Musa Kâzım GÜLÇÜR
26 / 11 / 2021
İçindekiler
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم
بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنْ مِنْهُ انْشَقَّتِ الأَسْرَارُ وَانْفَلَقَتِ الأَنْوَارُ وَفِيْهِ ارْتَقَتِ الحَقَائِقُ وَتَنَزَّلَتْ عُلُومُ آدَمَ فَأعْجَزَ الخَلائِقِ، وَلَهُ تَضَآءَلَتِ الفُهُومُ فلَمْ يُدْرِكْهُ مِنَّا سَابِقٌ ولا لاحِقٌ، فرِيَاضُ المَلَكُوتِ بِزَهْرِ جَمَـالِهِ مُونِقَة، وَحِيَاضُ الجَبَروْتِ بِفَيْضِ أَنْوَارِه مُتَدَفِقَة، وَلا شَيءَ إلا وَهُوَ بِهِ مَنُوطٌ، إذْ لَوْلا الوَاسِطَةُ لَذَهَبَ المَوْسُوطُ، صَلَوةً تَلِيقُ بِكَ مِنْكَ إِلَيْهِ كَمَا هُوَ أَهْلُهُ
اَللَّهُمَّ إنَّهُ سِرُّكَ الجامِعُ الدَّآلُّ عَلَيْكَ، وَحِجابُكَ الأَعْظَمُ القَآئِمُ لَكَ بَيْنَ يَدَيْكَ، اَلّلهُمَّ أَلحِقْني بِنَسَبِهِ، وَحَقِّقْني بِحَسَبِهِ وَعَرِّفني إيَّاهُ مَعْرِفَةً أَسْلَمُ بِهَا مِنْ مَوَارِدِ الجَهلِ وَأَكْرَعُ بَهَا مِنْ مَوَارِدِ الفَضْلِ، وَاحْمِلْني عَلَى سَبيلِهِ إلى حَضْرَتِهِ حَمْلاً مَحْفُوفَاً بنُصْرَتِكَ وَاقْذِفْ بي عَلَى البَاطِلِ فَأَدْمَغَهُ، وَزُجَّ بِي فيِ بِحارِ الأَحَدِيَّةِ وَانْشُلْني مِنْ أَوْحَالِ التَّوْحِيدِ وَأَغْرِقْني فيِ عَيْنِ بَحْرِ الوَحْدَةِ حَتَّى لاَ أرَى وَلا أسْمَعَ وَلا أَجِدَ وَلاَ أُحِسَّ إِلاَّ بِها
وَاجْعَلِ الحِجَابَ الأعْظَمَ حَيَاةَ رُوحِي ورُوحَهُ سِرَّ حَقِيقَتي وَحَقيقَتَهُ جَامِعَ عَوَالمي بِتَحقيقِ الحَقِّ الأوَّلِ يَاأَوَّلُ يَاآخِرُ يَاظَاهِرُ يَاباطِنُ، اِسْمَعْ نِدَآئي بِمَا سَمِعْتَ بِهِ نِدآءَ عَبْدِكَ زَكَرِيَّا، وَانْصُرْني بِكَ لَكَ، وَأَيِّدْني بِكَ لَكَ، وَاجْمَعْ بَيْنِي وَبَيْنَكَ وَحُلْ بَينيْ وَبَيْنَ غَيْرِكَ، { اَللَّه اَللَّه اَللَّه }
(28/85 ، سُورَةُ القَصَصِ) (إنَّ الذي فَرَضَ عَلَيْكَ القُرآنَ لَرادُّكَ إلَى مَعَادٍ)
(18/10 ، سُورَةُ الْكَهْفِ) (رَبَّنا آتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَداً)
(7/105 ، سُورَةُ الأعراف) (ۚحَقِيقٌ عَلَىٰٓ أَن لَّآ أَقُولَ عَلَى ٱللَّهِ إِلَّا ٱلْحَقَّ)
رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ، وَبِهِ الْعَوْنُ
(20/25-28 ، سُورَةُ طه) رَبِّ ٱشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي
Ezelden ebede kadar, bütün olmuş ve olacak hamd ve senalar, tam ve kemaliyle, âlemlerin yegâne Yaratıcısı, yöneteni ve kemale erdiricisi Allâh’ındır. Ey Rabbim! Bütün sırların kendisinden zuhur ettiği, bütün nurların kendisinden saçıldığı ve bütün hakikatlerin kendisinde toplandığı, Âdemoğlunun tüm ilimlerinin kendisine indirildiği, mahlukatı âciz bırakıp idraklerin âciz kaldığı ne geçmişte ne de gelecekte kendisi hakkıyla idrak edilemeyecek Zât’a salât et. Melekût bahçeleri, O’nun cemâlinin aydınlığı ile şenlenmiş, Ceberût havuzları O’nun nurlarının feyzi ile taşmıştır. Hiçbir şey yoktur ki ona bağlı olmasın. Zira aracı olmasaydı, mevcudiyeti aracıya bağlı olan yok olurdu. Senin şanına lâyık, onun da ehli olduğu bir salât ile ona salât et.
Ey Rabbim! Muhakkak O, her şeyi içinde barındıran, sana delâlet eden sırrındır. Senin katında, senin için duran en büyük perdendir. Ey Rabbim bizi, O’nun nesebine dâhil eyle ve O’nun şerefinin hakikatine vâkıf eyle. Bize O’nu öyle bildir ki, cehalet yollarından selâmette olalım. Erdem kaynaklarından vasıtasız olarak o salavat ile susuzluğumuzu giderelim. Onun yolunda sana kulluk etmeyi bize ihsan et. Bizi üzerine göndererek bâtılı yok et, Ehadiyet denizlerinde yüzdür, tevhid konusunda bulanıklıklardan süratle çıkar ve vahdet denizinin hakikatine gark eyle. Böylece yalnız vahdeti görelim, duyalım, bulalım ve idrak edelim.
En büyük hicâbı (Resülullah’ı), ruhumuzun hayatı ve O’nun ruhunu, hakikatimizin sırrı ve Hakku’l-Evvel hakkı için O’nun hakikatini, âlemlerimizi kuşatıcı kıl. Ey Evvel! Ey Âhir! Ey Zâhir! Ey Bâtın! Kulun Zekeriya’nın duasını kabul ettiğin gibi bizlerin de dualarını kabul et. Rızanı kazanacağımız şekilde bizlere yardım et. Rızanı netice verecek şekilde bizleri destekle. Bizi seninle kıl ve senden gayrısı ile aramızı ayır. Allâh! Allâh! Allâh!
“Kur’ân’ı (okumayı, tebliğ etmeyi, muhtevasıyla amel etmeyi ve insanlara iletmeyi) sana farz kılan, seni elbet bir sonuca (yani dünyada senin hükmedeceğin özgür bir vatana Mekke’ye, Ahirette de hiçbir beşere nasip olmayan muazzam, mükemmel ve nihaî bir mutluluk yurduna) vardıracaktır!” (Kasas, 28/85)
“Ey Rabbimiz, bizlere katından bir rahmet (mağfiret, rızık ve düşmandan emin olma gibi) ihsan eyle ve içinde bulunduğumuz şu durumdan bize bir çıkış yolu göster.” (Kehf, 18/10)
“Benim üzerimdeki sorumluluk, Allâh hakkında gerçekten başka bir şey söylemememdir.” (Araf, 7/105)
Giriş

Daha önce, Tirmizî’de yer alan doksan dokuzluk “El-Esmâü’l-Hüsnâ” rivayetini ayrıntılandırmaya çalışmıştık. Şimdi ise Yüce Allâhın izni ve inayeti dairesinde İbn Mâce’nin Sünen’inde yer alan ve Tirmizî’de geçmemiş olan güzel isimleri ayrıntılandırmaya çalışacağız.
İbn Mâce rivayetinde yer alan bu güzel isimlerden 27’nci sıradaki (الْبَارُّ) “El-Bêr” daha önce Tirmizi rivayetinde geçen 79’uncu sıradaki (اَلْبَرُّ) “El-Ber” ile, İbn Mâce rivayetinde 34’üncü sıradaki (الْقَاهِرُ) El-Kâhir Tirmizi rivayetinde 16’ncı sıradaki (اَلْقَهَّارُ) “El-Kahhâr” ile, İbn Mâce rivayetinde 46’ncı sıradaki (الرَّاشِدُ) “Er-Râşid” Tirmizi rivayetinde 98’inci sıradaki (اَلرَّشِيدُ) “Er-Reşîd” ile, İbn Mâce rivayetinde 81’inci sıradaki (الْحَافِظُ) “El-Hâfız” Tirmizi rivayetinde 39’uncu sıradaki (اَلْحَفِيظُ) “El-Hafîz” ile, İbn Mâce rivayetinde 79’uncu sıradaki (الْقَائِمُ) “El-Kâim” Tirmizi rivayetinde 64’üncü sıradaki (اَلْقَيُّومُ) “El-Kayyûm” ile, İbn Mâce rivayetinde 84’üncü sıradaki (السَّامِعُ) “Es-Sêmiu” Tirmizi rivayetinde 27’nci sıradaki (اَلسَّمِيعُ) “Es-Semî” ile, İbn Mâce rivayetinde 96’ncı sıradaki (الْمُنِيرُ) “El-Münîr” Tirmizi rivayetinde 93’üncü sıradaki (اَلنُّورُ) “En-Nûr” ile, İbn Mâce rivayetinde 80’inci sıradaki (الدَّائِمُ) “Ed-Dâim” ve 92’nci sıradaki (الأَبَدُ) El-Ebed Tirmizi rivayetinde 96’ıncı sıradaki (اَلْبَاقِي) “El-Bâkî” ile aynı ya da benzer anlamlara geldikleri için, bu güzel isimlerin ayrıntıları ile ilgili olarak Tirmizî rivayetindeki çalışma rakamlarını referans vermekteyiz.
Şurası muhakkaktır ki, Allâh’ın (cc) güzel isimleri, tevkif yönünden doksan dokuza inhisar etmemektedir. Çünkü Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, bizlere hem Kur’ân-ı Kerîm hem de Efendimiz (sas) aracılığı ile gelen esmâ-i hüsnâsı dışında, kimselere bildirmediği ve kendi katında saklı tuttuğu güzel isimleri de vardır.
Daha önce olduğu gibi bu çalışmada da Ehl-i Sünnet’in metoduna bağlı kalmaya özen gösterdik. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin Sıfat-ı Ulâ’sı ve Esmâ-i Hüsnâ’sı Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Sahîha esas alınarak belirlenebilir. Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Sahîhada yer alan güzel isimlere ve yüksek sıfatlara teşbihe, tahrife, ta’tîle ve nefye gitmeden ve sevâd-ı a’zam dairesinde kalarak olduğu gibi inanır, anlam itibarı ile aslî keyfiyetlerini ise Cenâb-ı Hakk’a havale ederiz.
Ebu Hüreyre (ra) rivayeti ile gelen Efendimiz’in (sas), “Allâh’ın, yüzden bir eksik doksan dokuz ismi vardır. Bu isimleri ezberleyen her kişi Cennet’e girer. Yüce Allâh, tektir, tek olanı sever” [(Buhari, Daavât, 68 (6410); Müslim, Zikir, 5 (2677)] yüksek beyanları ile, bu güzel isimlerin ezberlenmesi, okunması ve delaletlerinin yerine getirilmesi çabasına sınırsız bir mükafat lütfedileceği müjdelenmektedir. Bu güzel isimlerle ve yüksek sıfatlarla amel etme oldukça ehemmiyetlidir.
İbn Mâce’nin Sünen’inde yer alan “Esmâ-i Hüsnâ” listesi şu şekildedir:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ ـ صلى الله عليه وسلم ـ قَالَ
إِنَّ لِلَّهِ تِسْعَةً وَتِسْعِينَ اسْمًا مِائَةً إِلاَّ وَاحِدًا إِنَّهُ وِتْرٌ يُحِبُّ الْوِتْرَ مَنْ حَفِظَهَا دَخَلَ الْجَنَّةَ وَهِيَ اللَّهُ الْوَاحِدُ الصَّمَدُ الأَوَّلُ الآخِرُ الظَّاهِرُ الْبَاطِنُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ الْمَلِكُ الْحَقُّ السَّلاَمُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْعَلِيمُ الْعَظِيمُ الْبَارُّ الْمُتَعَالِ الْجَلِيلُ الْجَمِيلُ الْحَىُّ الْقَيُّومُ الْقَادِرُ الْقَاهِرُ الْعَلِيُّ الْحَكِيمُ الْقَرِيبُ الْمُجِيبُ الْغَنِيُّ الْوَهَّابُ الْوَدُودُ الشَّكُورُ الْمَاجِدُ الْوَاجِدُ الْوَالِي الرَّاشِدُ الْعَفُوُّ الْغَفُورُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ التَّوَّابُ الرَّبُّ الْمَجِيدُ الْوَلِيُّ الشَّهِيدُ الْمُبِينُ الْبُرْهَانُ الرَّءُوفُ الرَّحِيمُ الْمُبْدِئُ الْمُعِيدُ الْبَاعِثُ الْوَارِثُ الْقَوِيُّ الشَّدِيدُ الضَّارُّ النَّافِعُ الْبَاقِي الْوَاقِي الْخَافِضُ الرَّافِعُ الْقَابِضُ الْبَاسِطُ الْمُعِزُّ الْمُذِلُّ الْمُقْسِطُ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ الْقَائِمُ الدَّائِمُ الْحَافِظُ الْوَكِيلُ الْفَاطِرُ السَّامِعُ الْمُعْطِي الْمُحْيِي الْمُمِيتُ الْمَانِعُ الْجَامِعُ الْهَادِي الْكَافِي الأَبَدُ الْعَالِمُ الصَّادِقُ النُّورُ الْمُنِيرُ التَّامُّ الْقَدِيمُ الْوِتْرُ الأَحَدُ الصَّمَدُ الَّذِي لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا أَحَدٌ .
قَالَ زُهَيْرٌ فَبَلَغَنَا عَنْ غَيْرِ وَاحِدٍ مِنْ أَهْلِ الْعِلْمِ أَنَّ أَوَّلَهَا يُفْتَحُ بِقَوْلِ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ لَهُ الأَسْمَاءُ الْحُسْنَى .
Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz, Allâh’ın doksan dokuz, yüzden bir eksik ismi vardır. Allâh, şüphesiz tektir, tek olanı sever. Kim bu doksan dokuz ismi hıfzedip ezberlerse, Cennet’e girer. O (güzel) isimler (şunlardır):
1. (اللَّهُ) Allâh, 2. (الْوَاحِدُ) El-Vâhid, 3. (الصَّمَدُ) Es-Samed, 4. (الأَوَّلُ) El-Evvel, 5. (الآخِرُ) El-Âhir, 6. (الظَّاهِرُ) Ez-Zâhir, 7. (الْبَاطِنُ) El-Bâtın, 8. (الْخَالِقُ) El-Hâlık, 9. (الْبَارِئُ) El-Bârîu, 10. (الْمُصَوِّرُ) El-Musavvir, 11. (الْمَلِكُ) El-Melik, 12. (الْحَقُّ) El-Hak, 13. (السَّلاَمُ) Es-Selâm, 14. (الْمُؤْمِنُ) El-Mümin, 15. (الْمُهَيْمِنُ) El-Müheymin, 16. (الْعَزِيزُ) El-Azîz, 17. (الْجَبَّارُ) El-Cebbâr, 18. (الْمُتَكَبِّرُ) El-Mütekebbir, 19. (الرَّحْمَنُ) Er-Rahmân, 20. (الرَّحِيمُ) Er-Rahîm, 21. (اللَّطِيفُ) El-Latîf, 22. (الْخَبِيرُ) El-Habîr, 23. (السَّمِيعُ) Es-Semî, 24. (الْبَصِيرُ) El-Basîr, 25. (الْعَلِيمُ) El-Alîm, 26. (الْعَظِيمُ) El-Azîm, 27. (الْبَارُّ) El-Bêrr, 28. (الْمُتَعَالِ) El-Müteâl, 29. (الْجَلِيلُ) El-Celîl, 30. (الْجَمِيلُ) El-Cemîl, 31. (الْحَىُّ) El-Hayy, 32. (الْقَيُّومُ) El-Kayyûm, 33. (الْقَادِرُ) El-Kâdir, 34. (الْقَاهِرُ) El-Kâhir, 35. (الْعَلِيُّ) El-Alîy, 36. (الْحَكِيمُ) El-Hakîm, 37. (الْقَرِيبُ) El-Karîb, 38. (الْمُجِيبُ) El-Mücîb, 39. (الْغَنِيُّ) El-Ganî, 40. (الْوَهَّابُ) El-Vehhâb, 41. (الْوَدُودُ) El-Vedûd, 42. (الشَّكُورُ) Eş-Şekûr, 43. (الْمَاجِدُ) El-Mâcid, 44. (الْوَاجِدُ) El-Vâcid, 45. (الْوَالِي) El-Vâlî, 46. (الرَّاشِدُ) Er-Râşid, 47. (الْعَفُوُّ) El-Afüv, 48. (الْغَفُورُ) El-Ğafûr, 49. (الْحَلِيمُ) El-Halîm, 50. (الْكَرِيمُ) El-Kerîm, 51. (التَّوَّابُ) Et-Tevvâb, 52. (الرَّبُّ) Er-Rab, 53. (الْمَجِيدُ) El-Mecîd, 54. (الْوَلِيُّ) El-Veliy, 55. (الشَّهِيدُ) Eş-Şehid, 56. (الْمُبِينُ) El-Mübîn, 57. (الْبُرْهَانُ) El-Bürhân, 58. (الرَّءُوفُ) Er-Raûf, 59. (الرَّحِيمُ) Er-Rahîm, 60. (الْمُبْدِئُ) El-Mübdi, 61. (الْمُعِيدُ) El-Muîd, 62. (الْبَاعِثُ) El-Bâis, 63. (الْوَارِثُ) El-Vâris, 64. (الْقَوِيُّ) El-Kavi, 65. (الشَّدِيدُ) Eş-Şedîd, 66. (الضَّارُّ) Ed-Dâr, 67. (النَّافِعُ) En-Nâfi, 68. (الْبَاقِي) El-Bâkî, 69. (الْوَاقِي) El-Vâki, 70. (الْخَافِضُ) El-Hâfıd, 71. (الرَّافِعُ) Er-Râfi, 72. (الْقَابِضُ) El-Kâbıd, 73. (الْبَاسِطُ) El-Bâsıt, 74. (الْمُعِزُّ) El-Muiz, 75. (الْمُذِلُّ) El Müzil, 76. (الْمُقْسِطُ) El-Muksıt, 77. (الرَّزَّاقُ) Er-Rezzâk, 78. (ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ) Zü’l-Kuvveti’l-Metin, 79. (الْقَائِمُ) El-Kâim, 79. (الدَّائِمُ) Ed-Dâim, 81. (الْحَافِظُ) El-Hâfız, 82. (الْوَكِيلُ) El-Vekîl, 83. (الْفَاطِرُ) El-Fâtır, 84. (السَّامِعُ) Es-Sêmiu, 85. (الْمُعْطِي) El-Mu’tî, 86. (الْمُحْيِي) El-Muhyî, 87. (الْمُمِيتُ) El-Mümît, 88. (الْمَانِعُ) El-Mâni, 89. (الْجَامِعُ) El-Câmi, 90. (الْهَادِي) El-Hâdî, 91. (الْكَافِي) El-Kâfî, 92. (الأَبَدُ) El-Ebed, 93. (الْعَالِمُ) El Âlim, 94. (الصَّادِقُ) Es-Sâdık, 95. (النُّورُ) En-Nûr, 96. (الْمُنِيرُ) El-Münîr, 97. (التَّامُّ) Et-Tâm, 98. (الْقَدِيمُ) El-Kadîm, 99. (الْوِتْرُ الأَحَدُ الصَّمَدُ) El-Vitrü’l-Ehadü’s-Samed ki doğurmadı, doğurulmadı ve hiçbir kimse O’nun dengi olmadı.”
Züheyr şöyle söylemektedir: “Bana birçok ilim adamları tarafından ulaştırılan bilgiye göre Esma-i Hüsnâ’ya şu zikirle başlanır:
“La ilahe illAllâh vahdeh lâ şerike leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü, biyedihi’l-hayru ve hüve alâ külli şeyin Kadîr. Lâ ilahe illAllâh, lehü’l-Esmâü’l-Hüsnâ.”
(Allâh’tan başka ilâh yoktur. O, (Zât, Esmâ ve Sıfatlarında) tektir, ortağı yoktur. Mülk ve hamd O’nundur. Hayır ancak O’nun elindedir ve O, her şeye kâdirdir. Allâh’tan başka ilâh yoktur. Esmâ-i Hüsnâ O’nundur.)
İbn Mâce’nin Sünen’indeki bu hadis-i şerifte yer alan ancak Tirmizî rivayetine artı olarak Yüce Allâh’ın izni ve inayeti ile ayrıntılandırmaya çalışacağımız on bir güzel isim şu şekildedir:
“1. (الْجَمِيلُ) El-Cemîl, 2. (الْقَرِيبُ) El-Karîb, 3. (الرَّبُّ) Er-Rab, 4. (الْمُبِينُ) El-Mübîn, 5. (الشَّدِيدُ) Eş-Şedîd, 6. (الْوَاقِي) El-Vâkî, 7. (الْفَاطِرُ) El-Fâtır, 8. (الْمُعْطِي) El-Mu’tî, 9. (الْكَافِي) El-Kâfî, 10. (الصَّادِقُ) Es-Sâdık ve 11. (أَلأَحَدُ) El-Ehad”[1]
1. (الْجَمِيلُ) EL-CEMÎL (cc)

“Çok güzel, güzelliği sonsuz ve idrak ötesi.”
وَاصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ وَاهْجُرْهُمْ هَجْرًا جَمٖيلًا
“(İftira ve yalanlara karşı) Sabırlı ol ve onları güzel bir şekilde terk edip ayrıl.” (Müzzemmil, 73/10)
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Zatında, isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde en güzeldir. Her şeyi en iyi ve en güzel şekilde yaratır. Bir insan fıtri olarak mükemmelliğe ve güzelliğe ulaşmaya meyillidir ve güzelliği sever.
Cenâb-ı Hakk’ın güzelliği o derece sonsuzdur ki Cennet ehli, Rab Teâlâ’yı gördüklerinde ebedî saadet, zevk ve duydukları bayıltıcı sevinçlerle, O’nun (cc) güzelliğini yine de tam olarak ifade etmeleri mümkün olmayacaktır. Çünkü o baş döndürücü mutluluk içinde adeta varlıklarını unutacak ve içinde bulundukları sevinç halinin hep sürmesini isteyeceklerdir. Bu durum, Cenâb-ı Allâh’ın El-Cemîl güzel ismi ile yansıyan güzelliğine ve ışığına kendilerini kaptırmış olmalarından, kalplerinin daimi bir özleme meyletmesinden kaynaklanacaktır.
Varlık dünyasındaki idrakleri aşan kusursuz güzellik, Allâh’ın (cc) diğer esmâ-i hüsnâsının yanı sıra aynı zamanda “El-Cemîl” güzel isminin doruk noktasındaki yansımasıdır. Varlığa hem içte ve dışta güzellik lütfeden Rab Teâlâ, güzelliğin asıl kaynağıdır.
Abdullah İbn Mesud’dan (ra) rivayete göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
. لاَ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مَنْ كَانَ فِي قَلْبِهِ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ مِنْ كِبْرٍ
“Kalbinde zerre miktarı kibir bulunan kimse cennete giremez.”
Bu beyan üzerine bir kişi (muhtemelen güzel elbise giymenin kibir olup olmadığını anlama çabasıyla), “insan, elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını ister?” dedi. Resülullah (sas) şöyle izah buyurdular:
إِنَّ اللَّهَ جَمِيلٌ يُحِبُّ الْجَمَالَ الْكِبْرُ بَطَرُ الْحَقِّ وَغَمْطُ النَّاسِ .
“Şüphesiz ki Allâh güzeldir. Güzelliği sever. Kibir, hakkı inkar etmek ve insanları küçük görmektir.”[2]
Her Müslümanın, bütün güzelliklerin Allâh’tan geldiğine inanması gerekir. Böyle düşünen bir kul, ibadetler ve güzel faaliyetlerle Cemîl Allâh’ın cemalini belli bir seviyede yansıtır hale gelir. Böylece hem iç hem de dış alemi güzelleşir. Kin, hased, su-i zan, insanların kötü hallerine sevinme vb. kötü huylardan ve manevi kirlerden arınmakla iç alemi, ailesi, arkadaşları ve çevresine güzel davranmakla dış alemi güzelleşir. Allâh’ın (cc), El-Cemîl güzel ismi ile nimetlendirmesine mukabil, şükürler ve hamdler ile Rabbine yönelir. Bu ayrıcalıklı durumdan dolayı asla böbürlenmez, kendini beğenmez, başkalarına karşı iftihar hissine kapılmaz.
2. (الْقَرِيبُ) EL-KARÎB (cc)

“Çok yakın, her şeye nigehbân, yakınlığı idrakleri aşkın.”
وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادٖى عَنّٖى فَاِنّٖى قَرٖيبٌ اُجٖيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجٖيبُوا لٖى وَلْيُؤْمِنُوا بٖى لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
“Kullarım beni sana soracak olurlarsa, Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm (isteyenin ihtiyacını hemen karşılarım). Öyleyse, onlar da (ihtiyaçları için beni çağırdıklarında onlara icabet ettiğim gibi, kendilerini iman ve itaate çağırdığımda, bana cevap verip) Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki doğru yolu bulmuş olurlar.” (Bakara, 2/186)
Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak, bir bedevinin Hz. Peygamber’e (sas) geldiği ve “Rabbimiz bize yakın mıdır? Şayet öyleyse sessiz bir şekilde yakaralım. Yoksa acaba bize uzak mıdır? Şayet öyle ise O’na yüksek sesle yalvarıp yakaralım?” diye sorduğu, bunun üzerine Allâh Teâlâ’nın zikredilen ayet-i kerimeyi indirdiği rivayet edilmiştir.[3]
Bir başka rivayete göre ise, Efendimiz (sas), ashabıyla beraber bir gazvede idi. Tehlîl, tekbir ve dua sesleri yüksek bir hale gelince, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ، ارْبَعُوا عَلَى أَنْفُسِكُمْ، فَإِنَّكُمْ لاَ تَدْعُونَ أَصَمَّ وَلاَ غَائِبًا، إِنَّهُ مَعَكُمْ، إِنَّهُ سَمِيعٌ قَرِيبٌ، تَبَارَكَ اسْمُهُ وَتَعَالَى جَدُّهُ .
“Ey insanlar! Kendinize acıyın! Sizler, sağır olan ve burada bulunmayan bir kimseye seslenmiyorsunuz. O sizinle beraberdir. O, her şeyi duymaktadır ve çok yakındır. İsmi ne mübarek ve şanı ne yücedir.”[4]
Müfessir tâbiî Katâde b. Diâme’den (v. 117/735) rivayet edildiğine göre, ayet-i kerimenin nüzul sebebi, sahâbe-i kiramın, “Ya ResulAllâh, Rabbimize ne şekilde dua edelim?” demiş olmalarıdır.[5]
Tâbiîn devri Mekke fıkıh mektebinin tanınmış temsilcisi, muhaddis ve müfessir Atâ b. Ebî Rebâh’a (v. 114/732) göre, sahâbe-i kiram, Hz. Peygamber’e, “Hangi saatte Allâh’a dua edelim?” diye sorduklarında, Allâh Teâlâ’nın bu ayeti indirdiği rivayet edilmektedir.[6]
Efendimiz’in (sas) amca oğlu ve çok hadis rivayet edenler arasında olan sahabi İbn Abbas’ın (ra) (v. 68/687) rivayetine göre ise, Medine halkının Yahudileri, “Ey Muhammed, senin Rabbin bizim dualarımızı nasıl işitir?” dediklerinde, bu ayet-i kerime nazil olmuştur.[7]
Bu rivayetlerden ve âyet-i kerimenin geliş şeklinden ortaya çıkan sonuç şudur:
Allâh Teâlâ’nın, (وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ) “Sana, kullarım Benden sorarlarsa, bilsinler ki Ben yakınım” ayeti, Efendimiz’e (sas), Allâh Teâlâ hakkında soru sorulmuş olduğuna delâlet ettiği açıktır. Dolayısı ile, ashabın ya da ehl-i kitabın bu konudaki soruları, Allâh’ın Zâtı, Sıfatları ya da Fiilleri ile ilgili olmak durumundadır.
Şayet soru, Allâh’ın Zâtı ile ilgili ise, Allâh’ın Zâtı bakımından, insanlara yakınlığını veya uzaklığını anlama kast edilmiş olur.
Şayet soru, “Allâh Teâlâ, bizim dualarımızı duyar mı?” manasında sorulmuş ise, Cenâb-ı Allâh’ın Sübûtî sıfatlarından “Semî” (her sözü duyan, her sesi işiten) sıfatı ile ilgilidir.
Şayet soru, Allâh Teâlâ’nın ne şekildeki dualara müsaade ettiği, yani Fiilleri ile ilgili ise, bu durumda şu hususlar anlaşılmak istenmiş olabilir:
1. Allâh (cc), bütün isimleri ile mi yoksa belli bazı isimleri ile mi dua etmemizi istemektedir?
2. Allâh (cc), kendisine sesli mi yoksa sessiz mi dua etmemizi istemektedir?
Bu soruların cevabını bir bütün olarak, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şu şekilde vermektedir:
قُلِ ادْعُوا اللَّهَ أَوِ ادْعُوا الرَّحْمَٰنَ ۖ أَيًّا مَّا تَدْعُوا فَلَهُ الْأَسْمَاءُ الْحُسْنَىٰ ۚ وَلَا تَجْهَرْ بِصَلَاتِكَ وَلَا تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذَٰلِكَ سَبِيلًا
“De ki: (Rabbinizi) İster Allâh diye çağırın ister Rahmân diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O’nundur. Namazında sesini pek yükseltme, çok da kısma. İkisi ortası bir yol tut.” (İsra, 17/110)
Ebû Musa el Eşarî’nin (ra) rivayetine göre, Resülullah (sas) ile birlikte bir seferden döndüklerinde, Müslümanlar seslerini yükselterek tekbir getirdiler. Bunun üzerine Resülullah (sas) şöyle buyurdu:
إِنَّكُمْ لاَ تُنَادُونَ أَصَمَّ وَلاَ غَائِبًا . وَالَّذِي تَدْعُونَهُ أَقْرَبُ إِلَى أَحَدِكُمْ مِنْ عُنُقِ رَاحِلَةِ أَحَدِكُمْ .
“Sizler, işitmeyene ya da uzaktakine nida etmiyorsunuz. Kendisine yakarışta bulunduğunuz (Allâh), sizinle bineklerinizin başı arasındadır (o derece yakındır).”[8]
Bir sahabi, “Ya ResulAllâh, kişinin nefsini tezkiye etmesi (temizlemesi) ne demektir?” diye sorduğunda, Efendimiz (sas) şöyle cevap buyurdular:
“Hangi halde olursa olsun, kişinin Allâh Azze ve Celle ile beraber olduğunu bilmesidir.”[9]
Ubade b. Samit’ten (ra) rivayet edilen benzer bir hadis-i şerifte de Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır:
“Kişinin en değerli imanı, hangi halde olursa olsun, Allâh Azze ve Celle’nin kendisi ile beraber olduğunu bilmesidir.”[10]
وَاِلٰى ثَمُودَ اَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُ هُوَ اَنْشَاَكُمْ مِنَ الْاَرْضِ وَاسْتَعْمَرَكُمْ فٖيهَا فَاسْتَغْفِرُوهُ ثُمَّ تُوبُوا اِلَيْهِ اِنَّ رَبّٖى قَرٖيبٌ مُجٖيبٌ
“Semud kavmine de kardeşleri Salih’i peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allâh’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yok. O, sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi yeryüzünün imarında görevli (ve buna donanımlı) kıldı. Öyle ise O’ndan bağışlanma dileyin. Sonra da O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır ve dualara cevap verendir.” (Hud, 11/61)
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin esmâ-i hüsnasından bir tanesi de “yakınlık” anlamına gelen “el-Karîb” ism-i kerîmidir. Bu ism-i kerîm, tecellisi itibarı ile iki kısımda mütalaa edilebilir. Birincisi, bütün varlığa şâmil olan genel yakınlık, ikincisi ise, başta peygamberân-ı izâm olmak üzere, bütün abidler, zahidler ve Rahmân’ın (cc) has kullarına olan özel yakınlık.
“El-Karîb” ism-i kerimi, esmâ-i hüsnâdan “el-Mücîb (istekleri karşılayan, ihtiyaçlara cevap veren, dua ve niyazları kabul eden), es-Semî’ (her sözü duyan, her sesi işiten), el-Basîr (her şeyi, bütün kâinâtı en mükemmel şekilde, noksansız olarak gören), el-Alîm (ilmi ezelî ve ebedî), el-Habîr (her şeyden haberdar olan), et-Tevvâb (kullarını günahtan vazgeçiren, tövbe yollarını kolaylaştıran ve tövbeleri kabul eden), el-Ğafûr (çok mağfiret eden, çok şefkat gösteren, bağışlayan, yarlıgayan) ve diğer esmâ-i hüsnâ ile anlam beraberliği içerisindedir. “El-Karîb” ism-i kerimi, aynı zamanda Allâh’ın (cc) fiilî sıfatlarındandır.
Rabbin yakınlığı başkadır, Rabbe yaklaşmaya çalışmak daha başkadır. Bu hakikati Kur’ân-ı Kerîm şöyle beyan eder:
كَلَّا لَا تُطِعْهُ وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ
“Hayır! Sen, sakın ona uyma. Secde et ve Rabbine yaklaş.” (Alak, 96/19)
Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayeti ile Resülullah (sas) bir kudsi hadiste, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin şöyle buyurduğunu belirtmektedir:
وَمَا تَقَرَّبَ إِلَىَّ عَبْدِي بِشَىْءٍ أَحَبَّ إِلَىَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ، وَمَا يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَىَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ، فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ، وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ، وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطُشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا، وَإِنْ سَأَلَنِي لأُعْطِيَنَّهُ، وَلَئِنِ اسْتَعَاذَنِي لأُعِيذَنَّهُ
“Kulumu Bana yaklaştıran en sevimli şeyler farzlardır. Ancak kulum, Bana nafile ibadetlerle de yaklaşır. Neticede, Ben onu severim. Ben kulumu sevince, artık onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum. Her ne istese, istediğini kesinlikle veririm. Bana sığınmak isterse, onu muhakkak korurum.”[11]
Hadis-i kudsî’de yer alan bazı kavramlar üzerinde kısaca durmaya çalışalım. Cenâb-ı Hakk’ın, yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği abdest, namaz, Ramazan orucu, hac ve zekât gibi yükümlülükler dini literatürde “farz” kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu fiilleri hür iradesiyle yerine getirenler, Allâh’a (cc) en güzel şekilde yaklaşmış olurlar. Ancak bu yaklaşmayı daha yukarıya çıkaran davranış, bilhassa farzların dışındaki, “ziyade, ilâve, fazlalık” gibi anlamlara da gelen nafile (tatavvu da denilir) ibadetlerdir. Kulun, nafile ibadetler ile Allâh’a (cc) yaklaşması, (يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ) “Allâh onları sever, onlar da Allâh’ı severler” (Maide, 5/54) âyet-i kerimesinde beyan buyurulan salih döngüyü meydana getirir.
Cenâb-ı Hak yukarıdaki hadis-i kudsîde, insandaki dört azayı zikretmektedir. Bu azalar, sırası ile kulak, göz, el ve ayaktır. Nafile ibadetlerle Allâh’a (cc) yaklaşmış bir kul, artık Rabbin istediği ve sevdiği tarzda dinlemeye ve işitmeye başlar. Mesela, başkalarının gıybetini yapmaz, kulaklarını bu tür yanlış dinlemelerde kullanmaz. Yine böyle bir kul, gözünü ve bakışlarını, Allâh’ın (cc) razı olduğu dairede tutar, gözlerini haram alanlara kapatır, helal daire ile sınırlandırır. Böyle bir kulun eli, helal dairede kalır, harama asla uzanmaz. Ayakları da hep Rabbin rızasını kazanacak şekilde yürür, yanlışa meyletmez.
Kulun, Rabbine nasıl yakın olabileceğinin işaretini barındıran, Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Resülullah (sas) şöyle buyurmaktadır:
أَقْرَبُ ما يَكونُ العَبْدُ مِن رَبِّهِ، وهو ساجِدٌ، فأكْثِرُوا الدُّعاءَ
“Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secdede bulunduğu haldir. Dolayısıyla (secde halindeyken) duayı çok yapın!”[12]
Secdede, insandaki kibrin ve büyüklenmenin yok edilişi, benlik davasının kırılıp yok oluşu vardır. İnsan benliği, bu şekildeki bir tevazua ancak secde hali ile ulaşabilir. Dolayısı ile secde, aslında benliğe ve onun sonu gelmez isteklerine karşı çıkış, hevâî arzu ve isteklerden uzaklaşma, netice itibarı ile de Rabbe (cc) yaklaşma, kalbin de huzur-u ilâhî ile mutmain hale gelmesi halidir.
Ebu Hüreyre rivayeti ile Efendimiz (sas) bir kudsî hadiste, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin şöyle buyurduğunu beyan etmektedir:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ ـ رضى الله عنه ـ قَالَ قَالَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم
يَقُولُ اللَّهُ تَعَالَى أَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي، وَأَنَا مَعَهُ إِذَا ذَكَرَنِي، فَإِنْ ذَكَرَنِي فِي نَفْسِهِ ذَكَرْتُهُ فِي نَفْسِي، وَإِنْ ذَكَرَنِي فِي مَلأٍ ذَكَرْتُهُ فِي مَلأٍ خَيْرٍ مِنْهُمْ، وَإِنْ تَقَرَّبَ إِلَىَّ بِشِبْرٍ تَقَرَّبْتُ إِلَيْهِ ذِرَاعًا، وَإِنْ تَقَرَّبَ إِلَىَّ ذِرَاعًا تَقَرَّبْتُ إِلَيْهِ بَاعًا، وَإِنْ أَتَانِي يَمْشِي أَتَيْتُهُ هَرْوَلَةً .
“Ben, kulumun benim hakkımdaki zannına göreyim. Kulum, beni zikretti mi onunla beraberim. Eğer, Beni nefsinde (gizlice) zikrederse, Ben de onu nefsimde (Zâtımda) zikrederim. Eğer, beni bir cemaat içinde zikrederse, Ben onu daha hayırlı bir cemiyet içerisinde zikrederim. Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir zira’ (dirsekten orta parmak ucuna kadar olan uzunluk ölçüsü) yaklaşırım. Bana bir zira’ yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç (gergin şekilde açılmış iki kolun parmak uçları arasındaki uzaklık) yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim.”[13]
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, bu kudsî hadis-i şerifte, kuluna yaklaşması ile ilgili, “karış, zira’, kulaç” gibi, duyular alemine ait örnekler vermektedir. Bu da bize, Rab Teâlâ’ya yönelişimizin ve karşılığının ne şekillerde olabileceğine dair oldukça önemli referanslar sunmaktadır. Allâh (cc), insanın kendisine yönelmesine, her daim kat be kat fazlalıklarla karşılık vereceğini müjdelemektedir.
Her mükellefin, Allâh’ın kullarına karîb (yakın) olduğunu, her hallerine şahit olduğunu, göklerde ve yerde hiçbir şeyin ona gizli kalmayacağını bilmesi vaciptir. Bu inançla kişi, Allâh’a (cc) farzlarla ve nafilelerle yakın olmaya çalışmalıdır.
3. (الرَّبُّ) ER-RAB (cc)

“Bütün varlığı yetkinlik noktasına varıncaya kadar kademe kademe inşa edip geliştiren, Mâlik, Seyyid, idare ve terbiye eden, gözeten ve koruyan, nimet vererek geliştiren Muslih ve yegane Mabud.”
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ
“Er-Rahmân, Er-Rahim Allâh’ın adıyla. Her türlü övgü, yalnızca bütün alemlerin Rabbi Allâh’a özgüdür.” (Fatiha, 1/1-2)
Yukarıda “Er-Rab” güzel isminin tanımında yer alan “Mâlik” kelimesi, evreni yaratan ve yöneten, “Seyyid” kelimesi hâkimiyetinde dengi ve benzeri bulunmayan, “Muslih” kelimesi, lütfettiği nimetler vasıtasıyla yaratılmışların halini düzeltip geliştiren, “Mabud” kelimesi ise, mükelleflerle ilgili bir muhteva taşımaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de ilâhî isim olarak Allâh lafza-i celâlinden sonra en çok kullanılan güzel isim “Er-Rab”dir.
“Er-Rab” güzel ismi, ulûhiyeti beyan için Kur’ân-ı Kerîm’in tamamında, Allâh lafza-i celâlinden sonra 967 yerde doğrudan Allâh’a (cc) nispet edilerek en çok kullanılan isimdir. Bu kullanım sıklığının sebepleri ile ilgili olarak; tevhîd akîdesinin tahkimi, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin güzel isimlerinin ve yüksek sıfatlarının tanıtılması, sonsuz kudret ve azametinin tefhimi, sahih akidenin tarsini, uluhiyete ait kavramsal çerçevenin ve kapsamın oluşturulması gibi hususları zikredebiliriz.
“Er-Rab” güzel ismi, bütünüyle Allâh’a (cc) özgü bir kavramdır ve yüce Allâh’ın en büyük isimlerinden birisidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de neredeyse bütün dua formları bu güzel isim ile başlar. Bu dualar, Er-Rab Allâh (cc) ile yaratılmış biz varlıklar arasındaki şefkat, merhamet ve Yüce Yaratıcıya olan ihtiyacımızı ve irtibat şeklimizi en güzel surette ifade etmektedirler. Ayrıca bu güzel isim, yukarıda da belirttiğimiz Kur’ân-ı Kerîm’de daha çok “Mâlik, Muslih, Hâlik, Hâdî, Râzık ve Ma’bud” anlamlarını yansıtmıştır.
“Er-Rab” güzel isminin anlam katmanlarını şu şekilde ifade etmemiz mümkündür:
1. “Er-Rab” güzel ismi, “Malik (sahip)” anlamına gelmektedir. Bu durumda, Kur’ân-ı Kerim’de kırk iki ayet-i kerimede yer alan, “alemlerin Rabb’i (sahibi)” tamlaması genel bir anlam ifade eder. Çünkü âlimlerin çoğu, “âlem” kelimesinin bütün varlıklar için geçerli olduğu görüşündedirler ve şu ayet-i kerimeler bu görüşü doğrulamaktadır:
فَاْتِیَا فِرْعَوْنَ فَقُولَا اِنَّا رَسُولُ رَبِّ الْعَالَمٖينَ
“Firavuna gidin, ’Şüphesiz biz âlemlerin Rabbinin elçisiyiz’ deyin.” (Şuara, 26/16)
قَالَ فِرْعَوْنُ وَمَا رَبُّ الْعَالَمٖينَ قَالَ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا اِنْ كُنْتُمْ مُوقِنٖينَ
“Firavun dedi ki: ‘(Ey Musa) Alemlerin Rabbi nedir?’ Musa (şöyle) dedi: ‘O, göklerin ve yerin ve her ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer gerçekten inanan kimselerseniz.” (Şuara, 26/23-24)
2. “Er-Rab”, “düzelten, iyileştiren, düzenleyen ve ayakta tutan” anlamlarına gelir. Bu nedenle, ilâhî kitapların gereklerini yerine getirerek insanları düzeltmeye ve hatalardan kurtarmaya çalışanlara “Rabbaniyyûn (Rabbânîler)” (Âl-i İmrân 3/79, 146; Mâide 5/44, 63) denilmiştir.
3. “Er-Rab”, kendisine ibadet edilen “mabud” anlamında kullanılır. Er-Rab güzel ismi, kabir azabını anlatan hadis-i şerifte, (مَن رَبُّكَ؟) “Rabb’in (mabudun) kim?”[14] şeklinde geçer.
4. “Er-Rab” güzel ismi, “terbiye (eğitme)” anlamına da gelmektedir. Buna göre Yüce Allâh, varlıkları yaratan, onları terbiye edip eğiten, işlerini düzelten, durumlarını iyileştiren, dünya ve ahiret işlerini idare eden ve onları daima gözetendir. O, her şeyi yaratandır. O’nun dışındaki her şey yaratılmıştır. Bütün insanlar O’nun kuludur. O, her şeyin Rabb’idir. O’nun plan ve programı, idare ve sevki olmadan hiçbir şey düzelmez. O’nun emri olmadan hiçbir şey varlığını devam ettiremez.
5. “Er-Rab” güzel ismi, “her şeyi egemenliğinde tutan Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, tasarruflarını tüm evrende kesintisiz bir şekilde gerçekleştirmesi” anlamına gelmektedir.
Hz. Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
لاَ يَقُولَنَّ أَحَدُكُمْ عَبْدِي وَأَمَتِي وَلاَ يَقُولَنَّ الْمَمْلُوكُ رَبِّي وَرَبَّتِي وَلْيَقُلِ الْمَالِكُ فَتَاىَ وَفَتَاتِي وَلْيَقُلِ الْمَمْلُوكُ سَيِّدِي وَسَيِّدَتِي فَإِنَّكُمُ الْمَمْلُوكُونَ وَالرَّبُّ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ .
“(Sizden) Biriniz sahibi olduğu kimseye, ‘kulum, cariyem’ demesin, köle olan kimseler de (sahiplerine), ‘Rabbim’ demesin. Sahip olan (sorumluluğunu taşıdığı kimseye), ‘oğlum, kızım’ diye hitap etsin. Kendisine sahip olunan kimse de (âmirine), ‘efendim’ diye hitap etsin. Çünkü sizler kölesiniz, fakat Rabbiniz (size rızık veren, besleyip büyüten) Aziz ve Celil Allâh’tır (başkası değil).”[15]
Varlıkların işlerini düzenleyen, onları koruyup gözeten, durumlarını düzelten ve iyileştiren yönüyle Er-Rab, Allâh’ın (cc) fiilî sıfatlarından; mülk sahibi ve efendi olması yönüyle de Allâh’ın (cc) zatî sıfatlarından sayılır.
Mütekaddimîn devri Eş’ariyye kelâmcısı ve Şâfiî fakihi Ebû Abdullah el-Ḥalîmî (v. 403/1012), El-Minhâc fî Şuabi’l-İman adlı eserinde Cenâb-ı Hakk’ın “Er-Rab” güzel ismini şöyle açıklamaktadır:
“Er-Rab, yarattığı her şeyi olgunlaştırıp onu takdir ettiği kemâle erdirendir. Buna göre; O (cc), spermayı bel kemiği ile kaburgaların arasından çıkarıp anne rahminde döllendiren, sonra onu bir kan pıhtısı hâline, ardından da bir et parçasına dönüştüren, sonra onu kemik hâline getiren, sonra kemiğe et giydiren, sonra anne karnında bedenine ruh veren, sonra onu başka bir varlık olarak küçük ve zayıf bir halde annesinin karnından çıkaran, sonra büyüyünceye kadar onu çocukluk ve gençlik gibi çeşitli evrelerden geçiren, ardından olgunlaştıran, sonra ihtiyarlatan ve bu dünya hayatına son veren varlıktır. Allâh’ın yarattığı bütün varlıklar böyledir. Doğar, büyür ve ölürler. Bu süreçte onları ayakta tutan ve kendilerine hayat veren O’dur. Allâh kendisinin belirlediği şekilde her varlığa bir biçim vermiştir. O, insanların bedenlerini dilediği şekilde yaratan, onlara bir süre belirleyip ardından varlıklarına son verendir.”[16]
Rububiyet, malik bulunma, mevcudatın maslahatını düzenleme ve koruma, varlığı kemale erdirme ve sebepleri yaratmadır. Cenâb-ı Hakk’ın kesintisiz bir şekilde bütün varlık dünyasına, muhtaç oldukları unsurları lütfetmesi, hepsini besleyip büyütmesi, idare edip rızıklandırmasıdır. Tevhid-i Rububiyet, Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini, görebildiğimiz ve göremediğimiz bütün düzenleyiciliği ile Rab kabul etmedir. Tevhid-i Rububiyet’in anlamına vakıf olan kimse, Allâh’tan (cc) başka bir fail görmekten, amellerini, manevi füyuzatlarını ve makamlarını, hatta kendi varlığını bile mülahaza etmekten uzaktır. “El-Vâhid” Allâh (cc), Uluhiyetinde ortağı bulunmadığı gibi Rububiyetinde, mülkü içerisinde yer alan şu mevcudat alanında, varlık dünyasındaki en küçük bir zerrede bile ortağı bulunmayandır.
En güzel kıssanın büyük kahramanı Yusuf (as) şu soruyu sormakta ve tevhid-i rububiyet’e şöyle dikkat çekmektedir:
ءَاَرْبَابٌ مُتَفَرِّقُونَ خَيْرٌ اَمِ اللّٰهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ
“Ayrı ayrı birçok Rabler mi hayırlıdır, yoksa Vâhid ve Kahhâr Allâh mı?” (Yusuf, 12/39)
Her Müslüman, kendisi için gerçekte Allâh’tan başka Rab olmadığını bilmelidir. Buradan hareketle, elinin altında bulunan, eğitim ve bakımı kendisine bağlı olanlara güzel davranmalı, onları en iyi şekilde yetiştirmeye, ihtiyaçlarını karşılamaya ve işlerini düzene sokmaya çalışmalıdır. Böylece onları yavaş yavaş yükseltmeli, gelişmelerine yardımcı olmalı ve Allâh’ın kendisini koruyup gözettiği gibi o da, onları koruyup gözetmelidir.
4. (الْمُبِينُ) EL-MÜBÎN (cc)

“Varlığı, birliği, azameti ve yüceliği tamamıyla ve şüphesiz açık.”
يَوْمَئِذٍ يُوَفّٖيهِمُ اللّٰهُ دٖينَهُمُ الْحَقَّ وَيَعْلَمُونَ اَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْحَقُّ الْمُبٖينُ
“O gün Allâh, onlara kesinleşmiş cezalarını tastamam verecek ve onlar Allâh’ın apaçık bir gerçek olduğunu bileceklerdir.” (Nur, 24/25)
Zeccacî, şöyle diyor: “El-Mübîn” “ebâne / açıkladı” fiilinin ism-i failidir. Beyanı da söz veya fiille olur. Allâh Teâlâ, kullarına rüşt yollarını, sevabını veya cezasını gerektirecek amelleri, onlara neyi yapıp neyi yapmayacaklarını açıklayan, beyan edendir. O’nun (cc) kelamı da beyandır. Allâh Teâlâ’nın, “Rahman. Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı öğretti” (Rahman, 55/1-4) buyruğundaki “beyan” kelimesi de O’nun (cc) yüce kelamı şeklinde yorumlanmıştır.[17]
Birey, Allâh’ın (cc) ve şanlı resulünün (sas) doğruyu açıkça beyan etmeleri gibi, elinden geldiğince doğruları beyan etmeli, diğer konularda olduğu gibi bu hususta da Allâh’ın (cc) ve Resulünün (sas) adabıyla teeddüp etmelidir. İnsanlara ulaştırdıkları hakikatlerden dolayı Resullerin (ase) bir ücret istemedikleri gibi, Müslüman bir şahsiyet de gerçekleri beyanı sebebi ile Allâh’ın (cc) rızası dışında maddi bir beklenti içerisinde olmamalıdır.
5. (الشَّدِيدُ) EŞ-ŞEDÎD (cc)

“Çok şiddetli, sonsuz kuvvetli, cezası idraklerin kavrayamayacağı kadar çetin.”
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَادًا يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا اَشَدُّ حُبًّا لِلّٰهِ وَلَوْ يَرَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَمٖيعًا وَاَنَّ اللّٰهَ شَدٖيدُ الْعَذَابِ
“İnsanlar arasında Allâh’ı bırakıp da O’na ortak koşanlar vardır. Onları, Allâh’ı severcesine severler. Müminlerin Allâh’a olan sevgisi daha güçlü bir sevgidir. Keşke (Allâh’a ortak koşarak nefislerine) zulmedenler, azabı gördükleri anda muhakkak bütün kuvvet ve kudretin Allâh’a ait ve azabının da şiddetli olacağı gerçeğini (daha bu dünyada iken) kavramış olsalardı.” (Bakara, 2/165)
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ شَدٖيدُ الْعِقَابِ
“Allâh’a yönelik sorumluluğunuzun bilincine varın (hac ahkâmını koruyun) ve bilin ki, Allâh’ın azabı şiddetlidir.” (Bakara, 2/196)
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin yüksek bir sıfatı da “Eş-Şedîd”dir. Bu yüksek sıfatın anlamı son derece açıktır. Allâh (cc), inkarcıları inkarları, günahkarları da günahları nedeniyle çetin ve şiddetli bir şekilde cezalandıracaktır. Allâh (cc) yanlış yapan kullarını, yasaklanan fiilleri işledikleri veya emredilen fiilleri yapmadıkları için cezalandıracaktır. Dilediğinin cezasını bu dünyada verecek, dilediğinin cezasını da âhirete erteleyecektir.
Peygamberlerin (ase), Allâh dostlarının ve arınmış salih kulların başlarına gelen felaketler, musibetler ve sıkıntılar, onlar için bir ceza anlamı taşımamaktadır. Allâh’ın (cc), küfür, nifak ve günah işlemekten koruduğu, kalplerine imanı sevdirdiği, yakîn nuru ile kendilerini aydınlattığı kimselerin başlarına gelen musibetler, sıkıntı ve zararlar Allâh’ın (cc) bu kimselere bir ikramıdır. Bu tür sıkıntılarla Allâh (cc), onları daha da arındırmakta, nurlarını arttırmakta ve Kendisine daha da yaklaştırmaktadır.
Bu yüzden olsa gerek, Sa’d bin Ebi Vakkas’tan (ra) rivayete göre, Efendimiz (sas) şöyle buyurmuşlardır:
“Resülullah’a (sas) sordum: “İnsanların hangisinin belası daha şiddetlidir?” Şöyle cevap buyurdular:
الأَنْبِيَاءُ ثُمَّ الأَمْثَلُ فَالأَمْثَلُ فَيُبْتَلَى الرَّجُلُ عَلَى حَسَبِ دِينِهِ فَإِنْ كَانَ دِينُهُ صُلْبًا اشْتَدَّ بَلاَؤُهُ وَإِنْ كَانَ فِي دِينِهِ رِقَّةٌ ابْتُلِيَ عَلَى حَسَبِ دِينِهِ فَمَا يَبْرَحُ الْبَلاَءُ بِالْعَبْدِ حَتَّى يَتْرُكَهُ يَمْشِي عَلَى الأَرْضِ مَا عَلَيْهِ خَطِيئَةٌ
“Peygamberler, onların peşinden (yaşantı olarak Peygambere) yakın olanlar, sonra onlara yakın olanlar. Kişi dindarlığı oranında belayı uğrar. Dininde sağlam ise, belası daha da şiddetlenir. Dininde zayıf ise, dindarlığı oranında belaya uğrar. Kul, dünyada üzerinde günah kalmayıncaya kadar, belalar onun peşini bırakmaz.”[18]
Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ait bu yüksek “Şedîd / Şiddetli” sıfatı, Kur’ân-ı Kerîm’deki kullanım alanı itibarı ile, (شَدٖيدُ الْعِقَابِ) “Cezalandırması çok şiddetli” (Bakara, 2/165, 211; Ali İmran, 3/11; Maide, 5/2, 98; Enfal, 8/13, 25, 48, 52; Rad, 13/6; Mümin, 40/3, 22; Haşir, 59/4, 7), (شَدٖيدُ الْمِحَالِ) “Azabı, cezası pek kuvvetli” (Rad, 13/13), (شَدٖيدُ الْعَذَابِ) “Azabı şiddetli” (Bakara, 2/165; Yunus, 10/70; İbrahim, 14/7) ve (اِنَّ بَطْشَ رَبِّكَ لَشَدٖيدٌ) “Hiç şüphesiz, Rabbinin kıskıvrak tutup yakalaması pek çetindir” (Büruc, 85/12) gibi genel olarak “azabına, kuvvetine (Enfal, 8/52; Mümin, 40/3), ikâbına (cezalandırmasına) ve kıskıvrak yakalamasına” yönelik bir anlam taşır.
Ebu Musa’dan (ra) rivayetle Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
. إنَّ اللَّهَ لَيُمْلِي لِلظَّالِمِ، حتَّى إِذا أخَذَهُ لَمْ يُفْلِتْهُ
“Allâh (cc), zalime muhakkak ki mühlet verir verir. Ancak onu yakaladığı zaman, asla bırakmaz.”[19]
Bu sözlerini söyledikten sonra Resülullah (sas) şu ayet-i kerimeyi tilavet buyurmuştur:
وَكَذٰلِكَ اَخْذُ رَبِّكَ اِذَا اَخَذَ الْقُرٰى وَهِىَ ظَالِمَةٌ اِنَّ اَخْذَهُ اَلٖيمٌ شَدٖيدٌ
“İşte Rabbin, zulüm kentlerini yakaladığı zaman, böyle yakalar. Doğrusu O’nun cezalandırması çok acıklıdır, pek şiddetlidir.” (Hud, 11/102)
Bu ayet-i kerime, bütün zalim toplumların, bir başkasına veya işlediği bir günahla benliğine zulmeden herkesin, davranışları ile ilgili tehlikeli ve vahim sonuçlara karşı şimdiden dikkatli olmaya çağırmakta, en yüksek seviyede uyarmaktadır.
Şiddet ve kuvvet bütünüyle Allâh’a (cc) ait yüksek bir sıfattır. Ebu Hüreyre (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas), insanlardaki şiddet halini hassas ve incelikli bir tarzda, üç temel güçten birisi olan öfke halinin kontrolü ile özdeşleştirir ve şöyle buyurur:
. لَيْسَ الشَّدِيدُ بِالصُّرَعَةِ، إِنَّمَا الشَّدِيدُ الَّذِي يَمْلِكُ نَفْسَهُ عِنْدَ الْغَضَبِ
“Gerçek şiddetli (güçlü, kuvvetli), rakiplerini yere seren kimse değildir. Gerçek şiddetli kimse, ancak öfke anında kendisine hakim olan kimsedir.”[20]
Bu açıdan her Müslüman, öncelikle şiddete bulaşmaktan kaçınmalı, öfke halini mutlaka kontrol altında tutmalı, aynı zamanda gerçek “Eş-Şedîd” yüksek ismi ve sıfatının Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ait bulunduğu bilincini kendisinde yerleştirmelidir. Yüce Allâh’ın (cc), şiddetle çarpmasından, kıskıvrak yakalamasından ve çetin bir şekilde cezalandırmasından endişe ederek, davranışlarını maruf eksenli kontrol altına alarak, rıza yörüngeli düzgün ve müstakim bir hayatı yaşama iradesini göstermelidir.
İnşâAllâh bir sonraki yazıda esmâ-i hüsnâdan; 6. (الْوَاقِي) EL-VÂKÎ, 7. (الْفَاطِرُ) EL-FÂTIR, 8. (الْمُعْطِي) EL-MU’TÎ, 9. (الْكَافِي) EL-KÂFÎ, 10. (الصَّادِقُ) ES-SÂDIK ve 11. (أَحَدُ) EHAD güzel isimleri ile tamamlamış olacağız.
[1] İbn Mâce, Dua, 10 (3861).
[2] Müslim, İman, 91 (147); İbn Hibban, Sahih, 12/280 (5466); Tirmizi, Birr, 61 (1999).
[3] İbnu Hacer el-Askalânî, Lisanu’l-Mîzân, 4/327 (Eski baskılarda, 3/195), Hadis no: 3936, Beyrut-2002.
[4] Buhari, Cihad, 131 (2992); Müslim, Zikir, 44 (2704); Ebu Davud, Salat, 361 (1526).
[5] Taberi, Câmiu’l-Beyân, 3/225 (Tahkik: et-Türkî), Daru Hicr, Kahire-2001.
[6] Age, 3/224.
[7] Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl, 2/204, Dâru Tayyibe, Riyad-1409; Hazin, Lübâbu’t-Te’vîl, 2/264, Matbaa-i Amire-1318.
[8] Müslim, Zikir, 44 (2704); Tirmizi, Daavât, 58 (3461).
[9] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 4/161 (7275); Taberânî, el-Mu’cemu’s-Sağîr, 1/201.
[10] Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, s. 398.
[11] Buhari, Rikâk, 38 (6502).
[12] Müslim, Salat, 215 (482); Ebu Dâvud, Salat, 152 (875).
[13] Buhari, Tevhid, 15 (7405); Müslim, Zikir, 1 (2675).
[14] Müslim, Cennet, 73 (2871); Tirmizi, Tefsir, 15 (3120).
[15] Ebu Davud, Edeb, 83 (4975).
[16] Ebû Abdullah el-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc fî Şuabi’l-İman, 1/205, (Thk. Muhammed Fude), Daru’l-Fikr. 1979.
[17] Ebu’l-Kâsım Abdurrahman b. İshâk ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, ss. 180-181, (Thk. A. Hüseyin Mübarek), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-1986.
[18] Tirmizi, Zühd, 56 (2398); İbn Mâce, Fiten, 23 (4023).
[19] Buhari, Tefsir, 11 (4686); Müslim, Bir, 60 (2583).
[20] Buhari, Edeb, 75 (6114); Müslim, Bir, 106 (2609).