Manevî Bir Zırh Âyet el-Kürsî

Musa Kazım GÜLÇÜR

15 Haziran/2019

İçindekiler

Âyet el-Kürsî Kurandaki En Büyük Ayet 2

1. Âyet el-Kürsî’nin Cümlelerinin Delâlet Ettiği Anlamların Kısa Bir Tahlili 3

2. Âyet el-Kürsî’nin Kişiyi Sabahtan Akşama Akşamdan Sabaha Koruması 5

3. Âyet el-Kürsî’nin İsm-i Azam-ı İhtivâ Etmesi 6

4. Âyet el-Kürsî’nin Bütün Ayetlerin Zirvesi Sayılması 6

5. Âyet el-Kürsî’nin Ya Hayyu Ya Kayyum Zikrini İçinde Barındırması 6

6. Âyet el-Kürsî’nin Şeytanları Uzaklaştırması 7

6.1. Ebu Hüreyre Örneği 7

6.2. Büreyde b. El-Hasîb el-Eslemî Örneği 9

6.3. Übey b. Ka’b ve Ebu Eyyub el-Ensarî Örnekleri 11

7. Âyet el-Kürsî’nin En Büyük Ayet Olması 11

8. Âyet el-Kürsî’yi Farz Namazlardan Sonra Okumanın Fazîleti 12

9. Âyet el-Kürsî’nin Manevî Muhafazası 12

10. Ayet el-Kürsî ile İlgili Bazı İncelikler 12

11. Sonuç

Âyet el-Kürsî Kurândaki En Büyük Ayet

Âyet el-Kürsî (Bakara, 2/255)

Hamd-ü bî kıyâs ü bî-hadd ve şükrü sipâs-ı lâ yüad mine’l-ezel ile’l-ebed âferîdekâr şeş cihet ü zemîn ü âsmân ve rûh bahşende-i ins ü cân olan İzd-i Mennân Hazretlerine cedîr ü şâyândır.

Ve salât ü selâm-ı nâ ma’dûd ve dürûd-i sitâyiş-i ğayr-i mahdûd, ol kürsînişîn-i risâlet-i kübrâ, şeref yâfte-i izn-i şefâat-i uzmâ ve ihâtakâri-i ilm-i ğayb ile müstesnâ olan Habîb-i Cenâb-ı Kibriyâ, hâtemü’r-rusül-i ve’l-enbiyâ, Muhammedeni’l-Mustafa aleyhi efdalu’s-salâti ve ezke’t-tehâyâ Hazretlerine şâyeste ve revâ ve âl ü ashâb-ı etbâına sezâdır.

اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ لَا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ لَهُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ مَنْ ذَا الَّذٖى يَشْفَعُ عِنْدَهُ اِلَّا بِاِذْنِهٖ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُحٖيطُونَ بِشَیْءٍ مِنْ عِلْمِهٖ اِلَّا بِمَا شَاءَ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَلَا يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظٖيمُ

“Allah (o Allah’tır ki) kendinden başka hiçbir Tanrı yoktur. (O, zatî, ezelî ve ebedî hayat ile) diridir (bakidir). Zatıyla ve kemâliyle kaimdir. (Yarattıklarının her an tedbir-ü hıfzında yegâne hakimdir, her şey onunla kaimdir). Onu, ne bir uyuklama tutabilir ne de O’na bir uyku arız olabilir. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi onundur. O’nun izni olmadıkça nezdinde şefaat edecek kimse yoktur. O (yarattıklarının) önlerindekini, arkalarındakini, (yaptıklarını, yapacaklarını, bildiklerini, bilmediklerini, açıkladıklarını, gizlediklerini, dünyalarını, ahiretlerini, hülâsa her şeylerini) bilir. (Mahlûkatı) onun ilminden yalnız kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi (kabil değil) kavrayamazlar. Onun kürsüsü gökleri ve yeri (kuşatmıştır, o kadar) vâsidir. Bunların muhafazası Ona ağır gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür.” (Bakara, 2/255)

Ayet el-Kürsî, Cenâb-ı Hakk’ın azamet, ululuk, tevhid, sıfat-ı ulyâsı ve esmâ-i hüsnâsının çok önemli bir odağıdır. Efendimiz (sas) Müslümanlara Ayet el-Kürsî’nin önemini hem sözel hem de tecrübî vasıtalarla göstermiştir. Âyet el-Kürsî Kur’ân-ı Kerîm’deki en büyük ayettir ve ihlâs-ı şerîf gibi tevhidin yüksek bir alameti ve şiârıdır.

Âyet el-Kürsî, Medine döneminin ilk yıllarında, Allah Teâlâ’ya inanç konusundaki doğru itikadı beyan etmek ve Mekke’de inmiş olan tevhid ayetlerinin ortak manasını özetlemek üzere indirilmiştir.

Ayet el-Kürsî tek başına bir âyet-i kerîme olmasına rağmen gerek açık ve gerekse zamir şeklinde on altı kadar esmâ-i ilahiyeyi barındırması açısından da dikkatle bakılması gereken bir ayettir. Bu esma-i ilahiyeyi tek tek görmeye çalışmak istersek şöyle bir tablo ile karşılaşırız:

(اَللّٰهُ) “Allah” kelime-i kudsiyesi (lafza-i celâl), (لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ) cümlesindeki “hüve” (O) zamiri, (اَلْحَیُّ) kelimesindeki “Hayy”, (الْقَيُّومُ) kelimesindeki “Kayyûm”, (لَا تَاْخُذُهُ) kelimesindeki “hu” (O) zamiri, (لَهُ) kelimesindeki “hu” (O) zamiri, (عِنْدَهُ) kelimesindeki “hu” (O) zamiri, (بِاِذْنِهٖ) kelimesindeki “hu” (O) zamiri, (يَعْلَمُ) kelimesindeki gizli “O” zamiri, (عِلْمِهٖ) kelimesindeki “hu” (O) zamiri, (شَاءَ) kelimesindeki gizli “hu” (O) zamiri, (كُرْسِيُّهُ) kelimesindeki “hu” (O) zamiri, (وَلَا يَؤُدُهُ) kelimesindeki “hu” (O) zamiri, (وَهُوَ) kelimesindeki “hüve” (O) zamiri, (الْعَلِىُّ) kelimesindeki “Aliyy” ve (الْعَظٖيمُ) kelimesindeki “Azîm” esma-i hüsnâları.

Ayet el-Kürsî, bütünü ile Cenâb-ı Hakk’ın Zâtı, yüksek sıfâtları, güzel isimleri ve hikmetli fiilleri ile ilgili kelimelerden oluşmuş muhkem bir ayettir.

1. Âyet el-Kürsî’nin Cümlelerin Delâlet Ettiği Anlamların Kısa Bir Tahlili

Kûfî Âyet el-Kürsî (Bakara, 2/255)

(اَللّٰهُ)

“Allâh”

Kayıt ve kıyas kabul etmeyen azamet ve yüceliğe sahip Vâcibu’l-Vücûd. Kendisine gönülden bağlanıp sığınılan, tapınılan, yücelik ve azameti ile hayrete düşülen, duyu ve idraklerimizin bütünüyle fevkinde, varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere lâyık, esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulyâsı ile Merhametlilerin en Merhametlisi Yüce Zât. O celle ve alâ, bir taraftan ihtirâ, imkân, hudûs, nizam ve fıtrat delilleri, diğer taraftan her şeyin kendisine delâleti ile en Zâhir, duyu ve idrâk kapasitelerimizle de kavrayamayacağımız en Bâtın’dır. Kur’ân-ı Kerîm’de “Allâh” lafza-i celâli 2557 defa geçer. Bu sayının her bir basamağındaki rakamların toplamı ise bize 19 sayısını verir.

Allâh (cc), Kendisi dışında kalan her şeyin, zamansal olarak sonradan var edilmiş bütün insanların akıllarının künhünü anlamaya güç yetiremeyeceği ve kuşatamayacağı bir Evvel, bir Ezel-i Lâ Yezâl’dir. Bu kapalılık, insan aklının, Ezeliyet ve Evveliyet nurlarının göz kamaştırıcı azameti ve parlaklığı sebebiyledir. Allâh Teâlâ, mükâfat ehline mükâfatını, ceza ehline cezasını verdikten sonra, Cenneti ve Cennetlikleri, Cehennemi ve Cehennemlikleri, Arşı, Kürsî’yi, Melekleri, bütün varlığı yok edip neticede, Kendisinden başka hiçbir şeyin kalmayacağı bütün sonların en sonu Âhir’dir.

(لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ)

“O’ndan başka ilah yoktur.”

Bu cümle, tevhid-i uluhiyyeti beyan eder ve bütünüyle şirki reddeder. “İlâh” kelimesi, tapılacak, her şeyi yaratan, bilen, sevk ve idâre eden demektir. “Lâ İlâhe” cümlesinde bu vasıf, önce genel bir şekilde reddedilmekte, “İllâ” istisna edâtı ile, Allah (cc), olumsuzluktan istisna edilmekte, üstün bütün isimler ve vasıflar sadece O’na (cc) has kılınmış olmaktadır.

(اَلْحَیُّ)

“O, Hayy’dır.”

“Allâh” (cc), başlangıcı ve sonu olmayan, ezeli ve ebedidir. Tanrı kabul edilmeye ve tapınılmaya layık varlığın ebediyen Hayy olmasıdır. Hiçbir şeyden habersiz bulunmayan, asla yanılmayandır. Hayy, Allah’ın zati isimleri ve sübuti sıfatları içinde yer alır ve tenzihi sıfatlar gibi Zât-ı ilahiyyenin dışında hiçbir şeye taalluk etmez. Hayy ismi ism-i şerifi ile; “varlığının başlangıcı olmayan” manasındaki “Evvel”, “varlığının sonu olmayan” manasındaki “Âhir”, “Baki”, “Varis”, “fiilen var olan, mevcudiyeti ve uluhiyyeti gerçek olan” manasındaki “Hak” esmâ-i hüsnâları arasında anlam yakınlığı vardır.

(الْقَيُّومُ)

“O, Kayyum’dur.”

Allâh (cc), bizatihi kaim ve mevcut olup kimseye muhtaç değildir. Bunun bir gereği olarak Ezeli ve Ebedi’dir. Her şeyin ibtidaen var olması ve mevcudiyetini sürdürmesi ancak O’nun yaratması, maddi ve manevi ihtiyaçlarını giderip korumasıyla mümkündür. Dolayısıyla “Kayyûm” ismi insanlar için asla kullanılamaz. Çünkü insanlar kendi başlarına asla yetecek keyfiyet ve donanımda olmayıp, hep bir başkasına ihtiyaç içerisindedirler. “Bizatihi mevcut, Ezeli ve Ebedi” şeklindeki manasıyla “Kayyûm” ismi, “Evvel, Âhir ve Bâkî” esmâ-i hüsnâsı ile muhteva beraberliği içindedir. “Kâinatı yaratan ve yöneten” anlamı çerçevesinde ise, kevni isimleri ile açıklayıcı ve tamamlayıcıdır. Kayyûm ismi, “bizatihi var olma” manasıyla sübûtî, her şeyden müstağni oluş yönüyle selbî, kâinatı yaratıp yaşatması açısından ise fiili sıfatlardandır.

(اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ) “Hayy ve Kayyum” isimleri beraberce ism-i azam gurubuna girerler. Bu esmâ-i hüsnâ, beraber olarak üç surede (Bakara, 2/255; Ali İmran, 3/2 ve Taha, 20/111) yer alır.

“İbn Mesud (ra) anlatıyor: Resülullah (sas) kendisini bir şey üzecek olsa şu duayı okurdu:

“Ey Hayy ve Kayyûm olan Rabbim, rahmetinle yardımını istiyorum.”[1]

(لَا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ)

“O’nu ne bir uyuklama tutabilir ne de bir uyku.”

Kayyûm” ismi ile (وَلَا يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا) “Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez” cümlesi, Allâh’ın (cc) selbî, yani yarattıklarında asla olmayan sıfatlarındandır ve bu durumun zıddı Allâh (cc) için hiçbir zaman geçerli olamaz.

(لَهُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ)

“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur.”

Bu cümle ile varlığın bütünü ile Allâh’a ait olduğu ilan edilmekte, sabiîler ile yıldızlara tapanlar reddedilmekte, “gökler” ifadesi ile de evrendeki katmanlara işaret edilmiş olmaktadır.

(مَنْ ذَا الَّذٖى يَشْفَعُ عِنْدَهُ اِلَّا بِاِذْنِهٖ)

“Onun izni olmadıkça katında kim şefaat edebilir?”

Bu cümle ile Allâh’ın (cc), hakimiyetindeki sınırsızlık beyan edilmektedir. Çünkü bütün varlığın sahibi ve maliki olmak başka, sınırsız hakimiyet ve hükümranlık daha başkadır. Ayrıca (اِلَّا بِاِذْنِهٖ) “ancak O’nun izni ile…” cümlesi, “şefaatin” hak ve hakikat olduğunu, O’nun izin verdiklerinin, cezayı hak etmiş diğer insanların kurtarılması ve affedilmeleri için şefaatte bulunacaklarının bir ispatıdır.

(يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْدٖيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ)

“O, bütün varlıkların (dünya ve âhirete ait) önlerinde ve arkalarındaki gizli ve aşikâr her şeylerini bilir.”

Bu cümle Allâh’ın (cc), geçmişi, geleceği ve şimdiyi aynı anda bildiğinin delilidir. Dolayısı ile ister eskide kalan, isterse de yeni ortaya çıkan birtakım neo-harici ve neo-mutezili kimselerin, Allâh’ın (cc) “ilim” sıfatı ile ilgili asılsız iddialarının hiçbir geçerli yönünün olmadığının ilanıdır.

(وَلَا يُحٖيطُونَ بِشَیْءٍ مِنْ عِلْمِهٖ اِلَّا بِمَا شَاءَ)

“Onlar (varlıklar, yaratıklar) ise, Allah’ın dilediği kadarından başka, ilâhî ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.”

Bu cümle, Allâh’ın (cc) “ilim” sıfatı ile ilgili olarak, öne sürülmeye çalışılan bütün asılsız iddiaları yok eder. Çünkü Allâh (cc), “ilim” sıfatından dilediği kadarını bildirmiş, bildirmedikleri ve nezd-i uluhiyetinde saklı tuttukları itibarı ile de hiç kimse O’nun ilminin künhüne vakıf olamamıştır ve olamayacaktır. Bu açıdan da “marifetullah” konusunda bilgimiz de ancak Allâh’ın (cc) bildirdikleri nispetindedir. Ayrıca (بِمَا شَاءَ) “dilediği kadar” kelimesi, Allâh’ın meşietini yani dilemesini ispat eder.

(وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ)

“Onun kürsüsü (mülk ve saltanatı) gökleri ve yeri çevrelemiş, kaplamıştır.”

Bu cümle kürsi’nin azamet ve büyüklüğünü gösterir. Bu kelimenin bize bir hakimiyet, egemenlik ve saltanat, bir ilim, bir şeref ve büyüklük anlamı ifade ettiğinde şüphe yoktur. Bu açıdan kürsi; saltanat, kudret, ilim, hâkimiyet ve mülk demektir ki Allah’ın yüceliğini ve büyüklüğünü anlatmakta ya da sembolize etmektedir.

Kürsi; hükümranlık ve tasarruf, zapt etme ve emre hazır tutma, hüküm ve emir gibi tecellilerle bir Rab’lık ilişkisidir. Bu ilgi ve bu tecelli sayesindedir ki, ruhlarla cisimler, zihin ile dış âlem birleşerek gerçekleşme noktalarında Hakk’ın varlığına bir ayna olurlar. Böylece mümin kalbi, yerlerin, göklerin, mekânların, zamanların, Arş’ın, kuşatamadığı Allah’ın (cc), varlığını, bilmeye ve tanımaya yol bulur ve marifetullahta dereceler kat etmeyi ancak bu şekilde başarabilir. Ancak yine de Hakk’ın zatı ile ilgili en yüksek bilgisi “Seni gerçek bir şekilde bilemedik, ey Ma’rûf” ifadesidir. Bu açıdan marifet başka, iman çok daha başka bir cevherdir. İmanın kapsamı, marifetin kapsamından daha geniştir. Marifette bilme ile ilgili bir kayıt bulunmaktadır. İman ise kayıtsız, şartsız bir teslimiyet, ilâhî bir ilgidir ve en büyük lütuftur. Dolayısıyla imanın mahalli olan müminin kalbi yerlerden de göklerden de geniştir.

(وَلَا يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا)

“Gökleri ve yeri korumak, gözetmek, ona zorluk ve ağırlık vermez.”

Bu cümle, Cenâb-ı Hakk’ın güç ve kudretindeki sonsuzluk ve sınırsızlığı gösterir.

“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yok olup gitmesinler diye (kurduğu düzende) tutuyor. Andolsun, eğer onlar (yörüngelerinden sapıp) yok olur giderlerse, O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fatır, 35/41)

ayeti de bu hususu beyan eder.

(وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظٖيمُ)

“O, çok yüce, çok büyüktür.”

Bu cümle ile, Allâh’ın (cc) yücelik ve azameti, O’nun (cc), esma-i hüsnasından olan “Aliy” ve “Azim” kelimeleri ile beyan edilmiştir.

Şimdi âyet el-kürsî’nin bazı özelliklerine kısa kısa değinmek istiyoruz.

2. Âyet el-Kürsî’nin Kişiyi Sabahtan Akşama Akşamdan Sabaha Koruması

Ebu Hüreyre’nin rivayetine göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Her kim âyet el-kürsî’yi ve Mümin Suresinin ilk üç ayetini (ki şöyledir);

حم {1} تَنزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللَّهِ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ{2}غَافِرِ الذَّنْبِ وَقَابِلِ التَّوْبِ شَدٖيدِ الْعِقَابِ ذِى الطَّوْلِ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اِلَيْهِ الْمَصٖيرُ

“Hâ, Mîm. (Bu) kitabın indirilmesi; O mutlak galib, O (her şeyi) hakkıyla bilen, (müminlerin) günâhı (nı) yarlığayan, tevbesini kabul eden, (kâfirler için) azâbı çetin, (ariflere) fazl (-u kerem) sahibi olan Allah’tandır. Ondan başka hiçbir Tanrı yoktur. Dönüş ancak O’nadır.” (Mümin, 40/1-3)

Sabahtan okursa akşama kadar, akşam okursa sabaha kadar kötü bir durumla karşılaşmaz.”[2]

3. Âyet el-Kürsî’nin İsm-i Azam-ı İhtivâ Etmesi

Esmâ bintü Yezîd’in naklettiğine göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

İsm-i azam şu iki âyet-i kerimedir:

(اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ) Âyet el-kürsî (Bakara, 2/255),

(وَاِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّحٖيمُ) “Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.” (Bakara, 2/163).[3]

(اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ) cümlesi, Kur’ân-ı Kerîm’de iki surede hem Bakara, 2/255 hem de Ali İmran, 3/2 ayet-i kerimelerinde geçer. Bazı hadis kitaplarında bu her iki suredeki ayet-i kerimelere (Bakara, 2/255’e ve Ali İmran, 3/2’ye) işaret edilirken, bazılarında ise sadece Ali İmran, 3/2 ayetine işaret edilmiştir.

Hadis kitaplarımızda “ismullâhi’l-a’zam” (Allâh’ın en büyük ismi) ifadesi yer almaktadır. Hadis kitaplarımızda “ismullâhi’l-a’zam” (Allâh’ın en büyük ismi) ile ilgili rivayetler şu şekildedir. Arapça ve Türkçe karşılıkları ile:

عَنْ أَسْمَاءَ بِنْتِ يَزِيدَ، قَالَتْ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ـ صلى الله عليه وسلم ـ اسْمُ اللَّهِ الأَعْظَمُ فِي هَاتَيْنِ الآيَتَيْنِ ‏وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ وَفَاتِحَةِ سُورَةِ آلِ عِمْرَانَ ‏الم اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَیُّ الْقَيُّومُ

Esma bint-i Yezîd’den (r. anhâ) rivayet edildiğine göre, Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın ismi a’zam’ı, şu iki âyettedir: “Sizin ilâhınız (zât ve sıfatlarında ortağı olmayan) tek ilâhtır. O’ndan başka İlâh yoktur. Rahman O’dur, Rahim O’dur.” (Bakara, 2/163) Ve Âl-i İmrân suresinin başındaki âyet: “Elif, Lam, Mim. Allah, O’ndan başka ilâh yoktur, ezelî ve ebedî diri olan O’dur, bütün varlıkları yönetip gözeten O’dur.

Bu hadis-i şerif, Ebu Dâvud, Kitabu’s-Salât, 358 (1496); İbn-i Mâce, Kitâbu’d-Duâ, 9 (3855); İbnu Ebî Şeybe, Musannef, 12/441 (36617), Tahkik: Hamad b. Abdillah el-Cum’a – Muhammed b. İbrahim el-Lahidan, Mektebetü’r-Rüşd en-Naşirun, Riyad-2004’te yer almaktadır.

Hem Ebu Davud’un Sünen’inde Kitabu’s-Salât’ın 358’inci Bâb’ında (Hadis no: 1495) hem de Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde C. 3, s. 120’de (Hadis no: 12229) Enes b. Malik’ten (ra) “ismullâhi’l-a’zam” ile ilgili bir rivayet daha bulunmaktadır. Bu hadis-i şerifi de Arapçası ve Türkçesi ile şu şekildedir:

عَنْ أَنَسٍ، أَنَّهُ كَانَ مَعَ رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم جَالِسًا وَرَجُلٌ يُصَلِّي ثُمَّ دَعَا اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ بِأَنَّ لَكَ الْحَمْدَ لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ الْمَنَّانُ بَدِيعُ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ يَا ذَا الْجَلاَلِ وَالإِكْرَامِ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ‏.‏ فَقَالَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم ‏لَقَدْ دَعَا اللَّهَ بِاسْمِهِ الْعَظِيمِ الَّذِي إِذَا دُعِيَ بِهِ أَجَابَ وَإِذَا سُئِلَ بِهِ أَعْطَى‏

Enes’ten (b. Mâlik) (ra) rivayet edildiğine göre, kendisi Resülullah (sas) ile birlikte otururken adamın biri namaz kılıyordu. Adam (namazdan) sonra:

Ey Allahım! Hamd ancak sanadır senden başka İlah yoktur. Gökleri ve yeri yaratan, bol bol veren (sensin) ey Celal ve İkram sahibi! Ey Hayy ve Kayyum diyerek senden istiyorum” diye dua etti. (Bunu duyan) Resülullah (sas):

Efendimiz (sas); “Şüphesiz Allah’a kendisi ile dua edildiği zaman mutlaka kabul ettiği ve istenildiğinde verdiği ism-i azam ile dua etti” buyurdular.

Neticede bütün hadis kitapları, ister Bakara sure-i celilesindeki ayet-i kerimeye isterse de Ali İmran sure-i azimindeki ayet-i kerimeye işaret etsin hemen hepsi (اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ) ayetinin ism-i azam olduğunda adeta müttefiktir. Bu ayet-i kerîme, Âyet el-Kürsî’nin ilk cümlesi olduğuna göre, Âyet el-Kürsî “ismullâhi’l-a’zamı” ihtiva etmektedir ve Ayet el-Kürsî’nin ism-i azam-ı ihtivâ etmesi ile ilgili herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır demekte Allâhu a’lem bir yanlışlık yoktur.

4. Âyet el-Kürsî’nin Bütün Ayetlerin Zirvesi Sayılması

Âyet el-Kürsî (Bakara, 2/255)

Ebu Hüreyre’nin rivayetine göre Allah Resulü şöyle buyurmuştur:

“Her şeyin bir zirvesi vardır. Kur’ân’ın zirvesi Bakara suresidir. Bakara suresinin içinde ise bütün ayetlerin efendisi vardır. O da ‘Âyet el-Kürsi’dir.”[4]

Ebu Hüreyre’nin rivayetine göre Allah Resulü şöyle buyurmuştur:

“Bakara suresinde ayetlerin seyyidi olan bir ayet vardır ki o okunduğu zaman bir evde şeytan duramaz. O âyet el-kürsîdir.”[5]

5. Âyet el-Kürsî’nin Ya Hayyu Ya Kayyum Zikrini İçinde Barındırması

“Ya Hayyu Ya Kayyûm Birahmetike Estağîs.”
Ey Hayy ( Bütün varlıkların hayat kaynağı, ebedî ve hakîkî hayat sâhibi) ve ey Kayyûm (Kendi zâtı ile kāim, varlığında ve varlığının devâmında her şey kendisine muhtaç olduğu halde kendisinin hiçbir şeye ihtiyâcı olmayan, bütün mahlûkātı var kılıp varlığını devam ettiren) Senin rahmetini istiyorum.

Hazreti Ali (ra) rivayet ediyor:

“Bedir gününde savaşıyordum. Derken Allah’ın Resulünün ne yaptığını göreyim diye yanına vardım. O, secde hâlinde sadece: ‘Ya Hayyu Ya Kayyûm’ diyor, başka bir kelime ilave etmiyordu. Sonra savaşa döndüm. Daha sonra Resülullah’ın yanına geldiğimde, aynı duaya devam ediyordu. Tekrar gidip geldiğimde aynı duaya devam etmekteydi. Neticede Allah Teâlâ kendisine fethi müyesser kıldı.”[6]

6. Âyet el-Kürsî’nin Şeytanları Uzaklaştırması

6.1. Ebu Hüreyre Örneği

Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor:

Resülullah (sas) beni ramazan zekâtı olan sadaka-i fıtrı korumakla görevlendirmişti. Bir adam gelip yiyecek şeylerden avuçlamaya başladı. Adamı tuttum ve:

“Vallahi seni Resülullah’ın (sas) huzuruna götüreceğim”, dedim. Adam:

“Şüphesiz ben muhtacım, çoluğum çocuğum ve pek çok ihtiyacım var”, dedi. Bunun üzerine ben adamı salıverdim. Sabaha çıkınca, Resülullah (sas):

“Yâ Ebâ Hüreyre! Dün geceki tutsağını ne yaptın?” buyurdu. Ben de:

“Yâ Resulallah! İhtiyaç içinde bulunduğunu ve çoluk çocuğu olduğunu söyledi, ben de acıdım ve salıverdim”, dedim. Resul-i Ekrem:

“O sana yalan söyledi, tekrar gelecek.” buyurdu.

Resülullah’ın (sas) bu sözü üzerine tekrar geleceğini anladım ve onu gözetlemeye koyuldum. Adam geldi ve yine yiyecek şeylerden avuçlamaya başladı. Bunun üzerine:

“Seni Resülullah’ın (sas) huzuruna çıkaracağım, dedim. Adam:

“Beni bırak, çünkü ben gerçekten muhtacım. Çoluk çocuğum da var. Bir daha gelmem”, dedi. Ben de acıdım ve salıverdim. Sabah olunca yine Resülullah (sas) bana:

“Yâ Ebâ Hüreyre! Dün gece tutsağın ne yaptı?” diye sordu. Ben de:

“Yâ Resulallah! Bana yine ihtiyaç içinde bulunduğunu ve çoluk çocuğu olduğunu söyledi, ben de acıdım ve salıverdim”, dedim. Peygamberimiz:

“O kesinlikle sana yalan söyledi, ama tekrar gelecek.” buyurdu.

Ben de üçüncü defa gelmesini bekledim. Gerçekten geldi ve yine yiyecek şeylerden avuçlamaya başladı. Onu tekrar yakaladım ve:

“Seni mutlaka Resülullah’ın (sas) huzuruna çıkaracağım. Artık bu üçüncü ve son gelişindir. Bir daha gelmeyeceğine söz veriyorsun, sonra tekrar geliyorsun, dedim. Bu defa bana:

“Beni bırakırsan, Allah’ın seni faydalandıracağı bazı kelimeleri sana öğretirim”, dedi. Ben:

“O kelimeler nelerdir?”, dedim. O:

“Yatağına girdiğinde Âyetü’l-kürsî’yi oku. O takdirde, senin yanında Allah tarafından sürekli bir koruyucu bulunur ve sabaha kadar şeytan sana yaklaşamaz”, dedi. Bunun üzerine ben onu salıverdim. Sabah olunca Resülullah (sas) bana:

“Dün geceki tutsağını ne yaptın?” diye sordu. Ben de:

“Yâ Resulallah! Allah’ın beni faydalandıracağı birtakım kelimeleri bana öğreteceğini söyledi, ben de onu salıverdim”, dedim. Peygamber Efendimiz:

“O kelimeler neler?” diye sordu.

Ben de o kimsenin bana:

“Yatağına girdiğin zaman Âyetü’l-kürsî’yi başından sonuna kadar oku; senin yanında Allah tarafından sürekli bir koruyucu bulunur ve sabaha kadar şeytan sana asla yaklaşamaz”, dediğini söyledim. Bunun üzerine Nebî (sas):

“Bak hele! Kendisi çok müthiş bir yalancı olduğu hâlde bu sefer sana doğruyu söylemiş. Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun, ey Ebû Hüreyre?” dedi. Ben:

“Hayır, bilmiyorum”, dedim. Resûl-i Ekrem:

“O şeytandı!..” buyurdular.[7]

6.2. Büreyde b. El-Hasîb el-Eslemî Örneği

Büreyde b. El-Hasîb el-Eslemî anlatıyor:

Resülullah Efendimiz (sas) zamanında Muaz b. Cebel’in bir şeytanı yakalamış olduğu anlatılmıştı. Bunun üzerine onun yanına gittim ve:

“Ey Muaz, Resülullah (sas) zamanında bir şeytanı yakaladığın söyleniyor doğru mu dedim. Muaz (ra):

“Evet” dedi ve hadiseyi şöyle anlattı:

“Resülullah (sas)bana zekât hurmalarını teslim etmiş, ben de onları evimizdeki bir odaya koymuştum. Her gün odaya girdiğimde hurmaların azaldığını görüyordum. Gidip bu durumu Resülullah’a (sas) şikâyet ettim Resülullah (sas) bana:

“Bu şeytanın işidir, onu gözetle” dedi.

Ben de Resülullah’ın (sas) talimatı üzerine hurmaları gözetlemeye koyuldum. Gecenin bir bölümü geçince, fil suretinde karşıdan görüldü. Kapıya yaklaştı ve şeklini değiştirerek içeriye girdi. Hurmaların yanına gitti ve onları yutmaya başladı. Ben de arkasından varıp elbisemi üzerine attım ve onu bağladım. Ben:

“Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü en Muhammeden abdühü ve resülühü. Ey Allah’ın düşmanı! Demek zekât hurmalarını sen çalıyordun. Halbuki fakir Müslümanlar ona senden daha hak sahibidirler. Seni şimdi Resülullah’a (sas) götüreyim de rezil rüsva etsin” dedim.

O, bana bir daha buraya gelmeyeceğine dair sözler verince serbest bıraktım. Sabah olunca Resülullah’ın (sas) yanına gittim.

“Esirini ne yaptın?” diye sordu.

“Ya Resülullah, bir daha gelmeyeceğine ve hırsızlık yapmayacağına dair söz verdi ben de bıraktım” dedim. Resülullah (sas):

“O tekrar gelecektir gözetle” buyurdu.

İkinci gece tekrar gözetledim. Aynen birinci gece yaptığı gibi yaptı. Ben de onu kıskıvrak yakaladım. O yine bir daha gelmeyeceğine dair sözler verince serbest bıraktım. Sabah olunca gece yaşananları haber vermek üzere Resülullah’ın (sas) yanına gittim. O sırada Efendimizin (sas) münâdisi:

“Muaz nerede? Muaz nerede?” diye sesleniyordu. Resülullah’ın (sas) huzuruna varınca bana:

“Ey Muaz! Esirini ne yaptın?” diye sordu.

Ona olanları anlattım Resülullah (sas):

“Tekrar dönecektir, onu gözetle” dedi.

Üçüncü gece tekrar gözetlemeye koyuldum, baktım yine geliyor. Hurmaların bulunduğu odaya girer girmez onu yakaladım.

“Ey Allah’ın düşmanı! Bana iki kere söz verdin, bu ise üçüncü gece. Seni Resülullah’a (sas) götüreceğim, o sana verilecek cezayı bilir” dedim. O bana:

“Ben çoluk çocuk sahibi (cinlerden) bir şeytanım. Buraya Nusaybin’den geldim. Bu hurmalardan başka hiçbir şey için gelmedim. Bizler de eskiden sizin şu oturduğunuz şehirde idik, ta ki arkadaşınız Peygamber olarak gönderilene kadar. Gün geldi ve ona iki ayet indi. Bu iki ayet sebebiyle bizler buralardan ayrılmak zorunda kaldık ve Nusaybin’e yerleştik. Her kim bu ayetleri evinde okursa, şeytanlar o eve üç gün boyunca giremezler. Eğer beni serbest bırakırsan sana o ayetlerin hangisi olduğunu söylerim” dedi.

Ben de “peki söyle” dedim. Şeytan:

“Birincisi, Ayetü’l-kürsi, ikincisi de Bakara süresinin son ayetleri olan “Amene’r-resülü” diye başlayıp sürenin sonuna kadar devam eden kısımdır” dedi. Bunun üzerine kendisini serbest bıraktım. Sabah olunca olanları haber vermek üzere Resülullah’ın (sas) yanına gittim. Yine Efendimizin (sas) münâdisi tam o sırada:

“Muaz nerede? Muaz’ı gören var mı? diye sesleniyordu. Ben Resülullah’ın (sas) huzuruna girince:

“Esirini ne yaptın” diye sordu.

“Bir daha gelmeyeceğine dair söz verdi” dedim ve dün gece olanları ve bana söylediklerini anlattım. Resülullah (sas):

“Çok müthiş derecede yalancı biri olduğu halde, o pislik doğruyu söylemiş” dedi.

Ben o günden sonra her gün bu ayetleri okumaya başladım. Artık hurmalar eksilmiyordu.”[8]

6.3. Übey b. Ka’b ve Ebu Eyyub el-Ensarî Örnekleri

Benzer bir olayı Übey b. Ka’b da anlatmış, şeytanın “âyet el-kürsî’nin okunduğu yere gelemeyeceğini belirtmiş, Übey bu durumu haber verdiğinde de Efendimiz (sas):

“O bir pislik olmasına rağmen doğru söylemiş” demiştir.[9]

Benzer bir hadise Ebu Eyyub el-Ensarî hazretlerinin başına da gelmiş, o da her defasında yakaladığı şeytanı bırakmış, üçüncüsünde ise “Sana bir şey söyleyim beni bırak. Evinde âyet el-kürsî’yi oku. Kesinlikle sana ne şeytan ne ne de bir başkası yaklaşamaz” demiş, Ebu Eyyub da yakaladığı varlığı bırakmış, Efendimiz (sas)’e durumu anlattığında:

“Çok yalancı olduğu halde doğruyu söylemiş” buyurmuştur.[10]

7. Âyet el-Kürsî’nin En Büyük Ayet Olması

Âyet el-Kürsî (Bakara, 2/255)

Übey b. Ka’b anlatıyor. Bir gün Resülullah (sas) bana:

“Ey Münzir’in babası, Allah’ın kitabında hangi ayet daha büyüktür?” diye sordu. Ben:

“Allah ve Resulü daha iyi bilir” dedim. Cenâb-ı Peygamber, suali tekrar etti. Sonra ben:

“Ayet el-Kürsî en büyük ayettir” dedim. Cenâb-ı Peygamber göğsüme vurarak:

“Ey Münzir’in babası, ilim senin için kutlu/hayırlı olsun. Nefsimi yed-i kudretinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki Ayet el-Kürsî’nin lisanı ve iki dudağı vardır. Arşın ayağı yanında durmakta ve padişahlar padişahını takdis etmektedir.”[11]

Ebu Zer (ra) anlatıyor. Efendimiz (sas)’in yanına gittim. Mescidde oturmaktaydı. Ben de yanına oturdum. Bana:

“Ey Eba Zer, namaz kıldın mı?” diye sordu.

“Hayır” dedim.

“Kalk öyleyse namaz kıl” dedi.

Namaz kıldıktan sonra Ebu Zer, Efendimiz (sas)’le sohbete başlar başlamaz namaz, oruç ve sadakalarla ile ilgili sorularını sorup cevaplarını almış, sonra da: “Sana indirilen ayetler arasında hangisi en büyüktür?” sorusunu sormuştur. Efendimiz (sas) bu soruya, âyet el-kürsî’yi sonuna kadar okuyarak cevap vermiştir.[12]

8. Âyet el-Kürsî’yi Farz Namazlardan Sonra Okumanın Fazîleti

Âyet el-Kürsî (Bakara, 2/255)

Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:

“Kim ki her farz namazının arkasında Âyetü’l-Kürsî’yi okursa, onun Cennet’e gitmesine sadece ölmemesi bir engeldir. (Yani öldüğünde hemen Cennet’e gider).”[13]

9. Âyet el-Kürsî’nin Manevî Muhafazası

Hz. Ali (ra) anlatıyor: Resülullah’ı (sas) minberden halka şu şekilde söylerken işittim:

“Allâh, ayetü’l-kürsî’yi okuyanı, çocuklarını ve evini korur. Hatta evinin etrafındaki evleri bile korur.”[14]

10. Âyet el-Kürsî ile İlgili Bazı İncelikler

Ayet el-Kürsî’deki (حَیُّ) “hayat sahibi” kelimesi 18 rakamına eşittir. (حَیُّ) kelimesinde iki harf bulunduğundan bu rakamı iki ile topladığımızda 20 rakamına ulaşırız ki Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsından 20 rakam değerine sahip (وَدُودُ) “vedûd=çok seven” (وَهُوَ الْغَفُورُ الْوَدُودُ) (Burûc, 85/14) ismine ulaşmış oluruz. (وَدُودُ) “vedûd=çok seven” kelimesinde (ﻣﻮﺩّﺕ) “meveddet=sevme, sevgi, muhabbet” kelimesi mündemiçtir. Bu (ﻣﻮﺩّﺕ) kelimesinin rakamsal değeri de 450 olup, (ﻣﻮﺩّﺕ) kelimesindeki dört harf ilavesi ile 454 rakamına ulaşılır ki (مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ) (Fetih, 48/29) ayetinin rakamsal değeri olan 454 ile eşittir. Böylece ayet el-Kürsî’deki (حَیُّ) ism-i şerîfi, seyyidü’l-kevneyn olan Efendimiz (sas)’in risaletine ve onun Habîb-i Kibriyâ olduğuna ışık tutar.

Yine ayet el-Kürsî’deki (الْقَيُّومُ) “Kayyûm” ism-i şerîfi şeddeli “yâ” harfi iki harf kabul edilmekle toplamda 166 rakamsal değerine sahiptir. (لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ) “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur” (Muhammed, 47/19; Saffât, 37/35) ayetlerindeki “lâ ilâhe illallah” cümlesinin rakamsal değeri olan 165 ile bir farkla eşleşir.

Bu durumda (اَلْحَیُّ الْقَيُّومُ) “Hayyu Kayyum” cümlesi ( لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ ) zikr-i şerîfini tazammun etmektedir diyebiliriz (Allâhu a’lem).

Ayrıca ayet el-kürsî’nin kelime sayısı toplam 50’dir. Haşir suresinin son üç ayetinin toplam kelime sayısı da 50’dir. Bu durumda ayet el-kürsî’nin Haşir suresi son üç ayetinde beyan buyurulan esmâ-i hüsnâyı da tazammun ettiği anlaşılır diyebiliriz (Allâhu a’lem).

11. Sonuç

Adını, âyetin içinde geçen ve “taht, hükümranlık, ilim, kudret” gibi mânalara gelen “kürsî” kelimesinden alan ve tamamı on cümleden ibaret olan Âyet el-Kürsî, şifa ve korunmaya vesile kılınmıştır. Kelime-i şehâdet ve İhlâs sûreleri nasıl İslâm inancının özünü ihtiva ediyor ve insanlara Allah Teâlâ’yı tanıtıyorsa âyet el-Kürsî de bu özelliği daha geniş ve detaylı olarak taşımaktadır.

Âyet el-Kürsî, İlâhî saltanatın ve hükümdarlığın son derece açık ve özet bir anlatımı, Allah Teâlâ’nın zatının, sıfatlarının ve esmâ-i hüsnâsının özlü bir tarifi, varlık ve mükevvenatın ayakta durması, düzeni, muhafazası, hayat, ilim, hakimiyet vb. konularının son derece açık bir şekilde beyanıdır.

Gökler ve yer ne kadar açık ise, Allah ondan daha açıktır. Onları kuşatmış olan kürsî ve onun ötesi ne kadar gizli ise, Allah ondan daha gizlidir. Bununla beraber O, hayydır, varlığı kendi zatıyla kaim olup her şeyi yönetmektedir, ezelî ve ebedîdir.

Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden, marifetullahı ve muhabbetullahı netice veren bilgilerimizi artırmasını, kalplerimizi dini ve itaati üzerine sabit tutmasını, âyet el-kürsî’nin şefaatine mazhar kılmasını dileriz.


[1] Beyhaki, Şuabu’l-İman, (Hadis no: 9751); Hâkim, Müstedrek, 1/509 (1875).

[2] Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 2 (Hadis no: 2879); Darimî, Fezâilu’l-Kur’ân, 14 (Hadis no: 3429).

[3] Darimî, Fezâilu’l-Kur’ân, 14 (3432); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/461 (28163).

[4] Tirmizî, Fedailü’l Kur’an, 2 (Hadis no: 2878).

[5] Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, C. 4, s. 54, (Hadis no: 2171), Mektebetu’r-Rüşd, Riyad-2003.

[6] Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, C. 10, s. 160 (Hadis no: 17197); Müsnedü Ebi Ya’lâ, C. 1, s. 272 (Hadis no: 526).

[7] Buhârî, Vekâlet, 10; Fezâilü’l-Kur’ân, 10; Bed’ü’l-halk, 11.

[8] Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, C. 20, s. 51-52, (Hadis no: 89, 197, 337), Mektebetu İbn Teymiyye, Kahire, trsz.; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, C. 7, s. 26 (Hadis no: 10875),

[9] Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, C. 1, s. 201, (Hadis no: 541).

[10] Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 2 (Hadis no: 2880).

[11] Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn, 258 (Hadis no: 810); Ebû Dâvûd, Salât, 352 (1460); Kırâat, 1 (4003), Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/142 (21602).

[12] Ahmed bin Hanbel, 5/179; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, C. 4, s. 55, (Hadis no: 2172), Mektebetu’r-Rüşd, Riyad-2003.

[13] Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, C. 4, s. 51, (Hadis no: 2167), Mektebetu’r-Rüşd, Riyad-2003.

[14] Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, C. 4, s. 57, (Hadis no: 2174), Mektebetu’r-Rüşd, Riyad-2003.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.