Ezelî Plan ve Program Kaza ve Kader 3

Musa Kâzım GÜLÇÜR

27 Ekim/2019

İçindekiler

Giriş 1

Kaderî Programın Üçüncü Aşaması: Meşîet ve İrâde (Allâh’ın Dilemesi) 1

Meşîet (Allâh’ın Dilemesi) 2

İrâde (Allâh’ın Dilemesi) 5

Kaderî Programın Dördüncü Aşaması: Halk (Allâh’ın Yaratması) 6

Sonuç 9

Ezeli Plan ve Program Kaza ve Kader 3 Giriş

Daha önceki yazılarımızda “kaza ve kader” kelimelerinin Türkçemizdeki karşılıklarını, ilâhî ve ezelî plan ve programın varlığı ile bu programın ilk iki aşaması olarak görülebilecek “Allah’ın (cc) Ezelî İlmi” ve “ilâhî ve ezelî plan ve programın yazılı hale getirilmesi (kitâbet) aşaması” ile ilgili ayet-i kerimeleri ve hadis-i şerîfleri görmeye ve anlamaya çalışmıştık.

Şimdi ise Cenâb-ı Hakk’ın izni ve inâyeti dairesinde mevzumuzu, “ilâhî ve ezelî plan ve programın üçüncü aşaması meşîet ve irâde (Allâh’ın dilemesi)” ve “ilâhî ve ezelî plan ve programın dördüncü aşaması halk (Allâh’ın yaratması)” konuları ile tamamlamaya çalışacağız.

Kaderî Programın Üçüncü Aşaması: Meşîet ve İrâde (Allâh’ın Dilemesi)

Bu aşama ile ilgili olarak, aynı anlama geldiği kabul edilmekle birlikte inşâAllâh önce “meşîet” daha sonra da “irâde” kavramlarını ayrı ayrı tahlil etmeye çalışacağız.

Meşîet (Allâh’ın Dilemesi)

Meşîet kelimesi, Arapçadaki (شَاءَ) “şâe” fiilinin mastarıdır. “Şey” kelimesinin sahip olduğu “mevcut/var olan” anlamından hareketle “şâe” fiili için “îcad etme” anlamı da verilmektedir. “Meşîet, şey’in ya da varlığın en güzel ve mükemmel bir şekilde irade edilmesidir. Allah (cc) hakkında kullanıldığında, hem “Allâh’ın (cc) irâdesi” hem de “varlığı en güzel şekilde îcad etmesi” anlamlarına gelmektedir.

Meşîet”, Allah’ın (cc) “irâdesi, seçimi, tercihi, emirleri, hükümleri ve fiillerinde sonsuz bağımsızlığı” anlamında sübûtî sıfatlarından birisidir. “Kasd (niyet, istek, amaç, gāye), irade (bir şeyi yapıp yapmama hususunda karar verebilme ve bunu uygulama gücü), ihtiyar (seçme, intihap etme, tercih etme), rıza (hoşnut ve memnun olma durumu, hoşnutluk, memnunluk), muhabbet (sevgi, dostluk, bağlılık), gazap (öfke, kızgınlık, hışım), saht (sert, katı) ve rahmet (acıma ve esirgeme)” kelimeleri de Allâh’a (cc) izafe edilerek kullanıldığında “meşîet” sıfatıyla münasebeti bulunan kavramlardandır. “Meşîet” genellikle “irade” kavramı ile eş anlamlı olarak kullanılır.

Allah dilemedikçe insanlar dileyemez. O kullarından dilediğine azap eder, dilediğini bağışlar. Dilediğini alçaltır, dilediğini yükseltir. Dilediğine hikmet, rahmet, mal-mülk lütfeder, dilediğine vermez. Dilediğine kız, dilediğine erkek çocuk verir. Esasen Kur’ân-ı Kerîm’de “meşîet” kavramını ihtiva eden onlarca ayet-i kerimeden şimdi aktaracağımız sadece birkaç tanesi bu durumun bir delilidir:

(اِنْ تَكْفُرُوا فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِىٌّ عَنْكُمْ وَلَا يَرْضٰى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَ وَاِنْ تَشْكُرُوا يَرْضَهُ لَكُمْ)

“Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah sizin iman etmenize muhtaç değildir. Ama kullarının inkâr etmesine razı değildir. Eğer şükrederseniz sizin için buna razıdır.” (Zümer, 39/7)

(وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لَاٰمَنَ مَنْ فِى الْاَرْضِ كُلُّهُمْ جَمٖيعًا)

“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekûn iman ederlerdi.” (Yunus, 10/99)

(وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لَجَعَلَ النَّاسَ اُمَّةً وَاحِدَةً)

“Eğer Rabbin dileseydi, bütün insanları tek bir dine bağlı kılardı.” (Hud, 11/118)

(وَلَوْ شِئْنَا لَاٰتَيْنَا كُلَّ نَفْسٍ هُدٰیهَا)

“Eğer dileseydik, herkese hidayetini verirdik.” (Secde, 32/13)

(يَمْحُوا اللّٰهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ اُمُّ الْكِتَابِ)

“Allah, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılıp bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun yanındadır.” (Rad, 13/39)

(وَمَا تَشَاؤُنَ اِلَّا اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَ)

“Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (Tekvir, 81/29; İnsan, 76/30)

İşte bu ayet-i kerîmeler ve benzerleri, kulların fiilleri, hidayetleri ve dalaletleri ile ilgili olarak Allâh’ın (cc) meşîetini açık bir şekilde beyan etmektedir. Allâh (cc), kâinatta bulunan her şeyin, kendi meşîetine bağlı bulunduğunu haber verirken, O’nun dilemediği şeylerin olmayacağını, dileseydi şayet vakıada görülenden farklı bir şeyin meydana geleceğini, dileseydi takdir edip yazmış olduğu kaderden farklı olacağını, dileseydi kendisine asla isyan olunamayacağını, dileseydi bütün yaratıklarını hidayet üzere tek bir ümmet haline getireceğini haber vermektedir.

Bu açıdan, mevcut durumların, ancak O’nun meşîeti ile böyle olduğunu, meydana gelmeyenin de O’nun meşîeti gerektirmediği için meydana gelmediğini anlamaktayız. O’nun, âlemlerin Rabbi ve kullarının işlerini çekip çeviren Kayyûm oluşunun anlamı da budur. O izin vermedikten sonra “yaratma, rızık, kısma, yayma, hayat, hidayet, saptırma” vb. meydana gelmez ve gelemez. Bunların hepsi O’nun meşîeti ve tekvîni iledir. Çünkü O’ndan başka Mâlik, O’ndan başka Müdebbir, O’ndan başka Rab yoktur.

Buraya kadar ifade etmeye çalıştıklarımız, İlahi irâde ve meşîetin, tekvînî yönü ile ilgiliydi. Ancak İlahi irâde ve meşîetin, bir de teşriî yönü bulunmaktadır. Tekvînî irâde ve meşîetin, yaratma fiiline taalluku neticesinde, herhangi bir şeyin vuku bulmaması imkansızdır. Fakat, muhabbet ve rıza eksenli olan teşrîî irâde ve meşîet, taalluk ettiği herhangi bir şeyin, mutlak olarak vukuunu gerektirmemektedir. Tekvînî irâde ve meşîet, hayır ve şerri bütünüyle kapsarken, teşriî irâde ve meşîet, yalnız muhabbet, rıza ve hayra ilişkindir. Dolayısıyla genel anlamda Allah’ın irâde ve meşîeti, O’nun razılığı ve rızasızlığı ile ilgili bütün hususları kapsamakta ve her şey O’nun Yüce ve Yüksek İrâde ve Meşîeti alanında bulunmaktadır.

Bir örnek ile açmak istersek, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, buğz ettiği halde İblisi, şeytanları ve kâfirleri yarattığı gibi, yine buğz ettiği halde tarafından gazaba uğratılmış muayyen kimseleri ve fiilleri de yaratmış / yaratmaktadır. Bu açıdan Yüce ve Yüksek İrâde ve Meşîet, hem meleklerin, peygamberlerin ve müminlerin itaati gibi Allâh’ın sevdiği ve hoşlandığı amellere, hem de küfür, fısk, isyan gibi kötü fiillere ilişkindir. Fakat insanın istemesi neticesinde yaratıyor olmasına rağmen, kötü fiillere Allah’ın muhabbeti ve rızası yoktur. O’nun sevmesi ve rızası, resulleri vasıtası ile teşrî kıldığı emir ve yasaklarla alakalıdır.

O’nun cömertliği, rızık, mülk ve çocuk vermesi, affetmesi, insana bilmediğini öğretmesi, yardımı, yaratması, rahmeti, arındırması, imana ve hidayete ulaştırması gibi, kullarına yönelik fiilleri de daima meşîetine bağlıdır. İnsanın irade ve eylemlerinin tamamı Allah’ın meşîeti ile sınırlıdır.

Ancak şunu da ilave etmemiz gerekir ki Kur’an-ı Kerîm hem Allah’ın mutlak hakimiyetini hem de onun adaletiyle irtibatlı olarak, insanın özgürlüğünü ve sorumluluğunu birlikte kabul etmektedir. İnsanın “hür” bir iradeye sahip olduğu fikri, Kur’anî açıdan tartışma götürmez bir gerçekliktir. Bilhassa günümüzde, insan ürünü olan ve kendi başına karar verip uygulamalar gerçekleştirebilen yapay zekâ ve robotların üretilebildiği bir zamanda, Allâh’ın (cc) belirlediği sınırlar içerisinde, insanın kesinlikle varlık dünyasının “hür” davranabilen en eşrefi olduğu tartışılmaz derecede bir gerçekliktir.

Efendimiz (sas): (مَا شَاءَ اللهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ)Allah’ın dilediği oldu, dilemediği de olmadı buyurmuştur. Bu hadîs-i şerifin sebeb-i vürûdu da şu şekildedir:

Ebu Derdâ’ya (ra) bir adam gelerek;

“Ey Ebu Derdâ, evin yandı!” deyince, Ebu Derdâ şöyle cevap vermiştir:

“Hayır, yanmadı. Allâh azze ve celle kesinlikle böyle bir şey yapmamıştır. Çünkü ben Resülullah’tan (sas), kişinin sabah okuduğunda akşama kadar, akşam okuduğunda ise sabaha kadar kendisine herhangi bir musibetin asla uğramayacağı şu duayı işitmiş bulunmaktayım:

اللَّهُمَّ أَنْتَ رَبِّي لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ، عَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ، وَأَنْتَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ، مَا شَاءَ اللهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ، لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ الْعَلِيِّ الْعَظِيمِ، أَعْلَمُ أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ، وَأَنَّ اللَّهَ قَدْ أَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا، اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ نَفْسِي، وَمِنْ شَرِّ كُلِّ دَابَّةٍ أَنْتَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا، إِنَّ رَبِّي عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

“Allahım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka hak ilah yoktur. Sana tevekkül ettim. Sen büyük arşın Rabbisin. Allâh’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz. Yegâne güç ve kuvvet, Yüce ve Azamet sahibi Allah’ındır. Biliyorum ki, Allah’ın her şeye gücü yeter ve Allah, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Allahım, nefsimin ve perçemlerinden tuttuğun her canlının şerrinden Sana sığınırım. Şüphesiz ki Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir.”[1]

İrâde (Allâh’ın Dilemesi)

Allah zatıyla kaim ezelî bir irâde sıfatıyla diler. O’nun irâdesi ezelî ve ebedidir. Allah yaratacağı şeyleri bu irâde sıfatı ile hikmetine göre meydana getirmeyi diler ve dilediği şey mutlaka olur. O dilemedikçe hiçbir şey vücuda gelmez. Hiçbir şey kendiliğinden var olmaz ve kendiliğinden yok olmaz. Ancak Allah’ın dilemesiyle var olur ve yine O’nun dilemesiyle yok olur.

Allah’ın (cc) irâdesi demek, bir şeyin olmasını ya da olmamasını dilemesi, her şeyi dilediği gibi tayin ve tespit etmesi demektir. Allah Teâlâ kâmil ve sonsuz bir irâde sahibidir. Bu kâinatı ezelî irâdesine uygun olarak yaratmıştır. Bu kâinatta olmuş ve olacak her şey, Allah’ın dilemesi ve irâde etmesiyle olmuş veya olacaktır. O’nun her dilediği mutlaka olur, dilemediği de asla vücut bulmaz.

Bir şeyin var olup olmaması, sahip olduğu zaman, mekân, şekil gibi niteliklerin tamamı, makul bütün imkânlar arasından tercih edilip, herhangi bir varlık için tahsis edilmesi, Allâh’ın (cc) irâdesinin taalluku ile mümkündür.

Bu hususta Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

(إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَن يَقُولَ لَهُ كُن فَيَكُونُ)

“Onun emri, bir şeyi dilediği zaman, ona ancak ‘ol’ demesinden ibarettir. O da oluverir.” (Yasin, 36/82)

Bu âyet-i kerimenin bir benzeri de Âl-i İmrân, 3/47’de bulunmaktadır.

Eğer irâde sıfatı, âlemin belirli bir zamanda vuku bulmasını gerektiriyorsa, taallûku dolayısıyla ilim sıfatı da âlemin o vakitte var olmasının tâyinine bitişiktir. Böylece bu tâyinin gerçek illeti, sebebi irâde sıfatı olur. İlim sıfatı ise, sadece bu belirlemeye taallûk etmiş, ona tabi olmuş ve onda bir tesir icra etmemiştir.[2]

İrâde, bütün hâdis varlıklara taalluk eden bir sıfattır. Bütün varlıklar, Yüce Allâh’ın kudretiyle yaratılmıştır. O’nun kudretiyle yaratılan her şey, kudretin makdüra, yani hâdis olan ve sonradan yaratılana iktiranı ve kudretin ona tahsisi için irâde sıfatına muhtaçtır. Buna göre her makdür yani kendisine Allâh’ın (cc) kudreti iktiran eden insan veya nesne sonradan olan ve aynı zamanda murâd yani irade edilendir.

Bu açıdan, her sonradan olan, Allâh’ın (cc) irâdesi ile meydana gelmiştir. Şer, küfür ve masiyet gibi unsurlar da hâdis olduğuna göre, şüphesiz bunlar da Yüce Allah’ın irâdesiyle yaratılmışlardır. Şüphesiz Yüce Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz. Selefin ve bütün Ehl-i Sünnetin itikadı işte budur.[3]

Yaklaşık yirmi beş âyette “ilim” sıfatının “irade” ve “meşîet” kavramlarının bağlamında yer aldığı görülmektedir. Dolayısıyla, insanın maddî ve manevî açıdan ne olduğu ne olmadığı, yaşamının dâhil olduğu bütün süreçler, başına gelecek bütün hususlar Allah’ın (cc) “yaratması, bilgisi, görmesi, işitmesi ve haberdarlığı” yani Cenâb-ı Hakk’ın “Hâlik, Alîm, Basîr, Semî’ ve Habîr” gibi pek çok esmâ-i hüsnâsı ve sıfâtı-ulyâsı ile aracısız bir şekilde ilişkilidir. Esmâ-i hüsnâdan “Rahmân, Rahîm, Ğafûr, Hakîm, Kavî, Azîz, Alî, Azîm” gibi isimler de bu gruptadır. Bu güzel isim ve sıfatlar, Allah’ın meşîet ve iradesinin nihayet derecede muhît ve kapsayıcı olduğunu göstermektedir. Ancak bazılarını burada zikrettiğimiz ilahî isim ve sıfatlar, irade ve meşîet kavramlarının ilişki ağını göstermesi bakımından onların daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamaktadır.

Kaderî Programın Dördüncü Aşaması: Halk (Allâh’ın Yaratması)

Yaratma, Allâh’ın (cc) en kapsamlı fiilî sıfatlarındandır ve Kur’ân-ı Kerîm’de “halaka=yarattı” kelimesi ile beyan edilir. Bu kelimenin ilk temel anlamı “takdir, plan ve projelendirme, bir asla ve benzere dayanmaksızın bir şeyi ibda etme yani yaratmadır”. Diğer yan anlamlar ise “tesviye, ölçüp biçerek hikmetin gerektirdiği olgunluk ve kıvamda yapma”dır. “Yaratma”, bütün nimetlerin varlık alanına çıkarken uğramak durumunda olduğu kutuptur. “Yaratma” kelimesi fiil ve isim türevleri ile, Kur’ân-ı Kerîm’de çok geniş bir alanda 171 yerde fiil sîgalarıyla, elli iki yerde de mastar halinde Allah’a nispet edilerek geçmektedir. 100 âyette “insanın yaratılışından”, elliye yakın âyette “genel anlamda yaratmadan” söz edilir. Diğer âyetlerde “gece, gündüz, ay, güneş, bitki, hayvan, melek, cin, şeytan, hayat, ölüm, öldükten sonra dirilme” gibi varlık ve olayların yaratılışı ile ilgili olarak “halk” kavramı kullanılmıştır. Allâh’ın (cc) “yaratıcılık” vasfı sadece maddi ve müşahhas alanla değil mücerret ve soyut alanlarla ilgili olarak da (خَلَقَ)halaka=yarattı” fiili ile beyan edilmektedir.

Bu âyet-i kerîmelerin bir kısmında mutlak anlamda yaratılıştan, bir kısmında yaratılışın bir başlangıç maddesi olmaksızın ya da maddeden gerçekleştirilmesinden, bir kısmında da yaratmadaki fazlalaştırma ya da eksiltmeden bahsedilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de “görünüş, heyet, suret, şekil, tavır” anlamlarında “halk” kelimesi, “kuvvet, seciye, ahlak ve davranış biçimi” anlamlarında da “huluk” şekliyle geçmektedir. “Yaratma” kelimesi Türkçemizde “yoktan var etmek” anlamında olduğu için bu kelimenin Allah’tan (cc) başkalarına nispet edilmesi doğru değildir.

Kur’ân-ı Kerîm’de “yaratma” kelimesi ile “ ya da benzer” anlamlarda şu kelimeler de kullanılmıştır. Şimdi bu kelimelerin bir kısmını anlamları ile vermek istiyoruz:

İbdâ‘ (önceden bir örneği olmadan bir şeyi yaratmak), ber’ (özellikle canlıların yaratılması anlamında kullanılan bir kelime), zer’ (ber’ kelimesinin eş anlamlısı), fatr (varlığı yaratmak, ortaya çıkarmak), sun‘ (iş yapma), inşâ’ (yaratmaya başlama), ihdâs (bir şeyi yok iken var etme), îcâd (varlık verme, örneksiz yaratma), tasvîr (her bir varlığa özel bir sûret verme, başka varlıklardan ayırt edilmesini sağlayan bir yapı kazandırma), tekvin (varlığı meydana getirme, oluşturma, yaratma, icat etme), ihtirâ‘ (yaratma, yeni bir şey ortaya çıkarma, inşa etme), ca‘l (bir şey yapma, icat etme, bir şeyden başka bir şey meydana getirme, bir nesnenin durumunu değiştirme).

Hâlik” ism-i şerîfi ile, yukarıda zikredilen esmâ-i hüsnâdan başka olarak, “ölümden sonra dirilten” mânasındaki “Bâis”, “her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı idare eden” manasındaki “Kayyûm”, “kâinatın bütün işlerini gözetip yöneten” anlamındaki “Müheymin” ve “can veren-öldüren” anlamlarındaki “Muhyî-Mümît” esmâ-i hüsnâsı arasında anlam yakınlığı bulunmaktadır.

Yüce Allâh, kullarının takvasını ve günahkarlıklarını onlara ilham etmiş (Şems, 91/8), bazı kullarının kalplerine de kıyamete kadar kin ve düşmanlık var etmiştir (Maide, 5/14, 64). Güldüren de ağlatan da O’dur (Necm, 53/43). Bazı kulların takva sözlerine sebat vermiş, iman edebilmelerine de O izin vermiştir (İbrahim, 14/27; Yunus, 10/100). Bazılarına sabır gücü vermiş (Nahl, 16/127), hidayet isteyene hidayeti (Enam, 6/88, 90; Nur, 24/35; Zümer, 39/23), dalalet isteyene de dalaleti takdir etmiştir (Zümer, 39/41). Kimi kullarının iman etmeyeceklerini bildiği için kalplerini mühürlemiş ve kilitlemiş, gözleri üzerine perde çekmiş, iman ile aralarına engel koymuştur (Bakara, 2/7).

Bütün bu yukarıda sıralamaya çalıştığımız ve çoğunu da nakledememiş olduğumuz yaratma ile ilgili fiilerin hepsinin de sahibi Allâh Teâlâdır. Kulun isteğine göre yarattığı bu fiiller ya hayır ve iyilik ya da şer ve kötülük eksenlidir. Ama her halu kârda fiilin yaratıcısı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleridir.

Bu durumda kula düşen husus, her daim Allâh’tan iyilik, güzellik, af ve afiyet talep etmek, kötülük, çirkinlik ve gazabından da Allâh’a sığınmaktır. Kişinin namaz tahiyyelerinde okuduğu ve Bakara, 2/201 âyet-i kerimesinden muktebes şu dua cümlesi, bu talep ve sığınma tazarrusunun kelimelere dökülmüş halidir:

(رَبَّنَا اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ)

“Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru.” (Bakara, 2/201)

Birisi Ömer b. El-Hattab’ın (ra) huzurunda:

(اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ اَمْ عَلٰى قُلُوبٍ اَقْفَالُهَا)

“Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde üst üste kilitler mi var?” (Muhammed, 47/24)

Ayet-i kerimesini okudu. Orada bulunan bir genç şöyle dedi:

Allâhım! O kalplerin üzerindeki kilitlerin anahtarları Senin elindedir. O kalpleri Senden başkası açamaz.” O gencin bu sözleri Hz. Ömer’in (ra) hoşuna gitti.

Hz. Ömer (ra), Kâbe’yi tavaf ederken şöyle diyordu:

“Allah’ım! Eğer beni saadet ehlinden yazmışsan orada beni sabit kıl. Eğer şekavette olanlardan yazmışsan, ismimi oradan sil ve saîdler defterine yaz. Çünkü Sen dilediğini siler, dilediğini sâbit bırakırsın. Ümmü’l-Kitap Sen’in katındadır.”[4]

Sonuç

Şu ana kadar “kaza ve kader” kelimelerinin Türkçemizdeki karşılıkları, ilâhî ve ezelî plan ve programın varlığı ile Allah’ın (cc) ezelî ilmi, kitâbet, meşîet, irâde ve halk konularını ayet-i kerimelerin ve hadis-i şerîflerin pencerelerinden görmeye ve anlamaya çalıştık.

Allah’ın kaderine iman eden bir mümin, dünya nimetlerinin hiçbirinin denk olmadığı bir nimetle nimetlenmektedir. O da her şekilde Allah’tan razı olma halidir. Böyle bir mümin, bütün kaderlerin Allah’ın emri, dilemesi ve iradesiyle oluştuğunu görür. Hadiselerin Allah’ın hikmeti ve iradesiyle meydana geldiğini bilir.

Başa gelen şeylere rıza ve sabır göstermek kadere imanın esasıdır. Rıza ve sabır, kadere imanın meyvesidir. Kadere rıza, belaya sabır ve Allah-u Teâlâ’nın hükmüne mutmain olarak teslimiyet, nefis binasının üzerinde durduğu önemli esaslardandır.

Bu akidede, kalbin sekineti, bedenin rahatı, gam ve kederi terk vardır. Hoşnutluk, huzur, saadet, rahatlık ve itminan vardır. Vesvese ve kuruntulardan Allâh’ın (cc) takdirine sığınılacak yegâne makam, kadere iman makamıdır.

Kader konusunda gelişi güzel tartışmama ve konuşmama da önemli bir duruştur. İbn-i Ömer’den (ra) rivayetle Efendimiz (sas) şöyle buyurur:

Kader ehli ile oturmayın, düşüp kalkmayın, onlara sözü, mevzuyu açmayın (itikat ile ilgili meselelerde onlarla münakaşa başlatmayın).”[5]

Kadere imanın, Allah’a tevekkülle beraber, bizi sebeplere yapışmaya memur ettiğini aklımızdan çıkarmamamız şarttır. Allah’ın yarattığı sebepleri terk etmek, kulun dini ve dünyasında kendisine fayda verecek şeylerin meydana gelmesine manidir. Sebepleri yerine getirmek Efendimizin (sas) sünnetidir. Onun hali üzere amel eden bir kimse O’nun sünnetini de terk etmemelidir. Ancak şu da kabul ve iman edilmelidir ki bazen sebeplere tutunulsa da Allah’ın izni yoksa istenilen neticeler alınamayacaktır.

Allahım, bize senden korkmayı ve Seni tebcili, Seni tazim etmeyi nasip etmeni, seçtiğin kullarına ihsan ettiğin ilmin hakikatlerini bizlere de lütfeylemeni, onlara gösterdiğin âyâtı, semâvât ve arzın melekûtunu bizlere de bahşetmeni dileriz. Ey her şeyin hükümranlığı kendine ait ve her şeye Kâdir Zât-i Kibriya. Ey bütün sesleri işiten, ey en gizlilikleri bilen, ey göklerin ve yerlerin yegâne Mâliki, ey Evvel, Âhir, Zahir ve Bâtın, kulun Muhammed’e ve âline salat ve selam ediyor, niyazımızı kabul buyurmanı, bizlere Sana yaraşır olanı yapmanı yüce Zât’ından istiyoruz. Âmîn.

وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِهٖ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ

İlimde yüksek payeye erenler, ‘Biz Ona inandık. Hepsi Rabbimiz katındandır’ derler. (Bu inceliği) ancak tam akıl sahipleri düşünüp anlar.

(Ali İmran, 3/7)

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلٖينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

Kudret ve izzet sahibi Rabbin, insanların her türlü tasavvurunun üstünde (bir yüceliğe sahip)tir. O’nun bütün elçilerine selam olsun. Hamd, bütün alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.

(Saffât, 37/180-182)

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Onların duaları, ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur’ sözleri ile sona erer.

(Yunus, 10/10)


[1] Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed b. İshâk ed-Dîneverî (v. 364/975) (İbnü’s-sünnî), Kitabu Ameli’l-Yevm ve’l-Leyle, s. 30 (Hadis no: 57).

[2] Ebu Hamid el-Gazzali, İtikatta Orta Yol, (Önsöz ve notlarla çeviren: Dr. Kemal Işık), Ankara Üniversitesi Basımevi-1971, s. 76.

[3] Ibid, s. 80.

[4] Ali el-Müttakî, Kenzu’l-Ummâl, II/676 (Hadis no: 5045).

[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/30 (Hadis no: 206).

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.