ALLÂH’ın (cc) Esmâ-i Hüsnâsı (49-64)

Musa Kâzım GÜLÇÜR

8 / 10 / 2021

İçindekiler

49. (اَلْمَجِيدُ) “EL-MECÎD” (cc)

50. (اَلْبَاعِثُ) “EL-BÂİS” (cc)

51. (اَلشَّهِيدُ) “EŞ-ŞEHÎD” (cc)

52. (اَلْحَقُّ) “EL-HAK” (cc)

53. (اَلْوَكِيلُ) “EL-VEKÎL” (cc)

54. (اَلْقَوِيُّ) “EL-KAVΔ (cc)

55. (اَلْمَتِينُ) “EL-METÎN” (cc)

56. (اَلْوَلِيُّ) “EL-VELΔ (cc)

57. (اَلْحَمِيدُ) “EL-HAMÎD” (cc)

58. (اَلْمُحْصِي) “EL-MUHSΔ (cc)

59. (اَلْمُبْدِئُ) “EL-MÜBDİ” (cc)

60. (اَلْمُعِيدُ) “EL-MUÎD” (cc)

61. (اَلْمُحْيِي) “EL-MUHYΔ (cc)

62. (اَلْمُمِيتُ) “EL-MÜMÎT” (cc)

63. (اَلْحَیُّ) “EL-HAYY” (cc)

64. (اَلْقَيُّومُ) “EL-KAYYÛM” (cc)


 
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم

بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

والحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ نُورِ الْأَنْوَارِ وَسِرِّ الْأَسْرَارِ وَسَيِّدِ الْأَبْرَارِ وَزَيْنِ الُمرْسَلِينَ الْأَخْيَارِ وَأَكْرَمِ مَنْ أَظْلَمَ عَلَيْهِ اللَّيْلُوَأَشْرَقَ عَلَيْهِ النَّهَارُ، وَعَدَدَ مَا نَزَلَ مِنْ أَوَّلِ الدُّنْيَا إِلَى آخِرِهَا مِنْ قَطْرِ الْأَمْطَارِ وَعَدَدَ مَا نَبَتَ مِنْ أَوَّلِ الدُّنْيَا إِلَى آخِرِهَا مِنَ النَّبَاتِ وَالْأَشْجَارِ، صَلَاةً دَائِمَةً بِدَوَامِ مُلْكِ اللَّـهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ

رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ، وَبِهِ الْعَوْنُ

Ezelden ebede kadar, bütün olmuş ve olacak hamd ve senalar, tam ve kemaliyle, âlemlerin yegâne Yaratıcısı, yöneteni ve kemale erdiricisi Allâh’ındır. Hüsn-ü âkıbet de müttakîler içindir. Allâhım ! Nurların nuru, sırların sırrı, ebrârın Efendisi, seçkin resullerin süsü, gecenin üzerine karardığı ve gündüzün aydınlattıklarının en keremlisi Efendimiz Muhammed’e, dünyanın ilk anından son vaktine değin inen yağmur taneleri, bitkiler ve bütün ağaçlarda bitenlerin sayısınca, Vâhid ve Kahhâr Allâh’ın mülkü devam ettikçe devam eden salât eyle.

Allâh’ın (cc) Esmâ-i Hüsnâsı (49-64)

49. (اَلْمَجِيدُ) “EL-MECÎD” (cc)

“Yüceliğine ve büyüklüğüne erişilemeyen, en güzel huyları ilham eden, her işin en iyisini, en güzelini yaptığı için övülüp sevilen, lütuf ve ikramı sonsuz, şan ve şeref sâhibi.”

El-Mecîd” güzel ismi, Allâh’ın (cc) kemâl sıfatlarının sonsuzluğunu, sayılamazlığını, kerem ve ihsanının akıllara durgunluk veren genişliğini, bu sıfatların ve isimlerin yaratılmışlar için olmadığını, ilâhî icraat ve fiillerin sınırsızlığını içermektedir.

(اِنَّهُ حَمٖيدٌ مَجٖيدٌ)

Şüphesiz O (Allâh) Hamîd’dir (kullarının kendisine hamd etmesini gerektiren hususları lütfeden, kulları tarafından da ebediyete kadar övülen ve kemal sıfatları zikredilerek kendisine hamd edilendir), Mecîd’dir (yüceliğine ve büyüklüğüne erişilemeyen, en güzel huyları ilham eden, her işin en iyisini, en güzelini yaptığı için övülüp sevilen, lütuf ve ikramı bol, şan ve şeref sâhibidir).” (Hud, 11/73)

(ذُو الْعَرْشِ الْمَجٖيدُ)

Arşın sahibidir, El-Mecîd’dir (yüceliğine ve büyüklüğüne erişilemeyen, en güzel huyları ilham eden, her işin en iyisini, en güzelini yaptığı için övülüp sevilen, lütuf ve ikramı bol, şan ve şeref sâhibidir).” (Büruc, 85/15)

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin “El-Mecîd” güzel ismi ile ilgili anlamı kavrayabilmemize imkan vermesi itibarı ile, Efendimiz’den (sas) bizlere ulaşan uzun bir rivayetten, konumuzla ilgili kısa bir kesiti aktarmak istiyoruz:

Bir gün Ebu Zer (ra) mescide girer ve Efendimiz’in (sas) orada tek başına oturduğunu görür. Efendimiz (sas) ona:

Ya Ebu Zer, mescid için tahiyye (namaz) gerekir. Kalk ve iki rekât namaz kıl” buyurur.

Ebu Zer (ra) hazretleri, iki rekât “tahiyyetü’l-mescid” namazını kıldıktan sonra, Efendimiz (sas) ile aralarında uzun bir sohbet başlar. Biz bu sohbetten konumuzla ilgili olan kısa bir kesitini nakledeceğiz. Efendimiz (sas), akli mukayeseye imkân verecek bir tarzda arş, kürsî ve yedi kat göklerle ilgili olarak Ebu Zer Hazretlerine (ra) şöyle buyururlar:

ما السماوات السبع مع الكرسي إلا كحلقة ملقاة بأرض فلاة وفضل العرش على الكرسي كفضل الفلاة على الحلقة

Yâ Eba Zer! Yedi göğün Kürsî’ye olan nispeti, geniş bir çöle atılmış yüzük halkası gibidir. Arşın, Kürsî’ye olan nispeti de bu geniş çölün, yüzük halkasına olan büyüklüğü gibidir.[1]

İşte, bu genişlikteki Arş’ın sahibi Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, “El-Mecîd”dir.

Namazlarda, son oturuşta tahiyye duasından sonra okunan, “Allâhümme salli” ve “Allâhümme bârik” salavatları, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin iki güzel, “Hamîd” ve “Mecîd” isimleriyle sona ermektedir.

El-Hamîd” ve “El-Mecîd” güzel isimlerinin, Efendimiz’e (sas) ve şerefli ev halkına salât ve selâmın hemen akabinde zikredilmesi, Yüce Allâh’ın şu buyruğuna oldukça uygunluk oluşturmaktadır:

قَالُوا اَتَعْجَبٖينَ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِ رَحْمَتُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ اَهْلَ الْبَيْتِ اِنَّهُ حَمٖيدٌ مَجٖيدٌ

“(Melekler) Allâh’ın emrine mi şaşırıyorsun? Allâh’ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun ey (Peygamber ocağının) ev halkı! Şüphesiz O (Allâh), Hamîd’dir (övülmeye en lâyıktır), Mecîd’dir (şanı sonsuz yücedir)dediler.” (Hud, 11/73)

Efendimiz’e (sas) salât ve selam getirme, Yüce Allâh’ı övme, O’na (cc) çok yüksek seviyede saygı gösterme, dilin daima O’nu (cc) anma ile meşguliyeti, muhabbetullahın ve kurbiyetin alametleri olmaktadır. Bu durumda, salât ve selam Allâh’a (cc) hamdi ve mecdi de kapsamış olmaktadır. Namazındaki salât ve selamlar ile kişi, sanki hamdini ve mecdini artırmasını Yüce Allâh’tan talep etmiş gibidir.

İbn Abbâs’tan (ra) yapılan bir rivayete göre, Efendimiz (sas), bir gece vakti namaz için kalktığında, yapmış olduğu uzunca bir duanın son kısmında, Cenâb-ı Allâh’ı “Mecd” sıfatı ile zikrederek şu şekilde tesbih etmiştir:

سُبْحَانَ الَّذِي تَعَطَّفَ الْعِزَّ وَقَالَ بِهِ سُبْحَانَ الَّذِي لَبِسَ الْمَجْدَ وَتَكَرَّمَ بِهِ سُبْحَانَ الَّذِي لاَ يَنْبَغِي التَّسْبِيحُ إِلاَّ لَهُ سُبْحَانَ ذِي الْفَضْلِ وَالنِّعَمِ سُبْحَانَ ذِي الْمَجْدِ وَالْكَرَمِ سُبْحَانَ ذِي الْجَلاَلِ وَالإِكْرَامِ

Her türlü güç ve kuvvete (El-İzz) bürünen Allâh’ım, Seni her türlü eksiklikten tenzih ederim. Büyüklük (El-Mecd) ve ikram sahibi Rabbimi her türlü eksiklikten tenzih ederim. Tenzih edilmeye sadece kendisi layık Zat’ı tenzih ederim. Bol bağış ve nimetlerin sahibini tenzih ederim. Büyüklük (El-Mecd) ve ikramların sahibini tenzih ederim. Celâl ve ikram sahibi Allâh’ı her türlü eksiklikten tenzih ederim.[2]

Gazzâlî şöyle diyor:

“Allâh’ın zatı en yücedir. Bütün fiilleri güzeldir. Bağışı, ihsan ve ikramı pek ziyadedir. Sanki zatın yüceliği ile fiillerin yüksek güzelliği bir araya gelince “mecd” sıfatı ortaya çıkmaktadır. Her ikisi de Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinde bulunduğu için, O “Mâcid”dir. Fakat “El-Mecîd” güzel ismi mübalağa ifade ettiği için, “Mâcid”den daha kapsamlıdır. Allâh (cc), “El-Celîl (ululuk ve celâl sâhibi, yüce, âli), “El-Vehhâb” (çok bağışlayan, çok veren, kullarına çeşitli nimetler bağışlayan), “El-Kerîm” (vaat ve vaîdini yerine getiren, çok verici, lütuf ve ihsanı bol, kendisine sığınanı geri çevirmeyen) güzel isimlerini “El-Mecîd” güzel isminde cem etmiştir.”[3]

Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, “El-Mecîd” güzel ismi ile ilgili şu hükümlere ulaşmaktadır:

1. Allâh (cc), yüceliği ve üstünlüğü itibarı ile, eşsiz ve emsalsiz şekilde bütün varlıktan ayrıdır.

2. O’nu (cc), ret ve uzak yapma bütünüyle muhaldir.

3. Zem gerektiren hususlarda, O’nun kudreti görülmeye çalışılmaz.

4. Emrettiği şeyin dışında herhangi bir şey gerçekleşmez, aşağıladığı bir şey övülmez.[4]

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, sonsuz yükseklikteki makamı, sonsuz güç ve kudreti, akılların idrakine ulaşamayacağı sonsuz güzellikteki lütfu ve ihsanları ile, en güzel fiillerin ve sıfatların sahibi, hataları ve kusurları affedip bağışlayan, sevapları ve iyilikleri katları ile karşılayan, mülkündeki otoritesi sonsuz ve Zât’ı en şereflidir. Çünkü sonsuz güzel fiilleri ve yüksek sıfatları, sonsuz ihsanı ve lütufları ile birleşiktir. “El-Mecîd” güzel ismi Cenâb-ı Hakk’ın fiil sıfatlarındandır.

El-Mecîd” güzel isminin anlamını kavrayan bir mümin, kendi nefsinde güzel hasletleri artırmaya, kötü olanları temizlemeye, emir ve yasaklar dairesinden çıkmamaya özen gösterir. Böyle bir kul, Yaratan Rabbini her daim temcîd eder, rızasını netice veren davranışlara yönelir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine dualarında, bizlere bildirdiği esmâ-i hüsnâsını geniş bir çerçevede görmeye çalışır. İnsan zihni genelde tek bir pencereden bakmaya alıştığı için, mesela şifâ talebinde “Eş-Şâfî”, genişlik talebinde “El-Vâsi”, rızık talebinde “Er-Râzık” güzel isimleri ile dua etmeye yönelir. Ancak, bundan daha üst bir dua seviyesi ise, yukarıdaki hadis-i şerifte olduğu gibi, güzel isimleri çoklu bir şekilde nazara alarak dua etmedir.

50. (اَلْبَاعِثُ) “EL-BÂİS” (cc)

“Peygamberler (ase) gönderen, kıyamet ile ölenleri dirilten, insanları kabirlerinden kaldıran ve gönüllerde saklı olanları meydana çıkaran.”

وَاَنَّ السَّاعَةَ اٰتِيَةٌ لَا رَيْبَ فٖيهَا وَاَنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ مَنْ فِى الْقُبُورِ

Kıyamet muhakkak gelecektir, bunda hiç şüphe yoktur ve Allâh, bütün kabirlerde olan kimseleri diriltecektir (bunda da şüphe yoktur).” (Hac, 22/7)

وَلَقَدْ بَعَثْنَا فٖى كُلِّ اُمَّةٍ رَسُولًا اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَ

Ant olsun biz, her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının’ diye peygamber gönderdik.” (Nahl, 16/36)

El-Bâis” güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de geçmemekle birlikte, aynı kökten türeyen elliyi aşkın kelime, fiil olarak Allâh’a (cc) nispet edilmiştir.

Ba’s” kelimesi sözlükte, “birini kaldırıp harekete geçirmek, uykudan uyandırmak, yeniden diriltmek” gibi manalara gelmekte,[5] bazı alimlere göre de “ba’s” kelimesi, “meâd” ve “haşir” kelimeleriyle aynı anlama gelmektedir. Ancak “ba’s” kelimesi ıstılahta daha çok, “Allâh’ın (cc) kıyamet gününde canlıları kabirlerinden çıkararak tekrar diriltmesi, Ahiret hayatını başlatması ve onları yeni bir hayata göndermesi” anlamında görülmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, “ba’s” kelimesi otuz üç yerde “yeniden diriltilişi” beyan etmek üzere gelmiştir. “Ba’s” (yeniden diriltiliş), inanılması gereken altı temel iman rüknü kapsamında yer almaktadır. Efendimiz (sas), Cibril-i Emîn’e (as), iman rükünlerini sayarken “ahiret gününe (yeniden diriltilişe) inanma”yı beşinci sırada saymıştır.[6]

Kur’ân-ı Kerîm’de, ba’sın (yeniden diriltilişin) imkânına yönelik ayet-i kerimeleri şu genel tasnif içerisinde görebiliriz:

1. Varlığı ilk defa vücuda getiren Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin ikinci defa meydana getirmesi, -insan zihni ve bakış açısı itibarı ile- daha kolaydır (Rum, 30/27; Meryem, 19/7-9).

2. Daha büyüğünü yapmaktan yorulmayan Kudret-i kâhira, nispeten küçük olana elbette evleviyetle güç yetirecek, yeniden yapacaktır (Ahkâf, 46/33; Naziat, 79/27).

3. Yeryüzünü ölümünden sonra dirilten, yeniden diriltilişi de elbette gerçekleştirecektir. Bir insanın bu hususu anlayabilmesi için baharda her tarafın yemyeşil olmasını düşünmesi ahirete imanı için yeterli bir delildir (Rum, 30/19, 50; Fatır, 35/9).

اَوْ كَالَّذٖى مَرَّ عَلٰى قَرْيَةٍ وَهِىَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَا قَالَ اَنّٰى يُحْيٖ هٰذِهِ اللّٰهُ بَعْدَ مَوْتِهَا فَاَمَاتَهُ اللّٰهُ مِائَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُ قَالَ كَمْ لَبِثْتَ قَالَ لَبِثْتُ يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ قَالَ بَلْ لَبِثْتَ مِائَةَ عَامٍ فَانْظُرْ اِلٰى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْ وَانْظُرْ اِلٰى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ اٰيَةً لِلنَّاسِ وَانْظُرْ اِلَى الْعِظَامِ كَيْفَ نُنْشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْمًا فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ قَالَ اَعْلَمُ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ

Altı üstüne gelmiş (ıpıssız duran) bir şehre uğrayan kimse gibisini gördün mü? O kimse, ‘Allâh, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?’ demişti. (Bu söz ile, ölülerin nasıl diriltildiğini bilme konusundaki acziyet itiraf edilmekte ve ölüleri yeniden diriltecek Yüce Kudret tazim edilmektedir. Ayet-i kerimede sözü edilen şehir, Buhtnassar [II. Nabukodonosor, M.Ö. 605-562] tarafından harabe haline getirilmiş olan Beyt-i Makdis’tir. Diğer bir görüşe göre ise binlerce kişinin bulaşıcı hastalıktan meydana gelen ölümler korkusuyla yurtlarından çıktığı bir şehirdir.) Bunun üzerine, Allâh o kişiyi öldürüp yüzyıl ölü halde bıraktı, sonra diriltti ve ona sordu: ‘Ne kadar kaldın?’ O kimse, ‘Bir gün veya bir günden daha az kaldım’ diye cevap verdi. Allâh, şöyle dedi: ‘Hayır, yüz sene kaldın. Böyle iken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz değişmemiş. Bir de (şu çürümüş vaziyetteki) eşeğine bak! (Nasıl da kemikleri darmadağın olmuş! Böyle yapmamız) Seni insanlara ibret belgesi kılmamız içindir (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik. Eşeğin) Kemiklerine bak, onu nasıl hareket ettiriyor, terkip etmek üzere üst üste getiriyoruz?’ Allâh’ın her şeye kadir olduğu kendisine apaçık belli olunca, ‘Şimdi, biliyorum ki, şüphesiz Allâh’ın gücü her şeye hakkıyla yeter’ dedi.” (Bakara, 2/259)

Kur’ân-ı Kerîm, burada şehre uğrayan ve Allâh tarafından bir mucize olarak yüz yıl uyutulup yeniden dirilttiği kimse ile ilgili bir isim tasrihi yapmamıştır. Fakat önemli müfessirler, rivayetlere dayanarak bu ismin Üzeyir (as) olabileceğini kabul etmişlerdir. Bir sonraki ayet-i kerimede, aynı konunun manevi tenasüp dediğimiz benzer bir anlatım üslubu içerisinde, İbrahim (as) peygamber hakkında beyan edilmesi, bu kişinin Üzeyir (as) olabileceği fikrini kuvvetlendirmektedir.

El-Keşşâf adlı eserin yazarı ez-Zemahşerî’nin (v. 538/1144) aktardığına göre de bu kişi Üzeyir (as) olup, tıpkı İbrahim’in (as) talebinde olduğu gibi, daha fazla basiret sahibi olmak için ölülerin dirilişini açık seçik görmek istemiştir. Dirildikten sonra merkebine binip halkının yanına varmış ve “Ben Üzeyir’im” demiş, fakat halkı onu yalanlamış, o da “Tevrat’ı getirin” demiş ve Tevrat’ı hızlı bir şekilde ezberden okumaya başlamıştır. İnsanlar onun okuduğunu kitaptan takip etmişler, okuması esnasında bir harfte bile yanılmamıştır. Dolayısıyla onun bu şekilde ezbere okumasını bir mucize kabul eden insanlar, aşırı sevgiden “Üzeyir, Allâh’ın oğludur” (Tevbe, 9/30) demişlerdir.[7] Allâh, bu zatı diriltmiş, ölüye hayat verme fiilini de onun binitinde göstermiştir.[8]

Ebü’l-Kâsım İbn Asâkir (v. 571/1176) Şam ve Suriye’deki diğer bazı şehirlere dair eseri Târîhu Medîneti Dımaşk’ta, değişik kanallarla İbn Abbâs, Ka’b ve Vehb (b. Münebbih)’den rivayetle, Üzeyir (as) ile ilgili vakayı daha tafsilatlı bir şekilde anlatmaktadır. Şöyle ki:

“Üzeyir (as) salih ve hikmet sahibi bir kişiydi. Bir gün, sürekli gidip geldiği çiftliğine gitti. Öğle vakti olup sıcaklar bastırdığında, harabe bir köye ulaştı. Eşeğiyle beraber bir harabeye girdikten sonra eşeğinden indi. (Azık olarak) Beraberinde bir sepet incir ve bir sepet üzüm vardı. O harabenin gölgesinde konaklayıp tabağını çıkardı. Yanında olan üzümün suyunu tabağın içine sıkıp, kurumuş ekmekleri çıkardı. Kurumuş ekmekleri (yumuşatıp) yemek için, üzüm suyunun içine koyduktan sonra, sırt üstü uzanıp ayaklarını bir duvara dayadı. Evlerin tavanlarına baktı, çöken çatıları, yıkılan duvarları ve orada bir zaman yaşayanları düşündü. Sonra ufalanmış kemikleri görünce:

Allâh, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?” dedi. Allâh’ın onları tekrar dirilteceğinden bir şüphesi yoktu. Ancak, bunu hayreti sebebi ile söylemişti. Yüce Allâh, ona ölüm meleğini gönderdi ve canını aldı. Allâh (cc), onu yüz yıl ölü olarak bıraktı.

Ölümünden sonra yüz yıl geçmişti ve İsrail oğullarının başında bazı sorunlar ve musibetler vardı. Yüce Allâh, Üzeyir’e (as) bir melek gönderdi ve akıl erdirebilmesi için önce kalbini, Allâh’ın ölüleri nasıl dirilttiğini görebilmesi için de gözlerini diriltti. Sonra kemiklerini birbirine birleştirip etle, deriyle ve saçla giydirdi. Daha sonra ona ruhunu geri verdi. Üzeyir (as) bütün bu olanları görüyordu. Kalkıp oturunca, melek ona: “Ne kadar kaldın?” dedi. Üzeyir (as), “Bir gün veya bir günden daha az” karşılığını verdi. Çünkü o, gün ortası öğle vaktinde uyumuş, gün sonu güneş batmadan da uyanmıştı. Melek ona: “Hayır, yüz sene kaldın. Böyle iken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz değişmemiş” dedi. Kuru ekmeği ve tabağa sıkmış olduğu üzüm suyu hiç değişmemiş, hala oldukları gibi duruyorlardı. Üzüm ve incir değişmemiş, taptazeydiler.

Sanki içinden buna inanmamıştı. Bunun üzerine melek kendisine: “Sana söylediğime inanmadın mı? O zaman eşeğine bak” dedi. Eşeğine baktığında, kemiklerinin dağılmış olduğunu gördü. Melek seslenince, her bir kemik gelmeye başladı. Melek kemikleri birbirine bindiriyor, Üzeyir de (as) onu seyrediyordu. Sonra, ona damarlarını, kaslarını ve etlerini giydirip, üzerine deri ve kıllarını çıkardı. Sonra da ruhu üfleyince eşek kalktı, başını ve kulaklarını semaya dikerek anırmaya başladı.

Yüce Allâh: “…Bir de (şu çürümüş vaziyetteki) eşeğine bak! (Nasıl da kemikleri darmadağın olmuş! Böyle yapmamız) Seni insanlara ibret belgesi kılmamız içindir (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik. Eşeğin) Kemiklerine bak, onu nasıl hareket ettiriyor, terkip etmek üzere üst üste getiriyoruz?’ Allâh’ın her şeye kadir olduğu kendisine apaçık belli olunca, ‘Şimdi, biliyorum ki, şüphesiz Allâh’ın gücü her şeye hakkıyla yeter’ dedi.” (Bakara, 2/259)

Üzeyir (as), eşeğine binip mahallesine geldiğinde ne oradaki insanlar onu ne de o onları tanımıştı. Evini ilk anda bulamamıştı. Tahmini olarak devam edip buldu ve yüz yirmi yaşlarında gözleri görmeyen yatalak bir kadınla karşılaştı. Bu kadın onun cariyesiydi. Üzeyir (as) ayrıldığında daha yirmi yaşındaydı ve bu cariye onu iyi tanırdı.

Üzeyir (as) ona: “Hey Sen! Burası Üzeyirin evi mi?” deyince, yaşlı kadın: “Evet” karşılığını verdi ve ağlayarak: “Şu kadar, şu kadar yıldan beri kimsenin Üzeyir’i (as) andığını görmedim. İnsanlar onu unuttu” dedi. Üzeyir (as): “Ben Üzeyir’im” deyince, kadın: “SübhânAllâh! Biz Üzeyir’i (as) yüzyıl önce kaybettik ve ondan hiçbir haber alamadık” karşılığını verdi. O: “Ben Üzeyir’im, Yüce Allâh beni yüz yıl ölü bıraktı ve sonra tekrar diriltti” dedi. Kadın: “Üzeyir (as) sevilen ve duası kabul olan birisiydi. O, hastalara ve dertlilere şifa ve afiyet için dua ederdi. Allâh’a gözlerimi açması için dua et ki seni görebileyim. Eğer sen Üzeyir (as) isen seni tanırım” dedi. Üzeyir (as) Rabbine dua edip elleriyle yaşlı kadının gözlerini mesh edince, kadının gözleri iyileşti. Kadının elinden tutup: “Allâh’ın izniyle kalk” dedi. Yüce Allâh, kadının kötürüm ayaklarını çözdü ve kadın bağlarından kurtulmuş gibi ayağa kalktı. Üzeyir’e (as) bakıp: “Şehadet ederim ki sen Üzeyir’sin (as)” dedi.

Kadın, İsrail oğulları mahallesine gitti. Onlar mahallelerinde toplantı yerindeydiler. Üzeyir’in (as) oğlu yüz on sekiz yaşında yaşlı birisi olmuştu. Üzeyir’in (as), yaşlanmış torunları da o mecliste idi. Kadın onlara seslenip: “Bu Üzeyir’dir (as), size geldi” deyince ona inanmadılar. “Ben, filan kişiyim, sizin cariyenizim. O, Rabbine dua edip gözlerimi açtı ve kötürüm ayaklarımı canlandırdı. O, Allâh’ın kendisini yüz yıl öldürüp, sonra tekrar dirilttiğini söylüyor” dedi. Bunun üzerine oradakiler kalkıp, Üzeyir’in (as) yanına geldiler. Oğlu ona bakıp: “Babamın omuzları arasında, siyah bir ben vardı” dedi. Omuzlarını açtığında onun Üzeyir (as) olduğunu anladı.

İsrail oğulları, “Aramızda Tevrat’ı, Üzeyir’den (as) başka ezberleyen yoktur. Buhtnassar (Milâttan önce 605-562 yılları arasında hüküm süren, Yahuda Devleti’ni ortadan kaldırarak Kudüs’ü ve Süleyman Mâbedi’ni yakıp yıkan Bâbil kralı. Ahd-i Atîk’in Yunanca ve Latince tercümelerinde Nabukodonosor olarak geçerTevrat’ı yaktı ve adamların ezberlediğinden başka ondan geriye bir şey kalmadı. Onu bize yaz” dediler. Üzeyir’in (as) babası Sarûha, Buhtnassar zamanında Üzeyir’den (as) başka kimsenin bilmediği yere bir Tevrat nüshası gömmüştü. Onunla beraber oraya gittiler ve toprağı eşeleyip Tevrat’ı çıkardılar. Kitabın yaprakları küflenmiş ve yazıları silinmişti. Üzeyir (as) bir ağacın gölgesinde oturdu, İsrail oğulları da onun etrafında toplandılar. Gökyüzünden iki ışık geldi ve Üzeyir’in (as) içine girdi. Tevrat’ı tam olarak hatırladı ve İsrail oğullarına Tevrat’ı yeniledi. Ona iki ışığın gelmesi, İsrail oğullarına Tevrat’ı yenilemesi ve sorunlarını halletmesinden dolayı Yahudiler: “Üzeyir (haşa) Allâh’ın oğludur” dediler. Üzeyir (as), İsrail oğullarına Tevrat’ı bir köyde Hezekîl Peygamberin manastırında yenilemiş, Sâburâbâd denilen köyde de vefat etmiştir.”[9]

:عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمَا، قَالَ

جَاءَ الْعَاصِ بْنُ وَائِلٍ إِلَى رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَآلِهِ وَسَلَّمَ بِعَظْمِ حَائِلٍ فَفَتَّهُ، فَقَالَ: يَا مُحَمَّدُ، أَيَبْعَثُ اللَّهُ هَذَا بَعْدَ مَا أَرَمَ؟

قَالَ: نَعَمْ، يَبْعَثُ اللَّهُ هَذَا يُمِيتُكَ، ثُمَّ يُحْيِيكَ، ثُمَّ يُدْخِلُكَ نَارَ جَهَنَّمَ

قَالَ: فَنَزَلَتِ الآيَاتُ {أَوَلَمْ يَرَ الإِنْسَانُ أَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَإِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ} إِلَى آخِرِ السُّورَةِ

El-Hâkim en-Nîsâbûrî’nin (v. 405/1014) Müstedrek’te İbn Abbas’tan (ra) rivayetine göre, Âs b. Vâil çürümüş bir kemikle Efendimiz’e (sas) gelmiş, elindeki kemiği ufaladıktan sonra;

“Ya Muhammed! Böyle toz olduktan sonra, Allah bunu mu diriltecek?” demiştir.

Peygamber Efendimiz (sas), “Evet, Allah bunu diriltecek. O, seni öldürecek, sonra da yeniden diriltip Cehenneme atacak” buyurmuştur. Bunun üzerine, “İnsan, bizim kendisini nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir?” Yasin Suresi 77 ilâ 83 arası ayet-i kerimeler nazil olmuştur.[10]

Gazzâlî, “El-Bâis” güzel ismi ile ilgili olarak şöyle diyor:

“Ba’s’in (yeniden diriltilişin) hakikati, ikinci bir inşa ile ölülere can vermektir. Cehalet en büyük ölümdür! İlim ise en şerefli hayattır. Allâh (cc), Kur’an-ı Kerîm’inde ilim ile cehil konularını beyan etmiş ve bu iki ismi “hayat” ve “memat” kelimeleri ile eşleştirmiştir. Kişiyi, cehalet derecesinden ilim derecesine yükselten, onu adeta yeniden diriltmiş, ona güzel bir hayat yaşatmıştır. Bu itibarla eğer ilmi meydana getirmekte ve halkı Allâh’a (cc) çağırmakta kulun bir rolü varsa bu bir nevi yeniden hayat verme / yeniden diriltmedir. Bu, Peygamberlerin (ase) ve alimlerden bu yüce kametlere varis olacakların rütbesidir.”[11]

İslâm akaidinin temel konularından birini teşkil eden “yeniden diriltiliş / ba’s”, naslarla sabit, aklen de mümkün bir hadisedir. İnsan, Allah’tan (cc) gelen bilgilerle donatılmış, özgür bir irade lütfedilmiş, kâinattaki her şey hizmetine sunulmuş, halife tayin edilmiş ve ilâhî emaneti üstlenmiştir. Bu açıdan Kur’ân-ı Kerîm’de, Allâh’ın (cc) varlığı ve birliği ile ilgili aklî mukayeseler, örneklemeler ve tanımlamalar bulunmakla birlikte, gaybî bir alan olan kıyametin vukuu ve yeniden diriltiliş konularının insan zihni ve gönlünün itiraz edemeyeceği şekilde kabulü için bizzat şehadet âleminden deliller zikredilmiştir.

Allâh (cc), akıllara durgunluk veren “yeniden diriltiliş” mucizesiyle, “El-Bâis” güzel ismini asli anlamı ile tecelli ettirecektir. Şu andaki duyularımızın daha ötesinde bir alan olan sura üflenmesi, kıyametin vukuu, insanların yeniden diriltilmeleri, mahşer alanında toplanmaları gibi âhiret hayatının temel aşamaları, Kur’ân-ı Kerîm ayetleri ve Efendimiz’in (sas) hadis-i şeriflerinde ayrıntılı bir şekilde beyan edilmiştir. Bütün bu beyanlara rağmen, ufku ve düşüncesi dar, manevî dünyası fakir insanlar, (اِنْ هِىَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا وَمَا نَحْنُ بِمَبْعُوثٖينَ) “Hayat ancak dünya hayatımızdır. Artık biz bir daha diriltilecek değiliz” (Enam, 6/29) diyeceklerdir. Bu tür kimselere Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle cevap verecektir:

وَلَوْ تَرٰى اِذْ وُقِفُوا عَلٰى رَبِّهِمْ قَالَ اَلَيْسَ هٰذَا بِالْحَقِّ قَالُوا بَلٰى وَرَبِّنَا قَالَ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ

Rablerinin huzurunda durduruldukları vakit (hallerini) bir görsen! (Allah) diyecek ki: ‘Nasıl, şu (dirilmek) gerçek değil miymiş?’ Onlar, ‘Evet, Rabbimize ant olsun ki gerçekmiş’ diyecekler. (Allah), ‘Öyleyse inkâr etmekte olduğunuzdan dolayı tadın azabı!’ diyecektir.” (Enam, 6/30)

51. (اَلشَّهِيدُ) “EŞ-ŞEHÎD” (cc)

“Hem meydanda hem gizli olanları bilen, her yerdeki her faaliyeti gören, hiçbir şey ilminden gizli kalmayan.”

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini “En Büyük Şahid” olarak vasıflandıran ayet-i kerîme şu şekildedir:

قُلْ اَيُّ شَیْءٍ اَكْبَرُ شَهَادَةً قُلِ اللّٰهُ شَهٖيدٌ بَيْنٖى وَبَيْنَكُمْ وَاُوحِىَ اِلَیَّ هٰذَا الْقُرْاٰنُ لِاُنْذِرَكُمْ بِهٖ وَمَنْ بَلَغَ اَئِنَّكُمْ لَتَشْهَدُونَ اَنَّ مَعَ اللّٰهِ اٰلِهَةً اُخْرٰى قُلْ لَا اَشْهَدُ قُلْ اِنَّمَا هُوَ اِلٰهٌ وَاحِدٌ وَاِنَّنٖى بَرٖیءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ

De ki: ‘Şâhidlik bakımından hangi şey en büyüktür?’ De ki: ‘Allâh, benimle sizin aranızda Şâhid’dir. Bana şu Kur’ân vahyolundu ki, onunla hem sizi hem de kime ulaşırsa onu uyarayım. Hakikaten siz, Allâh ile beraber başka ilâhlar olduğuna şahitlik mi ediyorsunuz? Ben, buna şahidlik etmem’ de. De ki: ‘O, bir tek İlâh’tır. Ben, O’na eş koştuklarınızdan uzağım.” (Enam, 6/19)

Bu ayet-i kerimede (اللّٰهُ شَهٖيدٌ بَيْنٖى وَبَيْنَكُمْ) cümlesi (اَكْبَرُ) “en büyük” kelimesine atıfla, “Tanıklık bakımından en büyük, Allâh’tır” anlamına gelmektedir.

Ayet-i kerimedeki (شَیْء) “Şey” kelimesi, bilinmesi ve haber verilmesi mümkün her bir varlık hakkında geçerli olduğundan, genel bir anlam taşıyan en kapsamlı ifadedir. Dolayısıyla kadîm, cisim, araz, imkânsız ve mümkün hakkında kullanılabilir. (لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَیْءٌ) “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şura, 42/11) ayet-i kerimesinde de bu durum bulunmaktadır. Dolayısıyla Allâh Teâlâ için, “Şey’ün lâ ke’l-eşyâ” (Varlık, fakat diğer varlıklar gibi değil) denilmesi sahih kabul edilmiştir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri için “Şey” kelimesinin kullanıldığı her durumda, O’nun (cc) Yüce Zât’ının varlığının ispatı, hatta ululanması kastedilmiş olmakta, bir anlamda “Bilinir, ama diğer bilinenlerden değil” denilmiş gibi olunmaktadır.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’de yedi husus üzerine şahitlik yapmıştır. Şöyle ki:

1. Tevhide:

Allâh, kendisinden başka İlah olmadığına şahidlik etmiştir.” (Ali İmran, 3/18)

2. Kur’ân-ı Kerîm’e:

Allâh, sana indirdiğini kendi ilmiyle indirmiş olduğuna şahitlik eder. Melekler de buna şahitlik eder. Şahit olarak Allâh yeter.” (Nisa, 4/166)

3. Efendimiz’in (sas) peygamberliğine:

Şahit olarak Allâh yeter. Muhammed, Allâh’ın Resulüdür.” (Fetih, 28-29)

4. Efendimiz’in (sas) şeriatına:

De ki: Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?De ki: Allâh benimle sizin aranızda şahittir.İşte bu Kur’an bana, onunla sizi ve eriştiği herkesi uyarayım diye vahyolundu.” (Enam, 6/19)

5. Kulların amellerine:

Allâh, hepsini dirilttiği gün, onlara yaptıklarını haber verecektir. Allâh onu (amellerini) tuttu, kaydetti, onlar ise unuttular. Ve Allâh her şeye Şâhid’dir.” (Mücadele, 58/6)

Ne işte bulunsan, Kur’ân’dan ne okusan ve ne iş yapsanız içine daldığınız an, mutlaka Biz üzerinizde şâhidiz (her yaptığınızı görürüz). Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, Rabbin(in bilgisin)den kaçmaz. Ne bundan küçük ne de büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir Kitapta olmasın.” (Yunus, 10/61)

Allâh yaptıklarınıza Şâhid’dir.” (Ali İmran, 3/98)

6. Her şeye:

Rabbinin her şeye şahit olması yeterli değil mi?” (Fussilet, 41/53)

Hiç şüphesiz, Allâh her şeye Şâhid’dir.” (Hac, 22/17; Nisa, 4/33; Maide, 5/117; Ahzâb, 33/55; Sebe, 34/47; Mücadele, 58/6; Büruc, 85/9)

7. Münafıkların yalan söylediğine:

Allâh, münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduklarına elbette şahitlik eder.” (Münafikûn, 63/1)

مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ وَاَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولًا وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَهٖيدًا

Sana ne iyilik gelirse Allâh’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendi nefsindendir. (Ey Muhammed) Seni insanlara Resul olarak gönderdik. Allâh, Şâhidliği yetendir.” (Nisa, 4/79)

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu ayet-i kerimede, bizlere birçok dersler ve ibretler lütfetmekte, İslam ümmetinin dikkatini oldukça temel itikadi hususlara yönlendirmektedir. İslâmî ilimlerin birçok alanında eser vermiş Hanbelî âlim İbn Kayyim el-Cevziyye’nin (v. 751/1350), Şifâʾü’l-ʿAlîl fî Mesâʾili’l-Każâʾ ve’l-Kader ve’l-Hikme ve’t-Taʿlîl adlı eserinde ayet-i kerime ile ilgili yaptığı güzel bir yorumu aktarmaya çalışacağız:

“Ayet-i kerimede Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, risaletine şahidlik ettiği Peygamberinin başına, şayet hoşuna gitmeyen bir durum gelmişse, bunu kendi nefsinden bilmesi gerektiğini beyan etmektedir. Bu durumda, sair insanların başlarına gelen istenmedik durumlar için ne söylenmesi gerekir?

Cenâb-ı Allâh peygamber göndermekle delilini ikame etmiştir. Bu durumda insanlar, hoşlarına gitmeyen durumları takdir ettiğinde Cenâb-ı Allâh’ı suçlayamazlar. Çünkü onlara elçilerini göndermiş, elde etmeleri faydalarına olan hususları, uzak durmaları gereken zararlı unsurları onlara öğretmiştir. Öyleyse iyilik bulan Allâh’a hamd etmeli, kötülükle karşılaşan da kendi benliğini ayıplamalıdır.

Cenâb-ı Allâh, elçisinin gerçekliğini ve doğruluğunu ispat eden mucizeleri O’na vermiştir. Cahil ve zalim kimselerin Elçi’yi inkar etmeleri, uğursuzlukla suçlamaları, O’nun peygamberliğine herhangi bir zarar veremez. Çünkü, O’nun elçilik görevine, yerlerin ve göklerin Yüce Yaratıcısı şahidlik yapmaktadır.

İnkarcılar, başlarına gelen kötülükleri ve cezaları, Elçi’nin elçilik görevinin iptali için bir gerekçe yapmak istemektedirler. Cenâb-ı Allâh, Elçi’sinin görevi için şahidliğinin yeterli olduğunu beyan ederek, başlarına gelen musibetleri Elçi’den bilenlerin söz ve itikatlarını reddetmekte, başlarına gelen kötülüklerin kendi benliklerinden kaynaklandığını göstermektedir.”[12]

Yukarıdaki ayet-i kerimede (وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَهٖيدًا) “Allâh, Şâhidliği yetendir” cümlesi, beş ayet-i kerimede daha yer alır (Nisa, 4/166; Yunus, 10/29; Rad, 13/43; İsra, 17/96; Fetih, 48/28).

شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَالْمَلٰئِكَةُ وَاُولُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

Allâh, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler. O’ndan başka ilâh yoktur. O, El-Azîz’dir (mutlak güç sahibidir), El-Hakîm’dir (sonsuz hüküm ve hikmet sahibidir).” (Ali İmran, 3/18)

Bu ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Hz. Ali’den (ra) gelen bir rivayette, Efendimiz’in (sas) Rabbimizden naklettiği kudsî hadîs şöyledir:

:عَنْ عَلِيِّ بْنِ أَبِي طَالِبٍ، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

إِنَّ فَاتِحَةَ الْكِتَابِ، وَآيَةَ الْكُرْسِيِّ، وَالْآيَتَيْنِ مِنْ آلِ عِمْرَانَ: {شَهِدَ اللَّهُ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ} [آل عمران: 18] ، وَ {قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ} [آل عمران: 26] إِلَى قَوْلِهِ: {وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ} [آل عمران: 27] مُعَلَّقَاتٌ، مَا بَيْنَهُنَّ وَبَيْنَ اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ حِجَابٌ، لَمَّا أَرَادَ اللَّهُ أَنْ يُنْزِلَهُنَّ تَعَلَّقْنَ بِالْعَرْشِ، قُلْنَ

رَبَّنَا، تُهْبِطُنَا إِلَى أَرْضِكَ، وَإِلَى مَنْ يَعْصِيكَ

:فَقَالَ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ

بِي حَلَفْتُ، لَا يَقْرَأُكُنَّ أَحَدٌ مِنْ عِبَادِي دُبُرَ كُلِّ صَلَاةٍ إِلَّا جَعَلْتُ الْجَنَّةَ مَثْوَاهُ عَلَى مَا كَانَ مِنْهُ، وَإِلَّا أَسْكَنْتُهُ حَظِيرَةَ الْقُدُسِ، وَإِلَّا نَظَرْتُ إِلَيْهِ بِعَيْنِي الْمَكْنُونَةِ كُلَّ يَوْمٍ سَبْعِينَ نَظْرَةً، وَإِلَّا قَضَيْتُ لَهُ كُلَّ يَوْمٍ سَبْعِينَ حَاجَةً، أَدْنَاهَا الْمَغْفِرَةُ، وَإِلَّا أَعَذْتُهُ مِنْ كُلِّ عَدُوٍّ وَنَصَرْتُهُ مِنْهُ، وَلَا يَمْنَعُهُ مِنْ دُخُولِ الْجَنَّةِ إِلَّا الْمَوْتُ

Muhakkak Fâtiha suresi, Âyet el-Kürsî, Âl-i İmrân suresindeki; ‘Şehidallâhu’ ayeti ile (Ali İmran, 3/18), ‘Kulillâhümme mâlike’l-mülk’ten ‘biğayri hisâb’ kısmına kadar (Ali İmran, 3/26-27) olan ayetler (arşa) yapışan / asılan (muallakât) ayetlerdir. O ayetler ile Allâh Teâlâ arasında perde yoktur. Allâh Teâlâ bu ayetleri inzal edeceğinde, onlar arşa yapıştılar ve şöyle dediler:

Ey Rabbimiz! Bizi arzına ve sana isyan edenlere mi indiriyorsun?

Cenâb-ı Allâh şöyle buyurdu:

Adıma yemin ederim ki, kullarımdan her kim, sizleri (farz) namazların ardından okusa, her nerede olursa olsun onun mekanını Cennet kılarım. Onu, mutlaka Haziretü’l-Kuds’e (Cennet’te ‘Rûhâniyyûn’ denilen meleklerin toplandığı yere) yerleştiririm. Her iki meknûn (gizli) gözlerimle günde yetmiş defa ona nazar eder, her gün en azı mağfiret olan yetmiş ihtiyacını gideririm. Onu, her tür düşmanından korur ve yardım ederim. Ölümünden sonra onu Cennet’e girmekten alıkoyacak hiçbir şey yoktur.[13]

Bu hadis-i şerif ve hadis-i kudsînin sıhhati ile ilgili olarak bazı hadis münekkitleri ileri-geri konuşmuşlarsa da, bilhassa tasnif dönemi önemli hadis ve ricâl âlimlerimizden Yahyâ b. Maîn (v. 233/848), İshâk b. Mansur b. Behrâm Ebu Yakub el-Kûsec (v. 251/865), Ebû Zür‘a Ubeydullāh b. Abdilkerîm b. Yezîd er-Râzî (v. 264/878), İbnu Ebi Hâtim Abdurrahmân b. Muhammed b. İdrîs er-Râzî (v. 327/938) ve Ebû Abdirrahmân Ahmed b. Şuayb b. Alî en-Nesâî (v. 303/915), hadîs-i şerifin ravilerinin sika olduklarını söylemişlerdir.

Hem Ali İmran, 3/18 ayet-i kerimesi ile ilgili hem de yukarıda geçen rivayeti destekleyen mahiyette, muhaddis ve Şâfiî fakihi Beyhakî (v. 458/1066) Şuabü’l-İman’ında, tefsir, hadis ve fıkıh âlimi İmam Kurtubî (v. 671/1273) tefsirinde, Gâlib el-Kattân’dan[14] şu rivayeti naklediyor:

“Ben bir ticaret maksadıyla Kûfe’ye gitmiştim. (Hadis, kıraat ve ferâiz sahalarındaki bilgisiyle tanınan tâbiîn nesline mensup âlim) El-A’meş el-Kûfî’ye (v. 148/765) yakın bir yerde konakladım. Ona zaman zaman gidip gelirdim. Bir gece, Basra’ya doğru gitmek için hazırlık yapıyordum. El-A’meş’i, geceleyin teheccüd namazını kılarken gördüm. “Allâh, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler. O’ndan başka ilâh yoktur. O, El-Azîz’dir (mutlak güç sahibidir), El-Hakîm’dir (sonsuz hüküm ve hikmet sahibidir). Muhakkak Allâh katında din İslâm’dır.” (Ali İmran, 3/18-19) ayetlerini okudu. El-A’meş bu ayet-i kerimeyi okumasının arkasından;

Ben de Allâh’ın şahitlik ettiği şeye şehadet ediyorum. Bu şehadetimi Allâh’a emanet olarak bırakıyorum. Bu benim Allâh nezdindeki emanetimdir. Şüphesiz Allâh katında din İslâm’dır” cümlesini defalarca tekrarladı.

Ben kendi kendime, ‘bu konuda mutlaka bir şey duymuş olmalı’ dedim. Sabahleyin yanına gittim. Beraber namaz kıldık. Şöyle dedim:

“Ey Ebu Muhammed, ben senin bu âyet-i kerimeyi defalarca okuduğunu işittim. Bu âyet hakkında sana ulaşan haber nedir? Bir seneden beri senin yanında olduğum halde bunu bana anlatmış değilsin.” Bana:

“Allâh’a yemin ederim, bir sene daha kalsan, sana yine anlatacak değilim.”

(Gâlib devamla): “Kapısına, bana bu sözleri söylediği günün tarihini yazdım. Bir yıl daha, ona yakın bir yerde kaldım. Tam bir sene geçince ona:

“Ey Muhammed’in babası, işte bir sene geçti” dedim. Şunu anlattı:

“Ebu Vâil, Abdullah b. Mesud’dan bana şu hadisi rivayet etti: Resülullah (sas) buyurdular ki:

Kıyamet gününde bu emanetin sahibi getirilir. Yüce Allâh şöyle buyurur:

Kulum bana bir emanet vermişti. Emanetleri yerine getirmeye en layık olan Benim. Haydi, kulumu Cennet’e koyunuz.[15]

Gazzâlî, “Eş-Şehîd” güzel ismi ile ilgili olarak şu ayrıntıları kaydediyor:

“Allâh (cc), görünen ve görünmeyen her şeyi bilen ve görendir. Gayb, görülemeyen gizli şeyleri, şehâdet ise görülen ve açık şeyleri ifade eder. Allâh’ın (cc) ilim sıfatı, eğer yalnız olarak zikredilirse her şeyi bilen ‘El-Alîm’ güzel ismi ile gelmiştir. Şayet gaybe ve gizli işlere tamlamalı bir şekilde ‘Âlimü’l-Ğayb’ şeklinde gelmişse, her şeyden haberdar anlamındaki ‘El-Habîr’ güzel ismi, şayet görülebilen açık işlere tamlamalı bir şekilde ‘Âlimü’ş-şehâde’ şeklinde gelmişse her şeyi gören ve her şeye şâhid ‘Eş-Şehîd’ güzel ismi beyan edilmiştir.”[16]

Eş-Şehîd, eyler nihânı âşikâre, Eş-Şehîd’dir döndüren leyli nehâre,

Gönül iklimine hurşîd nûru, O’nunla buldu her eşya zuhuru.” (İbn Îsâ Saruhânî)

Cenâb-ı Allâh’ın, her duruma ve her şeye Şâhidliğini bilerek, kişiler O’nun emirleri ve yasakları dairesinin dışına çıkmaktan korkmalı, hatalarının ve günahlarının bağışlanacağını umut etmeli, Cenâb-ı Allâh’ın her türlü fısıltı ve gizliliklerden haberdarlığını benliklerinde içselleştirebilmelidirler.

52. (اَلْحَقُّ) “EL-HAK” (cc)

“Varlığı ezelden ebede sabit, hiçbir değişikliğe uğramadan var ve daimî.”

ثُمَّ رُدُّوا اِلَى اللّٰهِ مَوْلٰیهُمُ الْحَقِّ اَلَا لَهُ الْحُكْمُ وَهُوَ اَسْرَعُ الْحَاسِبٖينَ

“(Öldükten sonra insanların hepsi) Hak Mevlâ’larına (Allâh’a) döndürülürler (teslim edilirler). Dikkat edin! Hüküm yalnız O’nundur ve O hesaba çekenlerin en süratlisidir.” (Enam, 6/32)

Ḥalîmî, Cenâb-ı Hakk’ın bu güzel ismini, Kur’ân-ı Kerîm’deki (وَيَعْلَمُونَ اَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْحَقُّ الْمُبٖينُ) “Onlar da bilirler ki Allâh, apaçık Hak’tır” (Nur, 24/25) ayet-i kerimesine dayanarak, “inkârı mümkün olmayan, varlığı kabul edilmesi gereken” şeklinde açıklar.[17]

Kur’ân-ı Kerim’de iki ayette tek olarak geçen (اَلْحَقُّ) “El-Hak” güzel ismi (Hac, 22/6; Lokman, 31/30), iki ayette (الْمَلِكُ الْحَقُّ) “El-Melik” güzel ismi (TâHê, 20/114; Mü’minun, 23/116), yine iki ayette (ثُمَّ رُدُّوا اِلَى اللّٰهِ مَوْلٰیهُمُ الْحَقِّ) “Mevlâ” güzel ismi (Enam, 6/62; Yunus, 10/30), birer âyette de “Allâh” (Kehf, 18/44) “Mübîn” (Nûr, 24/25) ve “Allâh, Rab” (Yûnus, 10/32) güzel isimleri ile birlikte gelmektedir.

Lokman sûresi 26, 27 ve 28’inci âyetlerinde “Ganî, Hamîd, Azîz, Hakîm, Semî ve Basîr” güzel isimleri zikredildikten sonra, 30’uncu ayet-i kerimede “Hak” güzel ismindeki kapsamlılık şu şekilde beyan edilmektedir:

ذٰلِكَ بِاَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْحَقُّ وَاَنَّ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الْبَاطِلُ وَاَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْعَلِىُّ الْكَبٖيرُ

Çünkü Allâh, Hak’tır. O’ndan başkasına yapılan çağrılar batıldır. Allâh, kesinlikle her şeyden yüce, her şeyden büyüktür.” (Lokman, 31/30)

El-Hak” güzel ismi sonsuz kapsamlıdır. Çünkü; Yüce Allâh’ın sevilmesi, O’na (cc) ibadet edilmesi, şükredilmesi, zikredilmesi ve itaat edilmesi bu güzel ismin tecellilerindendir. Yine bu güzel ismin tecellilerinden bazıları da şöyledir:

İbn Abbas (ra) hazretleri, Efendimiz’in (sas) gece namazı (teheccüd) için kalktığında, Cenâb-ı Hakk’ın “El-Hak” güzel ismine de işaretle, şöyle dua ettiğini rivayet ediyor:

عَنْ ابْن عَبَّاسٍ، يَقُولُ كَانَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم إِذَا تَهَجَّدَ مِنَ اللَّيْلِ قَالَ ‏

اللَّهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ نُورُ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ قَيِّمُ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ رَبُّ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، وَمَنْ فِيهِنَّ. أَنْتَ الْحَقُّ، وَوَعْدُكَ الْحَقُّ، وَقَوْلُكَ الْحَقُّ، وَلِقَاؤُكَ الْحَقُّ، وَالْجَنَّةُ حَقٌّ، وَالنَّارُ حَقٌّ، وَالنَّبِيُّونَ حَقٌّ، وَالسَّاعَةُ حَقٌّ، اللَّهُمَّ لَكَ أَسْلَمْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَعَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ، وَإِلَيْكَ أَنَبْتُ، وَبِكَ خَاصَمْتُ، وَإِلَيْكَ حَاكَمْتُ، فَاغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ، وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ، أَنْتَ إِلَهِي، لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ ‏‏‏

Allâhım, hamd Sana mahsustur. Sen bütün semaların ve arzın ışığısın. Hamd Sana mahsustur. Sen bütün semaları, arzı ve onlardakileri ayakta tutansın. Hamd Sana mahsustur. Sen semaların, arzın ve her ikisinin içindekilerin Rabbisin. Sen Hak’sın. Sen’in vaadin hak, sözün hak, Sana kavuşmak hak, Cennet hak, Cehennem hak, nebîler hak ve kıyamet haktır. Allâhım, Sana teslim oldum, Sana iman ettim, Sana tevekkül ettim, Sana yöneldim. Sana dayanarak mücadele ettim, Seni Hakem kabul ettim. Evvelki yaptıklarımı, sonra yapacaklarımı, gizli yaptıklarımı, açık yaptıklarımı affet. İlâh Sen’sin. Sen’den başka ilâh yoktur.[18]

Ḥalîmî, “El-Hak” güzel ismini şu şekilde yorumlar:

El-Hak, inkarı mümkün olmayan, ispat edilmesine gerek duyulmayan, varlığı kabul edilendir. Buna göre Yüce Allâh’ın varlığı, kabul edilmesi gerek şeylerin ilkidir. O’nun (cc) varlığı, kabul etme emri henüz insanlar gelmeden kabul edilmiştir. Bu yüzden, varlığı hiçbir şekilde inkar edilemez. Yüce Allâh’ın varlığına delalet eden olsa da olmasa da O (cc) vardır. Bilindiği üzere, bütün varlık alemi O’nun (cc) varlığının apaçık delillerindendir.”[19]

El-Hak” güzel ismi, insanların Allâh’ı (cc) güzel isimleri ve yüce sıfatları ile tanımalarını, O’na (cc) ibadet etmelerini, hiçbir şekilde O’na (cc) şirk koşmamalarını, ilah, ma’bûd-u hakîkî, itaat edilen ve sevilen yalnız Allâh’tır (cc) bilincine ulaşmalarını ister. “El-Hak” (cc), kulların amellerinin karşılığını eksiksiz bir adaletle ve fazlası ile lütfedecektir. Zaten yerleri, gökleri ve bu ikisi arasındakileri hak ve hassas bir denge üzerine yaratması da bu durumu net bir şekilde göstermektedir. Hak ve gerçek mülk sahibi Yüce Allâh, bu kainatı ve bütün varlığı başı boş ve abes bir şekilde bırakmaktan son derece münezzehtir.

Allâh (cc) hükümleri en sağlam, mükafatlandırması en güzel, kötülük yapanları cezalandırması en âdildir. Yüce Allâh, “El-Hak” güzel ismi ve diğer esmâ-i hüsnâsı ile, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmadığını öğretmiştir. Zihnî ve haricî varlık dünyasında, esmâ-i hüsnâsının sonsuz tecellileri asla sona ermez. Mukaddes Kemâl’inin eserleri, daimî bir şekilde meydana gelir. Varlığın tamamını, layık oldukları şekillerde yaratır. O’nun izni, inayeti, hikmetlerinin güzelliği ve göz kamaştırıcılığı ile, akıllar ve ruhlar marifetullah ve muhabbetullah ufkunda yükselir. “El-Hak” güzel isminin, uyanık gözlere ve kalplere kendisini göstermesi, Rububiyetin ve âlî sıfatlarının varlık alanındaki yansımasını müşahede ufkudur. Yüce Allâh, bütün varlığı tam bir gerçeklik ve doruk noktadaki hak üzere yaratmıştır. Bu muhteşem yaratışı kalp ve gönül gözleri ile görmeyi başarabilenler, “El-Hak” güzel isminin, bizlere bildirilen ve bizlere bildirilmeyip de gizli tutulmuş esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı ulâ ile sonsuz haldeki müşterekliğini anlama ve kavrama kapısına ulaşırlar.

Bu bilince ulaşan bir kul, imanını vesile yaparak Yüce Allâh’ın mağfiretini, Cennet’ini ve en önemlisi de rızasını talep eder. Neticede Allâh’ın (cc) izni ile en büyük mükafata ulaşır. Bu açılardan, kişinin Allâh’ın (cc) dinine samimi bir şekilde inanması, emir ve yasaklarına uyarak O’na (cc) yaklaşmaya vesileler araması temel bir amaç olmalıdır. Çünkü O (cc), gerçeklerin en gerçeği “El-Hak”tır.

53. (اَلْوَكِيلُ) “EL-VEKÎL” (cc)

“Her iş kendisine havale edilen, her işi noksansız olarak idare eden, yarattığı bütün varlıkların rızık ve idarelerini üstlenen.”

وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَكٖيلًا

Vekil Allâh (her şeye) kafidir.” (Nisâ, 4/81, 132, 171)

El-Vekîl” güzel ismi, on dört ayette başka hiçbir güzel isme bitişmeden Allâh’ı (cc) nitelemektedir. (Âli İmran, 3/173; Nisâ, 4/81, 132, 171; Enam, 6/102; Hûd, 11/12; Yusuf, 12/66; İsrâ, 17/2, 65; Kasas, 28/28; Ahzab, 33/3, 48; Zümer, 39/62; Müzzemmil, 73/9)

İmam Maturidî Te’vîlâtu’l-Kur’ân’ında, (وَكَفٰى بِرَبِّكَ وَكٖيلًا) “Rabbinin vekilliği sana kâfidir” (İsrâ, 17/65) ayet-i kerimesindeki “El-Vekîl” güzel ismini, “şeytanın tuzaklarına karşı sana yardımı, korkunca sığınacağın sığınağı, bütün işlerinde dayanacağın dayanağı Allâh sana kâfidir”[20] şeklinde anlamlandırmaktadır.

Hattâbî de “El-Vekîl” güzel isminin hakikatini, “Allâh’ın (cc), kendisine bırakılan işi tek başına yapması” olarak açıklamaktadır.[21]

Ebû Saîd’den (ra) yapılan rivayet, “El-Vekîl” güzel isminin anlamına daha bir derinlik katar. Bu rivayete göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

كَيْفَ أَنْعَمُ وَصَاحِبُ الْقَرْنِ قَدِ الْتَقَمَ الْقَرْنَ وَاسْتَمَعَ الإِذْنَ مَتَى يُؤْمَرُ بِالنَّفْخِ فَيَنْفُخُ

Borazanın sahibi borazanı elinde, üfleme emri gelir gelmez hemen üflemek için izin beklerken, ben (bu dünyada) nasıl zevk içerisinde olabilirim?

Bu sözün ashaba ağır geldiğini gören Resülullah (sas), onlara şu duayı yapmalarını tavsiye etmiştir:

قُولُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ عَلَى اللَّهِ تَوَكَّلْنَا

Allâh bize kafidir. En güzel vekil O’dur. Sadece Allâh’a güveniyoruzdeyin.[22]

Hadîs-i şerîfin, ayet-i kerime ile ilgili oluşturduğu anlam derinliği, Müslümanların bilhassa zor zamanlara yönelik olarak yapmaları gereken (حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ) “Allâh bize kâfidir. O ne güzel vekildir” (Âli İmrân, 3/173) duasını göstermesi, ayrıca zaten ayet-i kerimelerde bir emir olarak yer alan “tevekkül” ahlâkını yeniden hatırlatmasıdır.

İmam Buharî’nin İbn Abbâs’tan (ra) yaptığı rivayete göre, (حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ) “Allâh bize kâfidir. O ne güzel vekildir” (Âli İmrân, 3/173) duası, Hazreti İbrahim’in (as) ateşe atılırken, Efendimiz’in de (sas) (اَلَّذٖينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ ) “İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun dediklerinde” (Âli İmran, 3/173), (فَزَادَهُمْ اٖيمَانًا) “bu söz onların imanını artırdı” (Âli İmran, 3/173) artan bir iman ile söylemiş oldukları dua cümlesidir.[23]

Enes b. Mâlik’ten (ra) rivayete göre, Efendimiz (sas) “tevekkül” ahlâkının yerleşebilmesi için, dilde hafif, ancak etkisi çok yüksek şu dua cümlesini öğretmektedir:

مَنْ قَالَ – يَعْنِي إِذَا خَرَجَ مِنْ بَيْتِهِ – بِسْمِ اللَّهِ تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللَّهِ يُقَالُ لَهُ كُفِيتَ وَوُقِيتَ ‏ وَتَنَحَّى عَنْهُ الشَّيْطَانُ

Her kim (evinden çıktığında): “Allâh’ın adıyla, Allâh’a güvendim / dayandım. Çaba ve güç gösterebilmemiz ancak Allâh’ın izni iledirderse, kendisine:İhtiyaçların karşılandı, koruma altına alındındenilir ve şeytan o kimseden uzaklaşır.[24]

Kuşeyrî, “tevekkül” anlamını da göz önüne alarak, “El-Vekîl” güzel ismi ilgili şu yorumu yapar:

“Vekîl, işlerin kendisine havale edildiği kişidir. Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini tanıyan kişi, işlerinde O’nu (cc) vekil kabul eder. Aslında Allâh Teâlâ, kullarının işlerini deruhte eden, dilediği şekilde onlar hakkında tasarrufta bulunandır. Bir kulunun işlerini, inayetinin güzelliği ile tevellî ederse, onun her türlü işi için yeter, bir başkasına muhtaç etmez. Bu durumdaki kul da Mevlâ’sının kendisine yettiğini bildiğinden, gereksinimlerini büyütmez.

Kişi, bir insanı kendisine vekil yaptığında, onun ücret istenmesi kesindir. Hatta bazen vekil yapılan kişi, müvekkilinin malına ihanet edebilir, onun adına tasarruflarında yanılabilir de. Ancak, Allâh Teâlâ’nın vekilliğine razı olan bir kimseye, Allâh Teâlâ ücret verir, isteklerini gerçekleştirir, ona senada bulunur. Kulun, kendi gücü ile ulaşamayacağı, aramakla bulamayacağı isteklerini bahşetmekle ona lütufta bulunur.”[25]

Kul, tevhidin hakikatine erebilmek için, kalbini lüzumsuz işlerden uzak tutmalı, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin vekilliğini, (لاَ تَتَّخِذُوا مِنْ دُونٖى وَكٖيلًا) “Benden başka bir vekil edinmeyin” (İsrâ, 17/2) emrini samimi bir şekilde içselleştirmeli, bilhassa dünyevi sıkıntı ve problemlerle kalbini çok meşgul etmemelidir. Vekîl Allâh (cc), sonsuz zengindir. Ancak buna rağmen kişi, ahireti unuturcasına dünyevi taleplerde de bulunmamalıdır. O’nun verdiklerine sabretmeli, durumundan razı bir şekilde Mevlâ’ya yönelmelidir.

54. (اَلْقَوِيُّ) “EL-KAVΔ (cc)

“Kuvveti tam ve eksiksiz.”

مَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهٖ اِنَّ اللّٰهَ لَقَوِىٌّ عَزٖيزٌ

Allâh’ın azametini, gereği gibi takdir edip bilemediler. Muhakkak ki Allâh Kavî’dir (sonsuz kuvvetlidir), Azîz’dir (her şeye sonsuz üstündür).

El-Kavî” güzel ismi, iki ayet-i kerimede (اِنَّ اللّٰهَ قَوِىٌّ شَدٖيدُ الْعِقَابِ) “cezası çetin” anlamındaki “şedîdü’l-ikâb” terkibi ile, yedi ayet-i kerimede ise “yegâne galip” anlamındaki “Azîz” güzel ismi ile birlikte gelmiştir (Hud, 11/66; Hac, 22/40, 74; Ahzâb, 33/25; Şura, 42/19; Hadîd, 57/25; Mücadele, 58/21).

Hattâbî, “El-Kavî” güzel ismini, “acizliğin kendisine hiçbir şekilde ulaşamadığı, tam ve mutlak güç sahibi” şeklinde tanımlar.[26] Çünkü Allâh’ın (cc) yarattığı bütün varlıklar kuvvet ile nitelenseler dahi, güçleri sınırlı ve sonludur. Mahdut sayının dışında herhangi bir güç ve kuvvete sahip değillerdir.

El-Kavî” güzel ismi, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin yaratmış olduğu varlıklara, mevcudiyetlerini ve hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri için kuvvet ve güç vermesi anlamına da gelmektedir. Bu açıdan, her Müslüman şahsiyetin, güç ve kuvvetin sadece Allâh’tan geldiğini bilmesi önemlidir. Nitekim, (hafazanAllâh) Allâh’a (cc) şirk koşarak benliğine zulmeden konumuna düşmüş, maddi zenginliğine aldanarak ahiret hayatını inkar eden, deist bir hayat süren, bu sebeple de küfre giren kişi ile, onunla bir şekilde diyalog kurmuş, maddi açıdan kısmen fakir, fakat tam mümin ve muvahhid olarak gönlü zengin bir şahsın, muhaveresinde bütün güç ve kuvvetin sadece Allâh’a ait olduğunu ikrarı, Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde beyan edilmektedir:

وَلَوْلَا اِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَاءَ اللّٰهُ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ

Kendi bağına girdiğin zaman, ‘Bu Allâh’ın dilemesi ile meydana gelmiştir, bütün güç ve kuvvet Allâh’ındır’ deseydin…” (Kehf, 18/39)

Diğer bir ayet-i kerimede ise, bütün güç ve kuvvetin Allâh’a ait olduğu inancının, kişilerdeki ahirete iman rüknünü sağlam bir şekilde tahkim ettiği gerçeği şu şekilde vurgulanır:

وَلَوْ يَرَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَمٖيعًا وَاَنَّ اللّٰهَ شَدٖيدُ الْعَذَابِ

Eğer zulüm edenler, (vaktinde) görecekleri azabı idrak edebilselerdi, muhakkak bütün kuvvet ve kudretin, Allâh’a ait ve azabının da çok şiddetli olduğunu anlarlardı.” (Bakara, 2/165)

Allâh’ın (cc), sonsuz güç ve kuvvetinin idrakindeki bir mümin, kendinde asla bir güç ya da kuvvet vehmetmez. Kendine aitmiş gibi gördüğü hususlara bağlanmaz. Daima Yüce ve Güç Sahibi Allâh’a (cc) yönelir. Bu güzel ismin idrakindeki bir muvahhid, Allâh’ın (cc) Yüceliğini ve Yüksekliğini bilir, O’ndan (cc) başka bir varlığa güç ve kuvvet atfetmez, her işinde O’nun güç ve kuvvetine dayanmayı bir ahlâk edinir.

55. (اَلْمَتِينُ) “EL-METÎN” (cc)

“Asla acze düşmeyen, zorluk ve sıkıntı nedir bilmeyen, her şeyden ve herkesten sağlam ve güçlü.”

اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ

Doğrusu rızkı veren, o çok şiddetli kuvvet sahibi Allâh’tır.” (Zâriyât, 51/58)

Ḥalîmî, “El-Metîn” güzel ismi ile ilgili olarak şu tarifi yapar:

El-Metîn, güç ve kuvveti azalmayan, güçsüz olmayandır. Bu durum sadece Allâh (cc) için geçerlidir. O’nun (cc) dışındaki bütün varlıklar, zamanla güçlerini kaybeder ve zayıf düşerler. Bu değişim, Allâh (cc) için imkansız, varlıklar için imkan dairesindedir.”[27]

(ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ) cümlesinde yer alan “El-Metîn” (Zâriyât, 51/58) güzel ismi, sözlükte “sağlam, kuvvetli, sert ve dayanıklı olmak” anlamındaki “metânet” kökünden sıfat olup, “tam ve mükemmel güç” anlamına gelmektedir.

Hattâbî’nin yorumuna göre, “Allâh azze ve celle sonsuz güçlü, kuvveti hiç kesilmeyen, kendisine hiçbir yorgunluk arız olmayandır.”[28]

Gazzâlî’nin yorumuna göre ise, El-Metîn, “çok şiddetli kuvvete sahip” anlamındadır.[29]

Allâh’ın (cc) “El-Metîn” güzel ismini kavrayan bir mümin, kendi güç ve kuvveti ile övünmeyi terk eder, Yüce Güç sahibine gönülden yönelir. Allâh’ın (cc), heybet ve azametini, varlık dünyasındaki haşmetli icraatını anlar, sonsuz kudrete sığınır, bütün güç ve kuvveti Allâh’tan (cc) bilir. Bu hususta kesin ve sarsılmaz bir inanç sahibi olarak, Yüce Kudrete âbidâne ve zâhidâne yönelir, muhabbet ve marifeti de o ölçüde artar.

56. (اَلْوَلِيُّ) “EL-VELΔ (cc)

“İmanlı kullarının dostu, onlara yardım eden, iyi işlerinde başarı nasip eden, sıkıntılarını gideren.”

اَللّٰهُ وَلِىُّ الَّذٖينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ

Allâh, iman edenlerin Velî’sidir (kullarını ihsanıyla koruyup kollayandır). Onları karanlıklardan çıkarıp (güzel ismi) Nûr’a sevk eder.” (Bakara, 2/257)

El-Velî” güzel ismi, Hattâbî’nin tarifleri içerisinde “yardım eden, destek veren”,[30] Ḥalîmî’nin tanımıyla, “kâinatın ve mahlûkların işlerini düzenlemeye malik / gücü yeten”,[31] Kuşeyrî’nin ifadesiyle de “kullarının işlerini düzenleyen”[32] demektir.

Allâh (cc), kullarının iman etmelerini ister, lütfu ve desteği ile onların cehalet karanlıklarından çıkmaları, imanda sabit kalmaları için engin lütuflarını bahşeder. Şayet onlara, dini konularda herhangi bir şüphe durumu arız olmuşsa, şüphelerini izale eder. Hidayetine, aydınlığına sevk ile, manevi problemleri yok edip, kalbî itminana onları muvaffak kılar. Endişe ve kuruntulardan, şüpheler ağından kurtarır. Adeta herhangi bir delile ihtiyaç bırakmaksızın, sadece vermiş olduğu yardım ile, iman rükünlerini açıkça müşahedelerine imkan tanır, hidayetin aydınlığına kavuşmalarını temin eder. Velî, aynı zamanda “ibadet ü taatlerine devam eden” anlamında, kulun bir vasfı olarak zikredilebilir. “Velayet” aynı zamanda “muhabbet” anlamına da gelir. Bu durumda “Allâh, iman edenlerin Velî’sidir” cümlesindeki anlam, “Allâh, müminleri sever” manasında olur.

اَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهٖ اَوْلِيَاءَ فَاللّٰهُ هُوَ الْوَلِىُّ وَهُوَ يُحْيِ الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ

Yoksa onlar, Allâh’tan başka velîler mi (dostlar) edindiler? Velî (kullarını ihsanıyla koruyup kollayan) Allâh’tır. O, ölüleri diriltendir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Şura, 42/9)

Asıl Velî ve Mevlâ yalnızca Allâh’tır. O’ndan başka Velî yoktur. Dolayısı ile Velî edinilmeye en lâyık, herhangi bir şeye gücü yetmeyenler değil, sadece O’dur (cc).

Kuşeyrî şöyle diyor:

“Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, kuluna olan dostluğunun alametlerinden birisi de bütün işlerinde ve hallerinde o kulunu koruması ve yardımcı olmasıdır. Böyle bir kulun kalbi, Allâh’tan başkasından bir yardım ve fayda beklemez. Böyle bir kulun kalbinde Kâim Hak’tır, onun dilek ve temennilerini gerçekleştirir, onu tehlikelerden korur. Allâh’ın dostluğunun emarelerinden birisi de kulunu yapması doğru olmayan hususlardan korumasıdır. İbadette gevşeklik göstermeye meyletse, bu işi ona kolaylaştırmayacak, hatta gevşeklikten uzaklaşma konusunda kendisine tevfik ve destek verecektir. Bu durum mutluluğun alametlerindendir. Aksi ise (hafazanAllâh), şekavet alametidir. Allâh Teâlâ’nın, velilerinin kalplerine dostluğunu rızık olarak vermesi de O’nun sevgisinin alametidir.”[33]

وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ اَوْلِيَاءَ

Sizin, Allâh’tan başka dostlarınız yoktur / olmamalıdır.” (Hud, 11/113)

وَهُوَ الَّذٖى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ وَهُوَ الْوَلِىُّ الْحَمٖيدُ

Allâh O’dur ki, (kullar) ümit kesmişlerken yağmuru indirir, rahmet ve bereketini (her tarafa) yayar. O, Velî’dir (kullarını ihsanıyla koruyup kollayandır), Hamîd’dir (her türlü övgüye ve hamd edilmeye lâyıktır).” (Şura, 42/28)

Kın-ı zulmette kalmış tâlib-i Hak, El-Velî şuğlunda bulsun nûr-u mutlak,

O nûr ile kuvâyı rûşen eyler, ziyalandıkça kalbi rûşen eyler,

Velî kalbi gibi olsun mücellâ, velîler gibi olsun kadri alâ,

El-Velî nûru ile kalbi eyleyen pür, yüzü haşirde onun ola pür nûr.” (İbn Îsâ Saruhânî)

El-Velî” güzel isminin anlamını kavrayan her Müslüman, bilhassa da inkarcılarla, herhangi bir sakınma durumu hariç, dostluğunu sona erdirmeli (Ali İmran, 3/28), onları kendisine sırdaş yapmamalıdır (Ali İmran, 3/118). Kulun, Allâh’a (cc) dost olması demek, O’na gönülden ve severek inanması, emir ve yasaklarını içselleştirmesi, O’na tevekkül etmesi ve teslim olması demektir. Dolayısı ile şuurlu bir kul, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin sayılamayacak nimet ve ihsanlarına şükür ile, vahdaniyetine yürekten inanarak, hidayeti, yardım ve hıfzı sadece Allâh’tan (cc) bilerek O’nun dostluğuna ancak ulaşabilecektir.

57. (اَلْحَمِيدُ) “EL-HAMÎD” (cc)

“Kulları tarafından ebediyete kadar övülen, kemal sıfatları zikredilerek yaptıkları, söyledikleri, emir ve yasakları sebebiyle kendisine hamd edilen, yaptığı her şeyden dolayı, her hâlükârda ve her dilde, mutlak surette hamde layık yegâne Yüce Zât.”

اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْغَنِىُّ الْحَمٖيدُ

Şüphesiz ki Allâh El-Ganî’dir (hiçbir şeye muhtaç değildir), El-Hamîd’dir (hamd edilmeye, şükredilmeye en lâyıktır).” (Lokman, 31/26)

Ḥalîmî, “El-Hamîd” güzel ismi ile ilgili olarak şu tanımı yapıyor:

El-Hamîd, hamd edilmeyi hak eden, hamde layık Vâcibü’l-Vücûd’dur. Çünkü Allâh azze ve celle varlığı başlatan, yaratan, iki üstün nimet akıl ve hayatı insanda bir araya getirendir. İnsan, saymaya çalışsa da sayamayacağı nimetleri bol bol verendir. O’ndan başka hamde layık kim vardır? Bilakis bütün hamdler / övgüler, sadece O’nadır, asla başkasına değildir. Çünkü, bütün minnet ve bağışlar sadece O’ndandır, başkasından hiç değildir.”[34]

Allâh (cc), hem öven hem de övülendir. Allâh (cc), ezelî ve ebedî “El-Hamîd” yani Zâtını övendir. Bunun delili Abdullah b. Mesud’dan (ra) rivayet edilen Efendimiz’in (sas) şu hadîs-i şerifidir:

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم ‏

لَيْسَ أَحَدٌ أَحَبَّ إِلَيْهِ الْمَدْحُ مِنَ اللَّهِ مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ مَدَحَ نَفْسَهُ ‏

Methe, Allâh’tan daha layık kimse yoktur. Bu sebeptendir ki Zâtını methetmiştir.”‏[35]

Kuşeyrî şöyle diyor:

“Kulun, Rab Teâlâ’ya hamd etmesi övgü ve senâ anlamında olduğunda, Allâh’ın (cc) kulunu bu davranışa muvaffak kılması iledir. Çünkü, Allâh’ın (cc) kulunu hamd etmeye muvaffak kılması, ancak bir tahkik sonucu gerçekleşmektedir. Buradaki tahkik, Rab Teâlâ Hazretlerini methettiği anda kulun kalbinin irfanî durumudur. Zira Allâh Teâlâ, kul her ne kadar methetme cümlelerinde doğru olsa da kalbinin irfanına henüz erememiş olduğu vasıflandırma cümlelerini reddeder. Çünkü Allâh (cc), kendisine karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi haram kılmıştır (Araf, 7/33).

Allâh’a (cc) hamd etmek, “O’na şükretmek” anlamında alınırsa, bu durumda nimeti veren Mün’im’in (Allâh’ın) görülmesi gerekir. Çünkü şükretmenin / teşekkürün hakikati, nimetin değil, o nimeti veren Mün’im’in görülmesidir.

Anlatıldığına göre Davud (as) bir münacatında, “İlâhî, şükredebilmem, Sen’den bana verilmiş bir nimet iken, Sana nasıl şükredebilirim ki?” dediğinde Cenâb-ı Hak ona, “İşte şimdi Bana şükretmiş oldun” buyurmuştur.”[36]

Gazzâlî de şöyle söylüyor:

“Kullardan bu güzel vasfa layık olanlar, inançta, ahlâkta, amelde ve sözlerde herkes tarafından övülenlerdir. Peygamber (sas), ona yakın olan sair Peygamberler, veliler ve ilmi ile amil olan alimler de bu vasfa layık olanlardır. Her birerleri, inancı, ahlâkı, amelleri ve sözleri vesilesi ile övülen kimselerdir. Ancak, övülecek huyları ne kadar çok olursa olsun, kullardan hiç kimse kusurlardan hali olamayacağından, mutlak Hamîd ancak ve ancak Allâh’tır (cc).”[37]

Yukarıdaki bilgiler ışığında “hamd” kelimesinin temel anlam dairelerini, Allâhu a’lem şu şekilde görmeye çalışabiliriz:

1. Allâh’ın (cc) kendi Zât’ını övmesi. Elbette Allâh’ın (cc) kendi zatını övmesi hakkıdır. O (cc), dilediği şekilde kendisini övendir. Zât’ı her türlü noksanlıktan uzaktır, bütün fiilleri, güzel isimleri ve yüce sıfatları da aynı şekildedir. O (cc), mutlak övgülerin ve hamdlerin sahibidir.

2. Allâh’ın (cc), mahlukatı arasında hamd ehli olarak yarattığı kimselerin, hamd ve övgü görevlerini yerine getirmeleri. Aslında bu tür hamd ve övgü de bir öncekine benzer. Çünkü, yukarıda da değinmeye çalıştığımız üzere, kulların Allâh’a (cc) bütün hamd ve övgüleri, neticede O celle ve alâ’nın fiili sonucu gerçekleşmekte ve hamdler Kendisine dönmektedir.

3. Bütün gökler, yerler ve bunların arasındaki bütün mahlukat, Allâh’ı (cc) hamd ile tesbih etmektedir (Haşir, 59/24). Allâh’a (cc) hamd, bütün alemlerde cereyan etmektedir. Bütün varlıklar eksiksiz bir şekilde, Allâh’ı (cc) hamd ile tesbih etmekte, ancak dillerini bilemediğimiz için bu şükür senfonisini duyamamakta, görememekteyiz (İsra, 17/44). O’na (cc) yapılan hamdler ve şükürler, bütün zamanları doldurmaktadır (Rum, 30/17-18).

4. Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, yerde ve gökte ne varsa hepsini insanların hizmetine açtığı, açık ve gizli, dini ve dünyevi, bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün nimetlerini insanlara bolca lütfettiği için kendisine hamd edilir, övülür ve methedilir. Bizlere bildirilen, ayrıca bizlere bildirilmeyip de Cenâb-ı Hakk’ın Yüce Zât’ında gizli tuttuğu bütün güzel isimleri ve yüksek sıfatları ile Allâh (cc) her yönden hamd edilmeye en layık, bütün övgüler sadece Yüce Zât’ına ait Vâcibu’l-Vücud’dur.

5. Hz. Ali’den (ra) rivayetle, Efendimiz (sas) namazlarında rükudan doğrulduğu vakit şöyle dua ederdi:

اللَّهُمَّ رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ مِلْءَ السَّمَوَاتِ وَالأَرَضِينَ وَمِلْءَ مَا بَيْنَهُمَا وَمِلْءَ مَا شِئْتَ مِنْ شَيْءٍ بَعْدُ

Allâhım, gökler, yerler ve her ikisi arasındaki mesafeler dolusu ve dilediğin doluluk miktarı kadar hamd Sanadır.[38]

Hadis-i şerifteki hamdin anlamı, “yerler, gökler dolusu ve tükenmek bilmeyen ilâhî meşîetin dilediği doluluk miktarı” şeklindedir. Diğer anlam ise, “hamdin yerler, gökler dolusu ve bu yarattığı varlıklardan sonra dilediği miktarda doluluk” şeklindedir. Ancak ilk anlam daha kuvvetlidir.

6. Allâh (cc), bütün isim ve sıfatlarında sonsuz derecede yüksektir. Bu yüksek isim ve sıfatlar O’nun (cc) Rububiyetin şe’nidir. Dolayısı ile hamd edilmeye ve yüceltilmeye en layık O’dur (cc).

58. (اَلْمُحْصِي) “EL-MUHSΔ (cc)

“Var ettiği her şeyin ve kullarının bütün yaptıklarının miktarını ve sayısını bilen.”

يَوْمَ يَبْعَثُهُمُ اللّٰهُ جَمٖيعًا فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُوا اَحْصٰیهُ اللّٰهُ وَنَسُوهُ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ شَهٖيدٌ

O günde ki, Allâh onları hep diriltecek, bütün yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allâh (onların dünyada yaptıkları bütün amellerini kaydedip) saymış, onlarsa bunları (irtikâp ettikleri vakit önemsemedikleri ve günahlarını devam edegelen bir alışkanlık hâline getirmelerinden ötürü aldırış etmedikleri için) unutmuşlardır. Allâh her şeye Şâhid’dir.” (Mücadele, 58/6)

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, bu ayet-i kerimede yer alan (اَحْصٰیهُ اللّٰهُ) “Allâh saymıştır” cümlesinde yer alan yüce “sayma” fiilinin daha iyi anlaşılabilmesi için, bir sonraki ayet-i kerimede şu çarpıcı ve somut örneği vererek, “sayma” fiiline nelerin dahil olduğunu açık bir şekilde beyan etmekte, bu seviyedeki bir saymanın daha neleri sayıyor olduğu hususunu da okuyanın / dinleyenin zihnine bırakmaktadır:

Allâh’ın, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini bilmiyor musun? Üç kişinin kendi aralarında gizli konuşmaları olsa dördüncüleri mutlaka Allâh’tır. Beş kişi olsa altıncıları mutlaka Allâh’tır. Gizli konuşanlar, bundan daha az veya daha çok da olsalar, her nerede olurlarsa olsunlar, Allâh mutlaka onlarla beraberdir. Sonunda bütün yaptıklarını kıyamet günü kendilerine tek tek bildirecektir. Allâh, elbette her şeyi bilir.” (Mücadele, 58/7)

Hattâbî, “El-Muhsî” güzel ismi ile ilgili olarak şu tanımı yapar:

“Allâh azze ve celle, ilmi ile her şeyi sayandır. En büyük şeyler O’nu aciz bırakamayacağı gibi, en küçük şeyler de O’ndan kaçamaz. Hiçbir iş, O’nu bir başka işten alıkoyamaz. Kullarının hareketlerini, nefeslerini, yaptıkları iyi amellerini ve işledikleri günahları tek tek saymıştır. Tıpkı şu ayet-i kerimede olduğu gibi: (مَالِ هٰذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغٖيرَةً وَلَا كَبٖيرَةً اِلَّا اَحْصٰیهَا) “Bu nasıl bir kitaptır ki, küçük, büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymıştır?” (Kehf, 18/49)[39]

Ḥalîmî ise, “El-Muhsî” güzel ismi ile ilgili olarak şu yorumları yapmaktadır:

El-Muhsî, insanların ilimlerinin kuşattığı ve kuşatamadığı bütün olayların sayısını ve miktarını bilendir. O (cc), canlıların alıp verdiği her nefesi, rızkı, insanların itaatlerini ve günahlarını, yakınlıklarını, yağmurları ve kum tanelerinin sayılarını, bütün bitkileri ve hayvan türlerini, ölenleri ve hayatta olanları bilendir. Allâh (cc), bütün varlıkların sayılarını, kalanlarını ve yok olanlarını bilendir. Bu güzel isim, insanların çoklukları nedeniyle sayılarını bilmeye güç yetiremedikleri unsurları, Allâh’ın (cc) tam ve eksiksiz bir şekilde bildiğini göstermektedir. O (cc), bütün varlıkları ve sayılarını bilendir. Varlığı bütün varlıkları kuşatmıştır. O’nun (cc) adı ne yücedir.”[40]

وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا اِنَّ اللّٰهَ لَغَفُورٌ رَحٖيمٌ

Allâh’ın nimetlerini birer birer saysanız (bu ne mümkün?) İcmal suretiyle bile sayamazsınız. Muhakkak ki Allâh Ğafûr’dur (çok bağışlayandır), Rahîm’dir (çok merhamet edendir).” (Nahl, 16/18)

Kuşeyrî şöyle der:

“Allâh Teâlâ’nın, ‘El-Muhsî’ güzel isminin anlamını kavrayan bir kul, Allâh Teâlâ’nın nefesleri dahi saydığının şuurunda olmalı, zahir ve batın duyularını muhafaza etmelidir. Allâh Teâlâ’nın kendisine lütfettiği nimetlerini bilmekle birlikte, o nimetleri sayamayacağının ama Cenâb-ı Hakk’ın tek tek sayacağının da farkındadır. O’nun (cc), verdiği nimetleri zikrederek, vaktini O’nun (cc) her nevi nimetine şükretmekle geçirmek, Allâh Teâlâ’nın bahşetmiş olduğu nimetlerin artışına vesile olacaktır.”[41]

وَاَحْصٰى كُلَّ شَیْءٍ عَدَدًا

Allâh, her şeyi adet yönünden saymıştır.” (Cin, 72/28)

İmam Gazzâlî, “El-Muhsî” güzel ismini şu şekilde anlamlandırır:

“Gerçek Muhsî, ilmi her şeyi ihata eden, her şeyin miktarını eksiksiz tastamam sayabilendir. Kul, her ne kadar bazı şeyleri bilip sayabilse de her şeyi hatta pek çok şeyi sayamayacağından hakiki Muhsî olamaz. Şu halde mutlak Muhsî, yalnız ve yalnız Allâh’tır.”[42]

Binaenaleyh her bireyin, Allâh’ın (cc) her şeyi en ince ayrıntısına kadar saydığını bilmesi, sözlerinden, davranışlarından büyük ve küçük her şeyin hesabını görüp karşılığını vereceğine inanması, en başta kişinin kendi faydasınadır. Kul, Rabbinin büyük-küçük her şeyi ve bütün amellerini saydığını, gizli-saklı her şeyden haberdar olduğunu ve sayarak kaydettiğini bilirse, kendi tutum ve davranışlarını daha bir kontrol altına alır, gerek kendi benliğine gerekse de başkalarına daha sorumlu bir davranış tarzı geliştirir.

59. (اَلْمُبْدِئُ) “EL-MÜBDΔ (cc)

“Can verip hayata başlatan, yaratan.”

وَهُوَ الَّذٖى يَبْدَٶُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُعٖيدُهُ

O, başlangıçta yaratmayı yapan, sonra onu tekrarlayandır.” (Rum, 30/27)

Hattâbî, “El-Mübdî” güzel ismini, “her şeyin başlangıcını örneksiz bir şekilde yapıp yoktan var eden”,[43] Kuşeyrî, “yaratma ve inşa bakımından bütün varlığın başlangıcını açığa çıkaran”[44] şeklinde anlamlandırmaktadır. Kuşeyrî’nin bu yorumuna göre, Cenâb-ı Hak, gizli olan şeyleri yokluktan varlığa, görünmezlikten müşahede alemine çıkararak izhar etmektedir.

Bütün varlıkları yoktan var eden, onları inşa edip ortaya koyan Allâh’tır (cc). Varlıklar yok iken Allâh (cc) onları yaratmış ve varlık alemine çıkarmıştır. O, istediği her an, “El-Mübdî” güzel ismi ile olmayan bir şeyi var edendir. Sonradan yaratılan her varlık böyledir.

اِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعٖيدُ

Şüphesiz O, başlangıçta yaratmayı yapar, sonra onu tekrarlar.” (Büruc, 85/13)

Ebu Hüreyre (ra)’den rivayet edilen ve “El-Mübdî” güzel isminin geçtiği bir hadis-i kudsîde Resülullah (sas), “Allâh Teâlâ şöyle buyurdu” demiştir:

:عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ ، عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ : قَالَ اللَّهُ

كَذَّبَنِي ابْنُ آدَمَ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ ذَلِكَ ، وَشَتَمَنِي وَلَمْ يَكُنْ لَهُ ذَلِكَ

فَأَمَّا تَكْذِيبُهُ إِيَّايَ فَقَوْلُهُ لَنْ يُعِيدَنِي كَمَا بَدَأَنِي ، وَلَيْسَ أَوَّلُ الْخَلْقِ بِأَهْوَنَ عَلَيَّ مِنْ إِعَادَتِهِ

وَأَمَّا شَتْمُهُ إِيَّايَ فَقَوْلُهُ اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا ، وَأَنَا الْأَحَدُ الصَّمَدُ لَمْ أَلِدْ ، وَلَمْ أُولَدْ ، وَلَمْ يَكُنْ لِي كُفْئًا أَحَدٌ

Âdemoğlu beni yalanladı, halbuki beni yalanlamak ona yakışmazdı. Bazısı da bana sövdü, halbuki bana sövmek ona yakışmazdı.

Âdemoğlunun beni yalanlaması, ‘Allâh, beni ilk defa (örneksiz bir şekilde yoktan var etti) yarattı ama, öldükten sonra tekrar yaratamaz’ sözüdür. Hâlbuki ilk yaratma, benim üzerime ikinci defa yaratmaktan daha kolaydır.

Âdemoğlunun bana sövmesine gelince, ‘Allâh bir çocuk edindi’ sözüdür. Hâlbuki ben Ehadim, Samedim, doğurmadım ve doğurulmadım ve hiç kimse benim dengim olmamıştır.[45]

Her Müslüman, Allâh’ın (cc) ilk kez yaratan anlamındaki “El-Mübdî” güzel isminin anlamını kavramalı ve gönülden inanmalıdır. O (cc), bütün varlıkları örneksiz ve mükemmel bir şekilde yaratmıştır. Daha sonra onları ahirette tekrar yaratacaktır.

60. (اَلْمُعِيدُ) “EL-MUÎD” (cc)

“Yok edip tekrar yaratan, öldürdüklerini tekrar hayata döndüren, yeniden dirilten.”

وَهُوَ الَّذٖى يَبْدَٶُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُعٖيدُهُ

O, başlangıçta yaratmayı yapan, sonra onu tekrarlayandır.” (Rum, 30/27)

Bütün varlıkları yoktan var eden, onları inşa edip ortaya koyan Allâh’tır (cc). Varlıklar yok iken Allâh (cc) onları yaratmış ve varlık alemine çıkarmıştır. O, hesapların en ince ayrıntısına kadar görülebilmesi için insanları ve bütün canlıları ahirette yeniden diriltecek, “El-Muîd” güzel ismi ile ölümlerinden sonra varlıkların hayatlarını ve canlılıklarını yeniden iade edecektir. Aslında bu iade durumunun dünyadaki örnekleri, her kıştan sonraki bahar mevsimlerinde, bütün bitkilere hayatlarının yeniden iade edilmesinde müşahede edilmektedir. Tıpkı bunun gibi, kıyametten sonra haşir sabahında, yeryüzüne gönderilmiş her insan, ilk haline yeniden iade edilecek, yaptıkları küçük büyük ne kadar faaliyet varsa, hepsinden hesaba çekilecek, daha sonra da işlemiş oldukları amellere göre mükafat veya ceza ile karşılaşacaktır.

اِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعٖيدُ

Şüphesiz O, başlangıçta yaratmayı yapar, sonra onu tekrarlar.” (Büruc, 85/13)

Ahiretin varlığına iman ile ilgili hem Kur’ân-ı Kerîm’deki hem de hadîs-i şeriflerdeki beyanlar, insan aklına yeterince ışık tutmakla birlikte, gerek nefis gerekse de şeytanî dürtüler sonucu kişilerde (hafazanAllâh) ret hali ortaya çıkabilmekte, ahiret ve safahatını kabul etmeyen deist, ateist ve agnostik bakış açıları ile karşılaşılmaktadır. Ahiretin varlığı bütünüyle gayb alanında bulunmaktadır. “Gayb” kelimesi, El-Habîr’in (her şeyden en ince ayrıntısı ile haberdar Allâh) ilmi dışında hiçbir varlığın ilminin nüfuz edemediği, gizli bırakılmış alandır. Bu açıdan, bireyde yakînî bir imanın oluşabilmesinde, akıl ve iradenin yanı sıra mutlaka kalbî bir yönelişin, Hakk’a kalben inancın, bu inancını dili ile ifadenin ve amelleri ile tasdik etmenin gerektiği izahtan varestedir.

(وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ)  “(O müttakiler) Âhirete yakînî bir şekilde inanırlar” (Bakara, 2/4) cümlesinde yer alan (اَلْاِيقَانُ) îkân, “her tür şek ve şüpheden uzak bir şekilde, akıl yürütmeyle zihnin kesinliğe, kalbin de sağlam bir tasdike ve inanca ulaştığı ‘bürhanî’ yani doğru bilgidir. Bu ayet-i kerimede de ahirete inançta olması gereken kesinlik, kelimenin fiil kalıbı ile beyan edilmiştir. “Yakîn” kelimesi, ayet-i kerimelerde yalın hali dışında, sezgi ve iç tecrübenin verdiği en üst düzey kesinlik taşıyan bilgi anlamında “hakka’l-yakîn” (Vâkıa, 56/95; Hâkka, 69/51), akıl, nakil ve haberle kazanılan bilgi anlamında “ilme’l-yakîn” (Tekâsür, 102/5) ve dış duyu, dış tecrübe ve gözlemle ulaşılan bilgi anlamında “ayne’l-yakîn” (Tekâsür, 102/7) terkipleri ile de gelmektedir.

Yukarıdaki bilgiler ışığında, “El-Muîd” güzel isminin anlamını kavrayan bir muvahhid, yakîn mertebelerinde yükselerek, Allâh’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe imanı, ruh ve kalbinden ayrılmaz bir amentü haline getirir, Allâh’ın (cc) her bireyi, haşir sabahında yeniden dirilteceğinden, ruhları bedenlerine yeniden iade edeceğinden en küçük bir şekilde dahi şüphe duymaz, hidayetin gerçek anlamına ulaşır.

61. (اَلْمُحْيِي) “EL-MUHYΔ (cc)

“Can veren, dirilten, hayat bahşeden.”

وَهُوَ الَّذٖى يُحْيٖ وَيُمٖيتُ

O, diriltendir ve öldürendir.” (Müminun, 23/80)

El-Muhyî” kelimesi “hayat” kökünden sıfat olup, “can veren, dirilten, hayat bahşeden” anlamında Allâh’ın en güzel isimlerindendir.

El-Muhyî” bir varlığı ölü iken diriltendir. Hattâbî’nin yaklaşımı içerisinde, Cenâb-ı Hak, çürümüş bedenlere canlılık verip diriltme ile, ölmüş kalpleri marifet ışığı ile dirilten, bitkilerin ölümünden sonra toprağa yağmur indirme ile onlara hayat verendir.[46]

Kur’ân-ı Kerîm’de, “El-Muhyî” güzel ismi iki ayet-i kerimede şu şekilde geçmektedir:

فَانْظُرْ اِلٰى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِ الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ

Allâh’ın rahmetinin izlerine bak. Yeryüzünü ölümünden (kuruduktan) sonra nasıl diriltiyor (yeşertiyor)? Şüphe yok ki yeryüzünü kuruduktan sonra dirilten, elbette ölüleri (kabirlerinden) diriltir. O’nun her şeye gücü yeter.” (Rum, 30/50)

Hadîs-i şeriflerde yeniden diriltilişin aklîliği hususu, Hanbelî mezhebinin imamı, muhaddis ve fakih Ahmed b. Hanbel’in (v. 241/855) Müsned’inde, Ebu Razîn el-Ukaylî’nin (ra) anlatımı ile Efendimiz (sas) tarafından zihinlerde şu şekilde netleştirilmektedir:

“Ey Allâh’ın Resulü, Allâh ölüleri nasıl diriltir? Yarattıkları arasında bunun bir delili var mıdır?” diye sordum. Şöyle buyurdular:

Sen, yakınlarının arazisinden, orası önce kupkuru iken hiç geçtin mi?

“Evet, geçtim.”

Daha sonra, oranın yemyeşil olduğu zamanda da geçtin mi?

“Evet (geçtim) ey Allâh’ın Resulü” deyince, şöyle buyurdular:

İşte, Allâh ölüleri böyle diriltir. O’nun yaratmış olduğu varlıklardaki (yeniden diriltilişe ait sorduğun) delil (ayet) de budur.[47]

وَمِنْ اٰيَاتِهٖ اَنَّكَ تَرَى الْاَرْضَ خَاشِعَةً فَاِذَا اَنْزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَاءَ اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ اِنَّ الَّذٖى اَحْيَاهَا لَمُحْيِى الْمَوْتٰى اِنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ

Allâh’ın (kudretine delâlet eden) ayetlerinden birisi de şudur ki, sen yeryüzünü kurumuş görürsün. Fakat yağmuru üzerine indirdiğimiz zaman, harekete geçer ve kabarır (canlanır ve yeşerir). Yeryüzüne hayat veren, elbette ölüleri de dirilticidir. Çünkü O, her şeye gücü yetendir.” (Fussilet, 41/39)

Kur’ân-ı Kerîm’de “hayy” kavramı ile, yeniden diriltilişi haber verilen unsurlardan birisi de yeryüzündeki nebâtâttır. Bütün bitkilerin ve yeşilliklerin, kışın ölümlerinden sonra bahar mevsiminde yeniden diriltilişi, Kur’ân-ı Kerîm’de “hayy” kelimesi, şimdiki zaman kalıbı kullanılarak on iki ayet-i kerimede yer alır (Bakara, 2/164; Nahl, 16/65; Furkân, 25/49; Ankebût, 29/63; Rum, 30/19, 24, 50; Fâtır, 35/9; Yâsîn, 36/33; Fussilet 41/39; Kâf 50/11; Hadîd 57/17.)

Hayy” kökünden gelen “ihya”, canlandırmayı ve bir yeri yeşermiş bir şekilde bulmayı ifade etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de “ihya” kavramı, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine nispet edildiği yerlerde, “hayatlandırma, canlandırma” anlamındadır. Mesela şu ayet-i kerimedeki “ihyâ” kelimesi, Cenâb-ı Hakk’ın, insanları dünyaya gönderirken lütfettiği canlılığı ifade etmektedir:

قُلِ اللّٰهُ يُحْيٖيكُمْ ثُمَّ يُمٖيتُكُمْ ثُمَّ يَجْمَعُكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ لَا رَيْبَ فٖيهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

De ki: ‘Allâh, sizlere hayat veriyor. Sonra sizleri öldürecek, sonra da kendisinde şüphe olmayan Kıyamet gününde, sizleri bir araya getirecektir. Ama insanların çoğu bilmemektedir.” (Câsiye, 45/26)

“İnsanın diriltilişi, canlandırılması” anlamındaki “hayy” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de on beş ayet-i kerimede geçmektedir (Bakara, 2/28, 260; Meryem, 19/15, 33, 66; Hacc, 22/6, 66; Şuarâ, 26/81; Rûm, 30/40; Yâsîn, 36/78, 79; Mümin, 40/11; Fussilet, 41/39; Ahkâf, 46/33; Kıyâmet, 75/40).

Bu ayet-i kerimelerden biri şöyledir:

كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا فَاَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمٖيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيٖيكُمْ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

“(Nezdinizde, sizleri nankör bir şekilde inkâr etmekten alıkoyacak ve imana sevk edecek sayısız ve çok güçlü deliller varken, Allâh’ı) Nasıl inkâr ediyorsunuz? (Ayetin bu kısmında, aslında küfrün bizzat kendisinin, kinaye yoluyla reddi vardır ki çok kuvvetli ve beliğ bir üsluptur.) Halbuki, sizler ölü (henüz yokken, babalarınızın sulbünde ruhsuz ve duyulardan mahrum bir nutfe) iken, sizlere hayat veren (dünyaya getiren) Allâh’tır (Bu sayılanlar, insanı küfürden alıkoyacak çok önemli delillerdir ve aynı zamanda da büyük ilâhî nimetlerdir). O, sonra sizleri öldürecek, sonra (kabirlerinizden tekrar çıkartıp) diriltecektir. En sonunda da O’na döndürüleceksiniz (dünyadaki amellerinizin, ahiretteki karşılığını almaya gideceksiniz).” (Bakara, 2/28)

Bu âyet-i kerimedeki birinci “hayy” kelimesi ile, insanın dünyaya geliş safhasında Allâh’ın bahşettiği canlılık, ikinci “hayy” kelimesi ile, Allâh’ın (cc) insanı ölümünden sonra yeniden dirilteceğinde lütfedeceği canlılık ifade edilmektedir.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin “El-Muhyî” güzel isminin tecellisini, yüksek seviyede müşahede etmek isteyen Allâh dostu İbrahim’in (as), bu ruhsal yetkinliğe ulaştırılması keyfiyeti Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan edilmektedir:

وَاِذْ قَالَ اِبْرٰهٖيمُ رَبِّ اَرِنٖى كَيْفَ تُحْيِ الْمَوْتٰى قَالَ اَوَلَمْ تُؤْمِنْ قَالَ بَلٰى وَلٰكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْبٖى قَالَ فَخُذْ اَرْبَعَةً مِنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ اِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلٰى كُلِّ جَبَلٍ مِنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَاْتٖينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ

Hani İbrahim, ‘Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster (doğrudan gözümle görmemi sağla)’ demişti. (Allâh) ‘İnanmıyor musun?’ deyince, ‘Bilakis (inanıyorum), ancak kalbimin tatmin olması için (akıl yürütme ile elde edilen bilginin yanı sıra, zaruri ilme de sahip olmak suretiyle, kalbim daha çok sükûnet ve itminan bulsun istiyorum)’ demişti. (Zira, delillerin birbirini destekleyecek şekilde olması, kalbin itminan bulmasına, imanın daha fazla artmasına sebep olur. Ayrıca akıl yürütmeye şüphe karışabilir, fakat kalpte gerçekleşen zaruri bir bilgide ise şüpheye yer kalmaz.) ‘Öyleyse, dört kuş tut. (Bu kuşların; tavus, horoz, karga ve güvercin olduğu rivayet edilmiştir) Onları kendine alıştır (Sana tekrar geldiklerinde, onların başka kuşlar olduklarını zannetmemen ve başka kuşlarla karıştırmaman için, onları iyice incele, hallerini, şekillerini ve özelliklerini tam olarak öğren). Sonra onları parçalayıp, her bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır (“Allâh’ın izni ile gelin” de). Sana (ya hızlı bir şekilde uçarak ya da ayakları üzerinde) koşarak gelecekler. Bil ki, şüphesiz Allâh, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara, 2/260)

Ebu Hüreyre’den (ra) gelen rivayete göre Resülullah (sas) şöyle buyurmaktadır:

نَحْنُ أَحَقُّ بِالشَّكِّ مِنْ إِبْرَاهِيمَ إِذْ قَالَ ‏{‏رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِنْ قَالَ بَلَى، وَلَكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْبِي‏}‏

İbrahim’in, “Bilakis inanıyorum, fakat kalbimin mutmain olması için görmek istedim” dediği konuda, biz şüpheye, İbrahim’den daha fazla layığız.[48]

Buradaki “şüphe”, kesin bilgiye ulaşabilmek için sağlam bir dayanak noktası bulma arayışıdır. Bu tür şüphede, doğrular daha muhkem hale gelirken, asılsız vehimler insan zihninden silinmekte, bilgi sarsılmaz bir halde insan kalbinde yerleşmiş olmaktadır. Böyle metodik bir şüphe süreci, Efendimiz’in (sas) işaret buyurduğu üzere, kişide imanın apaçık hale gelmesini netice vermektedir.

İman, zihnî ve duygusal olarak ulaşılan, marifet, yakîn ve ikrarın bir araya geldiği güven ve emniyet halidir. Şüphe ise, bilgi boşluğundan kaynaklandığı için, delillerin çokluğu ve güçlendirilmesi durumunda, kalbin sükûnu ve itminan artmakta, güvenin ve itminanın olduğu kalpte şüpheler izale edilmiş olmaktadır.

يُخْرِجُ الْحَیَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَیِّ وَيُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ

(Allâh) Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarıyor. Arzı, ölümünün ardından, O canlandırıyor. İşte siz de (kabirlerinizden) böylece çıkarılacaksınız.” (Rum, 30/19)

Nebiyyi mürsel olan İbni Meryem, hayat için ururdu mürdeye dem,

İrüpdür ism-i Muhyî’den tecellâ, anınçün eyledi ihyâyı mevtâ,

Bununla mürde dil bulur hayatı, bununla hayy olan görmez memâtı,

Didükçe kûh-i cismi rûşen eyler, dil ü can bülbülüne gülşen eyler.” (İbn Îsâ Saruhânî)

Diriden ölüyü, ölüden diriyi çıkarmak, ölüyü diriltmek ve diriyi öldürmek gibi karşıt şeyleri yapma kudret dairesi içinde bulunan Allâh (cc) için, ilk baştan yaratmak da yeniden yaratmak ve diriltmek de aynıdır.

62. (اَلْمُمِيتُ) “EL-MÜMÎT” (cc)

“Can verdiği mahlûklara ölümü kader olarak yaratan, öldüren.”

اَللّٰهُ الَّذٖى خَلَقَكُمْ ثُمَّ رَزَقَكُمْ ثُمَّ يُمٖيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيٖيكُمْ هَلْ مِنْ شُرَكَائِكُمْ مَنْ يَفْعَلُ مِنْ ذٰلِكُمْ مِنْ شَیْءٍ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ

Allâh, sizi yaratmış, sonra da sizi rızıklandırmıştır. Sonra sizi öldürecek ve daha sonra da diriltecektir. Allâh’a koştuğunuz ortaklardan, bunlardan herhangi bir şeyi yapabilen var mı? O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir.” (Rum, 30/40)

El-Mümît”, “can verdiği mahlûklara ölümü kader olarak yaratan, öldüren” anlamında Allâh’ın en güzel isimlerindendir.

Hattâbî, Cenâb-ı Hakk’ın “El-Mümît” güzel ismini şu şekilde yorumlar:

El-Mümît, canlı varlıkları öldüren, ölüm ile sağlıklı ve güçlü olanların gücünü yok edendir. O (cc), (لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ يُحْيٖ وَيُمٖيتُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ) “Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnızca O’nundur. Her şeyi yaşatan ve öldürendir, her şeye Kâdir’dir.” (Hadîd, 57/2) Allâh (cc), yaşatma sıfatı ile Zât’ını methettiği gibi, öldürme sıfatı ile de övünür. Bu, hayır ve şerrin, fayda ile zararın yalnız O’ndan (cc) geldiğinin, mülkünde hiçbir ortağın bulunmadığının, yalnız Zât’ının Bâkî ve Ebedî, kendisi dışındaki bütün varlıkların da fâni olduğunun bilinmesi içindir.

Her Müslüman, Allâh’ın (cc) Yaratması ve Öldürmesi sıfatlarının mutlaklığını kavramalıdır. Allâh’ın (cc) dostu İbrahim (as), “Benim Rabbim dirilten ve öldürendir” (Bakara, 2/258) deyince, inkarcı Nemrut “ben de öldürür ve diriltirim” demişti. Cenâb-ı Hakk’a ait “diriltme ve öldürme” delilindeki mutlaklığı, Nemrut anlayamamıştı. Ondaki bu kavrayış fakirliğini gören Allâh dostu İbrahim (as), onun anlayış seviyesine inerek, “Şüphesiz Allâh, güneşi doğudan getiriyor, madem öyle sen de onu batıdan getir” deyince, küfür içerisindeki o kişi “donup kalmıştı.

Abdullah b. Haris’in (ra) rivayetine göre Abdullah İbn Ömer (ra), adamın birisine uyuyacağı zaman şu duayı okumasını tavsiye etmiştir:

اللَّهُمَّ خَلَقْتَ نَفْسِي وَأَنْتَ تَوَفَّاهَا لَكَ مَمَاتُهَا وَمَحْيَاهَا إِنْ أَحْيَيْتَهَا فَاحْفَظْهَا وَإِنْ أَمَتَّهَا فَاغْفِرْ لَهَا اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الْعَافِيَةَ

Allâhım! Nefsimi Sen yarattın. Onu vefat ettirecek olan da Sensin. Onun yaşaması ve ölümü Sana aittir. Eğer onu diriltirsen Sen onu koru. Eğer onu öldürürsen, Sen ona mağfiret eyle. Allâhım, Sen’den afiyet istiyorum.

Adam, Abdullah b. Ömer’e, (babası Hz. Ömer’i [ra]kast ederek), “Sen bunu Ömer’den mi (ra) duydun?” diye sorunca, Abdullah b. Ömer (ra) şöyle cevap vermiştir:

Ömer’den daha hayırlı olan birisinden, Resülullah’tan (sas) duydum.[49]

63. (اَلْحَیُّ) “EL-HAYY” (cc)

“Bütün varlıkların hayat kaynağı, ebedî ve hakiki hayat sâhibi, daimi hayat ile mevsûf.”

اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ

Allâh, kendisinden başka hiçbir ilâh (Tanrı) yoktur (O’ndan başka ibadete müstahak Ma’bud yoktur). O Hayy’dır (ezelî ve ebedî hayat ile bizâtihi diridir, bâkidir). Kayyûm’dur (Zât ve kemâl sıfatlarıyla yarattıklarının bütün işlerinde Hâkim ve Kâimdir, her şey O’nun ile kâimdir).” (Bakara, 2/255)

Hattâbî, Cenâb-ı Hakk’ın “El-Hayy” güzel ismini şöyle yorumlar:

“Allâh’ın (cc) yüksek sıfatlarından “El-Hayy” daima var, hayatın sonsuzluğu ile mevsuf bulunan demektir. Kendisine hayat, ölümden sonra gelmemiştir. O’nun (cc) için, hayattan sonra herhangi bir ölüm söz konusu değildir. Diğer hayat sahiplerinde ise, hayatın iki tarafından birinde veya her ikisinde ölüm ve yokluk muhakkaktır. (كُلُّ شَیْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ) “Her şey helak olacaktır. Yalnız onun Veçhi müstesnadır.” (Kasas, 28/88)[50]

Gazzâlî de bu güzel isimle ilgili olarak şu derinlikli açıklamayı yapar:

El-Hayy, dilediğini yapan, her şeyi bilen demektir. Öyle ki, herhangi bir fiili olmayanın, idraki bulunmayanın hayatı yoktur, o ölüdür. İdrak derecelerinin en altı, kişinin kendi varlığını hissetmesidir. Kendi varlığını hissetmeyen ise cansız ve ölü bir varlıktır. Mutlak ve kâmil manadaki Hayy, bütün müdrik varlıkları kendi idraki altında ve bütün mevcudatı kendi fiili altında bulunduran Zât’tır (cc). Öyle ki ilminden herhangi bir müdrak, herhangi bir fiil kaçmaz, dışarıda kalmaz. İşte o da Allâh’tır (cc). O mutlak Hayy’dır. Bütün güzel isimlerin, ulvi sıfatların sahibidir. Hepsine mutlak kemal ile sahiptir.”[51]

Allâh (cc), ezelî ve ebedî “hayat” sıfatı ile yaşatan, sonra öldüren, öldürdükten sonra da tekrar diriltecek olandır. Cenâb-ı Hakk’ın “hayat” sâhibi olması, hayat vasfı ile en kâmil manada muttasıf olması demektir. Cenâb-ı Hak hakkında, vacip / zorunlu olan bu sıfat, mahlûkatta görülen ve maddenin ruh ile birleşmesinden doğan, geçici ve maddî bir hayat olmayıp, bütün hayatların kaynağı olan hakikî hayattır.

Kur’an-ı Kerîm’de “El-Hayy” (diri) ve “El-Muhyî” (dirilten, can veren) şeklinde zikredilen güzel isimleriyle (el-Bakara 2/255; er-Rûm 30/50) Cenâb-ı Allâh hayatı bahşedendir. Bir âyet-i kerimede Cenâb-ı Hakk’ın hem “Hayat” sıfatı hem de “ölümsüzlüğü” şu şekilde beyan buyurulur:

(وَتَوَكَّلْ عَلَى الْحَيِّ الَّذٖى لَا يَمُوتُ

Ebediyen ölmeyecek, o mutlak Hayat sahibine güven.” (Furkan, 25/58)

Hayat” sıfatı, “İlim, İrade, Kudret” gibi kemâl sıfatlarıyla yakından ilgilidir. Bu sıfatların sâhibi bir Zâtın, hayat sâhibi olması zarurîdir. Çünkü ölü bir varlığın ilim, irade ve kudret gibi kemâlâtın sâhibi olacağı düşünülemez. Bunun içindir ki “Hayat” sıfatı, “Cenâb-ı Hakk’ın ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarla vasıflanmasını sağlayan ezelî bir sıfattır” diye târif edilmiştir. Hayat sıfatının zıddı memât, yani ölü olmaktır. Bu ise Allâh hakkında bütünüyle muhaldir.

El-Hayy”, Allâh’ın Zâtî isimleri ve sübûtî sıfatları arasında yer alır ve tenzîhî sıfatlar gibi Zat-ı İlâhiyenin dışında hiçbir şeye taalluk etmez. Allâh (cc), başlangıcı ve sonu olmayan, ezeli ve ebedidir. Tanrı kabul edilmeye ve tapınılmaya layık, ebediyen “El-Hayy” güzel isminin sahibidir. Hiçbir şeyden habersiz bulunmayan, asla yanılmayandır.

Hadis kitaplarımızda, “İsmullâhi’l-A’zam” (Allâh’ın en büyük ismi) ile ilgili rivayetler şu şekildedir:

Esmâ bintü Yezîd’in (r. anhâ) naklettiğine göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

اسم الله الأعظم في هاتين الآيتين: (اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ … ) (وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ …)

İsm-i azam şu iki âyet-i kerimedir:

(اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ) O’ndan başka ilâh yoktur. O Hayy’dır (ezelî ve ebedî hayat ile bizâtihi diridir, bâkidir). Kayyûm’dur (Zât ve kemâl sıfatlarıyla yarattıklarının bütün işlerinde Hâkim ve Kâimdir, her şey O’nun ile kâimdir).” (Bakara, 2/255),

(وَاِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّحٖيمُ) “Sizin ilâhınız (Zât ve sıfatlarında ortağı olmayan) bir tek ilâhtır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir. (Bakara, 2/163).[52]

(اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ) cümlesi, Kur’ân-ı Kerîm’de iki surede hem Bakara, 2/255 hem de Ali İmran, 3/2 ayet-i kerimelerinde geçer. Bazı hadis kitaplarımızda, bu her iki suredeki ayet-i kerimelere (Bakara, 2/255’e ve Ali İmran, 3/2’ye) işaret edilirken, yukarıdaki rivayette olduğu gibi bazılarında da sadece Bakara, 2/255 ve Bakara, 2/163 ayet-i kerimelerine işaret edilmiştir.

عَنْ أَسْمَاءَ بِنْتِ يَزِيدَ، قَالَتْ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ـ صلى الله عليه وسلم ـ 

اسْمُ اللَّهِ الأَعْظَمُ فِي هَاتَيْنِ الآيَتَيْنِ ‏وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ وَفَاتِحَةِ سُورَةِ آلِ عِمْرَانَالم اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَیُّ الْقَيُّومُ

Esma bint-i Yezîd’den (r. anhâ) rivayet edildiğine göre, Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

Allah’ın ismi a’zam’ı, şu iki âyettedir: Sizin ilâhınız (zât ve sıfatlarında ortağı olmayan) tek ilâhtır. O’ndan başka İlâh yoktur. Rahman’dır, Rahim’dir.” (Bakara, 2/163) Bir de Âl-i İmrân suresinin ilk âyetidir:Elif, Lam, Mim. Allah, O’ndan başka ilâh yoktur, ezelî ve ebedî diri O’dur, bütün varlıkları yönetip gözeten O’dur.[53]

Enes b. Malik’ten (ra), “İsmullâhi’l-A’zam” ile ilgili bir rivayet daha bulunmaktadır. Bu hadis-i şerif de şu şekildedir:

عَنْ أَنَسٍ، أَنَّهُ كَانَ مَعَ رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم جَالِسًا وَرَجُلٌ يُصَلِّي ثُمَّ دَعَا

اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ بِأَنَّ لَكَ الْحَمْدَ لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ الْمَنَّانُ بَدِيعُ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ يَا ذَا الْجَلاَلِ وَالإِكْرَامِ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ‏.

فَقَالَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم

لَقَدْ دَعَا اللَّهَ بِاسْمِهِ الْعَظِيمِ الَّذِي إِذَا دُعِيَ بِهِ أَجَابَ وَإِذَا سُئِلَ بِهِ أَعْطَى

Enes’ten (b. Mâlik) (ra) rivayet edildiğine göre, kendisi Resülullah (sas) ile birlikte otururken adamın biri namaz kılıyordu. Adam (namazdan) sonra:

Ey Allahım! Hamd ancak sanadır. Senden başka İlah yoktur. Gökleri ve yeri yaratan, bol bol veren (sensin) ey Celâl ve İkrâm sahibi! Ey Hayy ve Kayyum diyerek senden istiyorum” diye dua etti. (Bunu duyan) Resülullah (sas):

Şüphesiz Allah’a kendisi ile dua edildiği zaman, mutlaka kabul ettiği ve istenildiğinde verdiği ism-i azam ile dua etti” buyurdular.[54]

Hadis kitaplarımız, ister Bakara sure-i celilesindeki ayet-i kerimeye isterse de Ali İmran sure-i azimindeki ayet-i kerimeye işaret etsin, hemen hepsi (اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ) O’ndan başka ilâh yoktur. O Hayy’dır (ezelî ve ebedî hayat ile bizâtihi diridir, bâkidir). Kayyûm’dur (Zât ve kemâl sıfatlarıyla yarattıklarının bütün işlerinde Hâkim ve Kâimdir, her şey O’nun ile kâimdir) ayetinin ism-i azam olduğunda adeta müttefiktir. Bu ayet-i kerîme, Âyet el-Kürsî’nin ilk cümlesi olduğuna göre, Âyet el-Kürsî “ismullâhi’l-a’zamı” ihtiva etmektedir ve Ayet el-Kürsî’nin ism-i azam-ı ihtivâ etmesi ile ilgili herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır demekte Allâhu a’lem bir yanlışlık yoktur.

El-Hayy” güzel ismi ile, “varlığının başlangıcı olmayan” manasındaki “El-Evvel”, “varlığının sonu olmayan” manasındaki “El-Âhir”, El-Bâkî ve El-Vâris” ve “fiilen var, mevcudiyeti ve uluhiyyeti gerçek” manasındaki “El-Hak” isimleri arasında anlam yakınlığı vardır.

(اَلْحَیُّ) “El-Hayy” güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde tek olarak (Furkân, 25/58; Mü’min, 40/65), üç âyette de (اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ) şeklinde “El-Kayyûm” güzel ismi ile birlikte zikredilmiştir (Bakara, 2/255; Âl-i İmrân, 3/2; TâHê, 20/111).

Efendimiz (sas), Cenâb-ı Allâh’ın “Hayy” ve “Lâ Yemût” sıfatlarını bir arada zikrettiği duasında, teslim-tevekkül-inâbe korunağına şu şekilde sığınmaktadır:

عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم كَانَ يَقُولُ

اللَّهُمَّ لَكَ أَسْلَمْتُ وَبِكَ آمَنْتُ وَعَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْكَ أَنَبْتُ وَبِكَ خَاصَمْتُ اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِعِزَّتِكَ لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ أَنْ تُضِلَّنِي أَنْتَ الْحَىُّ الَّذِي لاَ يَمُوتُ وَالْجِنُّ وَالإِنْسُ يَمُوتُونَ

Abdullah İbn Abbâs’tan (ra) rivayet edildiğine göre Resülullah (sas) şöyle dua etmiştir:

Allâhım! Ancak Sana teslim oldum. Sana iman ettim. Sana tevekkül ettim. Sana yöneldim. Ancak Senin yardımınla mücadele ettim. Allâhım! Beni sapıklığa düşürmenden Senin izzetine sığırım. Senden başka ilah yoktur. Ölmeyen Hayy (diri) ancak Sensin. Cinler ile insanlar ise ölürler.[55]

64. (اَلْقَيُّومُ) “EL-KAYYÛM” (cc)

“Kendi Zâtı ile kaim, varlığında ve varlığının devamında her şey kendisine muhtaç olduğu halde, kendisinin hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, bütün mahlukatı var kılıp varlığını devam ettiren. Kâinatı ve kâinatta olan şeyi idare eden. Varlığını devam ettirmek için başkasına ihtiyaç duymayan. Hakkında ziyade ve noksanlık ile değişiklik bahis konusu olmayan, bulunduğu hal üzere dâim Yüce Zat.”

وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَیِّ الْقَيُّومِ وَقَدْ خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْمًا

Bütün yüzler, Hayyü’l-Kayyûm (ölmeyen ve ezelden beri mevcut) Allâh’a baş eğmiştir (saygı duruşundadırlar). Zulüm yüklenenler ise, hakikaten (o hesap anında) hüsrandadırlar (kendilerine yazık etmişlerdir).” (TâHê, 20/111)

Allâh (cc), bizatihi kaim, mevcut ve kimseye muhtaç değildir. Bunun bir gereği olarak, ezeli ve ebedidir. Her şeyin başlangıçtaki var oluşu ve mevcudiyetini sürdürmesi, ancak O’nun (cc) yaratması, maddi ve manevi ihtiyaçlarını giderip korumasıyla mümkündür. Dolayısıyla bu sıfat insanlar için asla kullanılamaz. Çünkü insanlar kendi başlarına asla yetecek keyfiyet ve donanımda olmayıp, hep bir başkasına ihtiyaç içerisindedirler.

Hattabi, “El-Kayyûm, zail olmaksızın Kâim ve Dâim Allâh’tır” der.[56] Bu izaha göre El-Kayyûm, Ed-Dâim güzel ismi manasındadır.

Ḥalîmî, El-Kayyûm güzel isminin anlamıyla ilgili olarak, “yarattığı andan itibaren her şeyin üzerinde kaim, varlığı tedbiriyle sevk ve idare edendir” der.[57]

El-Kâim ve El-Kayyûm güzel isimleri, bu izahlara göre Cenâb-ı Allâh’ın fiilî sıfatlarındandır. Şayet ’kendi Zât’ı ile kaim, diğer bütün varlıklardan müstağni’ anlamında kabul edilirse Zâtî sıfatlarından biri olur.

“Bizatihi mevcut, ezeli ve ebedi” şeklindeki manasıyla, “El-Kayyûm” güzel ismini, “El-Evvel, El-Âhir ve El-Bâkî” güzel isimleriyle muhteva beraberliği içinde görmek mümkündür. “Kâinatı yaratan ve yöneten” anlamı çerçevesinde ise, kevnî isimlerle açıklayıcı ve tamamlayıcı münasebete girer. El-Kayyûm, “bizatihi var olma” manasıyla sübûtî, her şeyden müstağni bulunması yönüyle selbî, kâinatı yaratıp yaşatması açısından ise fiilî sıfatlar grubuna girer.

(اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ) “El-Hay ve El-Kayyûm” isimleri beraberce İsm-i A’zam gurubuna girerler. Bu esmâ-i hüsnâ, beraber olarak üç surede (Bakara, 2/255; Ali İmran, 3/2 ve TâHê, 20/111) yer alır.

“İbn Mesud (ra) anlatıyor: Resülullah (sas) kendisini bir şey üzecek olsa şu duayı okurdu:

يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ

Ey Hayy ve Kayyûm Rabbim, rahmetinle yardımını istiyorum.[58]

Muhaddis ve Şâfiî fakihi Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyin b. Alî el-Beyhakī’nin (v. 458/1066) Kitâbu’l-Esmâʾ ve’ṣ-Sıfât adlı eserinde, Ebu Bürde’den rivayet ettiğine göre, Hz. Musa’ya (as) kavmi şöyle sordu:

“Rabbimiz uyur mu?”

Dedi ki: “Allah’tan korkun, mümin iseniz.” Allah (cc) ona şöyle vahyetti:

İki bardak al, su ile doldur. (Sonra onları elinde tut.)”

Musa (as), içi geçip uyuyunca, bardaklar düşüp kırıldılar. Bunun üzerine Allâh (cc), Hz. Musa’ya şöyle vahyetti:

Muhakkak ki Ben, gökleri ve yeri düşmemeleri için işte böyle tutuyorum. Şayet uyursam düşer, yıkılır giderlerdi.[59]

Saadet ber-karar olsun diyenler, ki bize devlet yar olsun diyenler,

Olursa her biri Kayyûm’a meşgul, saadette düşüp olmaya ma’zûl,

Makamından tenezzül etmeye hem, nuhûset galip olup çekmeye gâm,

Ki sürdükçe yok olmaz eldeki var, eğer mansıb, eğer mahbub, eğer kâr.” (İbn Îsâ Saruhânî)

Kurtubî (v. 671/1273), El-Esnâ fî Şerḥi Esmâʾillâhi’l-Hüsnâ adlı eserinde “El-Kayyûm” güzel ismi ile ilgili olarak şu hususları kaydediyor:

“Her mükellefin, Allâh’ın (cc), her mahluk üzerinde kâim bulunduğunu (onu gözetip idare ettiğini), menfaatlerini, rızıklarını, ihtiyaçlarını “El-Kayyûm” güzel ismi ile takdir ettiğini, ne kadar geniş olsa da mülkünü muhafaza ettiğini, bütün kulların nefeslerinin sayısını, ecellerini, amellerini vb. takdir ettiğini bilmesi vaciptir. Mevla’sını, her işin Kayyûm’u gören, her türlü tedbirin ve meşguliyetin yorgunluğundan kurtulur. Tevekkül rahatıyla yaşar, keremini ve izzet-i nefsini kaybetmez. Kalbinde dünyaya pek bir kıymet vermez. Bazı zatlardan şöyle dedikleri aktarılır: ‘Rızk için dertlenenin Allah katında bir kıymeti yoktur.’ Böyle denmesinin sebebi şudur: Çünkü, Allah’ın (cc) her işi tedbir ettiğini bilirse, rızık için dertlenmemesi gerekir. Bununla beraber Mevla’sının kendisine yüklediği ilim, amel, hıfz, zikir gibi mükellefiyetleri hem zahiren hem batınen muhafaza etmelidir.”[60]

El-Kayyûm” güzel ismi, Allâh’ın (cc) yüksek Zât’ını ifade eden diğer esmâ-i hüsnâsına açık bir şekilde işaret eder. Çünkü O (cc), bütün varlığı gözeten ve koruyandır. Bu güzel ismin, bir önceki güzel isim “El-Hayy” ile beraber zikrediliyor olması, tüm mükemmellik tanımlarını içermelerinden kaynaklanmaktadır. Allâh (cc), kemalinde hiçbir noksanlık bulunmayandır. “El-Kayyûm” güzel ismi, aynı zamanda bu yüksek kemale işaret eden çok önemli Zâtî ve fiilî sıfatları kapsar. Şüphesiz, özellikle “el-Hayy” güzel ismi ile birleştirerek, “El-Kayyûm” güzel ismi ile dua etmek, yukarıda da aktarmaya çalıştığımız üzere, ism-i azam ile dua etmenin önemli bir şeklidir.

El-Kayyûm” güzel isminin anlamını kavrayan bir muvahhid, bütün varlığın işlerini, geçimlerini, amellerini, dünyevî ve uhrevî bütün işlerini düzenlediğini bilerek Rabbine yönelir, göz açıp kapayıncaya kadar dahi ne kendisine ne de çevresine güvenir. Rabbine, tam ve eksiksiz bir şekilde muhtaç olarak yönelir. İbadet-i kâmile ile kulluğunu sunmaya çalışır. Kendisini kalben ve ruhen O’nun (cc) rızasını kazanmaya adar. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, bütün varlığı yönettiğini, bütün icraatın O’nun (cc) kudreti ile meydana geldiğini bilir. O’nu (cc) yegane vekil, yeten ve koruyan ittihaz eder.

İnşâAllâh, esmâ-i hüsnâdan; 65. El-Vâcid, 66. El-Mâcid, 67. El-Vâhid, 68. Es-Samed, 69. El-Kâdir, 70. El-Muktedir, 71. El-Mukaddim, 72. El-Muahhir, 73. El-Evvel, 74. El-Âhir, 75. Ez-Zâhir, 76. El-Bâtın, 77. El-Vâlî, 78. El-Müteâlî, 79. El-Ber, 80. Et-Tevvâb güzel isimleri ile devam etmeye çalışacağız.


[1] Ebu Nuaym el-Isfahânî, Sünenü’l-Isfahânî, 1/137, Mektebetü’r-Rüşd, Riyad-2004; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 1/167; İbn Hibban, Sahih, 2/77 (361), (Thk. Şuayb Arnavut), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-1993; Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummâl, 16/132 (44158), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-1985.

[2] Tirmizi, Daavât, 30 (3419); İbn Huzeyme, Sahih, 2/165-167 (1119).

[3] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 123.

[4] Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, El-Emedü’l-Aksâ, 1/411.

[5] Halil bin Ahmed, Kitabu’l-Ayn Mürettiben alâ Hurûfi’l-Hecâ, 1/147 (Thk. Abdülhamid Hindâvî), Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-2003.

[6] Buhari, İman, 37 (50); Müslim, İman, 3 (9).

[7] Ebü’l-Kâsım Mahmud b. Ömer ez-Zemahşeri, El-Keşşâf an Hakâiki Ğavâmidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fi Vücûhi’t-Te’vîl, 1/491, Mektebetü’l-Ubeykan, Riyad-1998.

[8] Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, (Terc. Mehmet Erdoğan, Şevki Yavuz), 2/196, Ensar Yayınevi, İstanbul-2018.

[9] Ebü’l-Kâsım Ali b. El-Hasen (İbn Asâkir), Târîhu Medîneti Dımaşk, 40/321-324, (Thk. Ömer b. Ğarâme el-Amravî), Dârü’l-Fikr, Beyrut-1996.

[10] Hakim, Müstedrek, 2/505 (3663), Dâru’l-Harameyn, Kahire-1997; Vahidî, Esbâb-ı Nüzûli’l-Kur’ân, s. 582 (366), Dâru’l-Meymân, Riyad-2005.

[11] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 126.

[12] İbn Kayyim El-Cevziyye, Şifâʾü’l-ʿAlîl fî Mesâʾili’l-Każâʾ ve’l-Kader ve’l-Hikme ve’t-Taʿlîl, s. 925, (Tahk. Ahmed b. Salih), Daru’s-Samiʿî, Riyad-2013.

[13] Ebu Bekr Ahmed b. İshâk ed-Dîneverî (İbnü’s-Sünnî), Kitâbu Ameli’l-Yevm ve’l-Leyle, ss. 65-66 (125), Mektebetü Dâri’l-Beyân, Dımaşk-1987; Alâaddin Ali el-Muttakî b. Hüsameddin el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl fî Süneni’l-Akvâl ve’l-Ef’âl, 2/679 (5056) Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-1985.

[14] Tam adı, Galib el-Kattân Ebu Süleyman el-Basrî, vefat tarihi bilinmiyor, Irak /Basra vilayetinde yaşadı.

[15] Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî, el-Câmiu li Şüabi’l-Îmân, 4/69-70 (2190), Mektebetü’r-Rüşd, Riyad-2003; Ebû Abdillah el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, (Thk. Abdülmuhsin et-Türkî), 5/64-65, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-2006.

[16] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 126.

[17] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/188.

[18] Buhari, Tevhid, 35 (7499); Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 26 (769).

[19] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/188.

[20] Ebu Mansur el-Maturidî, Te’vilâtu’l-Kur’ân, 8/355, (Çev. Bekir Topaloğlu), Ensar Neşriyat, İstanbul-2015.

[21] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/77.

[22] Tirmizî, Kıyamet, 8 (2431); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/374 (19560); İbn Mâce, Zühd, 33 (4273).

[23] Buharî, Tefsir, 13 (4563).

[24] Tirmizî, Daavât, 34 (3426).

[25] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, ss. 189-190.

[26] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/77.

[27] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/199.

[28] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/77.

[29] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 129.

[30] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/78.

[31] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/204.

[32] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, ss. 195.

[33] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 196.

[34] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/202.

[35] Müslim, Tevbe, 6 (2760); Buharî, Tefsir, 7 (4634).

[36] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, ss. 198-199.

[37] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 129.

[38] Müslim, Salât, 193 (471); Tirmizi, Daavât, 32 (3421)

[39] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/79.

[40] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/198-199.

[41] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 200.

[42] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 131.

[43] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/79.

[44] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 203.

[45] Buhari, Tefsir, 8 (4482); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/317 (8204).

[46] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/80.

[47] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/11 (16295).

[48] Buhari, Tefsir, 2/46 (4537); Müslim, İman, 151.

[49] Müslim, Zikir, 60 (2712).

[50] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/80.

[51] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 131.

[52] Darimî, Fezâilu’l-Kur’ân, 14 (3432).

[53] Ebu Dâvud, Kitabu’s-Salât, 358 (1496); İbn-i Mâce, Kitâbu’d-Duâ, 9 (3855); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/461 (28163); İbnu Ebî Şeybe, Musannef, 12/441 (36617), Tahkik: Hamad b. Abdillah el-Cum’a – Muhammed b. İbrahim el-Lahidan, Mektebetü’r-Rüşd en-Naşirun, Riyad-2004.

[54] Ebu Davud, Kitabu’s-Salât, 358 (1495); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/120 (12229).

[55] Müslim, Zikir, 18 (2717).

[56] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/80.

[57] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/200.

[58] Beyhakî, Şüabü’l-İman, 12/463-464 (9751); Hâkim, Müstedrek, 1/509.

[59] Beyhakî, Kitâbu’l-Esmâʾ ve’ṣ-Sıfât, 1/211-212, Tahkik: M. Muhibbüddin Ebu Zeyd, Mektebetü’Tev’iyyeti’l-İslâmî, Mısır, trsz.

[60] Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr b. Ferh el-Kurtubî, El-Esnâ fî Şerḥi Esmâʾillâhi’l-Hüsnâ, ss. 398-399, Tahk. İrfan b. Selim, El-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut-2005.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.