Musa Kazım GÜLÇÜR
22 Ağustos/2019
İçindekiler
İlk Devirlerde Alp Unvanının Kullanımı 2
Bâcıyân-ı Rûm’un Faaliyetleri 5
Giriş
Alp kelimesi, eski ve yeni birçok Türk lehçelerinde kahraman, cesur, yiğit, zorlu manalarındaki bir kelimedir ki, şahıs ismi olarak kullanıldığı gibi, bir sıfat, bir unvan ve kabile teşkilatı içinde askeri bir asalet zümresinin adı olarak da kullanılır.[1]
Gerek has isim ve gerekse de bir şeref unvanı olarak Alp kelimesi hem İslamiyet’ten önce hem de İslamiyet’ten sonra da kuvvetle devam etmiştir. X. Asırda Abbasilerin Şam Valisi Alp-Tegin Gaznevi devletinin ilk kurucusu Alp-Tegin, Buhara’da Hacip Alp-Tegin, Gaznevi Sultanı Mesud’a sefaretle gelen Alp-Tegin, XII. Asırda Karahıtaylar adına Semerkand Valisi olan Alp-Tegin, Büyük Selçuk İmparatorluğu emirlerinden Alp-Guş, Alp-Ağacı, Alp-Argu, Alp-Argun, Selçuk hükümdarı Alp-Aslan, XIII. Asırda Hezaresbilerden Alp-Argu, Şam Selçukilerinden Alp-Aslan, Semerkand’da Karahanlılar ümerasından Alp-Er Han, Harezmşahlar ümerasından Alp-Han, Anadolu Selçukileri devri ümerasından Nuh-Alp, İzzeddin Keykavus devrinde Sivas il başlarından Mahmut Alp isimlerinde olduğu gibi.[2]
İlk Devirlerde Alp Unvanının Kullanımı
İslamiyet’ten önceki Türk Alpleri, İslamiyet’in cihat ve gaza mefhumları Türkler arasına yerleştikten sonra, önce alp gazi, yani Müslüman-Türk kahramanı mahiyetini almışlar, tasavvuf cereyanı ve muhtelif tasavvuf tarikatları halk arasında yerleşince de alp erenler, yani savaşçı dervişler şekline girmişlerdir. Bunları bilhassa Hıristiyan ülkeleri ile bitişik sınır memleketlerinde görüyoruz.[3]
Büyük Selçuklu İmparatorları, hatta onlara tabi olan Selçuk ailesine mensup diğer hükümdarlar “alp” unvanını taşımıyorlardı. Gorlular gibi Selçukilerin siyasi ve medeni nüfuzu altında kalmış diğer devletlere ait sultan ve şehzadeler tarafından da bu unvan kullanılmamıştır.[4]
Osmanlıların ilk devirlerine ait vakayinamelerde adları geçen ve ekseriyetle Alp unvanını da taşıyan birtakım kahramanlar, hükümdarlardan küçük kumandanlara kadar birçok kimseler, X.-XIV. Asırlar esnasında Alp adını has isim veya unvan olarak kullanmışlardır.[5]
Dolayısı ile Alp erenler gerek Anadolu’nun fethi sırasında gerekse de yerleşmeden sonra, çeşitli bölgelerde sınır muhafızlığı görevi yapıyorlardı denilebilir. Bu görevlerine karşılık sınır tımarları da özellikle onlara veriliyordu. Dönemin şartları, kahramanlık ve savaşçılıkla birlikte dini his ve davranışları yan yana yürütmeyi gerektiriyordu. Çünkü o çağlar, Anadolu’da dini inançların tasavvuf anlayışı içerisinde geliştiği bir dönemdi. Bu anlayış, daha çok tekke ve zaviyeler vasıtası ile yayılıyordu.
İşte dergâh, tekke ve zaviyelere girerek dervişliği kabul eden ve her an vatan savunmasına hazır bu topluluğa alp erenler deniliyordu. Daha sonraları Gazi ve Gaziyan-ı Rum adını alan birçok alp erenin menkıbeleri ve hayatları hakkında anlatılanlar, onları halkın gözünde ve gönlünde evliya makamına yükseltmiştir. Geyikli Baba, Abdal Musa, Abdal Murat, Karaca Ahmet gibi ünlü alp erenler, Anadolu’nun manevi tarihinde önemli şahsiyetler olarak görülmüşlerdir.
Oldukça zayıf bir rivayete göre Geyikli Baba, Bursa Osmanlılar tarafından kuşatıldığı zaman, bir geyik üzerinde ve elinde altmış okkalık bir tahta kılıçla ordunun önünde yürümüştür. Abdal Murat da dört arşın uzunluğundaki tahta kılıcıyla sınırdan sınıra koşmuştur. Kanuni Sultan Süleyman, onun bu efsanevi kılıcını üçe bölerek birini özel hazinesinde muhafaza altına almıştır.[6]
Eren Kelimesi
Erân¸ er kelimesinin Farsça çoğulu gibi düşünülebilir. Arapça’da, Allah eri, Allah ehli kimseler manasına “ricâlullah” kelimesi bulunmaktadır. Bu kelimenin Türkçe karşılığı olarak dilimize “alp eran” kelimesinin yerleşmiş olduğu varsayılabilir. Çünkü, “eren” kelimesi, rûhî eğitimini tamamlamış, en son noktaya ulaşmış, maksûda ermiş mânâsına alınırsa; dervişler, genel manada kendilerini ermiş grubundan telakki etmedikleri, tevâzuları dolayısıyla, “Ben âciz”, “Ben günahkâr” dedikleri için bu anlam biraz uzak düşmektedir. Kendilerinden daha çok tevâzu ile bahseden “ermişler”, kendilerine “Ed’afül ibâd-kulların en zaifi”, “Efkarü’l fukarâ- fakirlerin en fakiri, Allah’ın rahmetine en muhtac olan kul” demeyi tercih ederler.
Öngören’in naklettiğine göre,[7] târihçi Âşıkpaşazâde’nin dört ana grupta toplayarak kaydettiği bu topluluklar Ahîyân-ı Rûm, Gâziyân-ı Rum, Baciyan-ı Rûm ve Abdalân-ı Rûm, diye isimlendirilmektedir. Şimdi bunları kısaca aşağıya alıyoruz:
Ahîyân-ı Rûm
Anadolu Ahîleri anlamına gelen Ahîyân-ı Rûm, meslekî-tasavvufî bir zümreyi ifâde etmektedir. XIII. asrın ikinci yarısından XIV. asra kadar Anadolu’da bir takım büyük devlet ricâlinin, kadıların, müderrislerin, büyük tâcirlerin, muhtelif tarikatlara mensup şeyhlerin bir Ahî kuruluşu olan Fütüvvet teşkilâtına girdikleri görülmektedir.
Ahîlerin ileri gelenleri arasında Osman Gâzî’nin kayınpederi olan Osmanlı’nın ilk kadısı Şeyh Edebâlî’nin (ö. 726/1326) de olduğu bildirilmektedir. O dönemde bu teşkilatın ne derece yaygın olduğu, İbn Batûta’nın “Ahîler, bilâd-ı Rum’da sâkin Türkmen akvâmının her vilâyet, belde ve karyesinde mevcuttur” ifadesinden açıkça anlaşılmaktadır.
Fütüvvet kurallarının birçok bakımdan Şihabuddin Sühreverdi’nin Avarifu’l-Maarif’indeki tasavvufi prensip ve kurallarla hemen hemen aynı olduğu görülen ahilik, usul, adab ve erkanlarında dış görünüş itibarı ile Rifailer’den pek çok iktibaslarda bulunduğu gibi, muhtelif noktalardan Mevlevilik, Bektaşilik, Halvetîlik gibi tarîkatlarla da alâkadar olduğu anlaşılmaktadır.
Gâziyân-ı Rûm
Dînî-tasavvufî gruplardan Anadolu Gazileri demek olan Gâziyân-ı Rûm, bazı tarih kaynaklarında “Alpler”, “Alperenler” diye de anılmaktadır. Gölpınarlı’nın tespitlerine göre bu teşkilat fütüvvetin seyfî kolunu temsil etmektedir.
Bu teşkilâta mensup Turgut Alp, Akça Koca, Konur Alp gibi mücahitler, etrafındaki pek çok müritleriyle birlikte, bir yandan orduların savaş rûhunu hızlandırırken, bir yandan da manevi yönleri sâyesinde içtimâî nizamı düzenlemeye çalışmışlardır.
Bâcıyân-ı Rûm
Bir diğer cemaat Bâcıyân-ı Rûm’un (Anadolu Bacıları) ise, fütüvvet teşkilâtının kadınlar kolunu temsil ettiği, Mikâil Bayram tarafından yapılan bir araştırmayla ortaya konmuştur.
Buna göre Anadolu Ahîliğinin kurucusu olarak bilinen Ahi Evren Şeyh Nasîrüddin Mahmud’un zevcesi Fatma Bacı, Bâciyân-ı Rum’un lideri ve mürşidesi durumunda bulunuyordu. Bu teşkilâta bağlı bacılar, dînî ve kültürel faâliyetlerini bir tarîkat disiplini ve metodu içinde sürdürmekteydiler.
Ahi Evren, hocası Evhadüddin Kirmani’nin kızı Fatma Hatun ile evlenmiştir. Fatma Bacı olarak bilinen ve daha sonraları “Kadın Ana” olarak ün yapan anamız, Anadolu’da “Bâcıyân-ı Rum” teşkilatını kurmuştur. Bu teşkilat dünyada kurulan ilk kadın teşkilatıdır.
Anadolu Bacıları (Baciyan-ı Rum), Ahi teşkilatından ayrı bir kuruluş olmayıp, Ahi Birliklerinin kadınlar veya genç kızlar koludur. Ahilerin birçok hizmet alanlarında kadınlara ihtiyaç duyulmuş ve kadınlarında belli iş alanlarında hizmet verme zarureti doğmuş ve böylece bacı teşkilatı kurulmuştur.
Eski Türklerde kadının ailede ve toplum içinde mevkii ve fonksiyonu çok önemliydi. İslamiyet’ten sonra da Türkmen kadınları bu milli ve asli karakterlerini devam ettirmişlerdir. Haliyle Anadolu’ya geldikten sonra Türkmen kadınlarının iş hayatından kopmuş oldukları düşünülemez. Türkmen hatunlar şehir hayatına geçişi bacı teşkilatı içinde ve Ahilerle birlikte sürdürmüşlerdir. Bacı teşkilatı, Türkmen genç kız ve hanımların şehirlerde iş hayatına girmelerinin tabii sonucu olarak kurulmuştur.
Bâcıyân-ı Rûm’un Faaliyetleri
Bacıların, örgücülük ve dokumacılık dışındaki sanat kollarından hangileri ile uğraştıkları hakkında çok açık bir bilgimiz yoktur. Ahiler gibi bacılar da Kayseri’deki işyerlerinde toplu olarak çalıştıklarına göre, kadınlar arasında da çeşitli sanat kollarının bulunması ihtimal dahilindedir. Bacı işyerlerinde halı ve kilimden başka giyim sanayiinin de varlığından bahsetmek mümkündür.
Bacıların diğer bir hizmet ve faaliyet sahaları askeridir. İslam öncesi çağlarda Türk kadınların binicilik ve avcılıkta usta oldukları, savaşlara katıldıkları iyi bilinen bir husustur. İslam’dan sonra da bu geleneğin devam ettiği görülür.
İbn-i Battuta, birçok ülkede, özellikle Özbekler arasında “Havatin” (Hatunlar) diye tanıttığı Türk kadınlarının faaliyetlerine şahit olduğunu belirtmektedir. Moğolların 1243 yılında Kayseri’yi muhasarası sırasında bacı örgütüne mensup kadınların şehrin savunmasında fiilen ve teşkilat olarak savaştıkları görülür.
Bacıların en iyi bilinen faaliyet alanlarından birisi de Ahi tekke ve zaviyelerinde misafir edilen ve barındırılanların ağırlanması ile ilgili hizmetleridir. İbn-i Battuta, Türkmen kadınlarının hizmet, izzet ve ikramlarından övgü ve hayranlıkla bahsetmektedir.
Bacılar dini ve kültürel faaliyetlerini bir tarikat disiplini içinde yürütmüşlerdir. Bu bakımdan yoğun bir tarikat faaliyeti içindedirler. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretleri kendisine intisap etmiş hanım dervişler için ayrı bir mahal tesis etmiş, başlarına da yetişkin bir müridesini vererek faaliyet göstermiştir. Bu tekkelerde büyük mertebeler kaydetmiş hanım dervişlerin sayısı küçümsenmeyecek derecede çoktur.
Velayetname’de anlatıldığına göre Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu’ya girdiği zaman, mana âleminden Anadolu erenlerine selâm vermiştir. Bu selam ancak Bâcıyân-ı Rûm’un lideri Fatıma Bacıya mâlum olmuştur. Önceden de belirttiğimiz gibi, kendisi de Ahi teşkilatının bir üyesi olan Osman Gazi, Ahi Şeyhi Edebali’nin kızı Mal Hatun ile evlenmiştir. Mal Hatun da Bâcıyân-ı Rûm’dandır.
İşte Osmanlı İmparatorluğu, bir Ahi ile bir bacının evliliğiyle kurulmuş ve bu teşkilatların yüksek ahlâkî kurallarıyla üç kıtada hüküm sürmüştür.
Abdalân-ı Rûm
Fuat Köprülü, bu zümrenin 1240 tarihinde yaşanan Babai isyanının yoğurduğu, çoğu Kalenderilerden bir kısmı da Haydari ve Yesevilerden oluşan bir zümre olduğu sonucuna ulaşırken[8], Abdulbaki Gölpınarlı ise, Abdalân-ı Rûm’un Kalenderiler ve Bektaşilere benzeyen ayrı bir tarikat mensubu olması gerektiğini vurgulamaktadır.[9]
Nişancı Mehmet Paşa tarihinde, Kalenderilerin daha sonraları, Osmanlı yönetiminin ana ideolojisi olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebine aykırı inanç ve hareketleri sebebiyle, Kanuni’nin Kalenderi zaviyelerini teftişe tabi tutturduğunu, bunun sonunda da, “ferik-i zındık ışık taifesinden pek çok mülhidin zaviyelerden sürülüp çıkarıldığını ve çeşitli kalelerde hapsedildiğini görmekteyiz.[10]
Kalenderi zaviyelerine, XVI. yüzyılın ortalarından itibaren başlatılan bu hareketten en çok etkilenen Seyyid Battal Gazi Zaviyesi olmuştur.
Aşık Çelebi’nin tezkiresine[11] göre, “…bir dâr-ı fısk-u dalâl olup her yerden anası atası azarlanmış battallar ve işten kaçup ışık olmuş pösteki…” toplandığı bu büyük zaviye, Kalenderilerin Anadolu ve Rumeli’deki en önemli ve birinci sıradaki merkezleri idi. Bu nedenle burasını Kalenderilerden kesin olarak temizlemeye karar veren otoritenin, bu kararı Seyidgazi kadısı Mustafa b. Hasan aracılığıyla uygulamaya koyduğunu görüyoruz.
1580 tarihinde Tarik-i Ehl-i Sünnet ve Cemaati takibe razı olanların dışında kalanlar tutuklanarak Kütahya kalesine hapsedilmiş ve zaviye bir medrese haline getirilerek bir “Darü’t-Talim-i İlm-i Din “olmuştur.[12]
XVI. yüzyıla ait arşiv kayıtları, bu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun pek çok yerinde meydana gelen soygun, eşkıyalık ve katl gibi, bir bakıma anarşi unsuru sayılabilecek olaylara Kalenderilerin sık sık karıştıklarını gösteriyor.
Bu kayıtlara bakılırsa bu konuda başı çeken Kalenderi zümrelerinden biri de Seyyid Battal Gazi Zaviyesi Işıklarıdır. Eskişehir yöresinde pek çok olaya sebep olduklarından, bunlardan bir kısmının Kütahya kalesine hapsedilmek suretiyle cezalandırıldıkları anlaşılıyor.
Batıni ve Şii faaliyetlere karşı Nakşibendi meşayihinden istifade etmek isteyen Kanuni Sultan Süleyman, Kalenderileri tenkilden sonra Seyyid Gazi Zaviyesine, Nakşi Şeyh Enveri (973-1565)’yi tayin etmiştir.[13]
Sonuç
Alp erenlik, kelime anlamı itibariyle yiğit, cesur insanlara ait bir niteleme iken, özellikle Selçuklu Devletinin son zamanlarına doğru devlet aleyhtarı ve gayr-ı memnun kitlelerin bir özelliği haline gelmiştir denilebilir. Dini duygularla hareket eden bu kitlelere Osmanlı döneminde de önceleri hoş görü ile bakılmış, ancak daha sonraları Osmanlı Devleti’nin resmi İslam görüşü olan ehl-i sünnet akidesine ve devlet geleneğine ters icraatlarından dolayı yer yer tutuklanmalara ve sürgünlere maruz kalmışlardır.
Diğer taraftan bu olumsuz yönler bir tarafa bırakılacak olursa, yukarıda da kısmen aktarmaya çalıştığımız ve bazı tarihçilerin öne sürdükleri, bu kitlelerin Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasındaki rolleri iddiası kısmen doğru niteliktedir. Anadolu’da göçebe olarak yaşayan bu Yörüklerde, neşet ettikleri bölgelerin sosyo-kültürel şartlarının da zorlaması ile, Alevîliğe taraftar olma düşüncesi hasıl olmuştur denilebilir.
Mesele psiko-sosyolojik yönüyle tahlil edildiğinde gerçeğin bütün berraklığıyla görüneceğini düşünüyoruz. Bu açıdan, “alp erenler” olarak andığımız bu kitle, şanlı mazimizde birer akıncı edasıyla “pir”leri, “dede”leri ve “baba”larıyla devamlı bir şekilde fatih ordularımızın önünde yol açmışlar ve düşmanla yaka-paça olmuşlardır.
Geçmişin nispeten karanlıktaki köşelerinin daha fazla irdelenmesi, incinmelere sebebiyet verebileceği için bu kadarla iktifa etmiş oluyoruz.
[1] A. Caferoğlu, Uygur Sözlüğü, İst.-1934, (W. Barthold-M. Fuad Köprülü, İslam Medeniyeti Tarihi, s. 341, 5. baskı, Ankara-trsz’den naklen).
[2] Ibid., s. 343.
[3] Ibid., s. 348.
[4] Ibid., s. 344-345.
[5] Ibid., s. 343.
[6] Hilmi Ziya Ülken, “Anadolu’da Dini Ruhiyat Müşahedeleri: Geyikli Baba”, Mihrap Mecmuası, s. 13-14, s. 447, İst.-1340.
[7] Reşat Öngören, “Osmanlı’nın Kuruluş Yıllarında Anadolu’nun Tasavvufi Durumu”, Diyanet Dergisi, sayı: 98, Şubat-1999.
[8] Köprülü, Fuat, “Anadolu’da İslamiyet”, Daru’l-Fünun Edebiyat Fak. Mecmuası, S. IV., s. 401-405, İst.-1338.
[9] Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, s. 47, İst.-1961.
[10] Nişancı Mehmet Paşa, Tarih-i Nişancı, s. 237-238, İst.-1290.
[11] Aşık Çelebi, Meşairi’ş-Şuara, s. 175, Neşr. Meredith-Owens, London-1971.
[12] Nevizade Atayi, Zeyl-i Şakayık, C. 1, s. 56, İst.-1268.
[13] Atayi, Zeyl-i Şakayik, C. 1, s. 86, İst.-1268.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.