam inşası ile birlikte, bu konuda yapılmış bilhassa ilk altı asra ait esmâ-i hüsnâ konulu kıymetli teliflerin analizine dayalı bir sentez geliştirmedir. Mükemmellik iddiası taşımamaktadır. Bizzat müşahede etmediğimiz ve doğrulayamadığımız bir bilgiyi nakletmeme konusunda titiz davrandığımızı söyleyebiliriz. Esmâ-i Hüsnâ konularını, “filan kimse, falancanın böyle söylediğini nakletmektedir” gibi, ikincil ya da üçüncül referanslarla değil, doğrudan birincil referansları görerek ayrıntılandırdık. Konuların daha rahat okunması için, mevzuları fazla derinleştirmeden, ama sığ bir şekilde de bırakmadan orta bir yol izlemeye çalıştık.

Yazımızda, “En Güzel İsimler” anlamında bazen Arapça “El-Esmâü’l-Hüsnâ” terkibini, bazen de Farsça “Esmâ-i Hüsnâ” terkibini kullandık. “El-Esmâü’l-Hüsnâ” sıralamamız, Tirmizî rivayetinde yer alan doksan dokuzluk listeye tabi olmuştur. İmam Gazzâlî Hazretleri dahil pek çok alim bu sıralamaya riayet etmiş, daha başkaları farklı tasnifler yapma lüzumu hissetmişlerdir. Şayet çalışma, okuyanlar için bir fayda meydana getirebilir, marifetullah ve muhabbetullah basamakları için ulvî bir merak ve ruhanî lezzet oluşturabilirse, elbette her tür muvaffakiyette olduğu gibi, bu da tamamı ile Allâh’tan olacaktır (cc). Bütün hamd ve minnet Allâh’a (cc), O’nun Şanlı Nebisi Efendimiz’e, her türlü ikram ve saygı Efendimiz’in (sas) âl ve ashâbına, bütün peygamberân-ı izâma, muhsin bir şekilde hidayete tabi olanlara ve Allâh’ın (cc) güzel dostlarınadır.

ALLÂH’IN (cc) Esmâ-i Hüsnâsı (1-16) Giriş

El-Esmâü’l-Hüsnâ” konusunda telif edildiği bilinen ilk eser, Arap dili ve edebiyatı âlimi ve müfessir Ebû İshâk İbrâhîm b. es-Serî b. Sehl ez-Zeccâc’ın (v. 311/923) Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ adlı eseridir. Ebû İshâk’tan sonra, Arap dili ve edebiyatı âlimi Ebü’l-Kasım ez-Zeccâcî’nin (v. 340/949) aynı nitelikteki kitabı İştiḳâḳu Esmâillâh görülmektedir. Hadis ve fıkıh âlimi İbn Huzeyme’nin (v. 311/924) Şe’nü’d-Duâ el-Esmâü’l-Hüsnâ’sı ise, muhaddis ve lügatçi Ebû Süleyman El-Hattâbî’nin (v. 388/998) Kitâbü Şe’ni’d-Duâ Şerḥu’l-Esmâi’l-Hüsnâ adlı eseri içerisinde yer almaktadır. Eş‘arî kelâmcısı ve Şâfiî fakihi Ebû Abdullah el-Ḥalîmî’nin (v. 403/1012) El-Minhâc fî Şuabi’l-İmân adlı eseri, muhaddis ve Şâfiî fakihi Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyin b. Alî el-Beyhakī’nin (v. 458/1066) Kitâbu’l-Esmâʾ ve’ṣ-Sıfât adlı eseri de esmâ-i hüsnâya dair zengin bilgiler içermektedir.

Mutasavvıf, kelâm, tefsir ve hadis âlimi Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî’nin (v. 465/1072) Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ’sı, büyük kelâmcı, fakih ve mutasavvıf İmam Gazzâlî Hazretlerinin (v. 505/1111) El-Maḳṣadü’l-Esnâ fî Şerḥi Meânî Esmâillâhi’l-Hüsnâ’sı, Hanefî fakihi ve Mâtürîdî kelâmcısı Ebû İshâk İbrâhîm b. İsmâil es-Saffâr el-Buhârî’nin (v. 534/1139) Telḫîṣü’l-Edille li-Kavâʿidi’t-Tevḥîd’i, Endülüslü Mâlikî fakihlerinin önde gelenlerinden muhaddis Ebû Bekir İbnü’l-Arabî El-İşbilî’nin (ö. 543/1148) El-Emedü’l-Aḳṣâ fî Şerhi Esmâʾillâhi’l-Hüsnâ ve Sıfâtihi’l-ʿUlâ’sı, Kelâm, felsefe, tefsir ve usûl-i fıkıh alanlarına dair çalışmalarıyla tanınan Eş‘arî âlimi Fahrüddîn er-Râzî’nin (v. 606/1210) Levâmiʿu’l-Beyyinât fî Şerḥi Esmâʾillâhi Teâlâ ve’ṣ-Sıfât’ı, tefsir, hadis ve fıkıh âlimi Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr b. Ferh el-Kurtubî’nin (v. 671/1273) El-Esnâ fî Şerḥi Esmâʾillâhi’l-Hüsnâ’sı bu konuda yapılmış önemli çalışmalardır.

Bazı alimlerimiz Cenâb-ı Hakk’a ait esmâ-i hüsnâyı belirli bir tasnif içerisinde görmeye çalışmışlardır. Mesela, Ebû Abdullah el-Ḥalîmî, Cenâb-ı Hakk’a ait esmâ-i hüsnâyı kitabında şu şekilde tasnif etmiştir:

1. Cenâb-ı Hakk’ın varlığını itiraf ve ispata yönelik güzel isimler, 2. Cenâb-ı Hakk’ın vahdaniyetine yönelik güzel isimler, 3. Cenâb-ı Hakk’ın benzersizliğine yönelik güzel isimler, 4. Cenâb-ı Hakk’tan teşbihi nefyetmeye yönelik güzel isimler, 5. Cenâb-ı Hakk’ın mahlukatına da sıfat olabilen güzel isimler.[1]

Ebû Abdillâh el-Kurtubî de şöyle bir tasnif izlemiştir:

1. Bârî Teâlâ’yı ispat ve varlığını ikrara yönelik güzel isimler, 2. Bârî Teâlâ’nın vahdaniyetini ispata yönelik güzel isimler, 3. Allâh Teâlâ’dan teşbihi nefyetmeye tabi güzel isimler, 4. Allâh Teâlâ için ibda’ ve yoktan var etmeye tabi güzel isimler, 5. Allâh Teâlâ için tedbiri, kainatı sevk ve idareyi ispata yönelik güzel isimler.[2]

Biz bu çalışmamızda, Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ait güzel isimleri herhangi bir tasnife tabi tutmadan, Kütüb-i Sitte müelliflerinden muhaddis Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevre et-Tirmizî’nin (v. 279/892) El-Câmiʿu’ṣ-Saḥîḥ’i ile hadis ve fıkıh âlimi Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân b. Ahmed el-Büstî’nin (v. 354/965) El-Müsnedü’ṣ-Saḥîḥ ʿale’t-Teḳāsîm ve’l-Envâʿ’ında (Ṣaḥîḥu İbn Ḥibbân) nakletmiş oldukları “Esmâ-i Hüsnâ” listesindeki sırayı takip edeceğiz inşaAllâh.[3]

Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinde ve Efendimiz’in (sas) hadîs-i şeriflerinde, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin çok sayıda güzel isimleri yer almaktadır. Bu isimlerin özel adı, “En Güzel İsimler” anlamında El-Esmâü’l-Hüsnâ’dır.

El-Esmâü’l-Hüsnâ” ifadesi, Kur’ân-ı Kerîm’de şu dört ayet-i kerimede geçmektedir:

1.

وَلِلّٰهِ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُوا الَّذٖينَ يُلْحِدُونَ فٖى اَسْمَائِهٖ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

El-Esmâü’l-Hüsnâ, (en güzel isimler) Allâh’ındır. O halde Allâh’a bu isimlerle dua ediniz. O’nun isimleri hakkında ilhada düşenleri bırakınız. Onlar yaptıkları sebebiyle cezalandırılacaklardır.” (A‘râf, 7/180)

2.

قُلِ ادْعُوا اللّٰهَ اَوِ ادْعُوا الرَّحْمٰنَ اَيًّا مَا تَدْعُوا فَلَهُ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى

De ki: ‘İster Allâh deyip dua edin ister Rahmân deyin. Hangisini derseniz, El-Esmâü’l-Hüsnâ (en güzel isimler) O’nundur.” (İsrâ, 17/110)

3.

اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى

 “Allâh, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayandır. En güzel isimler O’nundur.” (TâHê, 20/8)

Bu ayet-i kerime ile ilgili Bedîüzzaman Hazretlerinin (1878-1960) yorumunu bir bölümü itibarı ile aktarmak istiyoruz:

“Ezel-Ebed Sultanı Rabbü’l-Âlemîn için, Rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder unvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı var. Ve efâlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk sanatında ve mütenevvi masnuatında çeşit çeşit, fakat birbirini temaşa eder haşmetli rububiyyâtı vardır.

Bununla beraber, kâinatın her bir âleminde, her bir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin unvanı tecelli eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar.

Hem mahlûkatın her bir tabakasında, az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm, her birisinde has bir tecelli, has bir rububiyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yani, o isim her şeye muhit ve âmm olduğu halde, öyle bir kast ve ehemmiyetle bir şeye teveccüh eder; güya o isim yalnız o şeye hastır.

Hem, bununla beraber, Hâlık-ı Zülcelâl her şeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın nuranî perdeleri vardır. Meselâ, sana tecellî eden Hâlık isminin, mahlûkıyetindeki mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Hâlıkı olan mertebe-i kübrâ ve unvan-ı âzama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin.

Demek, bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla mahlûkıyetin kapısından, Hâlık isminin müntehâsına yetişirsin, daire-i sıfâta yanaşırsın. Madem perdelerin birbirine temaşa eder pencereleri var. Ve isimler birbiri içinde görünüyor. Ve şuûnât birbirine bakar. Ve temessülât birbiri içine girer. Ve unvanlar birbirini ihsas eder. Ve zuhurat birbirine benzer. Ve tasarrufat birbirine yardım edip itmam eder. Ve rububiyetin mütenevvi terbiyeleri birbirine imdat edip muavenet eder. Elbette gerektir ki, kişi Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hakeza tanısa, başka unvanları, rububiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. Belki lâzım gelir ki, onun nazarı, daima karşısında (هُوَ) “O”, (هُوَ اللّٰهُ) “O Allâh’tır” okusun, görsün. Onun kulağı her şeyden (قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ) “De ki: O, Allâh’tır, tektir.” (İhlas, 112/1) dinlesin, işitsin. Onun lisanı “bütün alem ‘Lâ ilâhe illâ hüve’ der” desin, ilân etsin.

İşte, Kur’ân-ı Mübîn, (اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى) “Allâh, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayandır. En güzel isimler O’nundur.” (TâHê, 20/8) fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlere işaret eder.”[4]

4.

هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

O, Allâh ki El-Hâlık’tır (her şeyi yaratıp takdir edendir), El-Bârî’dir (yoktan var edendir), El-Musavvir’dir (bütün varlıklara şekil verendir). El-Esmaü’l-Hüsnâ (en güzel isimler) O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih ederler. O El-Azîz’dir (her şeyin galibi ve mağlûp edilmesi mümkün olmayan, çok üstün, şanlı ve çok şereflidir), El-Hakîm’dir (son bulması tasavvur edilemeyen daimî ve ezelî en yüksek ilme sahip, fiillerinde ve sözlerinde gerçek hikmet sâhibidir).” (Haşir, 59/24)

Haşir suresinin yirmi ikinci ayet-i kerimesinden başlayarak esmâ-i hüsnânın on yedisi sayılmakta, bu ayet-i kerimelerde aynı zamanda, Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin tenzîhî, sübûtî ve fiilî güzel isimleri ile yüksek sıfatları zikredilmektedir.

Ayrıca bu ayet-i kerimede oldukça dikkat çekici bir durum bulunmaktadır. Şöyle ki:

(لَهُ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى) “El-Esmaü’l-Hüsnâ (en güzel isimler) O’nundur” cümlesi ile, hüşyâr zihinler ve gönüller teyakkuza ve uyanıklığa davet edilmekte, daha sonra ise, (يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ) “Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih ederler” (Haşir, 59/24) cümlesi, düşünce faaliyetinin merak ve alâka safhasına getirilmektedir. Ayet-i kerimenin bu terkip ile gelmesinden Allâhu a’lem şu sonuçlara ulaşmak mümkündür:

1. (وَلِلّٰهِ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَا) “El-Esmâü’l-Hüsnâ, (en güzel isimler) Allâh’ındır. O halde Allâh’a bu isimlerle dua ediniz” (A‘râf, 7/180) ayet-i kerimesi muktezasınca, insanın, Allâh’ı (cc) zikretmesinin, Allâh’a (cc) iltica, tesbih ve talep cümlelerinin, esmâ-i hüsnâ ile oluşturulması gerekmektedir. Ayrıca, insan nev’inin dualarındaki durum bu şekilde iken, insan nev’i dışındaki mevcudatın da kendisine ait tespihleri olduğu (يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ) “Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih ederler” (Haşir, 59/24) cümlesi ile beyan edilmektedir.

Bedîüzzaman, bu önemli konuyu şu şekilde izah etmektedir:

“Eğer bu yüksek hakikatleri yakından temaşa etmek istersen, git, fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr” dediklerini işiteceksin.

Sonra, deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Yâ Cemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm” diyecekler.

Semâyı dinle. Nasıl “Yâ Celîl-i Zü’l-Cemâl” diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl “Yâ Cemîl-i Zü’l-Celâl” diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl “Yâ Rahmân, yâ Rezzâk” diyorlar. Bahardan sor. Bak, nasıl “Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Lâtif, yâ Atûf, ya Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin” gibi çok esmâyı işiteceksin.

Ve insan olan bir insandan sor. Bak, nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat azîm bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor. Ve hâkezâ, kıyas et.”[5]

Yukarıdaki ayet-i kerimelerde yer alan (الْاَسْمَاءُ) “El-esmâ” kelimesi, “isim” kelimesinin çoğuludur. “İsim”, kök anlamı “yükseklik” olmakla birlikte, varlıkları birbirinden ayırmaya, tek tek veya cins olarak karşılamaya yarayan kelimeye verilen addır. “İsim” kelimesinin bu iki yönü, insanların Allâh’ın (cc) güzel isimleri ve sıfatları vesilesi ile marifetullah basamaklarında yükselebilmesini, diğer taraftan da Allâh’ın (cc) hiçbir beşerî bilincin erişemeyeceği aşkın, mutlak, yüce ve yüksek Zatını ifade edebilmesi açısından önemlidir.

Kur’ân-ı Kerîm’de “isim” kelimesi, Lafza-i Celâl’e (اللّٰه) izafe ile dokuz ayet-i kerimede (Maide, 5/4; Enam, 6/118, 119, 121, 138; Hac, 22/28, 34, 36, 40), “Rab” (رَب) ismine izafe ile dokuz ayet-i kerimede (Rahman, 55/78, 74, 96; Hâkka, 69/52; Müzzemmil, 73/8; İnsan, 76/25; A’lâ, 87/1, 15; Alak, 96/1), “ismuh” (اسْمُهُ) şeklinde Cenâb-ı Hakk’ı niteleyen zamire muzaf olarak ise iki âyet-i kerimede yer almaktadır (Bakara, 2/114; Nur, 24/36).

(الْحُسْنٰى) “El-hüsnâ” kelimesi “ahsen” kelimesinin diğer bir formu olup, “çok, daha, en, pek güzel” anlamlarına gelmektedir. Bu terkipteki “en güzel” kelimesi bir gerçeği vurgulamakta, Allâh’ın (cc) güzel olmayan bir isminden söz edilemeyeceği için mefhum-u muhalifini hatıra getirmemektedir. Bu durumda “El-Esmâü’l Hüsnâ”, Allâh’ı (cc) “yaratılmışlardan ayıran en güzel isimler” demek olur. Allâh ve kul ilişkisi açısından “El-Esmâü’l Hüsnâ”, muhabbetullahın ve marifetullahın artmasına, haşyetullah ve huzurullahın derinleşmesine çok önemli vesilelerdir.

Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de, (اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللّٰهِ اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ) “Onlar, Allâh’ın zikri ile kalpleri huzura kavuşarak iman edenlerdir. Evet, bilin ki kalpler, ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur” (Rad, 13/28) ayet-i kerimesi ile beyan buyurulur.

Endülüslü Mâlikî fakihlerinin önde gelenlerinden, muhaddis Ebû Bekir İbnü’l-Arabî (v. 543/1148), Allâh’ın (cc) isim ve sıfatlarına dair El-Emedü’l-Aksâ adlı kitabında, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ait isimlerin Kur’ân-ı Kerîm’de “El-Hüsnâ / En Güzel” şekilde nitelendirilmesinin sebeplerini şu şekilde ayrıntılandırmaktadır:

1. Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin “El-Esmâü’l-Hüsnâ” şeklinde vasıflandırılması, yücelik, tazîm, takdîs, tathîr anlamındadır ve bütün muazzam işlerin icrası bu isimlerle ifade edilmektedir,

2. “El-Esmâü’l-Hüsnâ” olarak isimlendirilmesi, kulun bu isimleri zikretmesi ile ulaşacağı büyük sevaba, dualarında bu isimlerle tevessülü ile büyük mükafatlara ulaşacağını göstermektedir,

3. Allâh’ın (cc) rahmeti, keremi ve afvına bu isimlerle ulaşılabileceği anlaşılmaktadır,

4. Bu isimlerin güzelliği, El-Esmâü’l-Hüsnâ bilgisinin şerefine delalet etmektedir,

5. Marifetullahın artmasını, Allâh (cc) hakkında doğru vasıflandırmaların yapılabilmesini ve yanlış vasıflandırmalardan uzak durulabilmesini netice vermesi sebebiyle bu isimler “El-Esmâü’l-Hüsnâ / En Güzel İsimler” olarak adlandırılmıştır.[6]

El-Esmâü’l-Hüsnâ bilgisi, Allâh-insan ve Allâh-âlem ilişkisine çok güçlü ışık tutması, ayrıca marifetullah ve muhabbetullaha vesile olması açısından son derece önemlidir.

Cenâb-ı Allâh’ın (cc) hem ilim, lütuf, nimet, yaratma, af ve mağfiretine işaret eden Cemâlî isim ve sıfatları hem de azamet, kibriyâ ve gazabına delalet eden Celâlî isim ve sıfatları bulunmaktadır. Bu güzel isimler ve sıfatlar, Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şerîflerde geçmektedir. Esmâ-i hüsnâ, âyet-i kerimelerin sonlarında genellikle tek veya iki isim olarak zikredilmektedir.

Ayet-i kerimede yer alan (فَادْعُوهُ بِهَا) “Allâh’a bu isimlerle dua ediniz” cümlesi, inanmış fertlere Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine “El-Esmâü’l-Hüsnâ / En Güzel İsimler” ile dua edilmesini emretmektedir.

Burada “dua âdâbı” ile ilgili olarak bazı hususlara değinmemizde fayda mülahaza etmekteyiz:

1. Kişi, Allâh’a (cc) yaptığı taleplerini, O’nun yüce esmâ-i hüsnâsı ve yüce sıfatları ile istemeli, dualarının başında ve sonunda Efendimiz’e (sas) salat u selam getirmelidir.

2. Kişi, duasında Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden, “ölülerin diriltilmesi, vb” sakıncalı ve fevkalade hususları talep etmemelidir. Duada içtenlik ve samimiyet bulunmalı, duanın kabulü hususunda Allâh’a (cc) hüsn-ü zan içerisinde olunmalıdır.

3. Kişi duasında ne istediğini açık bir şekilde bildirmeli, yerine göre isteklerini üç defa tekrarlamalı, sadece ihtiyaçlarını dile getirmeli, isteklerinin kabulü hususunu da Allâh’a (cc) havale etmelidir.

4. Duada saygılı bir dil kullanılmalı, birey, yerleri, gökleri ve bütün varlığı yoktan var eden Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine, tezellül içerisinde, ihtiyacını, fakirliğini, aczini itiraf ederek yönelmeli ve dua etmelidir.

5. Duada acele ile sonuç beklememeli, ümit kesip duayı bırakmamalıdır. Huşu ile Allâh’a (cc) yönelmeli, küçük büyük ne varsa hepsini Allâh’tan istemeli, Cenâb-ı Allâh’ın duasına icabetini çok büyük bir lütuf olarak görmelidir.

6. Sadece sıkıntılı ve zor durumlarda değil, rahat olunduğu zamanlarda da dualarına devam etmelidir. Kişinin dua etmediği tek bir gün ve gecesi olmamalıdır.

7. Kişi, içeriğinden bihaber bir şekilde dua etmemelidir. Bağırmadan kısık bir sesle dua edilmelidir. Dua bitiminde eller yüze sürülmeli, duaya icabet edildiği düşünülerek, Yüce Allâh’a (cc) hamd ve şükür hisleri dile getirilmelidir.

Elbette bu ve daha fazla güzel özellikleri bulunduran bir şekilde Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine yalvararak isteme ve talep etme, kişiyi kullukta üst bir boyuta taşıyacaktır.

Ebu Said’in (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas) “dua edebi” ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

عَنْ أَبِي سَعِيدٍ الخدري رضي الله عنه أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ

مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَدْعُو بِدَعْوَةٍ لَيْسَ فِيهَا إِثْمٌ وَلَا قَطِيعَةُ رَحِمٍ إِلَّا أَعْطَاهُ اللَّهُ بِهَا إِحْدَى ثَلَاثٍ إِمَّا أَنْ تُعَجَّلَ لَهُ دَعْوَتُهُ وَإِمَّا أَنْ يَدَّخِرَهَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ وَإِمَّا أَنْ يَصْرِفَ عَنْهُ مِنْ السُّوءِ مِثْلَهَا قَالُوا إِذًا نُكْثِرُ قَالَ اللَّهُ أَكْثَرُ

Muhtevasında günah ve akrabalık bağını kesmek bulunmayan bir dua ile dua eden her bir Müslümana, Allâh (cc) duası karşılığında mutlaka üç şeyden birisini verir: Ya çabucak (dünyada) duasının karşılığını (istediğini) ona verir. Ya (duasının karşılığını) onun için ahirete saklar, ya da (duasının karşılığına denk gelecek) bir kötülüğü ondan alıkoyar.[7]

Bunun üzerine ashab-ı kiram: “O halde biz de çokça dua ederiz” deyince, Efendimiz (sas): “Allâh’ın (cc) bağışı daha da çoktur” diye buyurmuştur.

(وَذَرُوا الَّذٖينَ يُلْحِدُونَ فٖى اَسْمَائِهٖ) “O’nun isimleri hakkında ilhada düşenleri bırakınız” cümlesinde yer alan (يُلْحِدُونَ) “ilhada düşenler” (hafazanAllâh), “haktan ayrılıp batıla meyledenler” anlamına gelmektedir. Mülhid de, “haktan sapan, hakkın içine, batıldan birtakım unsurları sokuşturmak isteyen kimse” demektir.

Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, ayet-i kerimedeki “ilhad” kelimesinin anlamı ile ilgili olarak şu açıklamaları yapmaktadır:

1. Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsını yalanlama,

2. İsimler hususunda Allâh’a (cc) şirk koşma,

3. İsimler hususunda izin verilen anlamların dışına taşma,

4. İsimlerin anlamlarını işlevsizleştirme (ta’tîl),

5. İsimleri lafzen değiştirerek uygun olmayan isim ya da kelimeleri Yüce Yaratıcıya nispet etme,

6. Allâh’a (cc) ait güzel isim ve kavramların anlamlarını değiştirme.[8]

Bu dört ayet-i kerimede dikkat çeken hususlardan birisi de “El-Esmâü’l-Hüsnâ” terkibinin belirlilik takısıyla geliyor olmasıdır. Bu durumun, Allâh’ın (cc) bilinmez Yüce Zatının, ancak O’nun (cc) belirlemiş olduğu güzel isimler ve sıfatlar ile bilinebileceğine işaret için olduğu söylenebilir.

Ayrıca, “El-Esmâü’l-Hüsnâ” terkibini ihtiva bu ayet-i kerimeler, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine “El-Esmâü’l-Hüsnâ” ile dua edilmesinin özel bir önemi bulunduğunu göstermektedir. Kulun, Yüce Yaratıcısından talep edeceği korunma, sığınma, kurtulma, şükür, marifet, muhabbet vb. pek çok talebinin, ayrı ayrı ya da müşterek esmâ-i hüsnâ eksenli olması, iman ve yakîn mertebelerinde Allâh’ın izni ve inayeti dairesinde ruh planında yükselmenin temel platformudur.

Ancak Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, bizlere hem Kur’ân-ı Kerîm hem de Efendimiz (sas) aracılığı ile gelen esmâ-i hüsnâsı dışında, kimselere bildirmediği ve kendi katında saklı tuttuğu güzel isimleri de vardır.

Nitekim, Efendimiz (sas) Abdullah b. Mesud (ra) rivayeti ile ümmetine şöyle dua bir dua öğretmektedir:

:عَنِ ابْنِ مَسْعُودٍ ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

:مَا قَالَ عَبْدٌ قَطُّ إِذَا أَصَابَهُ هَمٌّ أَوْ حَزَنٌ

اللَّهُمَّ إِنِّي عَبْدُكَ ابْنُ عَبْدِكَ ابْنُ أَمَتِكَ ، نَاصِيَتِي بِيَدِكَ ، مَاضٍ فِيَّ حُكْمُكَ عَدْلٌ فِيَّ قَضَاؤُكَ ، أَسْأَلُكَ بِكُلِّ اسْمٍ هُوَ لَكَ سَمَّيْتَ بِهِ نَفْسَكَ ، أَوْ أَنْزَلْتَهُ فِي كِتَابِكَ ، أَوْ عَلَّمْتَهُ أَحَدًا مِنْ خَلْقِكَ ، أَوِ اسْتَأْثَرْتَ بِهِ فِي عِلْمِ الْغَيْبِ عِنْدَكَ ، أَنْ تَجْعَلَ الْقُرْآنَ رَبِيعَ قَلْبِي ، وَنُورَ صَدْرِي ، وَجَلَاءَ حُزْنِي ، وَذَهَابَ غَمِّي

 إِلَّا أَذْهَبَ اللَّهُ هَمَّهُ وَأَبْدَلَهُ مَكَانَ حُزْنِهِ فَرَحًا

 قَالُوا : يَا رَسُولَ اللَّهِ يَنْبَغِي لَنَا أَنْ نَتَعَلَّمَ هَذِهِ الْكَلِمَاتِ ؟

قَالَ : أَجَلْ يَنْبَغِي لِمَنْ سَمِعَهُنَّ أَنْ يَتَعَلَّمَهُنَّ

Her kim bir üzüntüye ya da tasa ve endişeye kapılırsa şu duayı okusun:

‘Allâh’ım! Senin kulunum, erkek ve kadın kulunun oğluyum. Benim canım senin elindedir. Hükmün bende geçerlidir. Hakkımda gerçekleştirdiğin hüküm adaletlidir. Sana ait olan ve senden Zât’ını isimlendirdiğin yüce isimlerinle, yarattıklarından birisine öğrettiğin, Kitabında indirdiğin, ya da kimselere öğretmeyip de kendi nezd-i Ulûhiyyetinde saklı tuttuğun o yüce isimlerinle, Kur’an’ı kalbimin baharı, gönlümün ışığı, üzüntümün yok edicisi ve tasamın gidericisi yapmanı istiyorum.’

Böyle derse, Allâh (cc) kesinlikle, onun üzüntülerini, tasalarını ve endişelerini yok eder. Arkasından da o kişiye ferahlık ve mutluluk verir.

Bunun üzerine orada bulunan ashab hazeratı:

“Ya ResulAllâh, bu duayı öğrenelim mi? diye sormuş, Efendimiz (sas) şöyle buyurmuşlardır:

Elbette. Bu duayı işitenin, mutlaka öğrenmesi gerekir.[9]

El-Esmâü’l-Hüsnâ’dan Beraber Zikredilenler

Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin esmâ-i hüsnâsı tek tek zikredildiği gibi, bazı ayet-i kerimelerde esmâ-i hüsnâdan iki isim beraber şekilde zikredilmektedir. Esmâ-i hüsnânın bu şekilde ikili olarak gelmesi ayet-i kerimelerdeki muhteva ile doğrudan ilgilidir ve bir nevi fezleke hükmündedir.

Ayet-i kerimelerde geçen “El-Esmâü’l-Hüsnâ” genel olarak, (اِنَّ) “muhakkak ki” tekid edatı, (ل) ibtida lâmı ve (هُوَ) “O” fasl zamiri ile teyid ve tekid edilmiştir.

Beraberce zikredilen esmâ-i hüsnâ formları genel olarak şu şekilde gelmektedir:

1. “El-Ğaffâr” güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de beş yerde geçer (TâHê, 20/82; Sad, 38/66; Zümer, 39/5; Mümin, 40/42; Nuh, 71/10). Benzer anlamdaki “El-Ğafûr” ismi ise sadece iki âyette tek başına kullanılmış (İsra, 17/25; Sebe, 34/15), altmış dört yerde belirlilik takısı almadan (غَفُورٌ رَحٖيمٌ) şeklinde, yedi ayet-i kerimede de belirlilik takısı almış olarak (الْغَفُورُ الرَّحٖيمُ) “El-Ğafûr Er-Rahîm” şeklinde (Yunus, 10/107; Yusuf, 12/98; Hicr, 15/49; Kasas, 28/16; Zümer, 39/53; Şura, 42/5; Ahkâf, 46/8’dir), bir yerde (وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِ) “Rabbin, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet sahibidir” ayetinde “zü’r-rahme” terkibiyle (Kehf, 18/58), bir yerde de (الرَّحٖيمُ الْغَفُورُ) “Er-Rahîm El-Ğafûr” (Sebe, 34/2) olarak tekrarlanmıştır.

Bir ayet-i kerimede hariç (Sebe, 34/2) diğerlerinin tamamında “El-Ğafûr” ismi, “Er-Rahîm” isminden önce gelmiştir. Bu durum, Allâhu a’lem taḫliyenin (ﺗﺨﻠﻴﻪ: çirkin olan şeylerin izalesi), taḥliyeden (ﺗﺤﻠﻴﻪ: süsleme, bezeme, donatma) önce olması gerektiğine bir işaret olarak görülebilir.

(وَاللّٰهُ غَفُورٌ حَلٖيمٌ) “Ğafûr Halîm” güzel isimleri altı ayet-i kerimede beraber gelmektedir. (Bakara, 2/225, 235; Âl-i İmrân, 3/155; Mâide: 5/101; İsrâ, 17/44; Fâtır, 35/41)

(اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ شَكُورٌ) “Ğafûr Şekûr” güzel isimleri üç ayet-i kerimede beraber gelmektedir. (Fâtır, 35/30, 34; Şûrâ, 42/23)

(وَهُوَ الْغَفُورُ الْوَدُودُ) “Ğafûr Vedûd” güzel isimleri bir ayet-i kerimede beraber gelmektedir. (Burûc, 85/14)

2. (هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ) “El-Azîz El-Hakîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi dokuz yerde birlikte zikredilmektedir (Bakara, 2/129; Ali İmran, 3/6, 18, 62, 126; Maide, 5/118; İbrahim, 14/4; Nahl, 16/60; Neml, 27/9; Ankebut, 29/26, 42; Rum, 30/27; Lokman, 31/9; Sebe, 34/27; Fatır, 35/2; Zümer, 39/1; Mümin, 40/8; Şura, 42/3; Casiye, 45/2, 37; Ahkâf, 46/2; Hadid, 57/1; Haşir, 59/1, 24; Mümtehine, 60/5; Saf, 61/1; Cuma, 62/1, 3; Tegabun, 64/18).

Belirlilik takısı olmadan (اِنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ) “Azîz Hakîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de on üç yerde birlikte zikredilmektedir. (Bakara, 2/209, 220, 228, 240, 260; Maide, 5/38; Enfal, 8/10, 49, 63, 67; Tevbe, 9/40, 71; Lokman, 31/27) (اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَزٖيزًا حَكٖيمًا) şeklinde ise beş yerde geçmektedir. (Nisa, 4/56, 158, 165; Fetih, 48/7, 19)

(وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزٖيزُ الرَّحٖيمُ) “El-Azîz Er-Rahîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de on üç yerde birlikte zikredilmektedir. (Şuara, 26/9, 68, 104, 122, 140, 159, 175, 191, 217; Rum, 30/5; Secde, 32/6; Yasin, 36/5; Duhan, 44/42)

(هُوَ الْعَزٖيزُ الْغَفَّارُ) “El-Azîz El-Ğaffâr” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde birlikte zikredilmektedir. (Sad, 38/66; Zümer, 39/5; Mümin, 40/42)

(اِنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ غَفُورٌ) “Azîz Ğafûr” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde birlikte zikredilmektedir. (Fâtır, 35/28; Mülk, 67/2)

(الْعَزٖيزِ الْوَهَّابِ) “El-Azîz El-Vehhâb” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir. (Sâd, 38/9)

(الْعَزٖيزِ الْحَمٖيدِ) “El-Azîz El-Hamîd” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde birlikte zikredilmektedir. (İbrahim, 14/1; Sebe, 34/6; Büruc, 85/8)

(وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْعَلٖيمُ) “El-Azîz El-Alîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de altı yerde birlikte zikredilmektedir. (Enâm, 6/96; Neml, 27/78; Yâsîn, 36/38; Mümin, 40/2; Fussılet, 41/12; Zuhruf, 43/9)

(عَزٖيزٍ مُقْتَدِرٍ) “Azîz Muktedir” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir. (Kamer, 54/42)

El-Azîz” güzel ismi, “El-Kavî” güzel ismi dışında, birlikte geldiği tüm isimlerden önce gelmektedir.

3. (وَهُوَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ) “Es-Semî El-Alîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de otuz iki yerde hem marife hem de nekra formu ile birlikte zikredilmektedir. Hepsinde de Semî güzel ismi Alîm güzel isminden öncedir. (Bakara, 2/127, 137, 181, 224, 227, 244; Ali İmran, 3/34, 35, 121, 148; Nisâ, 4/148; Maide, 5/76; Enam, 6/13, 115; Enfal, 8/17, 42, 53, 61; Tövbe, 9/98, 103; Yunus, 10/65; Yusuf, 12/34; Enbiya, 21/4; Nûr, 24/21, 60; Şuara, 26/220; Ankebut, 29/5, 60; Fussilet, 41/36; Duhan, 44/6; Hucurât, 49/1)

(هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ) “Semî Basîr” güzel isimleri, marife ve nekra olarak Kur’ân-ı Kerîm’de on ayette birlikte gelir. (Nisâ, 4/58, 134; İsrâ, 17/1; Hac, 22/61, 75; Lokman, 31/28; Mü’min, 40/20, 56; Şûrâ, 42/11; Mücadele, 58/1)

(اِنَّهُ سَمٖيعٌ قَرٖيبٌ)“Semî Karîb” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte gelmektedir. (Sebe, 34/50)

4. (وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَكٖيمٌ) “Alîm Hakîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi dokuz yerde birlikte zikredilmektedir. (Bakara, 2/32; Nisa, 4/11, 17, 24, 26, 92, 104, 111, 170; Enfal, 8/71; Tevbe, 9/15, 28, 60, 97, 106, 110; Yusuf, 12/6, 83, 100; Hac, 22/52; Nur, 24/18, 58, 59; Ahzâb, 33/1; Fetih, 48/4; Hucurat, 49/8; Mümtehine, 60/10; Tahrim, 66/2; İnsan, 76/30)

(وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَلٖيمٌ) “Alîm Halîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde birlikte zikredilmektedir. (Nisâ, 4/12; Hac, 22/59; Ahzâb, 33/51)

(اِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ خَبٖيرٌ) “Alîm Habîr” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de dört yerde birlikte zikredilmektedir. (Nisâ, 4/35; Lokman, 31/34; Hucurât, 49/13; Tahrim, 66/3)

(اِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ قَدٖيرٌ) “Alîm Kadîr” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de dört yerde birlikte zikredilmektedir. (Nahl, 16/70; Rûm, 30/54; Fâtır, 35/44; Şûrâ, 42/50)

5. (اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْغَنِىُّ الْحَمٖيدُ) “El-Ğaniy El-Hamîd” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de belirlilik takısı almış olarak beş yerde (Hac, 22/64; Lokman, 31/26; Fatır, 35/15; Hadid, 57/24; Mümtehine, 60/6), belirlilik takısı almadan da (فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِىٌّ حَمٖيدٌ) “Ğaniy Hamîd” şeklinde altı yerde (Bakara, 2/267; Nisa, 4/131; İbrahim, 14/8; Lokman, 31/12; Tegabün, 64/6) birlikte zikredilmektedir. “Ğani”güzel ismi bir yerde (وَاللّٰهُ غَنِىٌّ حَلٖيمٌ) “Halîm” güzel ismi ile birlikte geçmektedir (Bakara, 2/263). (وَرَبُّكَ الْغَنِىُّ ذُو الرَّحْمَةِ) “El-Ğaniyyü zü’r-Rahme” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir (Enam, 6/133). “Hamîd” güzel ismi, bir yerde (اِنَّهُ حَمٖيدٌ مَجٖيدٌ) şeklinde “Mecîd” güzel ismi ile gelir (Hud, 11/73).

6. (اِنَّ رَبَّكُمْ لَرَؤُفٌ رَحٖيمٌ) “Raûf Rahîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de dokuz yerde birlikte zikredilmektedir. (Bakara, 2/143; Tevbe, 9/117, 128; Nahl, 16/7, 47; Hac, 22/65; Nur, 24/20; Hadîd, 57/9; Haşir, 59/10)

7. (اِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْقَوِىُّ الْعَزٖيزُ) “El-Kavî ve El-Azîz” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de yedi yerde birlikte zikredilmektedir. (Hûd, 11/66; Hac, 22/40, 74; Ahzâb, 33/25; Şûrâ, 42/19: Hadîd, 57/25; Mücâdele, 58/21)

8. (اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ) “Vâsi Alîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de yedi yerde birlikte zikredilmektedir. (Bakara, 2/115, 247, 261, 268; Ali İmran, 3/73; Maide, 5/54; Nur, 24/32)

9. (وَكَانَ اللّٰهُ وَاسِعًا حَكٖيمًا) “Vâsi Hakîm” güzel isimleri de Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir. (Nisa, 4/130)

10. (اِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحٖيمُ) “Et-Tevvâb Er-Rahîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de dokuz yerde birlikte zikredilmektedir. (Bakara, 2/37, 54, 128, 160; Nisâ, 4/16, 64; Tevbe, 9/104, 118; Hucurât, 49/12)

11. (وَاَنَّ اللّٰهَ تَوَّابٌ حَكٖيمٌ) “Tevvâb Hakîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir. (Nur, 24/10)

12. (الرَّحْمٰنُ الرَّحٖيمُ) “Er-Rahmân Er-Rahîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de 113 surenin başında bulunan besmelede ve altı ayette birlikte zikredilmektedir. (Fatiha, 1/1, 3; Bakara, 2/163; Neml, 27/30; Fussilet, 41/2; Haşir, 59/22) Bir ayet-i kerimede de (وَرَبُّنَا الرَّحْمٰنُ الْمُسْتَعَانُ) “Er-Rahmân El-Müsteân” güzel isimleri birlikte zikredilmektedir. (Enbiya, 21/112)

13. (وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ) “El-Vâhid El-Kahhâr” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de altı yerde birlikte zikredilmektedir. (Yusuf, 12/39; Ra’d, 13/16; İbrahim, 14/48; Sad, 38/65; Zümer, 39/4; Mümin, 40/16)

14. (وَاَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْعَلِىُّ الْكَبٖيرُ) “El-Aliy El-Kebîr” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de beş yerde birlikte zikredilmektedir. (Nisa, 4/34; Hac, 22/62; Lokman, 31/30; Sebe, 34/23; Mümin, 40/12)

15. (اِنَّ اللّٰهَ لَقَوِىٌّ عَزٖيزٌ) “Kaviy Azîz” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de yedi yerde birlikte zikredilmektedir. (Hûd, 11/66; Hac, 22/40, 74; Ahzâb, 33/25; Şûrâ, 42/19; Hadid, 57/25; Mücadele, 58/21)

16. (هُوَ اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ) “El-Hayy El-Kayyûm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde birlikte zikredilmektedir. (Bakara, 2/255; Âl-i İmrân, 3/2; TâHê, 20/111) Bu iki ismin birlikte geldiği âyetlerden biri Âyet el-Kürsî’dir.

17. (اِنَّ رَبَّكَ حَكٖيمٌ عَلٖيمٌ) “Hakîm Alîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de beş yerde birlikte zikredilmektedir. (Enam, 6/83, 128, 139; Hicr, 15/25; Neml, 27/6)

18. (وَهُوَ الْحَكٖيمُ الْعَلٖيمُ) “El-Hakîm El-Alîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde birlikte zikredilmektedir. (Zuhruf, 43/84; Zâriyat, 51/30)

19. (وَهُوَ الْحَكٖيمُ الْخَبٖيرُ) “El-Hakîm El-Habîr” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de dört yerde birlikte zikredilmektedir. (En’âm, 6/18, 73; Hûd, 11/1; Sebe, 34/1)

20. (حَكٖيمٍ حَمٖيدٍ) “Hakîm Hamîd” güzel isimleri Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir. (Fussilet, 41/42)

21. (هُوَ اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ) “El-Hayy El-Kayyûm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde birlikte zikredilmektedir. (Bakara, 2/255; Ali İmran, 3/2)

22. (اِنَّ اللّٰهَ لَطٖيفٌ خَبٖيرٌ) “El-Latîf El-Habîr” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de beş yerde birlikte zikredilmektedir. (En’âm, 6/103; Hac, 22/63; Lokman, 31/16; Ahzâb, 33/34; Mülk, 67/14)

23. (اِنَّ اللّٰهَ بِعِبَادِهٖ لَخَبٖيرٌ بَصٖيرٌ) “El-Habîr El-Basîr” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de beş yerde birlikte zikredilmektedir. (İsrâ, 17/17, 30, 96; Fâtır, 35/31; Şûrâ, 42/27)

24. (اِنَّ اللّٰهَ لَعَفُوٌّ غَفُورٌ) “Afüv Ğafûr” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de dört yerde birlikte zikredilmektedir. (Nisa, 4/43, 99; Hac, 22/60; Mücadele, 58/2)

25. (فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَفُوًّا قَدٖيرًا) “Afüv Kadîr” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir. (Nisa, 4/149)

26. (هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ) “El-Melik El-Kuddûs” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde birlikte zikredilmektedir. (Haşr, 59/23; Cuma, 62/1)

27. (وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظٖيمُ) “El-Aliy El-Azîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde birlikte zikredilmektedir. (Bakara, 2/255; Şura, 42/4)

28. (فَتَعَالَى اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ) “El-Melik El-Hak” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde birlikte zikredilmektedir. (TâHê, 20/114; Müminun, 23/116)

29. (ثُمَّ رُدُّوا اِلَى اللّٰهِ مَوْلٰیهُمُ الْحَقِّ) “Mevlâ El-Hak” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde birlikte zikredilmektedir. (Enam, 6/62; Yunus, 10/30)

30. (اِنَّ رَبّٖى رَحٖيمٌ وَدُودٌ) “Rahîm Vedûd” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir (Hud, 11/90).

31. (لِلّٰهِ الْحَقِّ) “Allâh El-Hak” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir. (Kehf, 18/44)

32. (هُوَ الْحَقُّ الْمُبٖينُ) “El-Hak El-Mübîn” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir. (Nur, 24/25)

33. (رَبُّكُمُ الْحَقُّ) “Rab El-Hak” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir. (Yunus, 10/32)

34. (اِنَّهُ عَلِىٌّ حَكٖيمٌ) “Aliy Hakîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir. (Şura, 42/51)

35. (اِنَّهُ هُوَ الْبَرُّ الرَّحٖيمُ) “El-Ber Er-Rahîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir. (Tur, 52/28)

36. (وَهُوَ الْوَلِىُّ الْحَمٖيدُ) “El-Velî El-Hamîd” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir. (Şura, 42/28)

37. (وَكَفٰى بِرَبِّكَ هَادِیًا وَنَصٖيرًا) “Hâdî Nasîr” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir. (Furkan, 25/31)

38. (وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَلِيًّا وَكَفٰى بِاللّٰهِ نَصٖيرًا) “Velî Nasîr” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de on üç yerde birlikte zikredilmektedir. (Bakara, 2/107, 120; Nisâ, 4/45, 123, 173; Tövbe, 9/74, 116; Ankebût, 29/22; Ahzâb, 33/17, 65; Şûrâ, 42/8, 31; Fetih, 48/22)

39. (عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْكَبٖيرُ الْمُتَعَالِ) “El-Kebîr El-Müteâl” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde (عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ) “Âlimü’l-Ğayb ve’ş-Şehâde” ismi birlikte zikredilmektedir. (Rad, 13/9)

Bir de Türkçemizde, “daha büyük, en büyük, daha güzel, en güzel” şeklindeki ifadelerimize karşılık olarak görülebilecek, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin güzel isimlerinin Kur’ân-ı Kerîm’de “ism-i tafdîl” şeklinde gelenleri vardır ki şöyledir:

1. (اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ) Erhamürrâhimîn (Merhametlilerin en Merhametlisi) güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de dört yerde zikredilmektedir. (Araf, 7/151; Yusuf, 12/64, 92; Enbiya, 21/83)

2. (وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِمٖينَ) Hayru’l-Hâkimîn (Hüküm verenlerin en Hayırlısı) güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde zikredilmektedir. (Araf, 7/87; Yunus, 10/109; Yusuf, 12/80)

3. (خَيْرُ الرَّاحِمٖينَ) Hayru’r-Râhimîn (Merhamet Edenlerin En Hayırlısı) güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde zikredilmektedir. (Müminun, 23/109, 118)

4. (اَحْكَمُ الْحَاكِمٖينَ) Ahkâmü’l-Hâkimîn (Hâkimlerin En Hâkimi) güzel isimleri Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde zikredilmektedir. (Hud, 11/45; Tin, 95/8)

5. (خَيْرُ الْفَاتِحٖينَ) Hayru’l-Fâtihîn (Fatihlerin En Hayırlısı) güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde zikredilmektedir. (Araf, 7/89)

6. (خَيْرُ الْغَافِرٖينَ) Hayru’l-Ğâfirîn (Bağışlayanların En Hayırlısı) güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde zikredilmektedir. (Araf, 7/155)

7. (خَيْرُ الْوَارِثٖينَ) Hayru’l-Vârisîn (Vârislerin En Hayırlısı) güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde zikredilmektedir. (Enbiya, 21/89)

Tirmizî’nin Esmâ-i Hüsnâ Rivayeti

Tirmizî’nin Sünen’inde Ebu Hüreyre’den (ra) rivayet edilen El-Esmâü’l-Hüsnâ şu şekildedir:

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم

إِنَّ لِلَّهِ تَعَالَى تِسْعَةً وَتِسْعِينَ اسْمًا مِائَةً غَيْرَ وَاحِدَةٍ مَنْ أَحْصَاهَا دَخَلَ الْجَنَّةَ

هُوَ اللَّهُ الَّذِي لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ اَلرَّحْمَنُ اَلرَّحِيمُ اَلْمَلِكُ اَلْقُدُّوسُ اَلسَّلاَمُ اَلْمُؤْمِنُ اَلْمُهَيْمِنُ اَلْعَزِيزُ اَلْجَبَّارُ اَلْمُتَكَبِّرُ اَلْخَالِقُ اَلْبَارِئُ اَلْمُصَوِّرُ اَلْغَفَّارُ اَلْقَهَّارُ اَلْوَهَّابُ اَلرَّزَّاقُ اَلْفَتَّاحُ اَلْعَلِيمُ اَلْقَابِضُ اَلْبَاسِطُ اَلْخَافِضُ اَلرَّافِعُ اَلْمُعِزُّ اَلْمُذِلُّ اَلسَّمِيعُ اَلْبَصِيرُ اَلْحَكَمُ اَلْعَدْلُ اَللَّطِيفُ اَلْخَبِيرُ اَلْحَلِيمُ اَلْعَظِيمُ اَلْغَفُورُ اَلشَّكُورُ اَلْعَلِيُّ اَلْكَبِيرُ اَلْحَفِيظُ اَلْمُقِيتُ اَلْحَسِيبُ اَلْجَلِيلُ اَلْكَرِيمُ اَلرَّقِيبُ اَلْمُجِيبُ اَلْوَاسِعُ اَلْحَكِيمُ اَلْوَدُودُ اَلْمَجِيدُ اَلْبَاعِثُ اَلشَّهِيدُ اَلْحَقُّ اَلْوَكِيلُ اَلْقَوِيُّ اَلْمَتِينُ اَلْوَلِيُّ اَلْحَمِيدُ اَلْمُحْصِي اَلْمُبْدِئُ اَلْمُعِيدُ اَلْمُحْيِي اَلْمُمِيتُ اَلْحَىُّ اَلْقَيُّومُ اَلْوَاجِدُ اَلْمَاجِدُ اَلْوَاحِدُ اَلصَّمَدُ اَلْقَادِرُ اَلْمُقْتَدِرُ اَلْمُقَدِّمُ اَلْمُؤَخِّرُ اَلأَوَّلُ اَلآخِرُ اَلظَّاهِرُ اَلْبَاطِنُ اَلْوَالِي اَلْمُتَعَالِي اَلْبَرُّ اَلتَّوَّابُ اَلْمُنْتَقِمُ اَلْعَفُوُّ اَلرَّءُوفُ مَالِكُ الْمُلْكِ ذُو الْجَلاَلِ وَالإِكْرَامِ اَلْمُقْسِطُ اَلْجَامِعُ اَلْغَنِيُّ اَلْمُغْنِي اَلْمَانِعُ اَلضَّارُّ اَلنَّافِعُ اَلنُّورُ اَلْهَادِي اَلْبَدِيعُ اَلْبَاقِي اَلْوَارِثُ اَلرَّشِيدُ اَلصَّبُورُ

Ebû Hüreyre’den (ra) rivayete göre, Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

Allâh’ın, yüzden bir eksik, doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları sayarsa Cennete girer:

1. Kendisinden başka ilah bulunmayan Allâh, 2. Er-Rahman, 3. Er-Rahîm, 4. El-Melik, 5. El-Kuddûs, 6. Es-Selâm, 7. El-Mümin, 8. El-Müheymin, 9. El-Azîz, 10. El-Cebbâr, 11. El-Mütekebbir, 12. El-Hâlık, 13. El-Bârî, 14. El-Musavvir, 15. El-Ğaffâr, 16. El-Kahhâr, 17. El-Vehhâb, 18. Er-Rezzâk, 19. El-Fettâh, 20. El-Alîm, 21. El-Kâbıd, 22. El-Bâsıt, 23. El-Hâfıd, 24. Er-Râfi, 25. El-Muiz, 26. El-Müzil, 27. Es-Semi, 28. El-Basîr, 29. El-Hakem, 30. El-Adl, 31. El-Latîf, 32. El-Habîr, 33. El-Halîm, 34. El-Azîm, 35. El-Ğafûr, 36. Eş-Şekûr, 37. El-Aliy, 38. El-Kebîr, 39. El-Hafîz, 40. El-Mukît, 41. El-Hasîb, 42. El-Celîl, 43. El-Kerîm, 44. Er-Rakîb, 45. El-Mücîb, 46. El-Vâsi, 47. El-Hakîm, 48. El-Vedûd, 49. El-Mecîd, 50. El-Bâis, 51. Eş-Şehîd, 52. El-Hak, 53. El-Vekîl, 54. El-Kavî, 55. El-Metîn, 56. El-Velî, 57. El-Hamîd, 58. El-Muhsî, 59. El-Mübdi, 60. El-Muîd, 61. El-Muhyî, 62. El-Mümît, 63. El-Hayy, 64. El-Kayyûm, 65. El-Vâcid, 66. El-Mâcid, 67. El-Vâhid, 68. Es-Samed, 69. El-Kâdir, 70. El-Muktedir, 71. El-Mukaddim, 72. El-Muahhir, 73. El-Evvel, 74. El-Âhir, 75. Ez-Zâhir, 76. El-Bâtın, 77. El-Vâlî, 78. El-Müteâlî, 79. El-Ber, 80. Et-Tevvâb, 81. El-Müntakim, 82. El-Afüv, 83. El-Raûf, 84. Mâlikü’l-Mülk, 85. Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm, 86. El-Muksıt, 87. El-Câmi, 88. El-Ğaniy, 89. El-Muğnî, 90. El-Mâni, 91. Ed-Dâr, 92. En-Nâfi, 93. En-Nûr, 94. El-Hâdî, 95. El-Bedî, 96. El-Bâkî, 97. El-Vâris, 98. Er-Reşîd, 99. Es-Sabûr.[10]

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، عَنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم قَالَ: ‏

إِنَّ لِلَّهِ تِسْعَةً وَتِسْعِينَ اسْمًا مَنْ أَحْصَاهَا دَخَلَ الْجَنَّةَ

Ebû Hüreyre’den (ra) diğer bir rivayete göre de Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

Allâh’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları sayarsa Cennet’e girer.[11]

Hadis-i şerifteki (أَحْصَا) “sayma” kelimesi, çeşitli şekillerde anlaşılmıştır:

1. Esmâ-i hüsnâyı ezberleme

Ebu Hüreyre (ra) rivayeti ile Efendimiz’in (sas) Buharî ve Müslim’de gelen hadîs-i şerîfi “ezberleme” anlamını güçlendirmektedir:

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، رِوَايَةً قَالَ:

‏لِلَّهِ تِسْعَةٌ وَتِسْعُونَ اسْمًا، مِائَةٌ إِلاَّ وَاحِدًا، لاَ يَحْفَظُهَا أَحَدٌ إِلاَّ دَخَلَ الْجَنَّةَ، وَهْوَ وَتْرٌ يُحِبُّ الْوَتْرَ.‏

Allâh’ın, yüzden bir eksik doksan dokuz ismi vardır. Bu isimleri ezberleyen her kişi Cennet’e girer. Yüce Allâh, tektir, tek olanı sever.[12]

2. Esmâ-i hüsnâ bütünüyle sayılamaz anlamında

Bu anlam, (مَنْ أَحْصَاهَا) cümlesi “Kim sayabilir ki?” şeklinde soru formunda kabul edilirse böyledir.

(عَلِمَ اَنْ لَنْ تُحْصُوهُ) “Allâh, sizin buna (gecenin tümünde yahut çoğunda ibadete) gücünüzün yetmeyeceğini bildi” (Müzzemmil, 73/20) ayet-i kerimesi, bu anlam için bir delil olmaktadır.

Ayrıca, Sevbân’dan (ra) rivayetle Resülullah’ın (sas) buyruğu da “sayma” kelimesinin “güç yetirememe” anlamına geldiğini göstermektedir:

:عَنْ ثَوْبَانَ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم‏

اسْتَقِيمُوا وَلَنْ تُحْصُوا وَاعْلَمُوا أَنَّ خَيْرَ أَعْمَالِكُمُ الصَّلاَةُ وَلاَ يُحَافِظُ عَلَى الْوُضُوءِ إِلاَّ مُؤْمِنٌ‏.‏

“(Her işte) İstikamet üzere olunuz. Buna tam olarak güç yetiremeyeceksiniz. (O halde) Biliniz ki sizin en hayırlı ameliniz namazdır. Ve kâmil müminden başkası abdesti muhafaza etmez.[13]

Bu anlam geçerli sayıldığında, inançlı bir fert esma-i hüsnâyı ancak tek tek düşünürse bu güzel isimlerden bir nasibi olabilmektedir.

Mesela kişi, “Ya Rahmân Ya Rahîm” dediğinde, bu güzel isimlerin Rabbin bir sıfatı olduğunu düşünür, mağfiretinden umutsuzluğa kapılmaz, O’nun engin rahmetine umutla bakar.

Keza, “Es-Semi’ El-Basîr” dediğinde, Allâh’a (cc) hiçbir şeyin gizli kalamayacağını, O’nun tarafından görülmekte ve işitilmekte olduğunu bilir, gizlide de açıkta da O’ndan korkar ve halini düzeltir.

Er-Rezzâk” ism-i şerîfini andığı zaman, O’nun rızıkları tekeffül ettiğini, vakti geldiğinde kendisine rızkının mutlaka vereceğini, O’ndan başka rızık veren olmadığını bilir.

Ed-Dârr En-Nâfi” ism-i şerîflerini andığı zaman, O’nun dışında hiçbir varlığın kendisine ne fayda ne de zarar veremeyeceğine itikat eder.

El-Kâbıd El-Bâsıt, El-Hâfıd Er-Râfi ve El-Muiz El-Müzil” gibi esmâ-i hüsnâyı da bu şekilde anlar, bütünüyle kavrayamayacağını ve sayamayacağını bilir.

3. Esmâ-i Hüsnâ’nın anlamlarını bilme ve şuurunda olma

Bu durumda “sayma” kelimesinin anlamı, “esmâ-i hüsnânın anlamlarını bilme, akıl etme ve inanma” demek olur.[14]

Şimdi, bu güzel isimleri Allâh’ın (cc) izni ve inayeti ile tek tek tafsil etmeye çalışacağız.

1. (اللّٰهُ) “ALLÂH” (cc)

بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Er-Rahmân ve Er-Rahîm Allâh’ın adıyla.” (Fatiha, 1/1)

Allâh” (cc) güzel ismi, Cenâb-ı Hakk’ın en yaygın, bilinen zikir ve dua için tekrarlanan ismidir. Kayıt ve kıyas kabul etmeyen azamet ve yüceliğe sahip Vâcibu’l-Vücûd’a ait en özel isimdir. Varlığı zorunlu ve bütün övgülere layık Zât-ı Celle ve Alâ’nın diğer güzel isimlerinin de imamıdır. Kendisi ile şahitlik yapılan, imanın alameti, ihlas kelimesine tahsis edilmiş isimdir.

Bu isim ile Allâh’tan başka kimse anılmamıştır.[15]Allâh” (cc) kelimesi, herhangi bir kökten türememiştir. İlimlerine güvenilen önemli sayıdaki ulema, “Allâh” (cc) ismi şerîfinin, başka bir isim ya da fiilin kök ve gövdelerine yapım ekleri getirilmek suretiyle türetilmemiş bir isim olduğu konusunda hemfikirdir.[16]

Ebû İshâk İbrâhîm b. İsmâil es-Saffâr, Telḫîṣü’l-Edille li-Kavâʿidi’t-Tevḥîd’inde, Arap dili ve edebiyatı âlimi Amr b. Alâ’nın (v. 154/771), nahiv ve aruzu sisteme kavuşturan ünlü dil ve edebiyat âlimi Halil b. Ahmed’in (v. 175/791), Arap dili gramerine dair zamanımıza ulaşan ilk hacimli eserin yazarı ve Basra nahiv mektebinin en önemli temsilcisi Sibeveyh’in (v. 180/796), Arap dili ve tefsir âlimi Ferra’nın (v. 207/822), nahiv âlimi Kisaî’nin (v. 189/805), Hanefî mezhebinin imamı, büyük müçtehid Ebu Hanîfe’nin (v. 150/767), “Allâh” güzel isminin müştak olmadığını kabul ettiklerini belirtir. Hatta Ferrâ ve Kisâî’nin, ‘Allâh ismi, ezelde sabit olduğu için, bu güzel ismi insanlar belirlememiştir’ dediklerini ifade etmektedir.[17]

Allâh” (cc) güzel isminin, başka isimden türetilmemiş özel bir isim olduğunun en önemli delili, lafza-i celâlin başındaki iki harfin (ال), belirlilik takısı olmayışı, kelimenin kendi öz bünyesinden oluşudur. Çünkü, normalde Arapçada seslenme / çağrı edatı olan (يَا) harfi, hiçbir zaman belirlilik takısı (ال) almış kelimelerin başına gelmemektedir.

Mesela, (يَا اَلرَّحْمَنُ) “Yâ Er-Rahmân” ya da (يَا اَلرَّحِيمُ) “Yâ Er-Rahîm” denmemektedir. Fakat, (يَا اَللّٰهُ) “Yâ Allâh” denilebilmektedir.[18] Bu durum, Lafza-i Celâl’in başındaki (ال) harflerinin belirlilik takısı olmadığını, kelimenin asli bünyesinden olduğunu net bir şekilde gösterir.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, kendi ismine özel olarak dikkat çektiği bir ayet-i kerimede şöyle sormaktadır:

رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا فَاعْبُدْهُ وَاصْطَبِرْ لِعِبَادَتِهٖ هَلْ تَعْلَمُ لَهُ سَمِيًّا

Allâh, bütün göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbidir. O halde, O’na ibadet et ve O’na ibadet etmede sabret. Sen hiç, Allâh ismini taşıyan başka birini bilir misin?” (Meryem, 19/65)

Mutasavvıf, kelâm, tefsir ve hadis âlimi Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî (v. 465/1072), Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ adlı eserinde, bu ayet-i kerimeyi Efendimiz’in (sas) Allâh’tan getirdiği haberlerdeki sıdkının ve mucizevi yönlerinin birisi olarak kabul eder.[19] Çünkü ne bugüne kadar Allâh’tan (cc) başka lafza-i celâl ile isimlendirilmiş bir varlık gösterilmiş ne de bundan sonra gösterilebilecektir.

Doksan dokuzluk Esmâ-i Hüsnâ’yı belirleyen hadîs-i şerifin (هُوَ اللَّهُ الَّذِي لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ) O Allâh ki kendisinden başka ilah olmayandır cümlesi, tevhid-i uluhiyeti beyan eder ve şirki reddeder. Bu cümlenin başı, her ne kadar nefiy ile başlasa da asıl amaç, nihayet derecede vahdaniyetin ispatı ve gerçekliğini beyandır.

Efendimiz (sas), bu cümledeki ehemmiyeti şu hadis-i şerifleriyle göstermişlerdir:

عَنْ أَنَسٍ، عَنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم قَالَ: ‏

يَخْرُجُ مِنَ النَّارِ مَنْ قَالَ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَفِي قَلْبِهِ وَزْنُ شَعِيرَةٍ مِنْ خير، ويخرج مِنَ النَّارِ مَنْ قَالَ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَفِي قَلْبِهِ وَزْنُ بُرَّةٍ مِنْ خير، ويخرج مِنَ النَّارِ مَنْ قَالَ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَفِي قَلْبِهِ وَزْنُ ذَرَّةٍ مِنْ خَيْرٍ.‏

Allâh’tan başka Tanrı yoktur deyip de kalbinde bir arpa ağırlığınca hayır bulunan kimse, Cehennem’den çıkacaktır. Allâh’tan başka Tanrı yoktur deyip de kalbinde bir buğday ağırlığınca hayır bulunan kimse, Cehennem’den çıkacaktır. Allâh’tan başka Tanrı yoktur deyip de kalbinde bir zerre ağırlığınca hayır bulunan kimse, Cehennem’den çıkacaktır.[20]

Allâh (cc), varlığı zorunlu ve bütün övgülere lâyıktır. Kendisine gönülden bağlanıp sığınılan, tapınılan, yücelik ve azameti ile hayrete düşülendir. Duyu ve idraklerimizin bütünüyle fevkinde, esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulâsı ile Merhametlilerin en Merhametlisi Yüce Zât-ı Azîmü’ş-şân’a mahsus ve münferid ism-i pâk-i kibriyâdır. 

Esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulâsı ile Merhametlilerin en Merhametlisi Allâh celle ve alâ, bir taraftan ihtirâ, imkân, hudûs, nizam ve fıtrat delilleri, diğer taraftan her şeyin kendisine delâleti ile en Zâhir, duyu ve idrak kapasitelerimizle kavrayamayacağımız en Bâtın’dır. Kur’ân-ı Kerîm’de “Allâh” lafza-i celâli 2557 defa geçer.

Allâh” (cc), Kendisi dışında kalan her şeyin, zamansal olarak sonradan var edilmiş bütün insanların akıllarının kavramaya güç yetiremeyeceği ve kuşatamayacağı bir Evvel, bir Ezel-i Lâ Yezâl’dir. İnsan aklı ve havsalasına yönelik bu kapalılık, Ezeliyet ve Evveliyet nurlarının göz kamaştırıcı azameti ve parlaklığı sebebiyledir. Allâh Teâlâ, mükâfat ehline mükâfatını, ceza ehline cezasını verdikten sonra, Cennet’i ve Cennetlikleri, Cehennem’i ve Cehennemlikleri, Arşı, Kürsî’yi, Melekleri, bütün varlığı yok edip neticede, Kendisinden başka hiçbir şeyin kalmayacağı bütün sonların en sonu El-Âhir’dir.

Allâh” lafza-i celâli, Yüce Yaratıcının bütün esmâ-i hüsnâsını, zâtî, sübûtî, haberî ve fiilî sıfât-ı ulâsını mündemiçtir. Bütün esmâ-i hüsnâsına ve sıfat-ı ulâsına delâlet eder. “Allâh” lafza-i celâli, en özel isimdir ve hiç kimse bu isim ile adlandırılamaz. Bütün varlıklar bilhassa ihtiyaç anlarında Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine yönelir, her türlü maddi ve manevî taleplerini, “Allâhım…” diyerek O’nun yüce dergâhına arz ederler.

Allâh’ın (cc), varlığı aklen gerekli olup, bütün kemâl ve olgunluk sıfatlarını taşıyan, her nevi eksiklikten pak, varlığı başka varlığa muhtaç bulunmayan ezeli ve ebedî Zât-i Bâri’nin özel ismidir. Bu yüce isim, târih boyunca Zât-i Bari’den başka hiçbir varlığa verilmemiştir ve başka varlık hakkında kullanılmamıştır. Kullanılması da caiz değildir. Allâh lâfza-i celâli, Zât-i Bâri’nin en meşhur ismidir ve bazı âlimlere göre İsm-i A’zam’dır.

Büyük kelâmcı, fakih ve mutasavvıf İmam İmam Gazzâlî Hazretleri (v. 505/1111) El-Maḳṣadü’l-Esnâ fî Şerḥi Meânî Esmâillâhi’l-Hüsnâ’sında şöyle demektedir:

“Kulun bu lafza-i celâl’den nasibi, Allâh’a (cc) bütün kalbi ve samimiyeti ile bağlanma olmalıdır. Öyle ki, O’ndan başkasını görmemeli, O’ndan başkasına yönelmemelidir. O’ndan başkasına umut bağlamamalı ve sadece O’ndan korkmalıdır. Çünkü bu güzel isim, Allâh’ın (cc) hakîkî ve gerçek bir mevcut olduğunu bildirmekte, O’nun dışındaki bütün varlıkların fani, yok olan, batıl, ancak O’nunla ayakta durabilen olduklarını ifade etmektedir. Bu açıdan kişi, öncelikle kendi benliğinin faniliğe ve yokluğa maruz olduğunu görmelidir.”[21]

Ebu Hüreyre (ra) rivayeti ile Resülullah (sas), varlıktaki esassızlık hakikatini şu şekilde beyan buyurmaktadırlar:

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ ـ رضى الله عنه ـ قَالَ قَالَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم: ‏

أَصْدَقُ كَلِمَةٍ قَالَهَا الشَّاعِرُ كَلِمَةُ لَبِيدٍ أَلاَ كُلُّ شَىْءٍ مَا خَلاَ اللَّهَ بَاطِلٌ وَكَادَ أُمَيَّةُ بْنُ أَبِي الصَّلْتِ أَنْ يُسْلِمَ‏.‏

Şair sınıfının söylediği en doğru söz, Lebîd’in; ‘İyi bilin ki Allâh’tan başka her şey esassızdır’ kelamıdır. Ümeyye b. Ebi’s-Salt da Müslüman olmaya yaklaşmıştı.[22]

Lebîd b. Rebia, hem cahiliye hem de İslam dönemini yaşamış bahtiyarlardandır. Lebîd, Müslüman olduktan sonra pek az şiir söylemiş, “Allâh (cc), bana El-Bakara ve Ali İmran’ı öğrettikten sonra, artık ben şiir söylemez oldum” demiştir. Ümeyye b. Ebi’s-Salt ise, İslam’a yetişmesine rağmen Müslüman olmamıştır.

Efendimiz’in (sas) duaları genelde “Allâhım…” şeklinde istek bildiren tarzda olmuştur. Enes b. Mâlik’in (ra) rivayetine göre, kendisinin Efendimiz’den (sas) sıklıkla duyduğu dualarından birisi şöyledir:

اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْهَمِّ وَالْحَزَنِ، وَالْعَجْزِ وَالْكَسَلِ، وَالْبُخْلِ وَالْجُبْنِ، وَضَلَعِ الدَّيْنِ، وَغَلَبَةِ الرِّجَالِ

Allâhım, sıkıntıdan, üzüntüden, acizlikten, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, borcun belimi bükmesinden ve insanların bana tahakkümünden sana sığınırım.[23]

Allâh (cc) varlığın yegane yaratıcısı, göklerin ve yerin sonsuz Nur’udur. Bütün varlığın kendisine muhtaç olduğu Samed’dir. Zamanı yaratan, mekanı şekillendiren, ruhları ışıklandıran, kalpleri halden hale çeviren Vâhid ve Ehad’dir. Bütün devinimlerin yaratıcısı Ezelî ve Ebedî Kudret’tir. Sürekli ve yeniden ilmi ile yaratan Hallâk ve Alîm u Allâm’dır. Sonsuza dek en yakın dostumuz Velî ve Hamîd’dir. Bizler uykuya daldığımızda, daima yanımızda, hiçbir şekilde uyku ve uyuklaması bulunmayan Hay ve Kayyûm’dur. Varlıktaki her şeyi kusursuz bir şekilde işiten ve gören Semî ve Basîr’dir. Allâh’ı (cc) idrak, O’nun (cc) kesinlikle idrak edilemeyeceği gerçeğidir. Bilebileceğimiz tek şey, ancak O’nun (cc) bildirdikleridir. Nereye dönersek dönelim, Vech’i oradadır.

Kusursuz hikmetine itimat ve tevekkülümüz ile, iyiliklerimizin mükafatını yedi yüz katlara kadar ulaştırırken, yanlışlık ve hatalarımıza iyiliklerdeki durumun zıttı ile muamele eden ve sadece o hatayı kaydedendir. Güzel isimleri ve yüksek sıfatları, varlıkta çokluk şeklinde tezahür edendir. Varlıktaki her şey kendisine delalet edendir. Bütün varlığın tezahürü, ancak O’nun (cc) affetmesi ve sevgisi ile meydana gelen Ğafûr ve Vedûd’dür.

(لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ) “Lâ İlâhe İllALLÂH”

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِنٖينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مُتَقَلَّبَكُمْ وَمَثْوٰیكُمْ

Bil ki Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Hem kendinin hem de inanmış erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile. Allâh (dünyada) dolaştığınız yeri de bilir, (ahirette) duracağınız yeri de.” (Muhammed, 47/19)

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin varlığını ve birliğini, akla gelebilecek ve sonradan var edilmiş hiçbir şeye benzetmeksizin, esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulâsı ile ikrar anlamındaki (لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ) “Allâh’tan başka (hak / gerçek) ilah yoktur” cümlesine “kelime-i tevhid” denir. Kur’ân-ı Kerîm’de (لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ) cümlesi iki ayet-i kerimede, (لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ) “O’ndan başka (hak / gerçek) ilâh yoktur” cümlesi yirmi dokuz ayet-i kerimede otuz kez, (لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنَا) “Benden başka (hak / gerçek) ilâh yoktur” cümlesi üç ayet-i kerimede, (لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ) “Senden başka (hak / gerçek) ilâh yoktur” cümlesi de bir kez yer almaktadır.

Tehlil” olarak da adlandırılan “kelime-i tevhid”, İslâm’ın en temel rüknü ve esasıdır. Hakimiyetin, üstünlüğün, yaratıcılığın ve ilâhlığın, ancak Allâh’a (cc) ait olduğunu ikrar etmek demektir.

(لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ) “Allâh’tan başka (hak / gerçek) ilah yoktur” cümlesi, “kelime-i tevhidin” birinci kısmıdır. İkinci kısım, (مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ)“Muhammed (sas), Allâh’ın Resulüdür” (Fetih, 48/29) cümlesidir ve kelime-i tevhidin tamamlayıcısıdır. Birincisini kabul edip, (hafazanAllâh) ikincisini inkâr etmek, tevhidi ve İslâm inancını ortadan kaldırır. Henüz Müslüman olmamış bir kimse, inanarak bu iki unsuru birlikte (kelime-i tevhid) söylediğinde İslâm dinine girmiş olur.

Kelime-i tevhid cümlesi, beş vakit namazlarda, ezanlarda, kâmetlerde ve gün içerisinde defalarca tekrar edilmekte, böylece tevhid, kalben, fikren ve ruhen idrak edilmekte, yaşanmakta, iman her gün tazelenmektedir.

Câbir’den (ra) gelen bir rivayette Efendimiz (sas) şöyle buyurmuşlardır:

أَفْضَلُ الذِّكْرِ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَأَفْضَلُ الدُّعَاءِ الْحَمْدُ لِلَّهِ

Zikrin en faziletlisi ‘Lâ ilâhe İllAllâh’, duanın en faziletlisi de ‘Elhamdülillâh’ demektir.[24]

Hadis-i şerifin birinci cümlesi, kelime-i tevhiddir ki yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi, Allâh’ın (cc) varlığını ve birliğini, kemâl sıfatlarını taşıdığını, her türlü noksanlıktan pâk ve müberrâ olduğunu kalben ve lisanen ikrardır. Tevhid, kalbi Allâh’tan (cc) başka şeylerle meşgul olmaktan en iyi şekilde koruyan, insan benliğini en güzel surette arındıran ve şeytanı en çabuk uzaklaştıran mübarek bir kelimedir. Tevhid zikrinin, zikirlerin en efdali olmasının bir sebebi ise, içinde İsm-i Zât’ın bulunmasıdır.

Yukarıdaki hadis-i şerifin ikinci cümlesinden maksat, sadece “Elhamdülillâh” demek olabileceği gibi, “Fatiha Sure-i Şerifesi”nin kast edilmiş olması da mümkündür. “Elhamdülillâh” kelime-i mübarekesi, her ne kadar Allâh’ın (cc) nimetlerine şükür ve hamd etmekten ibaret görünse de aynı zamanda Efendimiz’in (sas) beyan buyurdukları üzere bir dua cümlesidir.

Efendimiz (sas), Hz. Ebubekir’in (ra) rivayeti ile bir defasında ashabına şöyle bir ikazda bulunmuştur:

:عَنْ أبِي بَكْرٍ الصِّدِّيقِ عَنْ رَسُولِ اللَّهِ ﷺ قالَ

عَلَيْكم بِلا إلَهَ إلّا اللَّهُ والِاسْتِغْفارِ فَأكْثِرُوا مِنهُما فَإنَّ إبْلِيسَ قالَ: أهْلَكْتُ النّاسَ بِالذُّنُوبِ وأهْلَكُونِي بِلا إلَهَ إلّا اللَّهُ والِاسْتِغْفارِ، فَلَمّا رَأيْتُ ذَلِكَ أهْلَكْتُهم بِالأهْواءِ وهم يَحْسَبُونَ أنَّهم مُهْتَدُونَ

La ilahe illAllâhveistiğfar, bu her ikisini sıklıkla yapmanız üzerinize bir görevdir. Çünkü, İblîs şöyle demektedir: ‘Ben insanları, günah işletmekle helak ettim, onlar ise beniLa ilahe illAllâhcümlesini söylemekle veistiğfârile helâk ettiler. Böyle olduğunu görünce, bu defa insanları, kendilerini doğru yolda zannederlerken, hevâları ile helâk ettim.[25]

Hadis-i şerifte yer alan “hevâ” kelimesi, insan benliğinin ve kişiliğinin, doğruluk, hak ve faziletten sapması, akıl ve din tarafından yasaklanan kötü arzulara yönelmesi, haz ve menfaatlere düşmesi olarak yorumlanabilir.

2. (اَلرَّحْمَنُ) “ER-RAHMÂN” (cc)

“Mümin-kâfir ayırmadan, yarattığı bütün varlıklara merhamet eden, nimet veren.”

اَلرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

(Allâh) Er-Rahmân’dır, Er-Rahîm’dir.” (Fatiha, 1/3)

Er-Rahmân” ismi,Kur’ân-ı Kerîm’de 113 surenin başında bulunan besmele-i şerîfede ve altı ayette (الرَّحْمٰنُ الرَّحٖيمُ) “Er-Rahmân Er-Rahîm” şeklinde birlikte (Fatiha, 1/1, 3; Bakara, 2/163; Neml, 27/30; Fussilet, 41/2; Haşir, 59/22), diğer yerlerde tek başına zikredilmektedir.

Bir ayet-i kerimede ise (وَرَبُّنَا الرَّحْمٰنُ الْمُسْتَعَانُ) “El-Müsteân” güzel ismi birlikte zikredilmektedir. (Enbiya, 21/112)

Arap dili ve edebiyatı âlimi ve müfessir Ebû İshâk İbrâhîm ez-Zeccâc (v. 311/923), Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ adlı eserinde “Er-Rahmân Er-Rahîm” isimlerinin incelik ihtiva eden iki güzel isim olduğunu, her birinin diğerinden daha ince ve sadece Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ait bulunduğunu, bir başkasına asla isim olarak verilemeyeceğini ifade eder. Ayrıca “Er-Rahmân” isminin, mevcudatı varlık dünyası ile şereflendirdiği, rızıklarını tayin ve tespit ettiği için, bütün varlıklara şefkat ve merhamet anlamına geldiğini kaydeder.[26]

Arap dil âlimi, edip ve fakih Ahmed el-Ezherî de (v. 370/980), Tehzîbu’l-Luga’sında, Ebû İshâk İbrâhîm’in yukarıda naklettiğimiz görüşüne uygun bir şekilde, “Er-Rahmân” ismi sadece Allâh (cc) için kullanılır, başkaları için kullanılamaz” demektedir.[27] Kur’ân-ı Kerîm’de “Er-Rahmân” ismi, daima belirlilik takısı almış olarak ve ulûhiyetin özel ismi şeklinde, münhasıran Allâh (cc) hakkında kullanılmıştır.

Arap dili ve edebiyatı âlimi Abdurrahmân b. İshâk ez-Zeccâcî (v. 337/949), İştikâku Esmâillah adlı eserinde, “Er-Rahmân” isminin dünyaya, “Er-Rahîm” isminin de ahirete yönelik olduğu, “Er-Rahmân” isminin hususiyet, “Er-Rahîm” isminin de genellik arz ettiği, bu sebeple “Er-Rahmân” isminin hep daha önce zikredildiğini ifade eder.[28]

Ez-Zeccâcî’ye göre, insanların birbirlerine rahmeti, şefkat ve incelik anlamına gelirken, “Er-Rahmân” Allâh azze ve celle’nin rahmeti, kullarına olan lütfu, ihsanı, iyiliği ve bağışlaması anlamına gelmektedir. Kelimenin bu şekilde anlam değişikliğine uğraması, fiiller Allâh’a (cc) ya da kullara nispet edildiğinde farklı anlamlara geliyor olması sebebiyledir. Mesela, ‘filan kişi biliyor’ diyebildiğimiz gibi, ‘Allâh biliyor’ cümlesini de kullanıyoruz. Bu iki cümle arasındaki fark; kişi cahil iken çalışıp çabalaması ile bilgiye ulaşmakta, böylece bilmekte, hatta bildikten sonra da bilmez bir konuma gelebilmekte, ama bu durum Allâh (cc) için muhal olmakta, kelime anlam değişikliğine uğramaktadır.[29]

Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ adlı kitabında, “Er-Rahmân” isminin lafza-i celâldeki gibi türetilmemiş bir isim olduğunu belirtmektedir. “Er-Rahmân” güzel ismi şayet “rahmet” kelimesinden türemiş olsaydı, Araplar bu ismi ilk duyduklarında şaşırmayacaklardı.[30]

Müşrik Arapların, “Er-Rahmân” güzel ismini duydukları andaki şaşkınlık ve nefret halleri, Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde tasvir edilmektedir:

وَاِذَا قٖيلَ لَهُمُ اسْجُدُوا لِلرَّحْمٰنِ قَالُوا وَمَا الرَّحْمٰنُ اَنَسْجُدُ لِمَا تَاْمُرُنَا وَزَادَهُمْ نُفُورًا

Onlara, ‘Er-Rahmân’a secdeye kapanın denildiğinde ‘Er-Rahmân da nedir? Senin bize emrettiğine mi secde edeceğiz?’ derler ve bu onların nefretini daha da artırır.” (Furkan, 25/60)

Abdurrahman b. Avf (ra) demiştir ki, Resülullah’ı (sas) şöyle buyururken işittim:

قَالَ اللَّهُ أَنَا الرَّحْمَنُ وَهِيَ الرَّحِمُ شَقَقْتُ لَهَا اسْمًا مِنَ اسْمِي مَنْ وَصَلَهَا وَصَلْتُهُ وَمَنْ قَطَعَهَا بَتَتُّهُ

Allâh buyurdu ki: Ben Rahmanım, o (akrabalık) da rahimdir. Ona kendi ismimden bir isim verdim. Kim ona iyilik yaparsa, ben de ona iyilik yaparım, kim ona iyilik yapmayı terk ederse bende ona iyiliği terk ederim.[31]

Akrabalık bağları “Er-Rahman” isminin latif bir tecellisidir. Allâh (cc), akrabalık bağlarını koruyana, onlara iyilik ve yardımda bulunanlara kendisinin de iyilik ve yardım lütfedeceğini vadediyor. Aksine davrananları ise, rahmetinden mahrum bırakacağını bildiriyor.

Er-Rahmân” ismi, ister inançlı isterse de inançsız olsun, bütün insanların yaşamlarını idame ettirebilecekleri vesilelerin yaratılması, canlı-cansız varlık dünyasının enva-i çeşit nimetlerle rızıklandırılması ve hayatlarının kolaylaştırılması ile ilgili düzenlenmeleri netice veren, Allâh’ın (cc) çok kapsamlı rahmetine delâlet etmektedir.

Er-Rahmân” ismi, nimetlerin büyüklerine ve asıllarına dikkat çekmekte, tek başına Rahmân Suresinin ilk ayetini oluşturmaktadır. Bu surede, dinî, dünyevî ve uhrevî nimetler sayılmakta, yer ve göklerin, O’nun rahmetinin tecellileri ve eseri olduğu beyan edilmektedir.

قَالَتْ اِنّٖى اَعُوذُ بِالرَّحْمٰنِ مِنْكَ اِنْ كُنْتَ تَقِيًّا

Meryem, (insan suretindeki Cebraîl’e) dedi ki: ‘Doğrusu ben, senden Rahman’a sığınırım. Eğer takva sahibi isen.” (Meryem, 19/18)

Meryem suresinde “Er-Rahmân” ismi, “Allâh” isminin yerini tutacak şekilde on altı kez zikredilmektedir.

İmam Gazzâlî’ye göre, “Er-Rahmân” ismi Allâh’tan (cc) başkasına nispet edilemez.[32] Yine Gazzâlî’ye göre, kulun “Er-Rahmân” isminden nasibi, Allâh’tan (cc) gafil kalmış kullara merhamet ve şefkat göstererek onları, şiddet, sertlik, kabalık ve terslik yerine, incelik ve vaz u nasihat ile dalaletten hidayete sevk edilmelerine yardımcı olma, Allâh’ın (cc) öfkesine maruz kalacakları endişesi ile, asilere düşmanlık yerine merhamet nazarı ile bakma, etrafında olup biten masiyetleri, sanki kendisine gelen musibetlermiş gibi düşünme, gücünün yettiğince yanlışları izale için çalışmadır.[33]

3. (الرَّحٖيمُ) “ER-RAHÎM” (cc)

“Merhamet eden, nimet veren, zarar ve sıkıntıyı gideren, ahirette mümin kullarına acıyan.”

وَاِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّحٖيمُ

Sizin İlâhınız, (zât ve sıfatlarında ortağı olmayan) tek Allâh’tır. Ondan başka ilâh yoktur. Rahmân’dır (dünyada bütün mahlûkatı esirgeyendir), Rahîm’dir (ahirette yalnız müminlere rahmet edendir).” (Bakara, 2/163)

Rahîm ismi, Kur’ân-ı Kerîm’deki 113 surenin başında bulunan besmele-i şerîfede ve altı ayette (الرَّحْمٰنُ الرَّحٖيمُ) “Er-Rahmân” ismi ile birlikte zikredilmekte (Fatiha, 1/1, 3; Bakara, 2/163; Neml, 27/30; Fussilet, 41/2; Haşir, 59/22) , diğer yerlerde tek başına kullanılmaktadır.

Bir de Türkçemizde, “daha büyük, en büyük, daha güzel, en güzel” şeklindeki ifadelerimizin karşılığı olarak, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin “Er-Rahîm” isminin, Kur’ân-ı Kerîm’de “ism-i tafdîl” şeklinde geleni şekilleri vardır ki şöyledir:

(اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ) Erhamürrâhimîn (Merhametlilerin en Merhametlisi) güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de dört yerde zikredilmektedir. (Araf, 7/151; Yusuf, 12/64, 92; Enbiya, 21/83)

(خَيْرُ الرَّاحِمٖينَ) Hayru’r-Râhimîn (Merhamet Edenlerin En Hayırlısı) güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde zikredilmektedir. (Müminun, 23/109, 118)

Ebû İshâk İbrâhîm,“Er-Rahîm” güzel isminin, mümin kullarını imana muvaffak kılması, ahirette de onlara daimî ve kesintisiz bir sevap lütfedeceği özel şefkati anlamına geldiğini belirtmektedir.[34]

Er-Rahîm” ismi, nimetlerdeki inceliklere dikkatleri çekmektedir. Hattâbî’ye göre “Er-Rahîm” ismi, sadece müminlere özgüdür.[35]

Çünkü Cenâb-ı Allâh, ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:

(وَكَانَ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَحٖيمًا) “Allâh, müminlere rahîmdir (çok merhametlidir).” (Ahzâb, 33/43)

Cenâb-ı Allâh, herkese rızık vermesi ve insanların yaşayışları için gerekli unsurları temin etmesi söz konusu olduğunda ise, “rahmet” kelimesini kullanmakta şöyle buyurmaktadır:

اَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَةَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُمْ مَعٖيشَتَهُمْ فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا

Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçim rızıklarını aralarında biz paylaştırdık.” (Zuhruf, 43/32)

Gazzâlî’ye göre kulun, “Er-Rahîm” isminden nasibi, muhtaç kimselere elinden geldiğince yardım etmesi, yakınında ya da beldesinde, gücü nispetinde bir tek fakir kalmayıncaya kadar malı ile, nüfuzu ile ya da başkalarını o fakirlerle ilgili olarak harekete geçirme ile çalışmasıdır. Şayet bütün bunlara da güç yetiremiyorsa, onlara dua etmeli, fakirlikleri sanki kendisine ulaşmış gibi düşünüp üzülmelidir.[36]

Er-Rahmân, Er-Rahîm güzel isimleri beraberce, sadece Allâh’a (cc) nispet edilebilir.[37]

4. (اَلْمَلِكُ) “EL-MELİK” (cc)

“Mülkün gerçek sahibi ve kâinatın mutlak hükümdarı, görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi, mülkünün tamamında, yoktan var ettiği dünya ve ahiret hayatındaki her şeye, gerçek anlamda ve hiçbir şartla mukayyet olmayarak Hâkim ve Kâdir, dilediği gibi tasarrufta bulunan Yüce Zât.”

هُوَ اللّٰهُ الَّذٖى لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ

Allâh ki, O’ndan başka hiçbir İlâh yoktur. El-Melîk’tir (mülk ve saltanatı devamlıdır).” (Haşir, 59/23)

El-Melik” güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de iki ayet-i kerimede (فَتَعَالَى اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ) şeklinde “El-Hak” güzel ismi ile (TâHê, 20/114; Müminûn, 23/116), iki ayet-i kerimede de (هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ) “El-Kuddûs” güzel ismi ile iki yerde birlikte zikredilmektedir. (Haşr, 59/23; Cuma, 62/1) Bir yerde de (فٖى مَقْعَدِ صِدْقٍ عِنْدَ مَلٖيكٍ مُقْتَدِرٍ) “Kudreti nihayetsiz bir Melik’in (her şeye hakim bulunan Allâh Tealâ’nın) huzurunda…” (Kamer, 54/55), bir yerde de (مَلِكِ النَّاسِ) “(Sığınırım) İnsanların Melik’ine (hükümdarlar Hükümdarına)” (Nas, 114/2) şeklinde gelmektedir.

Ebû İshâk İbrâhîm, “El-Melik” güzel ismini şu şekilde tanımlar:

“Cenâb-ı Allâh’ınmülkünde emri / tasarrufu geçerli, dünyevi meliklerin mülklerindeki emirleri ise, tam olarak geçerli değildir. Allâh Teâlâ, bütün meliklerin melikidir. Dünyevi meliklerin mülklerindeki tasarrufları, Allâh Teâlâ’nın bu güzel ismi vesilesi ile oluşur. “El-Melik” ismi, “El-Mâlik” isminden daha genel bir anlam taşır.”[38]

Ez-Zeccâcî, “El-Melik” güzel isminin, Allâh’ın (cc) bütün varlığa sahipliği, onu iradesi doğrultusunda dilediği gibi tasarruf etmesi, bu iradesinin önünde hiçbir şeyin engel olmaması anlamına geldiğini söyler.[39]

Kuşeyrî, bu güzel isimle ilgili olarak şu yorumu yapar:

“Kul, mülkün Allâh’a (cc) ait olduğunu kavradığında, her türlü iddia halinden vazgeçer. Mâlik’inin emrine teslim olarak, güç ve kuvvet düşüncesinden bütünüyle uzaklaşır. Kendi tercihlerine yönelmez. Tehlikelerden kurtulma konusunda kendi düzenine güvenmez. ‘Benim sayemde, benden dolayı’ vb. cümleler ağzından çıkmaz. Bu sebeple meşâyih, tevhidin benliğe yapılan izafelerden uzak durma olduğunu söylemişlerdir.”[40]

:عَنْ أَبِي الدَّرْدَاءِ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِنَّ اللَّهَ يَقُولُ

أَنَا اللَّهُ لا إِلَهَ إِلا أَنَا، مَالِكُ الْمُلُوكِ وَمَلِكُ الْمُلُوكِ، قُلُوبُ الْمُلُوكِ فِي يَدِي، وَإِنَّ الْعِبَادَ إِذَا أَطَاعُونِي حَوَّلْتُ قُلُوبَ مُلُوكِهِمْ عَلَيْهِمْ بِالرَّأْفَةِ وَالرَّحْمَةِ، وَإِنَّ الْعِبَادَ إِذَا عَصَوْنِي حَوَّلْتُ قُلُوبَهُمْ عَلَيْهِمْ بِالسَّخْطَةِ وَالنِّقْمَةِ فَسَامُوهُمْ سُوءَ الْعَذَابِ، فَلا تَشْغَلُوا أَنْفُسَكُمْ بِالدُّعَاءِ عَلَى الْمُلُوكِ، وَلَكِنِ اشْتَغِلُوا بِالذِّكْرِ وَالتَّضَرُّعِ إِلَيَّ أَكْفِكُمْ مُلُوكَكُمْ

Ebu’d-Derdâ’dan gelen bir rivayette, Efendimiz (sas) Allâh azze ve celle’nin şöyle buyurduğunu beyan etmektedir:

Ben, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allâhım. Bütün meliklerin (kralların, imparatorların, yöneticilerin, devlet başkanlarının) Sahibiyim. Melikler Melikiyim. Meliklerin kalpleri benim elimdedir. Eğer kullar, bana itaat ederlerse, meliklerinin kalplerini onlara karşı şefkatli ve merhametli hale getiririm. Şayet kullarım bana isyan ederlerse, meliklerin kalplerini onlara karşı zalim ve cezalandırıcı hale getiririm. Onlar da çok kötü azap ederler. Benliklerinizi, meliklere beddua ile meşgul etmeyin. Tam aksine, benliklerinizi Ben’i anış ve yakarış ile meşgul edin. Ben, meliklerinize karşı size yeterim.[41]

Gazzâlî de “El-Melik” güzel ismini şu şekilde yorumlar:

“Gerçek Melik, kendisine sadece Allâh’ın Melik olduğunu bilendir. Böyle bir kimse Allâh azze ve celle’den başka her şeyle alakasını keser. Ancak bu kişi, halkının ve askerlerinin kendisine itaat ettiği ülkeye sahiptir. Onun öz ülkesi kalbi ve bedenidir. Askerleri ise, gazabı, arzuları ve hevesleridir. Halkı ise, dili, gözleri, elleri ve diğer azalarıdır. O, bütün bunlara köle değil melik, onlara itaat eden değil, onları kendisine ettiren olursa, kendi dünyasında sultanlık derecesine yükselir. Buna bir de kendisinin insanlara karşı ihtiyaçsızlığını, başkalarının ise dini ve dünyevi hayatları itibarı ile kendisine muhtaç oluşunu ekleyebilirse, o zaman yeryüzü sultanlığını elde etmiş olur ki bu, Peygamberlerin (Allâh’ın selamı üzerlerine olsun) mertebesidir. Onlar, ahiret hayatına hidayet etme hususunda Allâh’tan başka hiç kimseye muhtaç değildir, ama herkes kendilerine muhtaçtır. Meliklik hususunda Peygamberleri, onların varisleri olan âlimler takip eder. Onların sultanlık derecesi ise, kulları irşat edebilme, kendilerinin irşat edilmeye muhtaç olmamaları yetenekleri ile ölçülür. Bu nitelikleri ile kul, melekler seviyesine ulaşabilir ve Allâh’a yaklaşabilir. Kula böyle bir mülk, gerçek melik ve mülkünde ortağı bulunmayan Allâh tarafından ihsan edilmiştir.”[42]

5. (اَلْقُدُّوسُ) “EL-KUDDÛS” (cc)

“Düşünülebilecek bütün noksan sıfatlardan, güzel ve yetkin olmayan her türlü nitelikten, zıtlardan ve evlattan münezzeh, mübarek ve en temiz.”[43]

هُوَ اللّٰهُ الَّذٖى لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ

Allâh ki, O’ndan başka hiçbir İlâh yoktur. El-Melîk’tir (mülk ve saltanatı devamlıdır), El-Kuddûs’dür (her türlü noksanlıktan berîdir).” (Haşir, 59/23)

(هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ) “El-Melik El-Kuddûs” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde birlikte zikredilmektedir. (Haşr, 59/23; Cuma, 62/1)

عَنْ عَائِشَةَ، أَنَّ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم كَانَ يَقُولُ فِي رُكُوعِهِ وَسُجُودِهِ: ‏

سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّ الْمَلاَئِكَةِ وَالرُّوحِ‏.‏

Annemiz Hz. Âişe’den (r.anha) rivayete göre Efendimiz (sas) rükû ve secdelerinde “Sübbûhun, Kuddûsun, Rabbu’l-melâiketi ve’r-Rûh (Münezzehsin, Mukaddessin, Meleklerle Ruhun Rabbisin (Ey Allâhım)” derdi.[44]

Sadece bu iki güzel isim “faûl” vezni ile, “Sübbûh, Kuddûs” şeklinde gelmektedir.[45]

عَنْ عَائِشَةَ، كَانَ إِذَا هَبَّ مِنَ اللَّيْلِ كَبَّرَ عَشْرًا وَحَمِدَ عَشْرًا وَقَالَ سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِعَشْرًا وَقَالَ سُبْحَانَ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ عَشْرًا وَاسْتَغْفَرَ عَشْرًا وَهَلَّلَ عَشْرًا ثُمَّ قَالَ اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ ضِيقِ الدُّنْيَا وَضِيقِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ عَشْرًا ثُمَّ يَفْتَتِحُ الصَّلاَةَ.‏

Annemiz Hz. Âişe’den (r.anha) rivayete göre, Efendimiz (sas), gece teheccüd namazına kalktığı zaman, önce şu duaları okur, sonra teheccüd namazına dururdu:

On defa: “Allâhu ekber (Allâh en büyüktür)”, on defa “Elhamdülillah (Hamd Allâh’a mahsustur)”, on defa “SübhanAllâh ve bihamdih (Allâh’ı kendini tenzih ettiği şekilde bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim)” on defa, “Sübhane’l-Meliki’-Kuddûs (her türlü noksanlıklardan münezzeh Malik-i Hakikiyi tenzih ederim)”, on defa “Estağfirullah”, on defa “La ilahe illAllâh”, on defa da “Ey Allâhım, dünyanın ve kıyamet gününün sıkıntısından sana sığınırım” diye dua eder, sonra teheccüd namazına başlardı.[46]

Kuşeyrî, kulun El-Kuddûs güzel isminden alabileceği nasibi şöyle ifade etmektedir:

El-Kuddûs güzel isminin muhtevasını anlayan kimse, nefsini arzulara uymaktan, malını haramlardan ve şüpheli işlemlerden ve zamanını da muhalefet kirinden temiz tutar. Kalbini gaflet lekelerinden, ruhunu uyuşukluktan ve tembellikten, sırrını da iltifatlardan ve beğenilmekten uzak tutar. Hiç kimseyi hor ve hakir duruma düşürmez, Allâh’tan başka hiç kimseyi yüceltmez. Önceden elinde bulunan ancak daha sonra elinden çıkmış bir dünya nimetini yitirmekten etkilenmez. Aklı, fikri ve bilgisi hep Allâh der, bütün işlerinde Allâh’ın rızasını gözetir.”[47]

6. (اَلسَّلاَمُ) “ES-SELÂM” (cc)

“Kullarını huzur ve selâmete eriştiren, her türlü eksiklik, acz ve kusurdan, yaratılmışlara özgü değişikliklerden ve yok oluştan münezzeh, selâmetin kaynağı, esenlik veren.”[48]

هُوَ اللّٰهُ الَّذٖى لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ

Allâh ki, O’ndan başka hiçbir İlâh yoktur. El-Melîk’tir (mülk ve saltanatı devamlıdır), El-Kuddûs’dür (her türlü noksanlıktan berîdir), Es-Selâm’dır (bütün afet ve kederlerden salimdir).” (Haşir, 59/23)

Ebû İshâk İbrâhîm, “Es-Selâm” güzel ismini, Cenâb-ı Allâh’ın, “ceza gerektirmeyen kimseleri selamette tutması” olarak tanımlar.[49]

Es-Selâm” güzel isminin anlamını kavramış bir mümin, Efendimiz’in (sas) şu ikaz görünümlü müjdesinin muhatabıdır:

(الْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ) “Müslüman, diğer Müslümanların, o kişinin elinden ve dilinden selamette olduğu kimsedir.[50]

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin bu güzel ismini telaffuz ederek selam veren kimse karşısındakine, “sana benden yana selamette olduğunu bildiriyorum, senin düşmanın değilim, tam aksine dostunum” demiş gibi olmaktadır. Böylece Allâh’ın (cc), “Es-Selam” güzel ismine sığınmış, O’nun bu güzel ismi ile bereket dilemiş olmaktadır.

Ayet-i kerimede Cenâb-ı Allâh şöyle buyurmaktadır:

وَاِذَا حُيّٖيتُمْ بِتَحِيَّةٍ فَحَيُّوا بِاَحْسَنَ مِنْهَا اَوْ رُدُّوهَا اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ حَسٖيبًا

Bir selamla selamlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı alın veya aynısıyla karşılayın. Şüphesiz ki Allâh, her şeyi hesaplayandır.” (Nisa, 4/86)

Ayet-i kerimenin talimine göre, bir Müslüman diğerine “Selâmün aleyküm” veya “Es-Selâmü aleyküm” şeklinde selâm verecektir. Selâmı alan kişi de “Ve aleyküm selâm ve rahmetullah” demelidir.

Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayeti ile Resul-i Ekrem (sas), bu son şeklin Hz. Âdem (as) ile melekler arasındaki selâmlaşma şekli olduğunu bizlere şu şekilde haber vermektedir:

:عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، عَنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم قَالَ ‏

خَلَقَ اللَّهُ آدَمَ عَلَى صُورَتِهِ، طُولُهُ سِتُّونَ ذِرَاعًا، فَلَمَّا خَلَقَهُ قَالَ اذْهَبْ فَسَلِّمْ عَلَى أُولَئِكَ النَّفَرِ مِنَ الْمَلاَئِكَةِ جُلُوسٌ، فَاسْتَمِعْ مَا يُحَيُّونَكَ، فَإِنَّهَا تَحِيَّتُكَ وَتَحِيَّةُ ذُرِّيَّتِكَ‏.‏ فَقَالَ السَّلاَمُ عَلَيْكُمْ‏.‏ فَقَالُوا السَّلاَمُ عَلَيْكَ وَرَحْمَةُ اللَّهِ‏.‏ فَزَادُوهُ وَرَحْمَةُ اللَّهِ، فَكُلُّ مَنْ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ عَلَى صُورَةِ آدَمَ، فَلَمْ يَزَلِ الْخَلْقُ يَنْقُصُ بَعْدُ حَتَّى الآنَ‏‏.

Allâh (cc), Âdem’i kendi sureti üzere yarattı. Boyunun uzunluğu altmış ẕirā‘ (çeşitli zamanlarda 54,04 ile 91 santim arasında değişen bir uzunluk ölçüsü. Bu durumda Hz. Âdem (as), en az otuz metre uzunluğa sahip olmalıdır) idi. Allâh (cc) onu yarattığı zaman şöyle buyurdu:

‘Git ve oturmakta olan şu melekler topluluğuna selam ver. Onların, senin selamını nasıl karşıladıklarını iyi dinle. Çünkü, bu hem senin hem de neslinin selamlaşma şeklidir.’

Bunun üzerine Âdem (as) meleklere:

‘Es-Selâmü aleyküm’ dedi. Onlar da:

Ve aleyküm selâm ve rahmetullahdiyerek, selamlarınave rahmetullahcümlesini eklediler. Her Cennet’e giren, Âdem’in (bu güzel) sureti üzerine girecektir. Âdem’den sonra gelen insanlar, şimdiye kadar onun güzelliğinden birer parça kaybetmeye devam ettiler.[51]

Başta “el” takısı olmaksızın “Selâmün aleyküm” demek daha faziletli görülmüştür. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de hem Efendimiz’in (sas) hem de meleklerin müminlere selâmı “Selâmün aleyküm” şeklindedir. (Bkz. En’âm, 6/54; A’râf, 7/46; Ra’d, 13/24; Nahl, 16/32; Kasas, 28/55; Zümer, 39/73)

Ebu Hüreyre’nin rivayeti ile Efendimiz (sas) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadırlar:

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم :‏

لاَ تَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتَّى تُؤْمِنُوا وَلاَ تُؤْمِنُوا حَتَّى تَحَابُّوا ‏.‏ أَوَلاَ أَدُلُّكُمْ عَلَى شَىْءٍ إِذَا فَعَلْتُمُوهُ تَحَابَبْتُمْ أَفْشُوا السَّلاَمَ بَيْنَكُمْ‏.‏

İman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size bir şey göstereyim mi ki, onu yaptığınız zaman birbirinizi sevmiş olursunuz? Aranızda selamı yayınız.[52]

Abdullah b. Mesud rivayeti ile Efendimiz (sas) bir başka hadis-i şeriflerinde Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin “Es-Selâm” isminin selamlaşmada yer alması ve yaygınlık kazandırılması ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadırlar:

:عن عبدِ اللهِ بنِ مسعودٍ قال

إنَّ السَّلامَ اسمٌ من أسماءِ اللهِ وضعَهُ اللهُ في الأرضِ ، فأفشُوهُ بينكم ، إنَّ الرَّجلَ إذا سلَّم على القومِ فردُّوا عليه كانت عليهم فضلُ درجةٍ ؛ لأنَّه ذكَّرَهم بالسَّلامِ ، وإن لم يردَّ عليه ردَّ عليه مَن هو خيرٌ منه وأطيبُ

Es-Selâm, Allâh’ın yeryüzüne koyduğu aranızda yaymanız gereken güzel isimlerinden birisidir. Bir kimse, topluluğa selam verir, selamına karşılık alırsa, onlar için bir derece üstünlüğü oluşur. Çünkü onlara, Es-Selâm ismini hatırlatmıştır. Eğer selam verene cevap vermezlerse, onlardan daha hayırlı ve iyi, o kişiye cevap verir.[53]

Selam vermenin bazı edepleri vardır. Bunlardan bir kısmı şu şekildedir:

1. Bir topluluğun yanına girilirken, konuşmaya başlamadan önce selam verilir.

2. İçinde insan olmayan bir yere girildiği zaman, “Esselâmu aleyna ve alâ ibadillahissalihîn” denir.

3. Bir toplantıdan ayrılırken de selam vermek adaptandır. Zira, Ebu Hüreyre (ra) rivayeti ile Resul-i Ekrem (sas) şöyle buyurmaktadırlar:

:عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم قَالَ ‏

إِذَا انْتَهَى أَحَدُكُمْ إِلَى مَجْلِسٍ فَلْيُسَلِّمْ فَإِنْ بَدَا لَهُ أَنْ يَجْلِسَ فَلْيَجْلِسْ ثُمَّ إِذَا قَامَ فَلْيُسَلِّمْ فَلَيْسَتِ الأُولَى بِأَحَقَّ مِنَ الآخِرَةِ‏.‏

Sizden biriniz bir toplantı yerine vardığında, selam versin ve oturmak gerekiyorsa oraya otursun. Daha sonra kalktığında, yine selam verip ayrılsın. Çünkü önceki verdiği selam, sonrakinden daha ehak değildir (yani her ikisi de aynı derecededir ve gereklidir).[54]

4. Karşılaşan iki kişiden küçük olan büyüğe, az olan topluluk çok olan topluluğa, gençler yaşlılara, biniti üzerinde olanlar yayalara, yürüyenler oturanlara, arkadan gelenler önden gidenlere selam verirler.

5. Bir topluluğa verilen selama, “Ve aleykümselâm” diye içlerinden birisi karşılık verirse, diğerlerinden selam alma görevi düşmüş olur. Fakat, o topluluk içinden hiçbiri karşılık vermezse, hepsi sorumlu olur.

6. Gayri Müslimlerle karşılaşıldığında, önce onların selam vermesini beklemeli, selamlarından sonra “ve aleyke” demelidir.

7. Tanıyıp tanımadığına bakmaksızın herkese selam vermelidir.

Selam vermenin uygun olmadığı bazı durumlar da söz konusudur. Bunlar:

1. Allâh Teâlâ’nın güzel isimlerinden birisi olması hasebi ile temiz olmayan yerlerde zikredilmez.

2. Herhangi bir haramı irtikâp eden kimseye selâm verilmez.

3. Kur’an okuyan, hadis rivayet eden ve ilim müzakeresinde bulunan kimselere, bu hayırlı işin inkıtaa uğramaması için selâm verilmez. Ancak o iş bitmişse selâm verilir.

4. Ezan okuyan, namaz kılan ve kamet getiren kimseye selâm verilmez.

5. Selam müminler arasında meşru kılınmıştır. Dolayısı ile İslâm’ı reddeden kimselere selâm verilmez. Ancak onlar selâm verirlerse “ve aleyküm” denilir.

Kuşeyrî’ye göre, “Es-Selâm” isminden bir kulun alacağı edep dersi, Yaratıcısına selîm bir kalp ile yönelmesidir. Selim bir kalp, kin, hainlik, haset ve kötü niyet taşımaz. Bütün Müslümanlara sırf hayırdan, tam anlamıyla kalp temizliğinden, bütünüyle doğruluktan, herkes için hüsn-ü zandan, kendisi için de kötü zandan başka bir düşünce taşımaz. Kendisini hep kötü bir durumda, sözlerini başkalarına birer iftira, halini ise en kötü birisiymiş gibi görür. Mesela, kendisinden yaşça büyük birisini gördüğünde, “bu kişi benden daha hayırlı, çünkü benden daha fazla itaat sahibi, Allâh’ı (cc) bilmesi de benden daha öncedir” der. Kendisinden yaşça daha küçük birisini gördüğünde de “bu benden daha hayırlı, çünkü günahları benden daha az” der. Bazı meşâyih ise şöyle demişlerdir: “Din kardeşinin bir ayıbına muttali olursan, bir mazeret bulana kadar o ayıbını mazur gösterecek, yetmiş kadar gerekçe ara. Şayet herhangi bir gerekçe bulamazsan, kendine dön ve benliğini şu şekilde ayıpla: ‘Sen ne kötü adamsın! Kardeşinin yetmiş kadar özrünü kabul etmedin!”[55]

7. (اَلْمُؤْمِنُ) “EL-MÜMİN” (cc)

“Gönüllerde iman ışığını yakan, samimiyetlerini tasdik ederek doğruluklarını onaylayan, onları korku ve endişeden emin kılan, güven duygusunu uyandıran, huzurun asıl kaynağı, müminlerin ahiret hayatındaki güvencesini sağlayan, her türlü şerden koruyan.”[56]

هُوَ اللّٰهُ الَّذٖى لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ

Allâh ki, O’ndan başka hiçbir İlâh yoktur. El-Melîk’tir (mülk ve saltanatı devamlıdır), El-Kuddûs’dür (her türlü noksanlıktan berîdir), Es-Selâm’dır (bütün afet ve kederlerden salimdir), El-Mümin’dir (emniyet verendir).” (Haşir, 59/23)”

Ebû İshâk İbrâhîm, Cenâb-ı Allâh’ın kendi Zatını “El-Mümin” olarak isimlendirmesinin, vahdaniyetine bizzat kendisinin şahitlik yapması sebebiyle olduğunu söyler ve şu ayet-i kerimeyi görüşüne referans olarak verir:

(شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ) “Allâh, kendisinden başka tanrı olmadığına şâhiddir.” (Ali İmran, 3/18)

Ayrıca, “El-Mümin” güzel isminin, insanlar için kullanıldığında, “inancında sağlam, güvenilir ve dayanıklı”, Cenâb-ı Allâh için kullanıldığında ise, “cezayı hak etmemiş kimseleri azabından emin kılan” anlamına geldiğini belirtir.[57]

El-Mümin” güzel ismi, “emân” kelimesine dayandığında “hem dünyada hem de ahirette korku ve endişeden emin kılan, güvenli olmayı sağlayan” anlamına gelir. “İman” kavramına dayandığı takdirde, “kullarının imanlarını, samimiyetlerini ve doğruluklarını tasdik eden, mucizeler vermek sureti ile peygamberlerinin (ase) doğruluklarını ispat eden” anlamlarına gelir.

Kuşeyrî, “tasdik” anlamı itibarı ile, bu güzel ismin hem Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine hem de kullara bakan yönü olduğunu ifade eder. Cenâb-ı Allâh’a bakan yön, sadık olduğunu kendi Zat’ında bilmesidir. Kullara bakan yön ise, onların imandaki sadakatlerini bilmesidir. Bazen de bu güzel isim, Cenâb-ı Allâh’ın iyilik yapanlara vereceğini vaat ettiği mükafatlarda, kötülük yapanlara da vereceği mücazattaki sadakatidir. Bu durumda “El-Mümin” ismi, Cenâb-ı Allâh’ın fiilî sıfatlarından birisi olur.[58]

Mümin bir insanın, bu güzel isimden alacağı nasip, etrafında bulunanların, kendisinin şerrinden emin olmalarıdır. Çünkü Efendimiz (sas), Ebu Hüreyre (ra) rivayeti ile şöyle buyurmaktadır:

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم قَالَ: ‏

لاَ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مَنْ لاَ يَأْمَنُ جَارُهُ بَوَائِقَهُ‏

Komşusu, kötülüklerinden emin olmayan kimse Cennet’e giremez.”‏[59]

İmam Gazzâlî Hazretleri, bu ismin tecellisine en fazla mazhar kimselerin, insanların Allâh’ın azabından kurtulmasına, necat yollarına irşat edilmesine vesile kişiler olduğunu, ayrıca bu yolun peygamberler ve alimlerin mesleği olduğunu belirtir.[60]

8. (اَلْمُهَيْمِنُ) “EL-MÜHEYMİN” (cc)

“Koruyucu, gözetici, her hususta kendisine güvenilen, asla zulmetmeyen, varlıkların amellerini, rızıklarını ve ömürlerini koruyarak düzenleyen kâim.”

هُوَ اللّٰهُ الَّذٖى لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ

Allâh ki, O’ndan başka hiçbir İlâh yoktur. El-Melîk’tir (mülk ve saltanatı devamlıdır), El-Kuddûs’dür (her türlü noksanlıktan berîdir), Es-Selâm’dır (bütün afet ve kederlerden salimdir), El-Mümin’dir (emniyet verendir), El-Müheymin’dir (her şeyi gözetip koruyandır).” (Haşir, 59/23)

Ebû İshâk İbrâhîm, “El-Müheymin” güzel ismine, Kur’ân-ı Kerîm’deki kullanım alanından hareketle, “gören, kontrolü altında tutan, muhafaza edip koruyan” anlamlarını verir.[61]

İmam Gazzâlî, tarifte yer alan, “varlıkların amellerini, rızıklarını ve ömürlerini koruyarak düzenleyen kâim” cümlesindeki “kâim” kelimesini, Allâh’ın (cc) varlıkların durumlarını bilmesi, onları hükmü altında tutması ve muhafaza edip koruması şeklinde anlamlandırmaktadır. Bu şekilde “koruyarak düzenleyen kâim” sonsuz bir ilme, “hükmü altında tutma” ise sonsuz bir kudrete, “muhafaza edip koruma” da icraya yönelik bir anlamı barındırmaktadır. Bütün bu anlamlar, mutlak ve kemâl şekilde sadece Allâh (cc) içindir ve O’nun “El-Müheymin” güzel isminde mündemiç bulunmaktadır. “El-Müheymin” güzel ismi eski kitaplarda da mevcuttur.[62]

Gazzâlî, kalbini denetleyen, böylece kalbinin sırlarına vâkıf olan, ahlâkî hal ve vasıflarını düzelten, ayrıca bu düzenlemesine süreklilik kazandıran kişinin, artık kalbine karşı müheymin, yani onu kontrol ve muhafaza altında tutan bir kimse haline gelmiş olacağını ifade etmektedir. Ona göre, bir kimse şayet bu kontrol ve muhafaza durumunu daha da genişletir, firâsetle sezerek, manevi hallere muttali olarak ve görünen durumlardan hareketle, Allâh’ın (cc) bazı kullarını dürüstlük üzerinde tutabilirse, “El-Müheymin” güzel isminden nasibi daha büyük ve daha fazla olur.[63]

Kuşeyrî şöyle diyor: “Bu güzel ismin anlamını kavrayan kimse, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine her anlamı ile muttali olduğu bilinci ile, yüksek seviyede bir haya, Cenâb-ı Hak tarafından görülmenin verdiği bir ezilme duygusuna ulaşır. Buna, muamele ehli dilinde ‘murakabe’ denir. Anlamı, Rabbin her şeyden haberdar ve vâkıf bulunduğuna yönelik kalbin bilgisidir. Kişi, kendisi ile Allâh (cc) arasında takvayı ve murakabeyi hakem yapmaz ise, keşif ve müşahedeye ulaşamaz.”[64]

Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri El-Müheymin’dir. Rabbü’l-âlemîndir. Hiçbir zerre, hiçbir lâhza O’nun gözetim ve murakabesinden uzak kalamaz, saklanamaz ve gizlenemez. “El-Müheymin” ve Cenâb-ı Allâh’ın diğer esmâ-i hüsnâsı, bizlerin sürekli olarak ilâhî murakabe altında bulunduğunu göstermektedir. Kendisini koruyup gözeten, yaptığı her ameli, her ibadeti, her iyiliği muhafaza eden Allah’ın murakabesi ve koruması altında bulunma, kalp için büyük bir inşirah kaynağıdır. Bu bilinç ile seyr ilallâhta, marifetullah ve muhabbetullahta derinleşme çabası ve gayreti, ihsan şuurunun zirve noktasıdır.

Bu güzel isim, “Er-Rakîb, El-Hafîz, Eş-Şehîd ve El-Emîn” gibi diğer güzel isimlerle anlam yakınlığı içerisindedir. Bu güzel isimler, inşâAllâh yeri geldiğinden tafsil edilecektir.

9. (اَلْعَزِيزُ) “EL-AZÎZ” (cc)

“1. Her şeyin galibi ve mağlûp edilmesi mümkün olmayan, 2. Çok üstün, şanlı ve çok şerefli, 3. Çok güçlü ve kuvvetli, 4. Benzeri bulunmayan, eşsiz kudret sâhibi Yüce Zât.”[65]

هُوَ اللّٰهُ الَّذٖى لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزٖيزُ

Allâh ki, O’ndan başka hiçbir İlâh yoktur. El-Melîk’tir (mülk ve saltanatı devamlıdır), El-Kuddûs’dür (her türlü noksanlıktan berîdir), Es-Selâm’dır (bütün afet ve kederlerden salimdir), El-Mümin’dir (emniyet verendir), El-Müheymin’dir (her şeyi gözetip koruyandır), El-Azîz’dir (her şeye galiptir).” (Haşir, 59/23)

El-Azîz”, Yüce Allâh’ın güzel ismi olarak Kur’ân-ı Kerîm’de seksen yedi defa geçmektedir. “El-Azîz” güzel ismi, esmâ-i hüsnâdan daima biri ile zikredilmiş, aralarındaki önemli irtibat, ayet-i kerimelerde şu şekilde yer almıştır:

(هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ) “El-Azîz El-Hakîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi dokuz yerde birlikte zikredilmektedir (Bakara, 2/129; Ali İmran, 3/6, 18, 62, 126; Maide, 5/118; İbrahim, 14/4; Nahl, 16/60; Neml, 27/9; Ankebut, 29/26, 42; Rum, 30/27; Lokman, 31/9; Sebe, 34/27; Fatır, 35/2; Zümer, 39/1; Mümin, 40/8; Şura, 42/3; Casiye, 45/2, 37; Ahkâf, 46/2; Hadid, 57/1; Haşir, 59/1, 24; Mümtehine, 60/5; Saf, 61/1; Cuma, 62/1, 3; Tegabun, 64/18).

Belirlilik takısı olmadan (اِنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ) “Azîz Hakîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de on üç yerde birlikte zikredilmektedir. (Bakara, 2/209, 220, 228, 240, 260; Maide, 5/38; Enfal, 8/10, 49, 63, 67; Tevbe, 9/40, 71; Lokman, 31/27) (اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَزٖيزًا حَكٖيمًا) şeklinde ise beş yerde geçmektedir. (Nisa, 4/56, 158, 165; Fetih, 48/7, 19)

(وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزٖيزُ الرَّحٖيمُ) “El-Azîz Er-Rahîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de on üç yerde birlikte zikredilmektedir. (Şuara, 26/9, 68, 104, 122, 140, 159, 175, 191, 217; Rum, 30/5; Secde, 32/6; Yasin, 36/5; Duhan, 44/42)

(وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْعَلٖيمُ) “El-Azîz El-Alîm” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de altı yerde birlikte zikredilmektedir. (Enâm, 6/96; Neml, 27/78; Yâsîn, 36/38; Mümin, 40/2; Fussılet, 41/12; Zuhruf, 43/9)

(هُوَ الْعَزٖيزُ الْغَفَّارُ) “El-Azîz El-Ğaffâr” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde birlikte zikredilmektedir. (Sad, 38/66; Zümer, 39/5; Mümin, 40/42)

(الْعَزٖيزِ الْحَمٖيدِ) “El-Azîz El-Hamîd” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde birlikte zikredilmektedir. (İbrahim, 14/1; Sebe, 34/6; Büruc, 85/8)

(اِنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ غَفُورٌ) “Azîz Ğafûr” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde birlikte zikredilmektedir. (Fâtır, 35/28; Mülk, 67/2)

(الْعَزٖيزِ الْوَهَّابِ) “El-Azîz El-Vehhâb” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir. (Sâd, 38/9)

(عَزٖيزٍ مُقْتَدِرٍ) “Azîz Muktedir” güzel isimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde birlikte zikredilmektedir. (Kamer, 54/42)

Kuşeyrî, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin bu güzel ismi ile ilgili şu yorumu yapmaktadır:

“Allâh’ı (cc) “El-Azîz” bilmenin edeplerinden birisi, kişilere bir şeref ve üstünlük vermemektir. Bu yüzden ‘marifet, bütün şerefleri Allâh’ın (cc) şerefi karşısında küçük görmek, bütün anmaları da O’nu anma mukabilinde yok saymaktır’ denilmiştir. Bu sebeple olsa gerek, Ebu Zer (ra) rivayeti ile Nebi (sas) şöyle buyurmuştur:

Malı için zengine tevazu gösterene Allâh lanet etmiştir. Kim böyle yaparsa, ondan dininin üçte ikisi gider.[66]

Allâh’ı (cc), “El-Azîz” bilen kul, izzeti sadece Allâh’tan (cc) talep eder. Çünkü izzet, sadece Cenâb-ı Mevlâ’ya itaat ile elde edilebilir. Ayet-i kerimelerde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

اَلَّذٖينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرٖينَ اَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنٖينَ اَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمُ الْعِزَّةَ فَاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَمٖيعًا

Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinen kimselerdir. Onların yanında şan ve şeref mi arıyorlar? Hâlbuki, bütün şan ve şeref Allâh’a aittir.” (Nisa, 4/139)

وَلَا يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْ اِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَمٖيعًا هُوَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ

Onların (inkârcıların) sözleri seni üzmesin. Çünkü, bütün şan ve şeref Allâh’a aittir. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.

مَنْ كَانَ يُرٖيدُ الْعِزَّةَ فَلِلّٰهِ الْعِزَّةُ جَمٖيعًا

Her kim şan ve şeref istiyorsa bilsin ki, şan ve şeref bütünüyle Allâh’a aittir.” (Fâtır, 35/10)

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ

Senin Rabbin ki şan ve şeref sahibi Rab’dir, onların nitelendirdiği şeylerden uzaktır, yücedir.” (Sâffât, 37/180)

وَلِلّٰهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهٖ وَلِلْمُؤْمِنٖينَ وَلٰكِنَّ الْمُنَافِقٖينَ لَا يَعْلَمُونَ

Bütün şan ve şeref Allâh’ın, Resulünün ve müminlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.” (Münâfikûn, 63/8)

El-Azîz” güzel ismi, “El-Kavî” güzel ismi dışında, birlikte geldiği tüm isimlerden önce gelmektedir.

Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, “El-Azîz” güzel ismi ile ilgili olarak on altı kadar hükme ulaşmıştır. Yedi kadarını burada aktarıyoruz:

1. Allâh azze ve celle “El-Azîz”dir, O’na (cc) bırakınız maddi olarak ulaşmayı, vehimler bile ulaşamaz.

2. O’nun dilemelerine muhalefet edilemez, iradesi bütün varlık dünyası üzerinde hükmünü icra eder.

3. O’nun bir benzeri yoktur, bundan dolayı da tek İlah’tır.

4. O’na (cc), bir menzil düşünülemez, dünyevi azîzlerin ise hepsinin bir menzili vardır ve zillete maruzdurlar.

5. O’na (cc), asla bir tehdit ulaşamaz, sonuçlar bütünüyle kudreti dahilinde, bütün işler kendisine dönendir.

6. Sınırsız kudreti ve kapsayıcılığı sebebi ile O’ndan (cc) asla kaçılamaz.

7. O (cc), neticede bütün korkup kaçanların da sığınağıdır.[67]

Efendimiz (sas), Berâ b. Âzib’e uyuyacağı zaman şöyle yapmasını tavsiye etmiştir:

Yatacağın zaman, namaz abdesti gibi abdest al. Sağ tarafın üzerine yat ve şöyle dua et:

اللَّهُمَّ أَسْلَمْتُ وَجْهِي إِلَيْكَ، وَفَوَّضْتُ أَمْرِي إِلَيْكَ، وَأَلْجَأْتُ ظَهْرِي إِلَيْكَ، رَغْبَةً وَرَهْبَةً إِلَيْكَ، لاَ مَلْجَأَ وَلاَ مَنْجَا مِنْكَ إِلاَّ إِلَيْكَ، اللَّهُمَّ آمَنْتُ بِكِتَابِكَ الَّذِي أَنْزَلْتَ، وَبِنَبِيِّكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ

Allâhım, kendimi Sana teslim ettim. İşimi Sana bıraktım. Sırtımı Sana dayadım. Korkum da ümidim de ancak Sendendir. Senden başka sığınak, Senden başka kurtuluş yoktur. Allâhım, indirdiğin Kitab’ına ve gönderdiğin Nebi’ne iman ettim.

Şayet, o gece ölecek olursan, fıtrat (İslam dini) üzere ölürsün. Sen bu sözleri, söyleyeceğin sözlerin sonuncusu yap.

Bera diyor ki: ‘Ben bu dua cümlelerini Peygamberin (sas) huzurunda tekrar ettim. Duanın son kısmında, (وَبِنَبِيِّكَ) ‘Nebi’ne’ kelimesi yerine, (وَرَسُولِكَ‏) ‘Resulüne’ kelimesini kullandım. ‘Hayır, (وَبِنَبِيِّكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ) Nebi’ne iman ettimde, buyurarak düzelttiler.”[68]

10. (اَلْجَبَّارُ) “EL-CEBBÂR” (cc)

“Dilediğini cebir yoluyla yapan, kayıtsız şartsız herkese cebredecek güçte, hiç kimse tarafından kendisine cebir olunamayan, kırık dökük ve bozuk olan şeyleri düzeltip onaran, her şeyi tasarrufu altına alan ve iradesini her durumda yürüten.”

هُوَ اللّٰهُ الَّذٖى لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزٖيزُ الْجَبَّارُ

Allâh ki, O’ndan başka hiçbir İlâh yoktur. El-Melîk’tir (mülk ve saltanatı devamlıdır), El-Kuddûs’dür (her türlü noksanlıktan berîdir), Es-Selâm’dır (bütün afet ve kederlerden salimdir), El-Mümin’dir (emniyet verendir), El-Müheymin’dir (her şeyi gözetip koruyandır), El-Azîz’dir (her şeye galiptir), El-Cebbâr’dır (kullarının hallerini ve ihtiyaçlarını düzeltendir, varlığı çok yücedir).” (Haşir, 59/23)

El-Cebbâr” güzel ismi, Allâh (cc) için üç temel anlamda düşünülmüştür:

Birincisi: Kuvvet cebridir. “Cebir” sıfatı Allâh’ın (cc) güç ve kudretinin özelliğidir. Tiranları ve firavunları kahreden kudreti ile onları dize getiren, kudreti ve azametiyle zelil hale getiren sonsuz kudretli O’dur.

İkincisi: Rahmet cebridir. Çünkü Allâh’ın (cc) rahmeti zorlayıcıdır. Allâh (cc), zayıfları zenginlik, güç ve kuvvetle dilediği gibi donatır. Ayrıca şayet sabrederlerse, kalbi kırıkların hallerini ve şartlarını güç kullanarak düzeltir. İçlerine ferahlığı ve sükûneti, güçlü ve emniyetli bir şekilde geri getirir. Onlara mükâfat ve güzel akıbet lütfeder. Hiç kimse O’nun bu iradesine karşı gelemez.

Üçüncüsü: Yükseklik cebridir. Çünkü Allâh (cc), yarattıklarından sonsuz üstünlüktedir. Ancak bununla birlikte, onlara sonsuz şekilde de yakındır. Kullarının yakarışlarını, taleplerini işitir, neler yaptıklarını görür, benliklerinin neler fısıldadıklarını bilir.

El-Cebbâr”, büyüklük ve kibriya anlamlarını ifade eden Cenâb-ı Hakk’ın güzel bir ismidir. Bu güzel isim, Allâh (cc) için, kemal ve güzellik manalarının övgüye değer bir tasviri, şimdi aktaracağımız ayet-i kerime gereğince de kullar hakkında ise bir noksanlık anlamı ve kınanması gereken bir durumdur:

كَذٰلِكَ يَطْبَعُ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ قَلْبِ مُتَكَبِّرٍ جَبَّارٍ

Allâh, her mütekebbir, cebbâr kimsenin kalbini öyle mühürler.” (Mümin, 40/35)

Cenâb-ı Hak, fakirliği zenginlikle, hastalığı sağlıkla, hayal kırıklıklarını ve umutsuzlukları başarı ve umutla, korku ve üzüntüyü güvenlik ve mutlulukla zorlayarak değiştirendir. Cebir, bazen mutlak anlamda ıslahı ve iyileştirmeyi ifade eder.

Allâh (cc), yarattıklarına üstünlüğü sebebiyle sonsuz güçlüdür. O’nun iradesi mülkünde her daim geçerlidir. Emrine karşı çıkabilecek ve sorgulayabilecek hiçbir varlık yoktur. Neyi dilemişse olur, neyi dilememişse de olmaz. Her şey O’nun hakimiyetindedir.

Kuşeyrî Hazretleri bu güzel isimle ilgili olarak şöyle söylemektedir:

El-Cebbâr” güzel isminin, işleri ıslah eden anlamında olduğunu bilen bir kimse, tefviz-i umûr ile, her halinde O’na (cc) tevekkül eder. Şayet bir fayda ile karşılaşmışsa dayanağının O (cc) olduğunu bilir. Bir zarar ile karşılaşmışsa, bu hali kendisinden gidereceğini bilir. Durumunun bozulması, malının azalması, kurnazlık bilmemesi ve aile fertlerinin çokluğu onu endişelendirmez. O’nun (cc) lütfuna, cömertliğine, nimetlerini yağdıracağına ve ihsanına güvenir. Böylece davranışları güzel bir hal alır.”[69]

İmam Gazali Hazretleri de bu güzel isimle ilgili olarak şöyle söylemektedir:

“O (cc), öyle bir varlıktır ki, dilediğini cebir yolu ile herkeste icra edebilir. Hiç kimse O’na (cc) bir şey yapamaz. Hiç kimse O’nun (cc) kabzasından kurtulamaz. Bütün eller O’na (cc) karşı acizdir. Mutlak, kayıtsız ve şartsız Cebbar hiç şüphe yok ki Allâh’tır (cc) . O herkese cebir eder, hiç kimse O’na cebir edemez. Bu hususta hiç kimse O’na eş olamaz.”[70]

El-Cebbâr” Allâh (cc), yarattığı varlıkları kendi iyiliklerine ve faydalarına yönelten, ne dilerse onu yapmaya zorlayan, emir ve yasaklarından istediklerini yaptıran, varlıkların yaşam ihtiyaçlarının giderilme sebeplerini zorla gerçekleştiren, onların geçim ve rızıklarını üstlenendir.

Avf b. Mâlik el-Eşcâî (ra) rivayet ediyor:

عَنْ عَوْفِ بْنِ مَالِكٍ الأَشْجَعِيِّ، قَالَ قُمْتُ مَعَ رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم لَيْلَةً فَقَامَ فَقَرَأَ سُورَةَ الْبَقَرَةِ لاَ يَمُرُّ بِآيَةِ رَحْمَةٍ إِلاَّ وَقَفَ فَسَأَلَ وَلاَ يَمُرُّ بِآيَةِ عَذَابٍ إِلاَّ وَقَفَ فَتَعَوَّذَ – قَالَ – ثُمَّ رَكَعَ بِقَدْرِ قِيَامِهِ يَقُولُ فِي رُكُوعِهِ ‏

سُبْحَانَ ذِي الْجَبَرُوتِ وَالْمَلَكُوتِ وَالْكِبْرِيَاءِ وَالْعَظَمَةِ‏.‏

ثُمَّ سَجَدَ بِقَدْرِ قِيَامِهِ ثُمَّ قَالَ فِي سُجُودِهِ مِثْلَ ذَلِكَ – ثُمَّ قَامَ فَقَرَأَ بِآلِ عِمْرَانَ ثُمَّ قَرَأَ سُورَةً سُورَةً ‏.‏

“Resülullah (sas) ile birlikte bir gece namaz kıldım. Kalktı (birinci rekatta) Bakara suresini okudu. Her rahmet ayetine geldikçe durdu (ve Allâh’tan rahmet) istedi. Azap ayetine geldikçe de durdu (ve Allâh’a) sığındı. Sonra, kıyamı kadar rükûda kaldı. Rükûda, “Sübhâne zi’l-Ceberût ve’l-Melekût ve’l-Kibriyâ ve’l-Azameti = Kuvvetin / Rahmetin, Sonsuz Mülkün / Hâkimiyetin, Büyüklüğün / Ululuğun, Yüceliğin / Celâlin sahibi Rabbimi tesbih ve tenzih ederim” diyordu. Sonra kıyamı kadar secdede kaldı. Secde halinde iken benzer duaları okudu. Sonra (ikinci rekata) kalktı. Sonra (üçüncü rekatta) bir sure, (dördüncü rekatta da başka) bir sure okudu.”[71]

Bu dua hem rükûda hem de secdede yapılabilen bir duadır.

İbn Abbas (ra) rivayeti ile, Efendimiz (sas) ayrıca, namazın iki secdesi arasında “cebr” kökünden türeyen kelimeyi kullanarak şu duayı da yapardı:

عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ، قَالَ كَانَ رَسُولُ اللَّهِ ـ صلى الله عليه وسلم ـ يَقُولُ بَيْنَ السَّجْدَتَيْنِ فِي صَلاَةِ اللَّيْلِ: ‏

رَبِّ اغْفِرْ لِي وَارْحَمْنِي وَاجْبُرْنِي وَارْزُقْنِي وَارْفَعْنِي‏.‏

Allâhım! Günahlarımı bağışla, bana rahmet et, dirlik-düzen lütfet, beni rızıklandır, beni yükselt.[72]

Hadis-i şerif, iki secde arasındaki oturuşta, bu cümlelerle dua etmenin meşru olduğunu gösterir. Duadaki kelimelerin anlamları açıktır. Yalnız “cebere” fiili, kırılan bir şeyi düzeltmek ve ıslah etmek anlamındadır. Bu duada kast edilen, kırıklık ifade eden kusurların, hataların ve eksikliklerin ıslahının ve tamirinin, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden talep edilmesidir. Bu talep, musibet yaralarının sarılması anlamında da kullanılır. Burada o anlam da düşünülebilir. Kişi bu duayı yapmakla manevi yaralarının sarılmasını, başına gelen musibetler neticesinde kaybettiği nimetlerin yerlerinin benzerleri ile doldurulmasını dilemiş olur.

El-Cebbâr” güzel isminin anlamını kavramış bir kul, “ben şu kadar çalıştım, şu işe bu kadar zaman harcadım” gibi benlik ve nefis kokan değerlendirmelerden kat kat uzaktır. Çünkü böyle bir kul bilir ki, kişiyi bütün işlere koşan, harcayacağı enerjiyi ona lütfedip sarf ettiren, aslında bir anlamda yapacağı bütün faaliyetlere sonsuz gücü ile iradesini dahi iktiran ettiren “El-Cebbâr” Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleridir. Bu şuurdaki bir kul, hiçbir zaman iyilik vadisinde kat edilen yolu kendisine mal etmez, “benim çalışmam, benim eforum” gibi sevimsiz ve gerçeğe dayanmayan değerlendirmelere girmez.

11. (اَلْمُتَكَبِّرُ) “EL-MÜTEKEBBİR” (cc)

“En büyük ve en yüce, büyüklüğünü her anda ve her yerde gösteren, Zâtı ve sıfatlarının mahiyeti hiçbir şekilde bilinemeyecek kadar yüksek ve ulu.”

هُوَ اللّٰهُ الَّذٖى لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزٖيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ

Allâh ki, O’ndan başka hiçbir İlâh yoktur. El-Melîk’tir (mülk ve saltanatı devamlıdır), El-Kuddûs’dür (her türlü noksanlıktan berîdir), Es-Selâm’dır (bütün afet ve kederlerden salimdir), El-Mümin’dir (emniyet verendir), El-Müheymin’dir (her şeyi gözetip koruyandır), El-Azîz’dir (her şeye galiptir), El-Cebbâr’dır (kullarının hallerini ve ihtiyaçlarını düzeltendir, varlığı çok yücedir), El-Mütekebbir’dir (azamet ve ululuk sahibidir).” (Haşir, 59/23)

Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, ilâhî tekebbürün anlamını, “yaratılmışların sıfatlarından münezzeh olmak, azgın ve zalim insanları kahir ve galebesi altına almak” şeklinde ifade etmiştir.[73]

Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre, Resülullah (sas), ‘Allâh Sübhânehu şöyle buyurdu’ demiştir:

:عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ـ صلى الله عليه وسلم ـ ‏يَقُولُ اللَّهُ سُبْحَانَهُ

الْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي وَالْعَظَمَةُ إِزَارِي فَمَنْ نَازَعَنِي وَاحِدًا مِنْهُمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّار‏.‏

İzzet ve celâl sahibi Allâh buyurdu ki: Büyüklük benim ridam, ululuk da izârımdır. Kim bunlardan birinde benimle yarışmaya yeltenirse onu ateşe atarım.[74]

Rida”, bedenin belden yukarı kısmı için, “İzar” ise bedenin belden aşağı kısmı için kullanılan elbisedir. Bu cümlelerin manası şudur: “Kibriya” ve “Azamet”, Allâh’a (cc) mahsus iki yüce sıfattır. Kibriya, Allâh Teâlâ’nın büyüklüğü, yaratıklar tarafından takdir edilsin edilmesin, bilinsin veya bilinmesin onun sonsuz yüceliğidir. Azamet ise, yaratıkların O’nun yüceliğini ve büyüklüğünü bilmeleridir. Hiçbir kimse bu iki sıfatta Allâh’a (cc) ortak olamaz.

Ridâ” ve “İzar” giysileri bir misal olarak kullanılmıştır. Yani bir insanın üstündeki elbiseyi aynı anda bir başkasının giymesi nasıl düşünülemiyorsa, “Kibriya” ve “Azamet” sıfatlarında Allâh’a (cc) başka bir varlığın ortak olması da düşünülemez.

‘Falan adam merhametlidir, filan kişi kerem sahibidir’ denilerek Allâh’ın (cc), Rahmet ve Kerem sıfatları, mecazi anlamda başkaları hakkında kullanılabilirken, “Kibriya” ve “Azamet” sıfatları böyle değildir. Mecazi anlamda da olsa başkaları bu sıfatla anılamaz.

Hattâbî, “insanların kibir sıfatı takınmaları onlara asla yaraşmaz, çünkü yaratıkların şaşmaz ve kaçınılmaz sıfatı alçak gönüllülük ve küçüklüktür” demektedir.[75]

Kuşeyrî, “yaratılmışlarda tekebbür sıfatı kınanmış ve kötülenmiştir. Çünkü yaratılmışların özelliği onlardaki noksanlıktır. Tekebbüre girerse, kendisinde aslen bulunmayan güzel vasıflara sahipmiş gibi yapmacık tavırlara girer” demektedir.[76]

İmam Gazzâlî, bu güzel isimle ilgili olarak, “O, zatına nispetle herkesi hakir gören, azamet ve kibriyayı ancak kendi nefsine layık gören, başkalarına, meliklerin kölelere karşı takındığı nazar misali bakandır” demektedir. Gazzâlî, kullardan ancak zahid ve âriflerin mütekebbir olabileceklerini, çünkü ârifin sır donanımını, Hak’tan başka bütün meşguliyetlerden uzak tuttuğunu, Hak Sübhan ve Teâlâ’dan başka her şeye karşı bir tekebbür içerisinde olduğunu söyler. Ona göre böyle bir ârif, hem dünyasını hem de ahiretini Hak Teâlâ ile meşguliyetine engel olmaması için hakir görmektedir. Ona göre ârif olmayan kişinin zühdü ise, bir nevi alışverişten ibarettir. Dünya metaı ile ahiret metaını satın alır. Veresiye alışverişteki kâr ve kazanca tama ederek, peşin alışverişi terk eder. İşte buna selem ve mubayaa denir. Yemek ve kadın şehvetinin köleleştirdiği kişiler gerçekten hakirdirler. Hiçbir zaman mütekebbir olamazlar. Gerçek manada mütekebbir, kişiyi hayvanların seviyesine indirebilecek her şehveti ve hazzı hakir görendir.[77]

12. (اَلْخَالِقُ) “EL-HÂLIK” (cc)

“Ölçülü ve ahenkli biçimde yaratan, inşa / icat ve tasvir eden, tamamına erdiren, gerekli tedbirleri alıp dilediği gibi düzenleyen ve yöneten,[78] benzersiz ve daha önceden hiç örneği bulunmayan varlıkları yaratan Yüce Yaratıcı.”[79]

هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ

Allâh ki, El-Hâlık’tır (her şeyi yaratıp takdir edendir).” (Haşir, 59/24)

Cenâb-ı Hakk’ın güzel ismini beyan eden “El-Hâlık” kelimesi (اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَیْءٍ) “Allâh her şeyi yaratandır” formunda olmak üzere, Kur’ân-ı Kerîm’de beş ayet-i kerimede (En’âm, 6/102; Rad, 13/16; Fâtır, 35/3; Zümer, 39/62; Mümin, 40/62), (هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ) “O, Yaratan Allâh’tır” şeklinde de bir ayet-i kerimede (Haşir, 59/24) geçmektedir.

İki ayet-i kerimede, “Şekil verenlerin en güzeli” veya “kendilerine yaratıcılık nispet edilenler içinde yegâne gerçek yaratıcı” anlamındaki (فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ) “Yaratanların en güzeli Allâh’ın şânı ne yücedir!” (Müminun, 23/14; Saffât, 37/125) terkibi ile gelir.

Halaka / yarattı” kavramı, Kur’an’da toplam 236 yerde Allâh’a nispet edilir. “Sürekli ve mükemmel şekilde yaratan” anlamındaki “Hallâk” sıfatı, “hakkıyla bilen” anlamındaki “El-Alîm” güzel ismi ile birlikte iki ayet-i kerimede yer alır. (Hicr, 15/86; Yâsin, 36/81)

Kuşeyrî, bu güzel isimle ilgili şu yorumları yapmaktadır:

El-Hâlık ismi ile ilgili bir müminde olması gereken inanç / itikat, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, bütün varlığı (nesneler, eşya), eserleri, özleri, bütün maddî / manevi âlemleri yaratan olduğuna inanmasıdır. Hiçbir sonradan olma hâdis, O’nun varlığı olma gerçeğinden ayrı kalamaz. Bu inanç, kulun kendine aitmiş gibi görünen güç ve kuvvet vehminden uzaklaşıp, Allâh’a (cc) tam bir sıdk içinde yardımı için yönelmesi, hareket ve sükununda Rabb’e boyun eğmesi demektir. Talebinde samimi olan bir kula, Allâh’ın (cc) yardımı mutlaka yetişir. Allâh’ın (cc) “El-Hâlık” güzel ismini kavrayan kimse, O’nun yaptığı işleri dikkat nazarları ile görmeye çalışır, O’nun sanatına ve hikmetine ait delillere kalben yol bulur. Böylece Allâh’ın (cc), bir damla sudan insanı yarattığını, azalarını ve gerekli donanımlarını lütfettiğini anlar.”[80]

Gazzâlî, “Cenâb-ı Hak, takdir edici Halık’tır. İcad edici Halık’tır. Şekillendirici Halık’tır. Yaratıklara en güzel şekli O vermiştir. Onları gayet güzel nizam ve intizam içinde O, yaratmıştır” der.[81]

13. (اَلْبَارِئُ) “EL-BÂRΔ (cc)

“Her şeyi takdir ettiği şekle uygun yaratıp varlığa çıkaran, yaratan.”

هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ

Allâh ki, El-Hâlık’tır (her şeyi yaratıp takdir edendir), El-Bârî’dir (yoktan var edendir).” (Haşir, 59/24)

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin bu güzel ismini, Ebû İshâk İbrâhîm “her varlığı gerek cinsleri gerekse de kendi cinsi içindekileri, farklı suret ve şekillerde yaratan” şeklinde anlamlandırmaktadır.[82]

Ebu’t-Tayyâh’ın (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas), Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin bu güzel isminin fiil hali olan “berae / yaratılmış” kelimesini, Cebrâîl’in (as) talimi ile duasında şu şekilde kullanmıştır:

:حَدَّثَنَا أَبُو التَّيَّاحِ ، قَالَ : سَأَلَ رَجُلٌ عَبْدَ الرَّحْمَنِ بْنَ خَنْبَشٍ

كَيْفَ صَنَعَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَيْلَةَ كَادَتْهُ الشَّيَاطِينُ ؟

قَالَ : جَاءَتِ الشَّيَاطِينُ إِلَى رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنَ الْأَوْدِيَةِ ، وَتَحَدَّرَتْ عَلَيْهِ مِنَ الْجِبَالِ ، وَفِيهِمْ شَيْطَانٌ مَعَهُ شُعْلَةٌ مِنْ نَارٍ يُرِيدُ أَنْ يُحَرِّقَ بِهَا رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأُرْعِبَ مِنْهُ ، وَجَاءَ جِبْرِيلُ فَقَالَ : يَا مُحَمَّدُ قُلْ ، قَالَ : وَمَا أَقُولُ ؟ قَالَ : قُلْ أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللَّهِ التَّامَّاتِ الَّتِي لَا يُجَاوِزُهُنَّ بَرٌّ وَلَا فَاجِرٌ ، مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ وَذَرَأَ وَبَرَأَ ، وَمِنْ شَرِّ مَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَاءِ ، وَمِنْ شَرِّ مَا يَعْرُجُ فِيهَا ، وَمِنْ شَرِّ مَا ذَرَأَ فِي الْأَرْضِ ، وَمِنْ شَرِّ مَا يَخْرُجُ مِنْهَا ، وَمِنْ شَرِّ فِتَنِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ، وَمِنْ شَرِّ كُلِّ طَارِقٍ إِلَّا طَارِقًا يَطْرُقُ بِخَيْرٍ يَا رَحْمَنُ قَالَ : فَطُفِئَتْ نَارُ الشَّيْطَانِ وَهَزَمَهُمُ اللَّهُ

“Ebu’t-Tayyah diyor ki: Birisi, Peygamber’i (sas) görmüş ve yaşlı bir insan olan Abdurrahman b. Hanbeş’e sordu:

‘Şeytanlar Resülullah’a (sas) komplo hazırladığı zaman Resülullah ne yaptı?’

Abdurrahman dedi ki: ‘Şeytanlar, dağlardan ve vadilerden Resülullah’a (sas) doğru akın akın gelmeye başladılar. Onların içerisinde, elindeki ateş ile Resülullah’ın (sas) yüzünü yakmak isteyen bir şeytan vardı. Resülullah endişelenmişti. Cebrail (as) geldi ve ona, “Ey Muhammed, söyle” dedi. Resülullah, “Ne söyleyeyim?” diye sordu. Cebrail (as) cevap verdi: “Şöyle söyle, ‘Allâh’ın yarattığı, çoğalttığı ve varlığa çıkardığı şeylerin şerrinden, gökten inenlerin ve göğe çıkanların şerrinden, yere girenlerin ve yerden çıkanların şerrinden, gecenin ve gündüzün fitnelerinden, iyilikle çalanlar (kapı, telefon, vs.) dışında, çalanların (çaldıranların) şerrinden, iyilerin ve kötülerin asla geçemeyeceği (etkileyemeyeceği, aşamayacağı), Allâh’ın mükemmel (tam) kelimelerine sığınıyorum, Ya Rahmân!’ Bu duanın üzerine, şeytanların ateşi söndü. Allâh Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri onları darmadağın etti.”[83]

Ebu Cuhayfe (ra), Hz. Ali’nin (ra) “El-Bârî” güzel isminin fiil hali olan “berae / yaratılmış” kelimesini kullanarak yapmış olduğu kuvvetli yemini şu şekilde nakletmektedir:

عَنْ أَبِي جُحَيْفَةَ ـ رضى الله عنه ـ قَالَ قُلْتُ لِعَلِيٍّ ـ رضى الله عنه هَلْ عِنْدَكُمْ شَىْءٌ مِنَ الْوَحْىِ إِلاَّ مَا فِي كِتَابِ اللَّهِ قَالَ وَالَّذِي فَلَقَ الْحَبَّةَ وَبَرَأَ النَّسَمَةَ مَا أَعْلَمُهُ إِلاَّ فَهْمًا يُعْطِيهِ اللَّهُ رَجُلاً فِي الْقُرْآنِ

“Ben, Ali b. Ebî Tâlib’e şunu sordum:

‘Allâh’ın kitabında (Kur’ân-ı Kerîm’de) bulunandan başka, yanınızda vahiyden herhangi bir şey var mı?’

Hz. Ali (ra):

Hayır, yoktur. Taneyi toprak içinde yaran, insanı yaratan Allâh’a yemin ederim ki, benim bildiğim şey ancak, Allâh’ın Kur’ân’daki hükümleri anlama hususunda insana ihsan etmekte olduğu anlama kabiliyetidir.”[84]

Hz. Ali’nin (ra) bu sözü, aynı zamanda Şiîlerin boş iddialarına tam bir reddiyedir.

Allâh’ın (cc) “El-Bâri” güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde (Haşir, 59/24) geçmektedir.

14. (اَلْمُصَوِّرُ) “EL-MUSAVVİR” (cc)

“Yarattığı her varlığa ayrı bir şekil, suret ve özellik veren.”

هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ

Allâh ki, El-Hâlık’tır (her şeyi yaratıp takdir edendir), El-Bârî’dir (yoktan var edendir), El-Musavvir’dir (bütün varlıklara şekil verendir).” (Haşir, 59/24)

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu ism-i şerifinin fiil hali ile geçtiği ayet-i kerimelerde şöyle buyurmaktadır:

هُوَ الَّذٖى يُصَوِّرُكُمْ فِى الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur. O, El-Azîz’dir, El-Hakîm’dir.” (Ali İmran, 3/6)

Yüce Allâh’ın, “dilediği gibi şekillendiren” buyruğunun; varlık dünyasındaki güzellik, çirkinlik, siyahlık, beyazlık, uzunluk, kısalık, azaların sağlıklı olması ya da herhangi bir noksanlık, uhrevi mutluluk ve bedbahtlık gibi hususları ifade ettiği düşünülebilir.

İmam Kurtubi, El-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân’ında zâhid, sûfî ve muhaddis İbrahim b. Edhem’in (v. 161/778) şöyle dediğini nakleder:

“Kıraat alimleri, İbrahim b. Edhem’in meclisine gelerek, bildiği hadislerin bir kısmını dinlemek istediler. İbrahim b. Edhem, onlara şöyle dedi:

‘Beni meşgul eden dört konu var. Bu konular beni uğraştırdığı için hadis rivayet edecek boş vaktim olmuyor.’

‘Seni meşgul eden konular nelerdir?’ diye soruldu. Şu cevabı verdi:

‘Birinci husus, ben Yüce Allâh’ın şu buyruğunda sözünü ettiği, ezeldeki mîsâk günü üzerinde düşünüyorum: “Şüphesiz ki Allâh, Adem’i yarattıktan sonra, sırtını sağ eliyle sıvazlayıp ondan bir zürriyet çıkardı ve: Bunları Cennet için yarattım. Bunlar Cennetliklerin amellerini işleyeceklerdir” buyurdu. Sonra yine sırtını sağ eliyle sıvazlayıp ondan bir zürriyet çıkardı ve: “Bunları da Cehennem için yarattım. Bunlar, Cehennemliklerin amellerini işleyeceklerdir[85] buyurdu. İşte ben, bu ayrımın yapıldığı vakit, iki kesimden hangisindeydim bilemiyorum.

İkinci husus, rahimde bana şekil verildiği zaman, rahimler üzerinde görevli olan melek: “Rabbim, bu bedbaht mıdır, yoksa mutlu mudur?[86] diye sorduğunda, cevabın ne olduğunu bilemiyorum.

Üçüncü husus, ölüm meleği ruhumu kabzedeceğinde, “Rabbim, küfür ile birlikte mi, iman ile birlikte mi (ruhunu kabzedeyim)?” diyeceğinde, ne cevap verileceğini bilemiyorum.

Dördüncü husus, (وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ) “(Müminler bir araya toplanıp Cennet’e götürülürken, Allâh mücrimlere şöyle emreder) Ey günahkârlar, siz bugün (müminlerden) ayrılın!” (Yâsîn, 36/59) buyrulacağı vakit, bu iki kesimden hangisinde olacağımı bilemiyorum.”[87]

İbrahim b. Edhem’in, birinci hususla ilgili aktardığı hadis-i şerifin devamı şu şekildedir:

“Adamın birisi kalkıp, “O halde amelin faydası nedir?” diye sorunca, Resülullah (sas) şöyle buyurdular:

إِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ إِذَا خَلَقَ الْعَبْدَ لِلْجَنَّةِ اسْتَعْمَلَهُ بِعَمَلِ أَهْلِ الْجَنَّةِ حَتَّى يَمُوتَ عَلَى عَمَلٍ مِنْ أَعْمَالِ أَهْلِ الْجَنَّةِ فَيُدْخِلَهُ بِهِ الْجَنَّةَ وَإِذَا خَلَقَ الْعَبْدَ لِلنَّارِ اسْتَعْمَلَهُ بِعَمَلِ أَهْلِ النَّارِ حَتَّى يَمُوتَ عَلَى عَمَلٍ مِنْ أَعْمَالِ أَهْلِ النَّارِ فَيُدْخِلَهُ بِهِ النَّارَ

Allâh azze ve celle, bir kulunu Cennet için yaratmışsa, onu Cennet ehlinin ameliyle amel ettirir. Sonunda o da Cennet ehlinin amellerinden bir amel üzere ölür. Allâh da onu Cennet’e koyar. Bir kulu da Cehennem için yarattıysa, onu Cehennem ehli ameliyle amel ettirir. Sonunda o da Cehennemliklerin amellerinden bir amel üzere ölür. Allâh da onu Cehenneme koyar.[88]

اَللّٰهُ الَّذٖى جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ قَرَارًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَصَوَّرَكُمْ فَاَحْسَنَ صُوَرَكُمْ وَرَزَقَكُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَ

Allâh O’dur ki, sizin için yer yüzünü bir karargâh, göğü ise kubbeli bir tavan haline getirmiş (gökyüzüne bakıldığında, sanki yeryüzünün üstüne konmuş bir kubbe gibi görünür), sizlere şekil vermiş, sonra da şekillerinizi en güzel hale getirmiştir. Pâk ve hoş şeylerden size rızık vermiştir. İşte Rabbiniz Allâh. Âlemlerin Rabbi Allâh ne yücedir.” (Mümin, 40/64)

Cenâb-ı Allâh, bu ayet-i kerimede beyan buyurduğu “en güzel şekil” tamlamasını, insandan başka hiçbir varlık için kullanmamıştır. Bu durum, Cenâb-ı Allâh’a muhatap kılınan insanın, en şerefli varlık olduğunun açık delilidir. Bu gerçeği teyit eden diğer bir ayet-i kerime ise şöyledir:

لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ فٖى اَحْسَنِ تَقْوٖيمٍ

Muhakkak ki Biz, insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin, 94/5)

Bu ayet-i kerimede de insanın şeklinin ve formunun en güzel biçimde dengelendiği, azalarının en güzel şekilde düzenlendiği gerçeği beyan edilmekte, bu keyfiyet başka herhangi bir varlık için beyan edilmemektedir.

Cenâb-ı Allâh, bir diğer ayet-i kerimede de şöyle buyurur:

يَا اَيُّهَا الْاِنْسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَرٖيمِ اَلَّذٖى خَلَقَكَ فَسَوّٰیكَ فَعَدَلَكَ فٖى اَیِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ

Ey insan! Seni varlık dünyasına çıkarıp yaratan, ölçülü bir şekle getiren, başka varlıklarda olmayan bir şekilde ruhsal ve maddesel yönünü dengeli kılan, dilediği en güzel biçimde oluşturan Kerîm (vaadini yerine getiren, çok verici, lütuf ve ihsanı bol) Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitar, 82/6-8)

Ömer b. el-Hattâb (ra), “Ey insan, Kerîm Rabbine karşı seni aldatan nedir?” ayetini okumuş ve “Vallâhi onu aldatan cahilliğidir” demiştir.[89]

İmam Gazzâlî, bu güzel isim ile ilgili olarak şöyle söylemektedir:

“Eşyaya en uygun şekli vermek, onları en biçimli tarza dönüştürmek, bu güzel isim ile O’na mahsustur. Bu ismin hakikati, Allâh’ın (cc) kainatı hem geneli hem de hususi ayrıntıları ile tam olarak bilmesidir. Çünkü kainat sanki bir tek insan vücudu gibidir. Kainatın azaları ise gökler, yıldızlar, yer, su ve hava vs’dir. Bunlar gayet düzenli şekilde yaratılmışlardır. Bu düzen, az bozuluverecek olsa, bütün nizam altüst olur.”[90]

Allâh (cc), insanın yaratılışını, başkalarının yaratılışından çevirip ayırmış, insanı diğer varlıklara nazaran daha bir farklılık arz eden, daha güzel bir hilkatte yaratmıştır. Uzuvlarını, hiçbir uyumsuzluk barındırmayacak biçimde, diğer kısımlarıyla dengelemiş, dört ayaklılar gibi değil de dimdik yürüyecek biçimde, mutedil yapılı ve ölçülü kılmıştır. Güzellik, uzunluk, kısalık, erkeklik, dişilik, akrabalara benzeyip benzememe vb. hususlarda, muradının ve hikmetinin gerektirdiği türden bir şekil ve surette terkip etmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın insana lütfettiği bu çok büyük şekil verme nimetine, Kur’ân-ı Kerîm şu şekilde dikkat çeker:

وَلَقَدْ خَلَقْنَاكُمْ ثُمَّ صَوَّرْنَاكُمْ ثُمَّ قُلْنَا لِلْمَلٰئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُوا اِلَّا اِبْلٖيسَ لَمْ يَكُنْ مِنَ السَّاجِدٖينَ

Ant olsun, sizi yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin’ dedik. İblis’ten başka hepsi saygı ile eğildiler. O, saygı ile eğilmedi.” (Araf, 7/11)

Ebû İshâk İbrâhîm b. İsmâil es-Saffâr, Telḫîṣü’l-Edille li-Kavâʿidi’t-Tevḥîd’inde, ayet-i kerimede geçen “ صَوَّر ” lafzının, insanın yaratılışındaki düzen ve tertibe, ona özel bir tarzda şekil verilmesine ve kendisinden umutlu olunmasına işaret ettiğini ifade eder. Ayrıca Allâh’ın (cc), insanların ve diğer varlıkların yegâne şekillendiricisi olduğunu ve bunların suretlerinin sayısını O’ndan başka kimsenin bilemeyeceğini belirtir. Ona göre insanın sureti ilk yaratılan surettir. Âlem gibi insan da mürekkep bir varlıktır. Bu yüzden insana küçük âlem denilmiştir.[91]

15. (اَلْغَفَّارُ) “EL-ĞAFFÂR” (cc)

“Kullarının günahlarını affeden, bağışlaması çok.”

وَاِنّٖى لَغَفَّارٌ لِمَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا ثُمَّ اهْتَدٰى

Hiç şüphe yok ki ben, tövbe edip inanan ve salih ameller işleyen, sonra da doğru yol üzere devam eden kimse için Ğaffâr’ım (son derece affediciyim).” (TâHê, 20/82)

El-Ğaffâr” güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de beş yerde geçer (TâHê, 20/82; Sad, 38/66; Zümer, 39/5; Mümin, 40/42; Nuh, 71/10).

Ebû İshâk İbrâhîm, kelimenin dildeki anlamının “örtmek, kapatmak” olduğunu, bu güzel ismin Cenâb-ı Allâh için, kullarının günahlarını ve ayıplarını örtmesi ve kapatması anlamına geldiğini söyler.[92]

Kuşeyrî de “El-Ğaffâr” güzel isminin, mübalağa itibarı ile “El-Ğafûr” güzel isminden daha güçlü olduğunu söylemektedir.[93]

El-Ğafûr” güzel ismi ile ilgili açıklama ileride gelecektir.

Allâh (cc), kulu günah işleyip arkasından her af talebinde daima affedendir. Bu hata ve af talebi ne kadar sıklıkla vuku bulursa bulsun. Ayet-i kerimede beyan buyurulduğu gibi:

وَاِنّٖى لَغَفَّارٌ لِمَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا ثُمَّ اهْتَدٰى

Hiç şüphe yok ki ben, tövbe edip inanan ve salih ameller işleyen, sonra da doğru yol üzere devam eden kimse için son derece affediciyim.” (TâHê, 20/82)

Allâh (cc), lütuf ve merhametini bir giysi gibi kullarının üzerine örten, böylece başkaları nazarında kulunun hatalarının teşhir edilmesini önleyendir. Allâh (cc), imanda sebat ettikleri müddetçe, kullarının günahlarını sevaplara tebdil edeceğini şöyle vaat etmektedir:

إِلَّا مَن تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَأُولَٰئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ ۗ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَّحِيمًا

Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allâh işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allâh, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Furkan, 25/70)

Kulun bu güzel isimden alacağı ilham şudur:

Kişi, başkalarından sadır olan hataları örter. Kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz. Allâh’ın (cc) elçisi Efendimiz (sas), bu ahlâkı bizlere şu şekilde öğretmişlerdir:

حَدَّثَنَا يَحْيَى بْنُ بُكَيْرٍ، حَدَّثَنَا اللَّيْثُ، عَنْ عُقَيْلٍ، عَنِ ابْنِ شِهَابٍ، أَنَّ سَالِمًا، أَخْبَرَهُ أَنَّ عَبْدَ اللَّهِ بْنَ عُمَرَ ـ رضى الله عنهما ـ أَخْبَرَهُ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم قَالَ: ‏

الْمُسْلِمُ أَخُو الْمُسْلِمِ، لاَ يَظْلِمُهُ وَلاَ يُسْلِمُهُ، وَمَنْ كَانَ فِي حَاجَةِ أَخِيهِ كَانَ اللَّهُ فِي حَاجَتِهِ، وَمَنْ فَرَّجَ عَنْ مُسْلِمٍ كُرْبَةً فَرَّجَ اللَّهُ عَنْهُ كُرْبَةً مِنْ كُرُبَاتِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ، وَمَنْ سَتَرَ مُسْلِمًا سَتَرَهُ اللَّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ.‏

Abdullah İbn Ömer’den (ra) rivayet edildiğine göre, Resülullah (sas) söyle buyurmaktadır:

Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Tehlikeli durumlarda onu yardımsız bırakmaz. Bir kimse din kardeşinin ihtiyacı hususunda yardımcı olursa, (zor duruma düştüğünde) Allâh da ona yardımcı olur. Her kim bir Müslümanın sıkıntısını giderirse, Allâh (buna karşılık), kıyamet gününün sıkıntılarından bir sıkıntıyı o kimseden giderir. Kim de bir Müslümanı (günahını ya da ayıbını) örterse, Allâh da kıyamet günü onu (dünyada işlediği bir günahı ya da ayıbını) örter.[94]

İmam Gazzâlî, “gıybet eden, mütecessis, intikam seven, uğradığı cezayı mutlaka ödetmek isteyenler tabii ki bu güzel vasıftan uzak kalırlar. Bu güzel vasıfla bezenecekler, hiç şüphe yok ki ayıpları ifşa etmeyen, kulların ayıplarını araştırma hastalığına düşmeyenlerdir” demektedir.[95]

Allâh (cc), şirkten başka her türlü günahı ve ayıbı, dilediği kuldan dilediği şekilde affeder, örter ve yok sayar. Bu husus şu ayet-i kerimede tebellür eder:

اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهٖ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرٰى اِثْمًا عَظٖيمًا

Hiç şüphesiz ki Allâh, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalanları ise dilediği kimseler için bağışlar. Allâh’a şirk koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.” (Nisa, 4/48)

Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri günahları bağışlar, ayıpları örter, zorlukları ve sıkıntıları giderir. Bütün bunlar, O’nun lütfu ve keremi ile gerçekleşir.

وَمَنْ يَعْمَلْ سُوءًا اَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ اللّٰهَ يَجِدِ اللّٰهَ غَفُورًا رَحٖيمًا

Kim bir kötülük yapar yahut kendine zulmeder, sonra da Allâh’tan bağışlama dilerse, Allâh’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur.” (Nisa, 4/110)

Cenâb-ı Allâh bir kudsî hadiste şöyle buyurur:

:حَدَّثَنَا أَنَسُ بْنُ مَالِكٍ ، قَالَ : سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ، يَقُولُ: قَالَ اللَّهُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى

يَا ابْنَ آدَمَ إِنَّكَ مَا دَعَوْتَنِي وَرَجَوْتَنِي غَفَرْتُ لَكَ عَلَى مَا كَانَ فِيكَ وَلَا أُبَالِي، يَا ابْنَ آدَمَ لَوْ بَلَغَتْ ذُنُوبُكَ عَنَانَ السَّمَاءِ ثُمَّ اسْتَغْفَرْتَنِي غَفَرْتُ لَكَ وَلَا أُبَالِي، يَا ابْنَ آدَمَ إِنَّكَ لَوْ أَتَيْتَنِي بِقُرَابِ الْأَرْضِ خَطَايَا ثُمَّ لَقِيتَنِي لَا تُشْرِكُ بِي شَيْئًا لَأَتَيْتُكَ بِقُرَابِهَا مَغْفِرَةً

Enes b. Mâlik, Resülullah’ı (sas) “Allâh Teâlâ şöyle buyurdu” derken işittim demiştir:

Ey âdemoğlu! Sen bana dua ettiğin ve benden affını umduğun sürece, işlediğin günahların ne olduğuna bakmadan seni bağışlarım.

Ey âdemoğlu! Günahların gökleri dolduracak kadar olsa, sen benden bağışlanmanı dilersen, günahlarını hemen affederim.

Ey âdemoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar hatalarla huzuruma gelsen, fakat bana hiçbir şeyi ortak tutmamış olsan, ben de seni yeryüzü dolusu mağfiretle karşılarım.[96]

Bilhassa manevî kirlerden temizlenmek için istiğfarda bulunma, yanlışlık ve hatalar ne kadar çok olursa olsun Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin affını ve gufranını talep etme bizlere lütfedilmiş çok büyük bir imkandır. Bu açıdan Allâh’a (cc) daima hamd ü senada bulunmalı ve sık sık istiğfara başvurulmalıdır.

16. (اَلْقَهَّارُ) “EL-KAHHÂR” (cc)

“Kendisine karşı çıkanları ve tanrılık iddiasında bulunanları yok eden, kahreden.”

قُلِ اللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَیْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ

De ki: Her şeyin yaratıcısı Allâh’tır. O, El-Vâhid’dir (tektir), El-Kahhâr’dır (mutlak hâkimiyet sahibidir).” (Rad, 13/16)

Ebû İshâk İbrâhîm, “Kahhâr” kelimesinin dilde, “diz çöktüren” anlamına geldiğini, “El-Kahhâr” ism-i şerifinin de Kendisinin varlığı ve birliği ile ilgili göstermiş olduğu deliller ve mucizeler ile, inatçı münkirleri dize getirme anlamında olduğunu, aynı zamanda sonsuz güç ve kudreti ile her zorba varlığı yok etmesi, ölümü takdir ederek bütün varlığı ortadan kaldırması anlamına geldiğini belirtir.[97]

Kuşeyrî, bu güzel ismin müminler üzerindeki tecellisini şu şekilde izah eder:

“Allâh Teâlâ, âbidlerin nefislerine (benliklerini), âriflerin kalplerine ve muhiblerin de ruhlarına bu güzel ismi ile boyun eğdirmiştir. İbadet edenin (âbidin) benliği, Allâh’tan (cc) gelecek ceza korkusu ile, alimin kalbi O’nun yakınlığının gücü ile ve muhibbin ruhu da O’na (cc) ait hakikatin keşfi ile makhûr hale gelmiş, boyun eğdirilmiştir. Cenâb-ı Allâh’ın fiillerinin hakimiyeti için âbid benliğini, sonsuz güç ve kudretinin kendisindeki hakimiyeti için alim kalbini, heybetini ve güzelliğini kendisine açması için de muhib ruhunu aradan çıkarmıştır.”[98]

El-Kahhâr” ism-i şerifi, Kur’ân-ı Kerîm’de altı kadar ayet-i kerimede yer alır ve devamlı olarak (اللّٰهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ) “Allâh El-Vâhid El-Kahhâr” terkibi ile zikredilir (Yusuf, 12/39; Rad, 13/16; İbrahim, 14/48; Sad, 38/65; Zümer, 39/4; Mümin, 40/16). Bu ayet-i kerimelerden sadece birisindeki terkip (وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ) şeklindedir ki (هُوَ) “O” zamiri, lafza-i celâl yerine zikredilmiştir (Rad, 13/16).

 (الْقَاهِرُ) “El-Kâhir” ism-i şerifi ise, iki ayet-i kerimede (وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهٖ) “O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir” (Enam, 6/18, 61) şeklinde gelmektedir.

Saffâr’a göre “El-Kahhâr” ve “El-Kâhir” güzel isimlerine iman, ancak kaderin tamamının Allâh’tan olduğuna inanmakla gerçekleşebilir. Bütün kaderin Allâh’tan (cc) olduğuna inanmayan kimse, bu güzel isimlerin gücüne inanmamış olur.[99]

Cenâb-ı Hakk’ın, ölümü takdir ederek bütün varlığı “El-Kahhâr” ism-i kerîmi ile ortadan kaldırmasını tasvir eden ve Ebu Hüreyre (ra) rivayeti ile gelen hadîs-i şerîf şöyledir:

Ebu Hüreyre (ra): “Ya ResulAllâh, (اِلَّا مَنْ شَاءَ اللّٰهُ) “Allâh’ın (cc) istisna ettikleri” (Zümer, 39/68) ayet-i kerimesinde istisna ettikleri kimlerdir?”

Efendimiz (sas): “İstisna edilenler; Cebrâil, Mîkâîl, Melekü’l-Mevttir (Azrâîl). Bütün canlılar ölünce Melekü’l-Mevt Cebbâr’a (Allâh’a) gelir ve:

Ya Rab, yer ve gök ehli öldüler” der. Allâh (cc) ona (en iyi şekilde bildiği halde):

Kimler kaldı?” diye sorar. Melekü’l-Mevt:

Ya Rab, hiç ölmeyen ve daimî hayat sahibi Sen, Cebrâîl, Mîkâîl, Hameletü’l-Arş ve ben kaldık” der. Allâh azze ve celle:

Hameletü’l-Arş ölsünler” der ve ölürler. Melekü’l-Mevt, Cebbâr (Allâh’a) gelir ve:

Ya Rab, Hameletü’l-Arş öldüler” der. Allâh (cc) ona (en iyi şekilde bildiği halde):

Kimler kaldı?” diye sorar. Melekü’l-Mevt:

Ya Rab, hiç ölmeyen ve daimî hayat sahibi Sen, Cebrâîl, Mîkâîl ve ben kaldık” der. Allâh azze ve celle:

Cebrâîl ve Mîkâîl de ölsünler” der ve ölürler. Arş dile gelir ve Cenâb-ı Hakk’a:

Cebrâîl ve Mîkâîl’i de öldürüyor musun?” der. Allâh azze ve celle:

Sus. Ben Arşımın altındaki herkese ölümü takdir ettim” der. Sonra Melekü’l-Mevt Cebbâr (Allâh’a) gelir ve:

Ya Rab, Cebrâîl ve Mîkâîl de öldüler” der. Allâh (cc) ona (en iyi şekilde bildiği halde):

Kim kaldı?” diye sorar. Melekü’l-Mevt:

Ya Rab, hiç ölmeyen ve daimî hayat sahibi Sen ve ben kaldık” der. Allâh (cc) ona:

Sen de benim yarattıklarımdansın. Gördüğün gibi seni ben yarattım. Bundan dolayı sen de öleceksin” der.

Artık Vâhid, Ehad ve Samed Allâh’tan başka hiç kimse kalmaz. En son durum, en baştaki durumdur artık. Yerler ve gökler kitabın kapatılması gibi dürülür ve kapatılır. Sonra onları açar, atar ve şöyle der:

Ben Cebbârım.” Sonra; (لِمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ) “Bugün mülk kimindir?” (Mümin, 40/16) diye sorar ve şu şekilde cevap verir: (لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ) “Tek ve El-Kahhâr (her şeye galip, her şeyi kudret ve hâkimiyeti altında tutan) Allâh’ındır.” (Mümin, 40/16) Sonra da şöyle nida eder:

(الا من كان لي شريكاً فليأت) “Bana ortak olduğunu iddia eden gelsin!” Kimse gelmez. Bu nidayı tam üç defa tekrarlar.”[100]

Allah’ın (cc) kahrından korkmalı ve sakınmalı, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden daimi bir şekilde af ve afiyet talep edilmelidir. Çünkü Allâh’ın (cc) af ve afiyeti en geniştir. İnsaf, adalet, doğruluk, hakka vefa gibi bütün güzel ahlâk umdeleri, Allah Teâlâ’nın kahrından lütfuna götüren çok önemli amillerdir. Allâh’ın (cc) kahrına sebep olabilecek hususlardan, daima sonsuz merhamet ve şefkat sahibi Allâh’a (cc) sığınılmalıdır.

İnşâAllâh, esmâ-i hüsnâdan; 17. El-Vehhâb, 18. Er-Rezzâk, 19. El-Fettâh, 20. El-Alîm, 21. El-Kâbıd, 22. El-Bâsıt, 23. El-Hâfıd, 24. Er-Râfi, 25. El-Muiz, 26. El-Müzil, 27. Es-Semi, 28. El-Basîr, 29. El-Hakem, 30. El-Adl, 31. El-Latîf, 32. El-Habîr güzel isimleri ile devam etmeye çalışacağız.


[1] Ebû Abdullah el-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc fî Şuabi’l-İman, 1/188-200, (Thk. Muhammed Fude), Daru’l-Fikr. 1979.

[2] Ebû Abdillâh el-Kurtubî, El-Esnâ fî Şerḥi Esmâʾillâhi’l-Hüsnâ, ss. 91-427, El-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut-2005.

[3] Tirmizi, Daavât, 83 (3507); İbn Hibban, Sahih, 3/88-89 (808).

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, ss. 308-309, Tenvir Neşriyat, İstanbul-1990.

[5] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, ss. 309-310.

[6] Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, El-Emedü’l-Aksâ fî Şerhi Esmâillâhi’l-Hüsnâ ve Sıfâtihi’l-Ulâ, ss. 1/175-176, Darü’l-Hadisi’l-Kittaniyye, Tanca-2015.

[7] Buhari, Edebü’l-Müfred, 1/374 (710); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/18 (11150).

[8] Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, El-Emedü’l-Aksâ, 1/178.

[9] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/391 (3712), 452 (4318); İbn Hibban, Sahih, 3/253 (972); Hâkim, Müstedrek, 1/509 (1877).

[10] Tirmizi, Daavât, 83 (3507); İbn Hibban, Sahih, 3/88-89 (808).

[11] Tirmizi, Daavât, 83 (3508); İbn Mâce, Dua, 10 (3860).

[12] Buhari, Daavât, 68 (6410); Müslim, Zikir, 5 (2677).

[13] İbn Mace, Tahâret, 4 (277); Taberânî, Evsat, 7/116 (7019).

[14] Ebû Süleyman Hamd b. El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/26-28, (Tahk. Ahmed Yûsuf ed-Dekkāk), Dâru’s-Sekâfeti’l-Arabiyye, Beyrut-1992.

[15] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/31.

[16] Ebû İshâk İbrâhîm b. es-Serî b. Sehl ez-Zeccâc, Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 25, (Tahk. Ahmed Yûsuf ed-Dekkāk), Dâru’l-Memun li’t-Türâs, Beyrut-1975.

[17] Ebû İshâk İbrâhîm b. İsmâil es-Saffâr el-Buhârî, Telḫîṣü’l-Edille li-Kavâʿidi’t-Tevḥîd, 1/381-382, (Tahk. Anjelika Brodersen), El-Ma’hedü’l-Almânî li’l-Ebhâsi’ş-Şarkiyye, Beyrut-2011.

[18] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/35.

[19] Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 57, Dâru Âzâl, Beyrut-1986.

[20] Buhârî, Îmân, 33 (44); Tirmizî, Cehennem, 9 (2593); İbn Mâce, Zühd, 37 (4312).

[21] Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ fî Şerḥi Meʿânî Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 62, Daru İbn Hazm, Beyrut-2003.

[22] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26 (3841); Müslim, Şiir, 2256.

[23] Buhârî, Daavât, 36 (6363); Müslim, Zikir, 73 (2722); Tirmizi, Daavât, 71 (3484).

[24] İbn Mâce, Edeb, 55 (3800); Tirmizî, Daavât, 9 (3383).

[25] Ebu Ya’lâ el-Mevsılî, Müsnedü Ebî Ya’lâ, 1/123 (136), Dâru’l-Me’mûn li’t-Türâs, Beyrut-1990.

[26] Ebû İshâk İbrâhîm, Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 28.

[27] Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed el-Ezherî, Tehzîbu’l-Luga, 5/49-50 (Thk. Abdullah Derviş), Mısır, trsz.

[28] Ebu’l-Kâsım Abdurrahman b. İshâk ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, s. 40, (Thk. A. Hüseyin Mübarek), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-1986.

[29] Ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, s. 41.

[30] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/36.

[31] Ebu Davud, Zekât, 45 (1694); Tirmizî, Birr, 9 (1907); İbn Hibban, Sahih, 2/186-187 (443); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/194 (1687).

[32] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 63.

[33] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 64.

[34] Ebû İshâk İbrâhîm, Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 28.

[35] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/38.

[36] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 64.

[37] Ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, s. 40.

[38] Ebû İshâk İbrâhîm, Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 30.

[39] Ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, s. 43.

[40] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 74.

[41] Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat, 9/9 (8962); Heysemî, Mecmau’l-Bahreyn, 4/365 (2611).

[42] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 67.

[43] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/40.

[44] Müslim, Salât, 42 (487); Ebu Davud, Salat, 151 (872); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/35 (24564).

[45] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/40.

[46] Ebu Davud, Edeb, 111 (5085); İbn Mace, İkâmetü’s-Salavât, 180 (1356).

[47] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 77.

[48] Ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, s. 215.

[49] Ebû İshâk İbrâhîm, Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 31.

[50] Buhari, İman, 4 (10); Müslim, İman, 14 (64, 65).

[51] Buhari, İstizan, 1 (6227).

[52] Müslim, İman, 22 (93); Ebû Davud, Edeb, 145 (5193); İbn Mâce, Mukaddime, 68.

[53] Buhârî, Edebü’l-Müfred, 2/579 (1039); Taberânî, Kebîr, 10/224 (10391).

[54] Tirmizi, İstizan, 15 (2706); Ebû Davud, Edeb, 153 (5208).

[55] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 80.

[56] Ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, ss. 222-223.

[57] Ebû İshâk İbrâhîm, Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ, ss. 31-32.

[58] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 82.

[59] Müslim, İman, 18 (73).

[60] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 71.

[61] Ebû İshâk İbrâhîm, Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 32.

[62] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 72.

[63] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 73.

[64] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 85.

[65] Ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, ss. 237-239.

[66] Şîrûye b. Şehredâr ed-Deylemî, El-Firdevs bi Me’sûri’l-Hitâb, 3/467 (5449); Benzer lafızla; Muhammed Şekûr Mahmûd el-Hâc Emîr, Er-Ravżü’d-Dânî ile’l-Muʿcemi’ṣ-Saġīr li’ṭ-Ṭaberânî, 2/30-31 (726).

[67] Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, El-Emedü’l-Aksâ, 1/362.

[68] Buhari, Vudu, 75 (247).

[69] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 92.

[70] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 74.

[71] Ebu Davud, Salât, 151 (873); Nesaî, Tatbîk, 73 (1132).

[72] İbn Mâce, İḳāmetü’ṣ-Salavât, 23 (898). Benzer lafızlarla Ebu Davud, Salât, 145 (850).

[73] Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, El-Emedü’l-Aksâ, 1/375.

[74] Ebu Davud, Libas, 29 (4090); İbn Mâce, Zühd, 16 (4174); Müslim, Bir, 136 (2620).

[75] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/48.

[76] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 94.

[77] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 75.

[78] Ebû İshâk İbrâhîm, Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 35.

[79] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/49.

[80] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 97.

[81] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 75.

[82] Ebû İshâk İbrâhîm, Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 37.

[83] Muhammed b. Ebi Şeybe, Kitâbu’l-Musannef fi’l-Ehâdîs ve’l-Âsâr, 6/81-82 (29613), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-1995; Ahmed b. Alî b. el-Müsennâ et-Temîmî, Müsnedü Ebu Ya’lâ el-Mevsılî, (Tahk. Hüseyin S. Esed), 12/237-238 (6844), Dâru’l-Me’mûn li’t-Türâs, Beyrut-1990; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/419 (15539).

[84] Buhari, Cihad, 171 (3046).

[85] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/44-45 (311); Ebu Davud, Sünnet, 17 (4703); Tirmizi, Tefsir, 8 (3075), Nesai, Es-Sünenü’l-Kübra, 10/130 (11182), İbn Hibban, Sahih, 14/37-38 (6166).

[86] Buhari, Bed’ü’l-Halk, 6 (3208), Müslim, Kader, 1 (2643); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/382 (3624).

[87] Muhammed b. Ahmed el-Kurtubi, El-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, 5/15, (Tahk. AbdulMuhsin et-Türkî), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-2006.

[88] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/44-45 (311); Ebu Davud, Sünnet, 17 (4703); Tirmizi, Tefsir, 8 (3075), Nesai, Es-Sünenü’l-Kübra, 10/130 (11182), İbn Hibban, Sahih, 14/37-38 (6166).

[89] İbn Ebû Hâtim, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-Aẓîm Müsneden ʿani’r-Resûl ve’ṣ-Saḥâbe ve’t-Tâbiʿîn, s. 3408, (Tahk. Esat M. Tayyib), Mektebetü Nezâr Mustafa el-Bâz, Riyad-1997.

[90] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 77.

[91] Es-Saffâr, Telḫîṣü’l-Edille li-Kavâʿidi’t-Tevḥîd, 2/601.

[92] Ebû İshâk İbrâhîm, Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ, ss. 37-38.

[93] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 103.

[94] Buhari, Mezâlim, 3 (2442); Müslim, Bir, 58 (2580); Tirmizi, (1426).

[95] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 81.

[96] Tirmizî, Daavât, 99 (3540).

[97] Ebû İshâk İbrâhîm, Tefsîru Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 38.

[98] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 103.

[99] Es-Saffâr, Telḫîṣü’l-Edille li-Kavâʿidi’t-Tevḥîd, 2/534.

[100] İshâk b. Râhûye, Müsnedü İshâk b. Râhûye, 1/84-87, (Tahk. Abdü’l-Gafûr b. Abdü’l-Hak el-Belûşî), Mektebetü’l-Eymân, Medîne-1991; İbn-ü Ebi’d-Dünya, Kitâbu’l-Ehvâl, ss. 107-112, (Tahkik: Muhammed İdris Mübarekfuri), ed-Dâru’s-Selefî, Bombay-Hindistan-1993; İbn Ebû Hâtim, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-Aẓîm Müsneden ʿani’r-Resûl ve’ṣ-Saḥâbe ve’t-Tâbiʿîn, ss. 2930-2931.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.