Musa Kâzım GÜLÇÜR
18 / 03 / 2022

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم
بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اللَّهُمَّ صَلِّ وسلـم عَلَى الْأَوَّلِ فِي الْإِيجَـادِ وَالْـجُـودِ وَالْوُجُودِ، اَلْفَاتِـحِ لِكُلِّ شَــاهِدٍ وَمَشْـهُودٍ، حَضْرَةِ الْمُشَـاهَـدَةِ وَالشُّهُودِ، اَلـسِّــرِّ الْبَـاطِـنِ وَالنُّـورِ الظَّاهِرِ الَّذِي هُـوَ عَيْنُ الْمَقْصُودِ، مُمَيِّزِ قَصَبِ السَّـبْقِ فِي عَالَمِ الْخَلْقِ الْمَخْصُوصِ بِالْعُبُودِيَّةِ، اَلرُّوحِ الْأَقْدَسِ الْعَلِيِّ وَالنُّـورِ الْأَكْمَلِ الْبَهِيِّ، اَلْقَائِمِ بِكَمَالِ الْعُبُودِيَّةِ فِي حَضْرَةِ الْمَعْبُودِ، اَلَّـذِي أُفِيضَ عَلَى رُوحِي مِـنْ حَضْرَةِ رُوحَانِيَّتِهِ، وَاتَّصَلَتْ بِمِشْكَاةِ قَلْبِي أَشِـــعَّةُ نُـورَانِيَّتِهِ، فَهُوَ الرَّسُـــولُ الْأَعْظَمُ وَالنَّبِيُّ الْأَكْـرَمُ وَالْوَلِيُّ الْمُقَرَّبُ الْمَسْـعُودُ، وَعَلَى أٰلِـهِ وَأَصْحَابِهِ خَزَائِنِ أَسْـرَارِهِ، وَمَعَارِفِ أَنْوَارِهِ، وَمَطَالِـعِ أَقْمَارِهِ، كُنُوزِ الْحَقَائِقِ، وَهُدَاةِ الْخَلَائِقِ، نُجُومِ الْهُدَى لِمَنِ اقْتَدَى، وَسَلَّمَ تَسْلِيماً كَثِيراً كَثِيراً
(20/25-28 ، سُورَةُ طه) رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي
Bütün hamdler, âlemlerin Rabbi Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine mahsustur. Allahım! Yaratılışta, ihsanda ve varlıkta en Evvel’e, her şahid ve meşhudun Fâtih’ine, müşahede ve şuhûdun Efendisine, maksadın bizzat kendisi Bâtınî Sır ve Zahirî Nûr’a, ubudiyete mahsus varlık aleminde herkesi geçen en Seçkin’e, en yüce Kutsal Ruh’a ve en mükemmel Parlak Işığa, Yüce Allâh’ın huzurunda kemâl-i ubûdiyetle Kâim Kişiye, ruhuma ruhaniyetini ifâza edene, kalp mişkâtımı nûraniyeti ile Aydınlatan’a, en büyük Resule, en keremli Nebî’ye, saadetli en yakın Dost’a, ailesine, sırlarının hazinesi, öğretilerinin aydınlığı, tulû etmiş ayları, hakikatlerinin hazinesi, insanların hidayetçileri, onlara uyanlar için yıldızlar konumundaki ashab hazeratına, sonsuz salâtlar ve selamlar olsun.
Dini Bilinç, Bilimsel Bakış ve Fârâbî
İslam, öncelikle bilinç, sonra da davranış durumudur. Buna, teorinin pratiği öncelemesi de diyebiliriz. Teorik bilgiyi önemsemeyen pratik sevdalıları, pusulaya ihtiyaç duymadıklarını iddia eden denizcilerin, nereye gittiklerini bilmeden denizde yol almaya çalışmalarına benzemektedirler. Uygulama ya da pratik, mutlaka sağlam bir teori üzerine oturmalıdır. Teori yoksa pratik de yoktur. Bu açıdan İslam’da teorik bilinç durumu, davranıştan daha önce ve önemlidir. İslam, teorik bilgiye merkezi bir önem atfeder ve tam bir bilgi dinidir. “Lâ ilâhe illAllâh” (Allâh’tan başka hiçbir ilah yoktur) cümlesi en temel hakikatin, bir diğer anlamda aslî gerçekliğin bizzat kendisini ifade eden çok temel bir formüldür. Müslümanlar, tüm bilimleri bu en temel hükmün doğruluğuna götüren yollar bütünü olarak görür. Bu cümlenin dilsel ve bilişsel anlamı, Allâh’ın (cc) varlığı ve birliğinin en yalın ifadesi olan “tevhid” prensibidir.
Kutsal birliğin bilincine sahip olmak, Allâh’ın (cc) Yüce Zat’ında, Yüksek Sıfatlarında ve Güzel İsimlerinde birliği içtenlikle kabul etmektir. Hakikatin bu en kıymetli rüknünü tereddütsüz kabul, bireyi ilâhî bütünlük düşüncesine, atom ve atom altı parçacıklar dahil her şeyin, kozmik hukukla yönetildiği fikrine götürür. Bu anlamda kainat ve bütün bir varlık dünyası, fiziksel ve metafiziksel kaynağı ve orijini itibarı ile, birlik ve bütünlük içerisindedir. Kur’ân-ı Kerîm, Allâh’ın varlığı ve birliğine çok açık bir şekilde delalet eden kozmik ahenk ve bütünlük hususunu, çok net bir şekilde şöyle beyan buyurur:
لَوْ كَانَ فٖيهِمَا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ
“Eğer göklerde ve yerde, Allah’tan başka tanrılar olsaydı, hem göklerin hem de yeryüzünün düzeni bozulurdu. O halde, (büyük) Arşın Rabbi Allah, onların (insanların kutsal bir bilgiye dayanmaksızın yapmış oldukları çeşitli yanlış ve yanıltıcı) nitelemelerinden münezzehtir.” (Enbiya, 21/22)
Müslümanların bilimsel ruhu, onlardaki tevhid bilincinin merkezde yer alması ile gelişir ve güzelleşir. Tanımları doğru bir şekilde anlamaya duyulan iştiyak, sahih bir şekilde kullanılan mantık bilimini, aşkın varlığa yönlendiren önemli bir araç haline getirir:
قُلْ هٰذِهٖ سَبٖيلٖى اَدْعُوا اِلَى اللّٰهِ عَلٰى بَصٖيرَةٍ اَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنٖى وَسُبْحَانَ اللّٰهِ وَمَا اَنَا مِنَ الْمُشْرِكٖينَ
“(Şöyle) De: İşte benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar, insanları Allah’ın yoluna sahih bilgi (basiret, Kutsiyet nuruyla aydınlanmış kalbin maddî ve mânevî âlemdeki hakikatleri görme yeteneği) ile çağırıyoruz. Allah, her türlü yanlış nitelemelerden münezzehtir. Ben, asla Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (Yusuf, 12/108) ayet-i kerimesi, dini hakikatlerin özü olan tevhid ilkesinin, şirke karşı bütün kapılarını nasıl sımsıkı bir şekilde kapattığını, bu hayatî itikadı ispata yönelik mantık biliminin ne derecede önemli ve temel bir işleve sahip olduğunu göstermektedir.
يَا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْنَا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبٖينًا
“Ey insanlar! Size Rabbinizden açık bir burhan (doğruluğunda şüphe bulunmayan ve zaruri bilgiye ulaştıran kesin delil, ispat) gelmiştir. Biz, size gerçekleri açığa çıkaran bir ışık indirdik” (Nisa, 4/174)
Kur’ân-ı Kerîm’de “burhan” kelimesi, “hak ile bâtılı birbirinden ayıran kesin delil, ispat” karşılığında kullanılır (Bakara, 2/111; Enbiya, 21/24; Müminun, 23/117; Neml, 27/64; Kasas, 28/75).
Ayrıca, apaçık deliller olmaları itibariyle Şanlı Nebî’ye (sas) (Nisa, 4/174), Hz. Mûsâ’nın (as) asâ’sına ve elinin bir meşale gibi parlaması (yed-i beyzâ) mucizelerine de (Kasas, 28/32) Kur’ân-ı Kerîm’de “burhan” adı verilmiştir.
“Burhan” kelimesinin, “kesin delil, ispat” anlamına gelmesi, İslâmî mantıkta “beş sanattan biri” olarak kabul edilmesinin, gözleme ve deneye dayalı bilimlerin gelişmesinin önünü açan muharrik olmuştur.
İslâm felsefesini metot ve terminoloji açısından temellendiren ünlü Türk filozofu Fârâbî (v. 339/950), İḥṣâʾü’l-ʿUlûm (İlimlerin Sayımı) adlı eserinde, konuşmada kıyası kullanmaya yarayan sanatın beş çeşit olduğunu belirttikten sonra, “burhan”ı ilk sırada sayar.
Fârâbî’ye göre, insan bir konuda sonuca varmak üzere, ister kendi ile ruhu arasında kullansın, ister başkalarına hitap etsin, isterse de konuyu düzeltmek üzere bir başkasına hitap etmiş olsun, burhan tartışmasız şekilde kesin bilgi (el-ilmü’l-yakîn) veren sözlerdir. Bu bilgi, aksinin varlığı imkansız ve kendisinden dönüşün asla düşünülemediği ve mümkün olmadığı bilgidir. İnsan, böyle bir bilgi çeşidinde asla şüphe ve tereddüte düşmez.[1]
Tevhid prensibine yürekten inanmış bir şahsiyet, Allâh’ı (cc), diğer bütün hakikatlere kaynaklık eden Mutlak Hakîkat kabul eder. Bu inançlı bireyin ufkunda, diğer bütün hakikatler de, Mutlak Hakîkat’ten kaynaklanan bir hiyerarşi ile ancak anlaşılabilir ve bilinebilirler.
ثُمَّ سَوّٰیهُ وَنَفَخَ فٖيهِ مِنْ رُوحِهٖ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْپِدَةَ قَلٖيلًا مَا تَشْكُرُونَ
“Sonra Allah, insanın şeklini düzeltip tamamladı ve ona kendi Ruh’undan nefh buyurdu. Sizin için kulaklar, gözler ve kalpler yarattı. (Allah’ın size verdiği bu muhteşem nimetlere karşı) Şükrünüz ne kadar da az!” (Secde, 32/9) ayet-i kerimesi, insandaki bilişsel yeteneklerin bütününün, hiyerarşi ile Allâh’tan (cc) olduğunu açık şekilde gösterir.
Her bir insanî melekenin meşru şekilde kullanılabilmesi, söz konusu melekelerin uygun etkinlik alanlarının ve sınırlarının bilinmesi ve tanınması ile mümkündür. Diğer taraftan, sınırlı bir alana sahip olması gerçeğinden hareketle, duyusal tecrübenin önemi, hiyerarşik olarak felsefe-i ulâdan yani metafizikten derece itibarı ile daha aşağıdadır. Üst hiyerarşide ise, yedi kat gökler, Arş ve elbette en üstün ve en aşkın Yüce Allâh (cc) vardır (Müminun, 23/86).
İlimlerdeki hiyerarşi ile kasıt, bir ilmin diğerine göre öncelenmesi ya da daha üst mertebede konumlandırılmasıdır. Fârâbî, Risâle fî Fazîleti’l-Ulûm ve’s-Sınaât adlı eserinde konu ile ilgili olarak şöyle söylemektedir:
“İlimler ve sanatların üstünlüğü sadece üç şeyden birinin meziyeti sebebiyledir:
1. Ele alınan konunun önemi (şerefü’l-mevdu’),
2. Delillerin kapsamı (istiksâu’l-berâhîn),
3. Söz konusu ilim ve sanattaki faydanın genişliği (azmü’l-cedvâ).
Bu faydalar, ister beklenen bir şey olsun, isterse de halihazırda var olsun. Kapsam ve fayda yönü ile, ilim ve sanatların, diğerlerinden üstün oluşuna gelince, mesela dini ilimler ile, her çağ ve toplumda ihtiyaç duyulan sanatlar böyledir. Delillerinin sağlamlığı sebebi ile diğerlerinden üstün olana gelince, mesela geometri böyledir. Konusunun önemi itibarı ile diğerlerinde üstün olan nazara alınacak olursa, mesela astronomi böyledir. Bununla birlikte bu üçü ya da ikisi, ilahiyat gibi bir ilimde çok iyi bir şekilde bir araya gelebilirler.”[2]
Üçüncü ölçütte yer alan, hayatın bütün yönlerine dair pratik insan ihtiyaçları hiyerarşisi ile, insan fiillerinin önemi ve değeri düşüncesi, İslam’ın ahlâkî ve hukukî öğretiye dayanması sebebiyledir. Buna göre, her bir nesne ya da insan davranışı, şu müteakip kategorilerden birinde yer alır: 1. Farz, 2. Vâcip, 3. Sünnet, 4. Müstehap / Nâfile, 5. Mübah, 6. Haram, 7. Mekruh. Bu yedili taksim daha çok, Hanefî usulcülerce ağırlıklı olarak kabul edilen görüştür. Bu üçüncü ölçüt, doğrudan ahlâkî-hukukî konularla ilgilidir.
Fârâbî, dinin öğretisi ile hemfikir olan fayda ve iyiye dair pratik insan ihtiyaçlarını, ahlâkî kategoriler açısından tanımlar. Es-Siyasetü’l-Medeniyye adlı eserinde şöyle diyor:
“Mutluluk, mutlak iyidir. Mutluluğa ulaşmada ve ona erişmede yararlı olan her bir şey de yine iyidir. Ancak kendi zatından dolayı değil, mutlulukla ilgili yararından dolayı iyidir. Herhangi bir şekilde mutluluktan alıkoyan şey de mutlak olarak kötüdür. Mutluluğa ulaşmada faydalı olan iyi, bazen tabii bir şekilde meydana gelir, bazen de irade ile gerçekleşir. Mutluluktan alıkoyan kötü de, ya tabi olarak var olur veya yine irade ile meydana gelir.”[3]
Fârâbî’ye göre insan nefsinin yetileri beş tanedir. Filozofumuz, bunların insanda ortaya çıkış sırasını aşağıdaki şekilde tanımlar:
1. İnsan, dünyaya geldiğinde onda ortaya çıkan ilk şey, beslenmesini gerçekleştirdiği güçtür (el-kuvvetü’l-ğıdâiyye).
2. Bundan sonra, sıcaklık ve soğukluk gibi hususları kavradığı dokunma / hissetme yetisi (el-kuvvetü’l-hâsse) gelişir. Bu aynı zamanda kişinin, tat alma, koklama, işitme, renkler ve ışık gibi görünür objelerin hepsini görme yetisidir.
3. Bu yetiler ile kişide, (herhangi bir şey için) isteme ya da istememe tutumu / duyusu gelişir.
4. Bunun arkasından, duyumlanabilir olanların yok olmalarından sonra, benliğinde bu şeylerin resimlerini tutabildiği hayal edebilme yetisi (el-kuvvetü’l-mütehayyile) gelir. Bu yeti, hissedilir şeylerin bazısını bir araya getirir, bir kısmını diğerinden ayırır. Böylece çeşitli terkipler ve tafsiller yapar. Bu terkip ve tafsillerin bazısı isabetli bazısı da hatalı olur. Bu yetiye benzer olan diğer bir yeti, tasavvur edilebilir objelere yönelen muhakeme gücüdür.
5. Daha sonra da akledilebilir şeyleri idrak edebildiği düşünme yetisi (el-kuvvetü’n-nâtıka) meydana gelir ki, kişi bununla iyi ve kötü arasını tefrik eder, ilimlere ve sanatlara ulaşır. Yine bu yetiye, mantıklı olanlara doğru bir eğilim eşlik eder.[4]
Fârâbî, “nâtıka gücü” ile şu anlamlara işaret etmiş olmaktadır: 1. Onun vasıtası ile kişinin ilimleri ve sanatları elde ettiği, akledilirlere ulaştıran yeti, 2. İkinci olarak, kavrama vasıtası ile kişinin nefsinde ortaya çıkan akledilirler ve iç konuşma denilen şey, 3. Zihinde olan, harici konuşma halinde, dil ile ifade edilen şey.
Fârâbî’nin bu tasnifine göre insan benliğinin gelişim düzeni; beslenme, dokunma / hissetme, isteme / istememe, hayal etme ve düşünme yetileridir. En tepedeki yeti, düşünme yetisidir. İnsan, “bir şeyin bilgisini ya düşünme ya hayal ya da duyu yetisi vasıtası ile elde eder.”[5]
Fârâbî, zahirî duyuların dışında bâtınî diyebileceğimiz yetileri de şu şekilde sıralar:
1. Musavvire yetisi, 2. Vehim yetisi, 3. Hafıza yetisi, 4. Müfekkire yetisi, 5. Mütehayyile yetisi.[6]
İnsan, aklı sayesinde bütünü ile diğer canlılardan ayrılmış ve bu bütünlük emaresi, sadece akletme yetisi ile değil, aynı zamanda dil ile meydana gelmiştir. Dilin alanı, mantığın alanıdır ve mantık söz olarak ifade edilen her şeyle ilgilidir.
Fârâbî, Füsûsu’l-Hikem adlı eserinde, nübüvvet ile ilgili olarak şu yorumu yapar:
“Senin ruhunda, küçük alem (mikro kozmos) sana itaat ettiği gibi, Nübüvvetin ruhunda da, büyük varlık dünyasının (makro kozmos) tabiatının boyun eğdiği bir kuvve-i kudsiye tahsis edilmiştir. Böylece peygamber, hiçbir hile bulunmaksızın ve harikulade şekilde mucizeler meydana getirir. Peygamberin ruh aynası pas tutmaz, asla batıl barındırmayan levh-i mahfuzda yazılı şeylerle ve elçiler olan meleklerin zatlarında bulunanlarla (bilgilerle, peygamberin) ruh aynasının nakşolmasını, hiçbir şey engelleyemez. Böylece (peygamber), Allâh’tan aldığını tebliğ etmiş olur.”[7]
Bu ifadeleri ile Fârâbî, başta Efendimiz (sas) ve bütün peygamberlerin (ase), Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin izni ile, kendilerine tahsis edilen kuvve-i kudsiye sayesinde, büyük aleme yani tabiata hükmettiklerini, harikulade hallerin ve mucizelerin meydana gelmesine vesile olduklarını, vahiy yolu ile kendi kutsal ruhlarına Levh-i Mahfuz’dan ve meleklerden yansıyan bilgiyi, arızasız ve katışıksız bir şekilde müminlere aktardıklarını söylemeye çalışmaktadır.
Müslüman birey, fiziksel dünyanın kesinlikle kendiliğinden olmadığının, tüm varlıklar gibi varlığının Allâh’tan geldiğinin farkındadır. İslam’daki tevhid düşüncesinin, herkesin erişimine açık ve doğrulanabilir nesnellik yönü, deizme ve ateizme ait bütün kapıları sonsuza kadar kapatmıştır.
Müslüman yetkin bir şahsiyet, Üsve-i hasene Efendimiz (sas) ve Üsve-i hasene İbrahim Peygamber gibi (aleyhi ve alâ nebiyyina efdalü’s-salât ve’t-teslimât), biiznillâh yerin ve göklerin melekûtunu müşahedeye önemli bir namzet iken, halihazırdaki durum itibarı ile maddi yönelişlerle sınırlanmış, dinî bilinci ile bilimsel bakış açısının üzerinde kesif örtüler oluşmuştur. Başka bir ifade ile, dünyevî tutkuların ağırlığı neticesinde kalp gözü fonksiyonelliğini büyük ölçüde kaybetmiş, manevi alem ile dini bilinç arasında perdelenmeler meydana gelmiştir.
Bu açıdan, bilhassa günümüz inançlı fertlerinin öncelikli görevleri arasında, hem teoriyi hem de pratiği kapsayan küllî ve bilimsel bir bakış açısı edinmeye çalışması, sahih bir ilim talebinde ısrarlı olması ve varlığın hakikati bilgisini (ilmü’l-eşyâ bi-hakâikihâ) edinme iştiyakını canlı tutarak, dini bilincinde ve bilimsel bakış açısında yer etmiş karanlıkları izale yönündeki gayretlerinin artması gelmektedir.
. والله سبحانه وتعالى أعلم بالصواب، وإليه المرجع والمآب
اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ النُّورِ الذَّاتِيِّ وَالسِّرِّ السَّارِي فِي سَائِرِ الأَسْمَاءِ وَالصِّفَاتِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ عَدَدَ كَمَالِ اللهِ وَكَمَا يَلِيقُ بِكَمَالِهِ
Allâhım, (Kur’ân-ı Kerîm’in ve şeriatın tercümanı olması hasebiyle) varlık dünyasına ait bütün isimlerde ve sıfatlarda gerçekleşen sır (ya da, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ait, esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı ulâ, kendisinde tecelli eden / yansıyan), gerçek ışık Efendimiz Muhammed’e, âline ve ashabına, kemâlin adedince ve O’nun kemâline yaraşan bir şekilde salât et.
[1] Ebu Nasr Muhammed b. Tarhan el-Fârâbî, İlimlerin Sayımı, ss. 17-18, (Çev. A. Arslan), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul-2019.
[2] Fârâbî, Risâle fî Fazîleti’l-Ulûm ve’s-Sınaât, s. 2, Haydarabad, Dekkan-1340.
[3] Fârâbî, Es-Siyâsetü’l-Medeniyye el-Mülakkeb bi Mebâdii’l-Mevcûdât, s. 72, (Tahk. Fevzi Mitri Neccar), Beyrut-1998.
[4] Fârâbî, Ârâu Ehli’l-Medîneti’l-Fâdileti ve Mudâdêtihê, s. 49, Müessesetü Hindâvî, Kahire-2012.
[5] Fârâbî, Ârâu Ehli’l-Medîne, s. 50.
[6] Fârâbî, Füsûsu’l-Hikem, ss. 78-79 (Tahk. M. Hasan), İntişârât-ı Bîdâr, Bağdat-1392.
[7] Fârâbî, Füsûsu’l-Hikem, s. 72.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.