Musa Kâzım GÜLÇÜR
19 Şubat/2019
Müttakilerin Özellikleri Giriş
“Müttakî”, Allah korkusuyla kendini günahlardan uzak tutan, Allah’tan gereğince sakınan, O’na saygıda kusur etmeyen takvâlı kimse demektir[1]. Bu kelimenin kökündeki “ittikâ”, üzüntü ve zarar verebilecek hususlardan sakınarak, kişinin kendisini koruma altına alması anlamına gelmektedir.
“Takvâ” kelimesi ise güçlü bir korunmaya girmek demektir.[2] “Takî” ve “müttakî” kelimeleri de “takvâ” özelliğine sahip kimseler için kullanılmakta[3], takvâ, ittikâ, takî, etkâ, müttakî gibi “vekâ” kökünden gelen kelime türevleri Kur’ân-ı Kerîm’de 285 kadar âyet-i kerimede geçmektedir[4].
İslâmî ıstılahta takvâ, âhirette azaba ve çetin bir eleme sebep olabilecek hatalardan titizlikle kaçınma, günahları terk edip, sevap ve mükâfatı netice verecek davranışlara sarılma ve bu suretle Allah’ın korumasına girme olarak tarif edilmiştir[5].
Takvâ, genel olarak üç mertebede sınıflandırılmıştır:
Birincisi; ebedî olarak Cehenneme girme tehlikesinden korunmak için şirkten ittikâ edip, imana sarılmaktır.
İkincisi; kişinin büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten insanın kendisini alıkoyması, farz ibadetleri yerine getirmesidir.
Üçüncüsü ise; kalbi masivadan temizleyerek, insanın bütün varlığı ile Allâh’a yönelmesidir[6].
Bu mertebelerden birincisi avâmın, ikincisi havâssın, üçüncüsü de ehass-ı havâssın mertebesidir.
Efendimiz (sas);
“Kişi, mahzurlu şeyleri yapma tehlikesine düşmeyeyim diye mahzuru olmayan şeyleri de terk etmedikçe (gerçek) müttakîler derecesine ulaşamaz”[7] tembihini yapmaktadır.
Müttakîlerin özellikleri Kur’ân-ı Kerim’de değişik sure ve âyet-i kerîmelerde yer almakla birlikte, yazımızda üç âyet-i kerîme gurubunu eksen olarak alacak, müttakîlerin özelliklerini bu üç ana eksen kapsamında anlamaya çalışacağız.
Birinci Eksen

İlk eksende yer alan âyet-i kerîme gurubu, Bakara suresi 1’den 5. âyete kadar olan kısımdır. Bu ilk kısımda:
الم {1} ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ هُدًى لِلْمُتَّقٖينَ {2} اَلَّذٖينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقٖيمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ {3} وَالَّذٖينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ {4} اُولٰئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُولٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ 5
“İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir müttakîlere!”
denildikten sonra,
“O müttakîler ki görünmeyen âleme inanırlar. Namazlarını tam dikkatle ifa ederler. Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden hayır yolunda harcarlar.”
denilerek “Allâh’a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahiret Gününe ve Kadere İman” rükünlerine ( اَلَّذٖينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ) “O müttakîler ki gaybe iman ederler” cümlesi ile işaret edilmiş, ( وَيُقٖيمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ ) “Namazlarını tam dikkatle ifa ederler, kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden hayır yolunda harcarlar” cümlesi ile de “Namaz” ve “İnfak” gibi iki temel İslam rüknüne dikkatler çekilmiştir. Arkasından ( وَالَّذٖينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ )
“Onlar hem sana indirilen kitabı, hem de senden önce indirilen kitapları tasdik ederler. Âhirete de kesin olarak inanırlar.”
denilerek “Kitaplara ve Ahirete İman” rükünlerine bu defa sarahaten işaret edilmiştir.
Dolayısı ile bu âyet-i kerîme grubundan ilk anlaşılan husus, müttakîlerin, hem İman hem de İslam rükünlerini tam olarak tasdik etmiş, Allâh’ın (cc) lütfettiği o diriltici hakikatlere gönülden inanmış kimseler olmalarıdır.
İkinci Eksen

İkinci eksende yer alan âyet-i kerîmede ise (Bakara, 2/177), müttakîlerin, imânî ve İslâmî rükünlerle ilgili özellikleri tafsil edilmektedir. Şöyle ki:
لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَالْمَلٰئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيّٖنَ وَاٰتَى الْمَالَ عَلٰى حُبِّهٖ ذَوِى الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاكٖينَ وَابْنَ السَّبٖيلِ وَالسَّائِلٖينَ وَفِى الرِّقَابِ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُوا وَالصَّابِرٖينَ فِى الْبَاْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ وَحٖينَ الْبَاْسِ اُولٰئِكَ الَّذٖينَ صَدَقُوا وَاُولٰئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ 177
“Yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin (İman);
Mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin (İnfâk);
Namazı dosdoğru kılanların (Namaz);
Zekâtlarını verenlerin (Zekât);
Antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin (Ahde Vefa);
Zorlukta, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır (Sabır).
İşte bunlar, doğru (sadık) olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların (müttakîlerin) ta kendileridir.” (Bakara, 2/177)
Yukarıda meâlini vermiş olduğumuz âyet-i kerîmede, müttakîlerin özellikleri ayrıntılı bir şekilde tanımlanmaktadır. Topluca geçen bu vasıf ve özellikleri şimdi kısaca açmaya çalışalım:
1- İman:
İman, müttakînin en temel özelliğidir. Gönlünün ta derinliklerinden gelen sarsılmaz bir inançla, tutum ve davranışlarını iyiye, güzele ve Allâh’ın (cc) rızasına kilitlemiş müttakî yüce ruhlar, manevi sisin, dumanın, isin ve pisin yok olmasını, cehennemi hallerin sönüp sinmesini, cennet-âsâ bir huzurun, sükûnun, barışın ve esenliğin tesisini, iyilik ve güzelliğin bütün unsurlarıyla gerçekleşmesini temin konusunda cehd ve gayretlerini en yüksek seviyede sarf ederler.
Allah’a iman, müttakînin hayat özüdür. Allâh’a (cc) gönülden ve sarsılmaz bir inanmışlık, aksine en küçük bir ihtimal vermeyecek bir tarzda O’nun hoşnutluğuna adanmışlık, “Allâh bes, baki heves” (Allâh’ın her husus için kuluna yeterli olması, O’nun dışındakilerin çok da önemsenmemesi) felsefesine gönülden bağlanmışlık müttakînin adeta olmazsa olmazıdır.
Âhiret gününe iman, sevap ve ikab konusunda Allah’ın adâletinin öte dünyada eksiksiz olarak tecellisini tereddütsüz kabul, müttakînin bir diğer önemli özelliğidir. Müttakî, bu dünyanın öteler için bir ekin tarlası ve dâr-ı imtihan olduğunu bilir, her bir ferdin olumlu-olumsuz dünyevi uğraş ve çabalarının karşılığını, âhirette en küçük bir haksızlık olmadan hazır bulacağından hiç tereddüt etmez. Müttakî, âhiret hayatını, şerlilerin ceza ve azaba düçar kalacağı, hayırlıların da sevap ve mükâfata ulaşacağı zaman ve mekân ötesi sırlı bir alan olarak kabul eder. Müttakî, madde ve mana karşısında dini emir ve yasaklardan kaynaklanan polat duruşun parıltılı bir örneği, Cemâlullah’ı temaşa ile lütuflandırılacağı inancını ve âhirete imanı, beyin korteksinin en derinliklerine kadar yerleştirmiş bir mana kahramanıdır.
Meleklere iman da oldukça ehemmiyetli bir konudur. Müttakî, hem sıkıntılı hem de geniş zamanlarda, sabır ve şükür mekiğinden ayrılmayarak, meleklere iman ile görenleri kendinden geçirecek mümine has yüksek bir ahlâkî tutumun desen ve kanaviçelerini örer. Yalnız olmadığı şuurunu hiç kaybetmez, aşkın ve nurani varlıklarla hemhal ve iç içe olduğunu baş gözü ile görür gibi bilir ve hisseder. Allâh’ın izni ile ulvî âlemlere ait bu nurani sekenelerin, müminlere şeş cihetten yetiştirdikleri yardım ve müjdeleri ruhunun tâ derinliklerinde hisseder.
Peygamberlere ve kitaplara iman -ki burada kast edilen bütün peygamberlere ve bütün kitaplara imandır- yaratıcının tevhidine, dinlerin aslı ve temelinin bir, ancak şeriatlerinin muhtelif olduğuna imandır. Müttakî, bu şuurla bütün peygamberlere ve kitaplara aynı sevgi ve saygıyı hisseder, nurani bir kafilenin beraberinde olmanın verdiği ruhani haz ve lezzeti en yüksek hali ile yaşar. Müttakîlerin bu özelliği;
“Sana ve senden önce indirilene iman ederler, âhirete de şeksiz ve şüphesiz bir tarzda inanırlar.” (Bakara, 2/4)
âyet-i kerimesi ile perçinlenir.
2- İnfak:
Müttakînin temel özelliklerinden birisi de onun bütün bir dünyayı kardeşlik beşiği olarak görmesi, insan kardeşlerine elinden geldiği miktarda maddi ve manevi yardımlarını esirgememesidir. Bu yardımlar kelimenin kendi anlamında da mündemiç olduğu gibi kişinin nafakasına yardımcı nitelik taşımalı, heva ve heves yolunda olmamalıdır. Bu infak davranışı bilhassa da parayı seven kimseler açısından daha bir anlam taşımaktadır. Çünkü Resülullah (sas)’in beyanları ile;
“En faziletli sadaka, kişinin sağlıklı ve eli sıkı, zengin olmayı ümit edip fakirlikten korktuğu zamanlarda verdiği sadakadır.” [8]
Müttakî, malının sadece zekâtını vermekle de öyle anlaşılıyor ki sorumluluktan tam olarak kurtulamamaktadır. Efendimiz (sas):
“Şüphe yok ki malda zekâtın dışında bir hak vardır”[9] dedikten sonra:
“Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik (birr) değildir…”
âyetini okumuş[10], dolayısı ile malın sadece zekât ile temizlenemeyeceğine Allâhu a’lem işaret etmiş olmaktadır. Bu hususa, müttakîlerin sadece bollukta değil, ama aynı zamanda darlıkta da infakta bulunduğunu beyan buyuran Alu İmran, 3/134 âyet-i kerimesi de doğrudan delalet etmektedir.
Leyl suresinde yer alan âyet-i kerîmelerden de mal/para infakının, müttakî bir şahsiyeti inşa edeceği, onu tevhidde zirveye ulaştırabileceği, iyi ve güzel amellerinin Cennet’i intaç edeceği, dolayısıyla da en büyük nimetlerden Rıdvan ve rüyetullaha mazhar olunacağı görülmektedir. Ayrıca cimriliğin, infakı önemsememenin, kibre düşmenin de iyi ve güzel amellere giden yolu kapatacağı, neticesinin de Cehennem ve Cehenneme ait azap ve nekal olacağı, mal/para biriktirmenin kişiyi asla ama asla emniyete eriştirmeyeceği anlaşılmaktadır (Leyl, 92/5-11).
3- Namaz:
Müttakîlerin en belirgin özelliklerinden biri de namazlarında devamlı olmalarıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok âyet-i kerîmede müttakîlerin bu özelliği vurgulanmıştır. Bütün bu açılardan namazın; şirkten korunma, takvâlı olma ve fıtrata dönme adına çok ehemmiyetli bir faaliyet (Rum, 30/30-31), hidayet üzere bulunmada, âlemlerin Rabbine gerçek anlamda teslim olmada, kalb ve ruhun âhirete imanı bütün boyutları ile özümsemesinde, kişinin müttakî hale gelmesinde, takvâ mertebelerini kat edebilmesinde en etkin bir ibadet ve gayet ehemmiyetli bir âmil olduğu anlaşılmaktadır (En’âm, 6/71, 72).
4- Zekât:
Zekât, infaktan daha ayrı bir konu, Allah Teâlâ’nın, zenginlerin servetinde fakirlere hak olarak tanıdığı bir farizadır. Mal ve mülkün asıl sahibi Allah Teâlâdır. Dolayısıyla zenginlere ihsan ettiği servetten, fakirler için zekât adında bir hak ayırmıştır. Dikkat edilirse eksen olarak kabul ettiğimiz âyet-i kerîmede önce Allah yolunda verilecek sadaka, daha sonra da zekât emri zikredilmektedir. Buradan da açıkça anlaşılıyor ki infak/sadaka zekâtın yerini tutmadığı gibi, zekât da infak/sadakanın yerini tutmamaktadır. Zekât bir fariza, infak/sadaka ise bilhassa da müttakîde artı bir özelliktir.
5- Ahde Vefa:
Ahit, sözlükte “bir işin yapılmasını emretmek, her hal u kârda korumak, söz vermek, yemin etmek, taahhüt etmek, antlaşma yapmak, sorumluluğu kabul etmek” gibi anlamlara gelmektedir[11].
Kur’ân-ı Kerîm’de “ahit” kelimesi ile hemen hemen eş, ancak ahitten daha güçlü bir anlam ifade eden “mîsak” kelimesi de kullanılmakta ve tam yirmi beş yerde geçmektedir. Yedi yerde ise “söz vermek, taahhütte bulunmak, bağlayıp düğümlemek” anlamında “akit” kelimesi geçmektedir. Ayrıca iki âyet-i kerimede de “ill” ve “zimmet” kelimeleri kullanılmaktadır ki “söz verme, yemin etme, antlaşma yapma ve ittifakta bulunma” anlamlarına gelmektedir.
Ahde vefa, verdiği sözde durma temel ve önemli bir prensiptir. Hem bireyler hem de toplumlar arasında geçer ve güvenilir bir akçedir. Gerek fertlerde gerekse toplumlarda bu yüksek ahlâk yoksa endişe, tereddüt ve karamsarlık hâkim duruma geçmiş, kimse kimseye güvenemez ve itimat edemez hale gelinmiş demektir. İslâm’ın bu ahlâki prensibi önemsendiği zamanlarda, insanlık kendisinden beklenen zirvelere ulaşmıştır.
Cenâb-ı Hak, elest bezminde (A’râf, 7/172) bütün insanlardan mutlak ve genel bir söz almış, insan ruhu ve kalbinde, hakikate kulak verebilecek işitme gücünü, işittiğinde de kabul edebilecek bir itaat etme kabiliyetini lütfetmiş, bu donanımların ancak takvâ dairesinde kalarak işler hale getirilebileceğini beyan buyurmuştur (Maide, 5/7). Ayrıca ahitlere riayet edilmesini, söz verilmişse yerine getirilmesini emretmiş, insanın verdiği sözleri yerine getirip getirmediğinden kesinlikle sorguya çekileceğini (İsra, 17/34) beyan buyurmuştur. Verdikleri sözlerden dönen, yemin ve antlaşmalarını bozan kimseleri ise, ipliğini sağlamca büküp eğirdikten sonra gevşeten ve çözen, böylece bütün çalışma ve emeklerini boşa çıkaran ahmak kadınların durumuna benzetmiştir (Nahl, 16/92)
6- Sabır:
Takvâ ile bezenmiş müttakî ruhlar, hakka ulaşan bir yola girmiştir. Ancak bu yolun çeşitli zorluklar, sıkıntılar ve güçlüklerle dolu olduğu da göz ardı edilmemelidir. Bu meşakkatler ve engelleri sabır gücünü kullanarak kat etmek gerekmektedir.
Ömer b. Hattab (ra), bir gün Übeyy b. Ka’b’a (ra) takvâyı sormuş, Übey de ona şöyle bir soru sormuştur:
-Übey: “Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ya Ömer?”
-Hz. Ömer: “Evet yürüdüm.”
-Übey: “Peki, ne yaptın?”
-Hz. Ömer: “Elbisemi çemreledim ve dikenlerin bana zarar vermemesi için çabaladım.”
-Übey: “İşte takvâ da böyledir.”[12]
Takvâlı olma “dikenli yolda yürümeye” benzetilmiş, insanın sırât-ı müstakimde yol kat ederken önüne engeller çıkabileceği, dolayısıyla dikkatli olması gereği ihtar edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm sabır gücünün, bilhassa da takvâ ve ihsan mertebeleri ile ilişkili bir özellik olduğunu, insanda dini salabet ve gayretin, zorluklar karşısında yılmamanın, itidal ve emniyet içerisinde yürümenin bu özellikle kaim olduğunu ihtar etmektedir (Nahl, 16/127-128).
Cenâb-ı Hak istikametin, zulme ve zalimlere karşı direncin, Allâh’ın (cc) dostluğunu teminin, gecede ve gündüzde beş vakit ve nafile namazların huşu dairesinde edasının, zikr-ü müdâm ve teveccüh-ü tâm ile ihsan şuuru içerisinde hareket edebilmenin ancak sabır gücü ile mümkün olduğunu bizlere beyan buyurmaktadır (Hud, 11/112-115).
Üçüncü Eksen

(Alu İmran, 3/133)
Bu eksende yer alan âyet-i kerime gurubunda (Alu İmran, 3/133-136) müttakîlerin özellikleri bilhassa ahlâkî düzenlemeler şeklinde tezahür etmektedir. Şöyle ki:
وَسَارِعُوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُ اُعِدَّتْ لِلْمُتَّقٖينَ {133} اَلَّذٖينَ يُنْفِقُونَ فِى السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ وَالْكَاظِمٖينَ الْغَيْظَ وَالْعَافٖينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖينَ {134} وَالَّذٖينَ اِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً اَوْ ظَلَمُوا اَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّٰهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّٰهُ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلٰى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ {135} اُولٰئِكَ جَزَاؤُهُمْ مَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْرٖى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدٖينَ فٖيهَا وَنِعْمَ اَجْرُ الْعَامِلٖينَ 136
“Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, müttakîler için hazırlanmış bulunan Cennet’e koşun. Onlar (müttakîler);Bollukta ve darlıkta infak ederler (İnfak),
Öfkelerini yutarlar (Öfkelenmeme),
İnsanları affederler. Allah ihsan edenleri sever (Affetme),
Onlar bir kötülük yaptıkları yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayarak (zikrederek) hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir? (Allâh’ı Anma ve İstiğfar)
Onlar hatalarında bile bile ısrar etmezler (Hatadan Dönme).
İşte onların mükâfatı Rablarından mağfiret ve altından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cennetlerdir. Çalışanların mükâfatı ne güzeldir.” (Alu İmran, 3/133-136).
İnfak konusu yukarıda geçtiği için ikinci sırada yer alan “öfke” konusu ile devam edelim.
1- Öfkeyi Yutmak ya da Öfkelenmeme:

(Alu İmran, 3/134)
Elmalılı’ya göre öfkeyi yutmak, insanın zarar gördüğü kimselere karşı kalbinde duyduğu yakıcı intikam hissini, intikama gücü yettiği halde tutması, öfkenin kalbinden taşmasını ve çıkmasını engellemesi, intikam almayıp sabır ile kendisini öfkelendiren hususu hazmetmesidir[13].
Resülullah (sas):
“Size göre pehlivan kimdir?”
diye sorduğunda, ashab hazeratı (r.anhum):
“Kimsenin yenmeye muvaffak olamadığı kişi!” şeklinde cevaplamışlar, ancak Resülullah (sas):
“Hayır. Gerçek pehlivan öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir” [14]
buyurmuştur. Efendimiz (sas), intikam almaya gücü yettiği halde öfkesine hâkim olan kimseyi, Cenab-ı Allah’ın kıyamet günü bütün insanların en ön kısmına alacağı ve dilekleri konusunda onu serbest bırakacağını müjdelemektedir[15].
Bir adam: “Ey Allah’ın Resulü! Bana kısa bir nasihatte bulun, ama uzun olmasın! Ta ki nasihatini unutmayayım” demiş ve bu talebini birkaç kere tekrar etmiştir. Efendimiz aleyhi ekmelü’t-tahâyâ ise bu kişiye tek kelimeyle cevap vermiştir:
“Öfkelenme!” [16].
2- Affetme:
Öfkeyi yutmak ya da yenmek ile insanları affetmek ya da bağışlamak birbirini takip eden ve tamamlayan özelliklerdir. Çünkü öfkeyi yenmenin pratik sonuçlarından birisi, öfkeye sebep olan konuları müsamaha ile karşılamak, kişileri affetmektir.
Affetmek, Allah’ın (cc) emir ve yasaklarının tanınmaması konusunda değil, insanın kendi şahsına karşı yapılmış olan hatalara bakmayarak ya da onları büyütmeyerek affetmek demektir. Efendimiz (sas)’in hayatında bunu açık bir şekilde görmekteyiz. Mesela, ceza gerektiren bir davranışla ilgili olarak;
“Hırsızlık yapan kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim[17]”
derken, kendisine zehirli yemek getirerek suikast teşebbüsünde bulunan bir kadına dokunmamış, onu affetmiştir[18].
3- İstiğfar:

“Muhakkak ki kalbime bazen örtüler gelir, ben de günde yüz defa istiğfar ederim.”
(Müslim, Zikir, 12 Hadis no: 2702; Kenzu’l-ummal, 1/476, Hadis no: 2075)
(Ebu Eyyub el-Ensârî’den rivayetle) Nebi salavâtullâhi aleyhi ve selâmuh şöyle buyurmaktadır:
“Kim kırk gün ihlâsla Allah’a kulluk ederse, kalbinden diline hikmet pınarları akar.”
(Ebu Nuaym, Sünen, 2/399-400, Hadis no: 2361; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 2/261, Hadis no: 2361)
İstiğfar, Allâh’tan bağışlanmayı talep etmek demektir. Affedilmesini dili ile isteyen kişinin, istiğfar ettiği hatalı tutum ve davranışa yeniden dönmemesi gerekir. Hatalar, insanı Allah’tan uzaklaştırır, kalpte kararma başlar. Hatalar sonucu kalplerde oluşabilecek kararmalar ancak istiğfarla temizlenebilir[19].
İstiğfar, Cenâb-ı Hakk’ın mümin müttakî kullarından beklediği ruhani bir ameliyedir. Efendimiz (sas);
“Bir kimse istiğfârı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir” [20]
buyurmaktadır.
İstiğfâra yönelmenin önemini yansıtan bir kudsî hadîs-i şerifte de Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ey Âdemoğlu! Sen bana dua ettiğin ve benden affını umduğun sürece, işlediğin günahlar ne kadar çok olursa olsun, onların büyüklüğüne bakmadan seni bağışlarım. Ey Âdemoğlu! Günahların gökyüzünü kaplayacak kadar çok olsa, sonra da benden affını dilesen, seni affederim. Ey Âdemoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar günahla karşıma gelsen, fakat bana hiçbir şeyi ortak koşmamış olsan, şüphesiz ben de seni yeryüzü dolusu bağışla karşılarım.” [21]
4- Hatada Israrlı Olmamak:

(Bakara, 2/128)
Yukarıda zikrettiğimiz ve üçüncü eksendeki bu âyet-i kerimede birinci sırada müttakîlere ait infak, öfkelenmeme ve affetme gibi bilhassa başkalarına yapılan iyilikler zikredildikten sonra, ikinci sırada, kişinin kendisine yaptığı iyiliklerden olan istiğfar ve hatalarda ısrarlı olmama gibi özellikler üzerinde durulmuş, bu özellikleri taşıyanların daha önce zikredilen müttakîler sınıfına dâhil edildikleri beyan buyurulmuştur.
Günah işleyerek sürçmüş ve düşmüş bir kimse tevbe ettiği zaman, “hatasından tam olarak dönüp tevbe eden, onu hiç işlememiş gibidir” [22] nassı ile yanlışının farkına vararak, Allâh’a (cc) yalvarıp yakararak hatasından rücu eden, Allah katında ikrama müstahak olmada, hiç günah işlememiş kimse gibidir.
Sonuç

Usanç vermemesi için müttakilerle ilgili özelliklerin aslında pek çoğuna değinememiş bulunuyoruz.
Kısa ve öz bir şekilde tamamlamak gerekirse müttakî; Kur’an-ı Kerim’e ve Resule tâbi, dostluklarında samimi ve devamlı, adaletle davranan, nasihat ve tebliğden dûr (uzak) olmayandır.
Müttakî; salih amellere muvaffakiyeti Allâh’tan talep eden, iyilik yapan, az uyuyup gecelerini ibadetle aydınlatan, seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyen, işlerini istişare ile yapandır.
Müttakî; hesap gününden korkan, boş uğraşlardan yüz çeviren, iyilikte yardımlaşan, kötülüğü iyilikle savandır.
Müttakî; iyilikleri sebebiyle Allah’ın sevgisini kazanan, zulme uğradığında haddi aşmadan yardımlaşarak hakkını alan, hidayet üzere ve ihsan sahibi kimsedir.
Cenâb-ı Allâh’tan bizleri müttakîlerin özellikleri ile bezemesini, rızasına ve salih amellere muvaffak kılmasını niyaz ediyoruz.
[1] El-İsfehânî, Râğıb, el-Müfredât fi Ğarîbi’l-Kur’ân, s. 833, İstanbul-1986.
[2] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 1/168.
[3] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, 15/401; Ebu’l-Bekâ, Külliyât, s. 219, Matbaatü’l-Âmire, 1287 (M. 1870).
[4] DİA, Takvâ md., 39/484.
[5] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 1/168-169.
[6] Elmalılı, age, 1/169-170.
[7] Tirmizi, kıyâmet 19, 4, 634; İbn Mâce, zühd 24.
[8] Müslim, zekât 93; Nesâî, zekât 60; İbn-i Mâce, vesâyâ 4; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/231, 250.
[9] Tirmizî zekât 27, Dârimî zekât 13.
[10] Tirmizî zekât 27.
[11] İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, 3/311-314, Beyrut, trsz.; Râğıb, age., s. 523.
[12] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kurâni’l-Azîm, 1/164, (Thk. Muhammed Selâme), Dâru Tayyibe, trsz.
[13] Elmalılı, age., 2/1177.
[14] Müslim, birr 106; Ebu Davud, edeb 3.
[15] Tirmizi, birr 74; Ebu Davud, edeb 3.
[16] Buhari, edeb 76; Tirmizi, birr 73; Muvatta, hüsnü’l-huluk 11.
[17] Buhari, hudud 11, 12, 14, şehadat 8, enbiya 50, fedailu’l-ashab 18, megazi 52; Müslim, hudud 8.
[18] Ebu Davud, diyat 6.
[19] Bkz.: Tirmizî, tefsiru sûre (83) 1.
[20] Ebû Dâvûd, vitir 26. Ayrıca bk. İbni Mâce, edeb 57.
[21] Tirmizî, daavât 98. Ayrıca bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/172.
[22] İbn Mâce, zühd 30; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 10/150.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.