ALLÂH’tan (cc) Gelen Yüksek Bir Ahlâk: Îsar

Musa Kâzım GÜLÇÜR

19 Şubat/2019

Giriş

Îsâr, Allâh’ın (cc) insana lütfettiği dünyevî haz ve lezzetlerin bir başkasına ulaşmasını isteme, bunun için organizasyonlar oluşturma ve bu teşekküllere gönüllü olarak katılma duygu ve düşüncesi ile dolu olmaktır. Başkaları için yaşama eğilimi veya arzusu olarak da tanımlayabileceğimiz îsâr, toplumun menfaat ve çıkarlarını şahsî çıkarlarından önce düşünmek, yaşama zevkleri yerine yaşatma hazlarıyla var olmaktır.

Îsârı, öncelikle ve birinci seviyede yekdiğerine fayda sağlayan, ikinci seviyede de yardım faaliyetini tam bir gönüllülükle ve sırf Allâh rızası için gerçekleştiren, üçüncü seviyede ise kesinlikle maddî ya da manevî beklenti taşımayan bir davranıştır diyebiliriz. Îsâr ile gönül huzuru, îsâr ile insanlara yüksek seviyede şefkat ve merhamet duyma birbirleri ile doğru orantılı iken; îsâr ile kibir ve îsâr ile insanlara tepeden bakan gurur ve bencillik duyguları birbirleri ile tam olarak zıttırlar.

Îsâr görünümlü davranışları topluma arz ederek; tebrikleri hedefleme, temel sorumluluklardan, düşük şahsiyetin açığa çıkmasından ya da suçlanmaktan kaçınmayı amaçlama, cömertlik ve sehâ ile ilgili olarak başkalarından övgü ve takdirleri umma ya da gözetme, bu nitelikli ve ulvî hasleti büyük bir ihtimalle silip yok edecektir. Kişi, yüksek îsâr ahlâkına ulaşabilmek için, yekdiğerinin ihtiyaçlarını ve taleplerini anlamasına yardımcı olabilecek zihnî, ruhî ve hissî yoğunlaşmaya kendi benliğinde izin vermeli, böylece yardımsever davranışlarının olumlu bir şekilde güdülenmesini temin edecek düşünce ya da rol modelini, iç dünyasında kusursuz ve arızasız denilebilecek bir tarzda geliştirebilmelidir.

İnsanın, başkalarının ihtiyaçlarını algılayabilme ve değerlendirebilme adına sosyal ötesi davranışı da diyebileceğimiz bu bakış açısını geliştirme ve genişletme çabaları, bireye kritik anlamda başka kişi ya da toplulukların da fakr u zaruretleri hakkında tahminde bulunabilmesine izin verecektir. Özellikle de ihtiyaç sahiplerinin gelişimleri, korunmaları ve varlıklarını sürdürebilmelerine katkıda bulunacak bu yüksek ahlâkî değer, şu şekillerde faaliyet ve davranışların oluşmasına zemin hazırlayabilecektir:

Organizasyon gerektirebilen tüm yardım türlerine dâhil olmaya çalışma, yardım ulaştırılmadığında büyük acılar çekecek kişiler ve topluluklara yetişip onların ellerinden tutma düşüncesini iç benliğinde geliştirme, sadece yerel değil ama aynı zamanda küresel olarak adaleti temin ve ilerletme idealini ruh ve kalb dünyasında bir düstur haline getirebilme…

Bu yüksek, ulvî ve insanî haslet, Cenâb-ı Hakk’ın izni ve inayeti ile öncelikle kişinin iç dünyasında doğar, kalp ve zihninde yeşerir, en küçük bir ödül beklentisi olmaksızın da başkalarına iyilik ve yardımla dışarıya yansır. Îsâr hasletinin gelişebilmesi için hem yerel hem de küresel anlamda diğer insan kardeşleri için duygu eşleştirmesi yapabilmek önemlidir. Bu açıdan, îsârın fıtrî bir hale dönüşmesine yardımcı olabilecek faktörleri şu şekilde sıralamak mümkündür: Başkalarının hukukunu önemsemek, cimrilikten hoşlanmamak ve hatta nefret etmek, güzel ahlâkı ikinci bir tabiat haline getirmek.

Îsâr, cömertlikten daha faziletlidir. Zira cömert, kendine lazım olmayanı verir. Îsâr ise, bilakis insanın kendine lazım olanı vermesidir. Demek ki cömertliğin en yüksek mertebesi îsârdır. İnsanın ihtiyacı olan bir şeyini verebilmesidir.

Îsâr’ın Dereceleri

Şüphesiz, îsârda bir takım kademe ve dereceler bulunmaktadır. Ruhî, nefsî, bedenî, maddî, bireysel ve toplumsal îsâr bunlardan bazılarıdır. Elbette bütün bu tercihler yapılırken Allâh rızasının hedeflenmesi gerekir.

Birinci derece îsar, bir kimsenin kendisine zarar vermeyecek bir tarzda bir başkasını yemeyip yedirmesi, giymeyip giydirmesi, susamışken su takdim etmesidir. Ancak bu derecedeki kişi, kalbini ve vaktini Allâh’a ayırma gibi hususlarda îsâra, bu vakitleri başkaca huşulara fedaya kalkmamalıdır. Çünkü böyle bir davranış farkına varmadan şeytana yardım anlamına gelebilir.

İkinci derece îsar, Allâh’ın (cc) rızası bulunan bir işi, şartlar ne kadar zor olursa olsun başkalarının rızasına tercih etmesi, bir anlamda Allâh’ın (cc) rızasını başkalarının rızasından önceye almasıdır.

Üçüncü derece ise, îsârı kendi benliğine ya da nefsine nispet etmeme, îsâr davranışının kendisine değil Allâh’a ait olduğunu düşünmedir. Çünkü bir kimseye îsârda bulunulduğunda, aslında o işi yapan bizzat Allâh’tır (cc). O kimseye o hayırlı işi yapma iradesini ve o yüksek ahlâkı veren Allâh’tır (cc). Bu ufuk, nebilerin (aleyhimüsselam) dereceleridir. Bu derecenin bir üstünde Rasüllerin, onların bir üstünde ulü’l-azm peygamberlerin, en zirvede ise Efendimiz (sas)’in îsâr derecesi bulunmaktadır.

Âyet-i Kerîmelerde Îsâr

Efendimiz (sas) ve ashâb-ı güzîn hazarâtının başkalarını kendi nefislerine tercih etmeleri hususunu Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere şu şekilde anlatılmakta ve örnek göstermektedir:

“Kendileri de ihtiyaç duydukları halde yiyeceklerini, sırf Allah’ın rızasına ermek için fakire, yetime ve esire ikram ederler. Ve derler ki:

‘Biz size sırf Allah rızası için ikram ediyoruz, yoksa sizden karşılık istemediğimiz gibi bir teşekkür bile beklemiyoruz. Biz, yüzleri ekşiten asık suratlı o günde Rabbimizin gazabından korkarız.’

Allah da onları o günün felaketinden korur, onların yüzlerine nûr, gönüllerine ise sürûr verir.” (İnsan, 76/8-11)

Îsâr’ın sadece bollukta değil, darlık durumlarında da yerine getirilmesi gereken temel bir ahlâkî düstur olduğu, bu prensibin, olabilecek yanlışlıklara karşı hemen öfkelenmeme, hata ve kusurları da çabucak affedebilme hasleti ile doğrudan irtibatlı bir ahlâk olduğu hususuna şu âyet-i kerimede işâret buyurulmaktadır:

“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âlü İmrân, 3/134)

Allah Teâla ve Tekaddes Hazretleri, Ensar-ı Kiram’ı cimrilikten uzak durmaları ve özellikle darlık anlarındaki îsâr ahlâklarından ötürü şu şekilde övmektedir:

Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen maddi şeylerden dolayı içlerinde en küçük bir rahatsızlık bile hissetmezler. Kendileri fakr u zaruret içinde bulunsalar dahi, onları kendi nefislerine tercih ederler. Her kim kendi nefsinin cimriliğinden korunursa, asıl kurtuluşa erenler işte onlardır.” (Haşir, 59/9)

Evet, işte bu kimseler dünyanın basit değerlerinden kalplerini kurtarmış, fazileti, temiz bir fıtrata ve îsâr ruhuna sahip olmakta görmüş, insan kardeşlerini gerçek bir sevgiyle sevmiş, maddi fedakârlığı ve yardımı en yüksek ahlâk bilmişlerdir. Kendileri ihtiyaç içinde iken önce kardeşlerini düşünmeleri ise, Allâh’a kuvvetli bir îman ile bağlanmaları ve Rablerine olan sonsuz denebilecek hüsn-ü zanları sebebiyledir.

Dünyanın âhirete tercih edilmesi veya âhiretin dünya hayatına tercih edilmesinin meydana getireceği neticeleri Kur’ân-ı Kerîm bizlere şu şekilde nakletmektedir:

“Artık kim taşkınlık edip azdıysa, âhireti unutup dünya zevkini tercih ettiyse, onun varacağı yer cehennemdir!

Ama kim Rabbinin divanında durmaktan korkarsa ve nefsini heva ve hevese uymaktan dizginlerse, onun varacağı yer ise cennettir!” (Nâziât, 79/37-41)

Îsâr hasletinin karşısında yer alan, önemsemeyen, engelleyen ya da çürütmeye çalışan birey ya da toplulukların, yetimleri ve yoksulları hiçbir şekilde önemsemeyeceği de şu âyet-i kerîme ile belirtilmektedir:

“(Kendisi) yoksula yemek (yedirmek şöyle dursun, başkalarının yoksulları) yedirip içirmesine teşvik bile etmezdi.” (Hakka, 69/36)

Hadîs-i Şerîflerde Îsâr

Ebû Saîdi’l-Hudrî (ra) anlatıyor: “Ensârdan (r. anhum) bazı kimseler, Resülullahtan (sas) bir şeyler talep ettiler. Peygamberimiz de istediklerini verdi. Sonra tekrar istediler, O (sas) yine istediklerini verdi. Sonra yine istediler, O (sas) isteklerini yine verdi. Yanında mevcut olanlar bitmişti. Şöyle buyurdu: “Yanımda bir mal olsa, bunu sizden ayrı olarak kendim için asla biriktirecek değilim. Dolayısı ile kim iffetli davranır ve istemez ise, Allah onu iffetli kılacaktır. Kim istiğna gösterirse Allah onu da gani kılacaktır. Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verecektir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır.” (Buhârî, zekât 50, rikak 20; Müslim, zekât 124; Ebû Dâvud, zekât 28)

Efendimiz (sas) bu hususu öne çıkaran bir başka hadîs-i şerifinde ise şöyle buyurmaktadır: “Nefsimi kudret elinde tutan Allaha yemin ederim ki, bir kişi hayırdan kendisi için istediğini, Müslüman kardeşi için de istemedikçe asla kâmil mümin olamaz.” (Buhari, iman 7)

Efendimiz (sas) kendisine gelen hediyeleri ihtiyacı olsa bile tutmaz, mutlaka birisine hediye ederdi. Halid b. Sâid el-As’dan rivayet edildiğine göre, Resülullah (sas)’a çizgili ve kare şeklinde küçük siyah bir aba getiril­di. Efendimiz (sas) yanında bulunan ashabına: “Bu abaya kimi daha lâyık görüyorsunuz?” diye sordu. Orada bulunan topluluk cevap vermedi. Bunun üzerine; “Bana Ümmü Halid’i getiriniz” buyurdu. Ümmü Halid Hz. Peygamber’in yanına getirildi ve bu abayı ona giy­dirdi. Sonra “Üzerinde eskisin, yerine de yenisini alasın” diye iki defa dua etti. Aba üzerindeki sarı (ya da kırmızı) çizgi­lere bakıp elbisenin güzelliğini ifade etmek için: “Senâhu, senâhu ey Ümmü Hâlid” dedi. “Senâhu” kelimesi Habeş dilinde “güzel” de­mektir. (Buhari, cihad 188; libas 22-32; edeb 17; Ahmed b. Hanbel, VI/365)

Sehl bin Sa’d (ra), Peygamberimiz (sas)’in cömertliğini, kendisinin ihtiyacı olmasına rağmen, istemiş olan bir kimseye eşyalarını hemen nasıl verdiğini şöyle anlatmaktadır: “Kadının birisi Peygamberimiz (sas)’e geldi. Yanında getirdiği güzel bir elbiseyi uzatarak: ‘Ey Allahü Teâlânın Resûlü, bunu kendi elimle sizin için dokudum. Ne olur kabul ediniz’ dedi. Peygamberimizin (sas) bu şekilde bir elbiseye ihtiyacı vardı. Hediyeyi kabul ederek içeri girdi, elbiseyi giyip dışarı çıktı. Bu sırada Peygamberimizin (sas) ziyaretine gelenlerden birisi bu elbiseyi görerek: ‘Ey Allahü Teâlânın Resûlü! Bu çok güzel bir elbise. Bunu bana verseniz’ dedi. Peygamberimiz (sas) hemen içeri girip elbiseyi çıkardı ve onu isteyen kimseye verdi. Ziyaretçiler, elbiseyi isteyen adama sitem ederek: ‘Hiç de iyi etmedin. Peygamberimizin (sas) bu elbiseye çok ihtiyacı vardı. Sen onu istemekle doğru bir hareket yapmadın. Bilirsin ki, Hz. Peygamber kendisinden bir şey isteyeni hiç reddetmez ve geri çevirmez’ dediler. Elbiseyi isteyen kişi ise şöyle cevap verdi: ‘Ben bu elbiseyi giymek için istemedim. Aksine, o benim kefenim olacaktır’ dedi. Sonra öldüğü zaman bu elbiseyle kefenlendi ve gömüldü. (Buhârî, libâs 18; edeb 39)

Giyecek türü konularda bu seviyede îsâr sahibi Efendimiz (sas), yiyecekle ilgili konularda çok daha fazla ilerideydi. Efendimizin (sas) evinde bulunan yiyecekleri, kendi kalabalık nüfusuna ve ihtiyaçları da olmasına rağmen hemen başka muhtaçlara dağıttığını görmekteyiz. Hz. Âişe (r. anhâ) validemiz anlatıyor: “Hz. Peygamber bir gün bir koyun kesmiş ve etinin yoksullara dağıtılmasını istemişti. Bir ara: ‘O etten geriye ne kaldı?’ diye sordu. ‘Sâdece bir kürek kemiği kaldı’ dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Allah rızâsı için yardımda bulunmanın, yani îsârın zirvesini gösteren şu cevabı verdi): ‘Desene, bir kürek kemiği hâriç o koyunun hepsi bizim oldu!’ (Tirmizi, kıyâmet 33).

Hz. Âişe (r. anhâ) validemiz anlatıyor: “Bir gün sırtına iki çocuğunu almış yoksul bir kadın çıkageldi. O kadına üç hurma verdim. O da her iki çocuğuna birer hurma verdi. Öteki hurmayı yemek için ağzına götürmüştü ki, çocukları onu da istediler. Kadıncağız yemek istediği bu hurmayı çocuklarına bölüştürdü. Onun bu tavrına hayran kaldım ve yaptığını Hz. Peygamber’e anlattım. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Bu hareketi sebebiyle Yüce Allah, o kadına mutlaka cenneti vermiş veya bu sebeple onu cehenneme düşmekten korumuştur.” (Müslim, birr 148) Hz. Âişe (r. anhâ) validemiz, kadının bu tavrına hayran kaldığını ifade ederken, aslında Peygamber evinde o anda üç tane hurma dışında başka bir yiyecek olmadığını da söylemiş olmaktadır. Çünkü bu yoksul kadının kendisini rikkate sevk eden davranışı karşısında, şayet evinde daha başka bir hurma ya da yiyecek olsaydı mutlaka onları da verecek, kadının aç kalmasına gönlü asla razı olmayacaktı. Resülullah (sas)’ın buyurduğu gibi, “sadakanın en faziletlisi, insanın eli dar, karnı aç, kendi muhtaç iken başkasına verdiği sadakadır.” (Ebu Dâvud, vitr 12; Nesâî, zekât 49)

Hz. Âişe (r. anhâ) validemiz anlatıyor: “Bazen aylarca evimizde hiç ocak yanmazdı. Zaman zaman dışarıdan getirilen bir parça et hâricinde, yediğimiz ve içtiğimiz sadece hurma ve su idi.” (Buhârî, et’ıme 23, rikak 17; Müslim, zühd 20-27). Bu sarsıcı ifadeleri bir başka büyük sahabi İbn Abbâs (ra) doğruluyor ve şöyle diyor: “Resülullah (sas) ve ailesi üst üste pek çok geceleri aç geçirirler ve akşam yemekleri de olmazdı. Ekmekleri ise çoğunlukla arpa ekmeği idi.” (Tirmizî, zühd 38) Aynı şahitliği bir diğer büyük sahabi, râşid halifelerin ikincisi Hz. Ömer (ra) de doğrulamakta ve şöyle demektedir: “Bütün gün açlıktan kıvrandığı halde, Resülullah (sas)’ın karnını doyurabileceği bir tek hurması dahi olmazdı.” (Müslim, zühd 36)

Bir kudsî hadisi şerifte şu ikazı görmekteyiz: “Ey âdemoğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefâf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmez, kınanmazsın. (Harcamaya) bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır.” (Müslim, zekât 97; Tirmizî, zühd 32)

Buhari’deki bir başka rivayette ise Resülullah (sas) şöyle buyururlar: “Her gün iki melek semadan iner ve bunlardan biri: ‘Allâhım, malını infak edene yenisini ver’ derken diğeri ise: ‘Allâhım, malını infak etmemekle elinde tutana da telef ver’ der.” (Buhari, zekât 28; Müslim, zekât 57.)

Konuya ışık tutan bir rivayeti Sehl b. Abdullah et-Tüsterî şöyle anlatıyor: Musa (as), “Ya Rabbi, Muhammed (sas)’in senin katındaki derecesini bana göster” deyince Cenab-ı Hakk: “Buna dayanamazsın. Yalnız onun derecelerinden sadece birisini sana göstereyim” buyurdu. O derece gösterildiğinde Musa (as) bu derecenin azamet nurundan düşüp öleceğini zannetti. “Ya Rabbi! Bu dereceyi ne ile elde etti?” deyince Allahu Teâla: “İnsanlara îsâr ile. Bu ahlâk ile bana kim gelirse ben onu hesaba çekmekten hayâ eder ve onu cennette istediği yerde iskân ederim” buyurdu. (İmam Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, Terc. Ali Arslan, Merve Basın Yayın, trsz., s. 438)

Sonuç

Buraya kadar nakletmeye çalıştıklarımızdan açıkça anlaşılan şudur: Îsâr, irâdî bir hayat tarzı, varlığa rağmen yokluğu, fakrı ve zühdü tercihtir. Rivâyetler, Efendimizin (sas) fetihlerden sonra, gelirlerin artmasıyla maddî bolluğa kavuşulmuş olmasına rağmen, yaşayış tarzını değiştirmeyip üst üste üç gün buğday ekmeğini doyuncaya kadar yemeyecek, mutfağında günlerce ateş yakmayacak kadar mütevâzı/sade yaşayışını devam ettirdiğini açıkça göstermektedir. O (sas), ömrü boyunca, irâdî bir îsâr gerçekleştirmiş, zühd hayatı yaşamış, ümmetine farz haline getirmeden bu ideal hayat örneğini fiilen sergilemiştir.

İnsanın makamda, malda, mansıpta, hem dini hem de dünyevî lezzetlerde Allâh’ın (cc) rızasını hedefleyerek başkalarını kendisine tercih etmesi hem kesbî, hem öğrenilebilir, hem de tatbik edilebilir yüksek bir ahlâkî haslettir. Allâh (cc) dilediği kulunu bu yüksek ahlâka yönlendirir. O kişi de kapasitesince Allâh’ın (cc) kendisine lütfettiği bu yüce hakikati hem yaşar hem de başkalarına yaşatır. Efendimiz (sas) bizlere bu hakikati göstermiş, öğretmiş ve kendisi en yüksek noktada bu hali yaşamıştı. Öyle ki dâr-ı bekâya irtihal buyurduklarında mal-mülk namına geride bıraktığı hiçbir şey yoktu. Çünkü daha baştan, “Biz peygamberler topluluğu miras bırakmayız” (Buharî, i’tisâm 5) diyerek bu önemli hakikate işaret buyurmuşlardı.

Toplumumuzun bütün fertleri ile hakikî ve yüksek manada isâr hasletini kazanması, bu yüksek ahlâkı Allâh rızası için iktisap etmesi, sırf kendisi için yaşamak yerine, insanlığı yaşatma ülkü ve idealine ulaşabilmesi dileği ile..

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.