Musa Kazım GÜLÇÜR
16 Mayıs/2019
İçindekiler
2. Kur’ân-ı Kerîm’de Teemmül 4
3.Hikmetleri Teemmülde Akıl ve Lüb Ayrımı
4. Semadaki İhtişamı Teemmül 7
5. Allâh’ın Rüzgarları Çeşitlendirmesini Teemmül 7
6. Arzın Kenarlarından Eksiltilmesini Teemmül 8
7. Dağların Yeryüzünün Dengesini Sağlamadaki Rollerini Teemmül 11
8. Efendimiz (sas)’in İbadeti ve Tefekkürü 17
Giriş

İnsanı yaratan, ona düşüncelerini ifade edebilmeyi öğreten, Rabbinin hikmetlerini anlayabilmesi ve izah edebilmesi için aklı ve akıl edebilmeyi lütfeden, akıllar ve zihinler için Kur’ân-ı Kerîm’i basiret ışıkları yapan Allâh’a (cc) mizan dolusu büyüklükte hamd ve şükürler ederim. Allâh’tan başka bir ilah olmadığına ve onun bir ortağı bulunmadığına, her an yeni bir şe’nde olduğuna şahitlik ederim. Yine şahitlik ederim ki Muhammed (sas), O’nun bütün insanlara deliller ve burhanlarla gönderilmiş bir kulu ve elçisidir.
Allâhım, elçin ve kulun Muhammed (sas) Peygambere, onun âl ve ashabına razı olduğun miktarca salat ve selam ederim.
Bu yazıda, Kur’ân-ı Kerîm’le irtibatlı bir şekilde “teemmül” kelimesinin önemi üzerinde durmaya çalışacağız.
“Teemmül” kelimesi, “sebat etme, bekleme, emel etme” anlamlarına geldiği gibi “ibret ve ders alma maksadı ile içinde yaşadığı dünyayı iyice ve etraflıca tetkik etme ve düşünme” manasına da gelmektedir. Teemmül, bir anlamda düşünce gücünün harekete geçirilmesidir.
“Kur’ân-ı Kerîm üzerinde teemmül etmek” dediğimiz zaman, anlamaksızın ve düşünmeksizin değil, insan kalbinin onun ayetlerinin anlamları üzerinde derinlemesine düşünmesi, bu düşünme ve anlama gayretleri neticesinde de fikir atlasında çok yönlü ve sanatlı ilmî sonuçlara ulaşmasını kastetmekteyiz.
“Teemmül, tefekkür ve tedebbür” kelimeleri ilk anda eş anlamlı kelimeler gibi görünse de daha yakından bakıldığında bu kelimeler arasında ince anlam farklılıkları olduğu anlaşılır.

(Nur, 24/35)
“Tefekkür” kelimesi; “aklın kullanılarak kalpte bir şeklin oluşturulması, istenilen anlamın oluşturabilmesi için de, kalbin eşyaya ve delillere ait anlamlarda yaptığı tasarruf” manalarına gelmektedir. Ayrıca tefekkürde, zihnî bakışın devamlı olması ya da şu andan öteye geçip gelecek zamanda devam etmesi gerekmemektedir.
“Tedebbür” kelimesi, “işin sonunun hesap edilmesi” demektir. Bu açıdan tedebbürde, zihnin hazır zamandan gelecek zamana gidişi, kalbin ya da aklın, işlerin sonu ile ilgili bir tasarrufu ve müdahalesi söz konusudur. Tedebbürde, tefekkürde olduğu gibi zihnî ya da aklî bakışın devamlılığı şart değildir.
“Teemmül” kelimesi ise, “sebat etme, bekleme ve emel etme” gibi anlamlara gelmekle birlikte, anlama ve ders alma amaçlı olarak iyice ve etraflıca düşünme, bildiğimiz baş gözü ile bakışta devamlılığı gerektiren bir anlama, öğrenme faaliyeti ve sürecini ifade eder. Bu açıdan “tek bir bakış” ya da “düşünüş” teemmül sayılmaz. Tefekkür ve tedebbür aklî ya da kalbî ameliyeler iken, teemmül daha çok, fizik âlemi sürekli bir şekilde temaşa eden gözler ve bakışlar ile ilgili bir kelimedir.
“Teemmül” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de sarih şekilde yer almaz. Ancak pek çok âyet-i kerîme, Allâh’ın yarattıklarından, geçmiş toplulukların hayatlarından baş gözü ile ibret almaya bizleri davet eder. Gözleri ile görmelerine ve hemen önlerinde cereyan etmesine rağmen, inançsızların teemmülsüzlükle nasıl inkâr derelerine yuvarlandıkları, şimdiki zamanı ve devamlılığı ifade eden, “bakmıyorlar mı, görmüyorlar mı?” şeklindeki soru edatları ile onlarca âyet-i kerîmede dile getirilir.
1. Kur’ân-ı Kerîm’i Teemmül

Kur’ân-ı Kerîm’in çağrısını yaptığı, derinlemesine ve analitik düşünce yani teemmül, ilâhî çağrıya icabet eden ve inananların durumları, karşıtlığa ve redde kendini salmış inançsızların teemmülsüzlükle gaflet uykularına devam edişleri, şayet geneli, ana hatları ve belirgin çizgileri ile sunulmaya çalışılırsa karşımıza şöyle bir tablo çıkar:
1- En ince teferruatına kadar hayır ve şerre götüren yollar, sebepler ve neticelerin tarifi.
2- İnsana faydalı ve insanı mutluluğa götürecek bilgilerin anahtarları.
3- İmanın insan kalbinde sarsılmaya yer bırakmayacak bir tarzda yerleştirilmesi ve temellerinin yükseltilmesi.
4- Dünya ve âhiretin tavsifi ile Cennet ve Cehenneme ait tasvirler.
5- Allâh’ın zâtı, esmâ-i hüsnâsı, sıfât-ı ulyâsı, fiilleri, sevdikleri, sevmedikleri, öfkelendikleri, adalet ve fazlının gözler önüne serilmesi.
6- İnsanın nefis mertebelerine, güzel ve çirkin sıfatlarına, amelleri yücelten ya da tam tersine yok edip yıkan hususlara, mutluluk ve mutsuzluk ehlinin derecelerine, âhiret hayatı ve hallerine temas edilmesi.
7- Kendisine dua edilecek Rabb’e, O’na nasıl ulaşılacağına, O’na kavuşulduğunda itaatkâr kullarına yapacağı ikramlara, bunun karşılığında da şeytanın yaptığı çağrılara, şeytana uyma tehlikelerine, şeytana uyanların nasıl bir ihanet ve azap ile karşılaşacaklarına yapılan tembihler.
8- İnsanın yaratılışına ve yaratılıştaki eşsiz ahenge ait çizgiler.
9- Ölümünden sonra yeryüzünün mucizevî bir şekilde diriltilmesi, geçmiş topluluklar ve yaptıkları hatalar neticesinde ibretlik yok edilişlerine yapılan temaslar.
10- Ahiretteki hesabın varlığına ait şüphe götürmeyen deliller.
11- Bir kısım insanların bakma, görme, anlama ve duyma kabiliyetlerini âtıl ve işe yaramaz hale getirmeleri.
Kur’ân-ı Kerîm’i daha genel ve özet bir anlamda görmeye çalışırsak, en başta tevhid konusunun ve tevhide ait delillerin anlatıldığını görürüz.
Daha sonra peygamberlere iman konusunu, peygamberlerdeki (ase) doğruluk ve peygamberliklerinin ispatına yönelik mucizeleri müşahede ederiz.
Ardından meleklere iman, meleklerin Allâh’ın emri ve izni ile hareket eden varlıklar olduğu gerçeği ile karşı karşıya geliriz.
İnsan türünün, anne rahminden itibaren, âhirette Rabb’inin huzurunda olacağı ana kadar olan yolculuğu gözler önüne serilir.
Âhiret gününe iman, âhirette Allâh’ın itaatkâr kullarına mükâfatı, isyan edenlere ceza vereceği gerçeği bütün haşmeti ile karşımıza çıkar.
Kader, helal-haram, emir-tavsiye, ibret-nasihat, kıssalar-hikmetler; usul ve prensipler etrafında örgülenmiş yüksek bir beyan âbidesi ile muvacehe halinde olduğumuz rahatlıkla görülür.
İşte insan, bütün bu uhrevî tablolar sayesinde, doğruyu eğriden ayıracak bir ışığa ulaşır. Kendisine sonsuz mutluluğu sağlayacak ve faydalı ilimleri elde edebileceği hazinelerin anahtarlarına mâlik olur. Allâh’ın azabından çekinir ve O’nun nimetlerini umar. Hesabı çetin bir günün dehşetinde yegâne sığınağın, Allâh’ın rahmeti olduğunu anlar.
Çok çeşitli, karmaşık, karanlık teori ve hipotezlerden bunalan insan ruhu Allâh’ın izni ile, anlaşılır, kolay, aydınlık ve ferah bir iklime kavuşur. Helal ve haramın sınırlarını bilir. Hakk’a bağlanır ve vefalı olur. Kalbinin bidatlere ve sapıklığa kayması tehlikesinden uzaklaşır. Kendisine zor gelebilecek hususlarda dahi Allâh’ın yardımını hissederek kolaylıklara ve ruhî bir şifaya kavuşur. Allâh’a güvenir, O’na dayanır.
2. Kur’ân-ı Kerîm’de Teemmül

Allâh’ın (cc) yaratmış olduğu varlıklar ve bu varlıkların yaratılışındaki inceliklerin görülmeye çalışılması emri pek çok âyet-i kerîmede yer almaktadır. Yine bir kısım âyet-i kerîmeler özellikle de müşriklerin gözlerinin önünde cereyan eden incelikleri anlamaya çalışmamalarını, görme ve bakıştaki devamlılığı ifade eden “görmüyor musunuz? bakmıyor musunuz?” soruları ile yermektedir.
Kur’an, okuyucusunun nazarını sık sık varlık âlemine yöneltir. İnsan ve kâinat üzerinden onunla konuşur. Birçok sure adı tabiat olayları veya astronomi ile ilgilidir: Nur, Ra’d, Duhan, Necm, Kamer, Şems, Buruc, Leyl, Mearic, Asr surelerinin isimleri gibi.
Bilimsel bakış açısı ile kâinatı okuma çabasında neler görülmez ki!
Mesela evrenin yaratılışı, dünyanın oluşumu, çekim kanunu, yedi kat sema, kâinatın genişlemesi, ay, güneş ve yıldızlar, dünyanın küre oluşu ve dönüşü ile ilgili olarak astronomi.
Yeryüzündeki denge ile ilgili olarak jeoloji.
Hava basıncı, eşyanın çift oluşu, demir ve atom ile ilgili olarak fizik.
Botanik ve genetik ile alakalı olarak biyoloji.
Ruh ve beden sağlığını koruma, zararlı yiyecek ve içeceklerden sakınma ve beslenme ile ilgili olarak tıp.
İnsanın yaratılışı ile alakalı olarak antropoloji.
Din duygusu, din şuuru, fizyolojik olan ve olmayan motifler, insan tipleri, karakter ve şahsiyet ile alakalı olarak psikoloji.
3. Hikmetleri Teemmülde Akıl ve Lüb Ayrımı

“Muhakkak göklerle yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde düşünen insanlar için elbette birçok dersler vardır.” (Al-i İmran Suresi, 3/190)
Bu ayet-i kerime (لِاُولِى الْاَلْبَابِ) “li üli’l-elbâb – Şaibeden uzak, zekaca üstün, öz, halis, kalpteki akıl”[1] kelimesi ile sona erdirilmiş ve sadece üç delile (gökler, yer, gece ile gündüz) yer verilmiştir. Ancak, bu ayet-i kerimenin Bakara suresinde bir benzerinde, bu üç delile beş delil daha ilave edilmiş ve (لِاُولِى الْاَلْبَابِ) şeklinde değil de (لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ) “li kavmin ya’kilûn – aklını çalıştıran bir toplum” tamlaması ile sonlandırılmıştır. Ayet-i kerîme şu şekildedir:
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde,
İnsanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde,
Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda,
Yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında,
Rüzgârları çeşitlendirmiş olmasında ve
Gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (Bakara, 2/164)
Ata b. Ebi Rebah’ın rivayetine göre “Hepinizin Tanrısı (Zatında ve sıfatlarında asla benzeri bulunmayan) bir tek Tanrıdır. Ondan başka hiçbir Tanrı yoktur. O hem Rahmandır hem Rahimdir.” (Bakara, 2/163) ayet-i kerimesi nazil olduğunda Mekke’deki Kureyş müşrikleri; “Bir tek ilah bu kadar insanı nasıl kapsayabilir ki?” şeklindeki şüphe ve tereddütlerini izhar etmişler, bunun üzerine de bu âyet-i kerîme nazil olmuştu.[2]
Ayet-i kerime adeta, “sadece insanların değil bütün canlı ve cansız varlıkları, bunlar arasındaki düzenin ve ahengin, insan aklının derin bir teemmül ile bazılarını ancak anlayabileceği nice yaratılış güzelliklerinin de sahibi ve yaratıcısı Allâh’tır” şeklinde, şüphe ve tereddütleri izale eden bir cevap vermiş olmaktadır.
“Teemmül” kelimesi ile de irtibatlandırarak, bu iki ayetin (Al-i İmran Suresi, 3/190 ve Bakara, 2/164) hem delillerinin sayısındaki farklılığa hem de sonlarında yer alan tamlamalardaki ifade farklılığına kısaca temas etmek istiyoruz.
Allah’a gönülden inanmış ancak henüz işin başlangıcındaki bir fert, inancını güçlendirme adına ne kadar çok delil elde ederse imanı da o derece artabilir ve kuvvet kazanabilir. Fakat, belli bir seviyeden sonra kalbi marifetullah ışığı ile iyice aydınlandığında, imandaki konsantrasyonunun dağılmaması için artık onun delillerle fazlaca uğraşması gerekmez. Çünkü kalbi, marifetullah ışığı ile mükemmel olarak aydınlanmış, sanki artık delillere ihtiyaç hissetmez hale gelmiştir.
Bakara 164’teki “akıl”, pek çok unsur ve delillerle irtibat kurup onları analiz ve sentezlerle geliştirirken, belli bir seviyeden sonra epey mesafe kat etmiş, delillerin gösterdiği ışık sağanağına ulaşmış, bu da onda yüksek bir itminan ve doyum hasıl etmiştir. Bu nokta onun için, artık sadece bir ya da iki delille iktifa edebileceği bir seviyedir. Zekâsı, adeta en küçük bir kıvılcımla dahi parıldamakta, ışık saçmaktadır. İşte bu tür zekanın adı Arapça’da “lüb”dür. Yani Ali İmran 190’da zikredilen “lüb”. Zira aklın delillerle ilgili olarak başlangıç durumundaki haline “akıl” denir. Ama aklî melekesinin mükemmelleşmiş ve nihayetteki özlü hali vardır ki ona da “lüb” denir.
4. Semadaki İhtişamı Teemmül

“Hiç üzerlerindeki göğe bakmazlar mı? Bakıp da onu nasıl sağlamca bina ettiğimizi, onda en ufak bir çatlaklık, dengesizlik olmadığını düşünmezler mi?” (Kaf Suresi, 50/6)
Gökyüzü âlemi akıllara durgunluk verecek derecede geniş ve muazzamdır. Dünyamızdan yüz binlerce defa daha büyük gezegenler uzayda çok büyük bir hızla hareket ederler. Dünyamızın hızı saatte yaklaşık 1650 kilometredir.
Güneş sistemi, Samanyolu galaksisinin bir köşesine sıkışmış küçük bir yer işgal eder. Güneşten sonra bize en yakın yıldız Proxima Centauri’dir ve 4,3 ışık yılı uzaklıktadır. Samanyolundan daha başka bir milyon kadar galaksi mevcuttur. Galaksiler, milyarlarca yıldızın beraberliği sonucunda oluşmuş gök yapılarıdır ve spiral, eliptik ya da düzensiz haldedirler.
Yıldızlar, belirlenen ömürlerini tamamladıktan sonra genişler ve kırmızı bir dev haline gelirler. Bu, yıldızın patlama öncesi durumudur. Daha sonra, büyük bir patlama ile tam olarak yok olurlar. Patlama sonucu oluşan gaz bulutuna “nova” adı verilmektedir. Yıldız, yeterince büyük değilse kırmızı dev olmasına gerek kalmadan da bütünüyle ölebilir. Güneşimiz de Samanyolu galaksisinde yer alan yıldızlardan bir yıldız olduğu için zamanı geldiğinde ya bir kırmızı dev haline gelecek, sonra bütünüyle ölecek ya da buna gerek kalmadan ani bir şekilde patlayıp bir gaz bulutuna dönüşecektir. Kur’ân-ı Kerîm, hem bir yıldız olan güneşimizin, hem de diğer yıldızların bu şekildeki yok oluşlarını şöyle beyan eder:
“Güneş dürüldüğü (ve ışığı söndürüldüğü) zaman. Yıldızların ışığı söndürüldüğünde…” (Tekvir, 81/1, 2). “Yıldızların ışığı bulanıklaşıp söndürüldüğü zaman…” (Mürselat, 77/8).
Bunları yaratıp varlıkta tutan muazzam kudret, ilkin yoktan yarattığı hayatı, ölüm uykusundan sonra elbette diriltecektir.
5. Allâh’ın Rüzgarları Çeşitlendirmesini Teemmül

“Şüphesiz göklerde ve yerde müminler için Allah’ın kudret ve hikmetine dair çok deliller vardır. Siz insanların yaratılışınızda ve Allah’ın dünyanın her tarafında yaydığı canlılarda, kesin bilgiye ulaşıp gerçekleri tasdik edecek kimseler için deliller vardır. Gece ve gündüzün peş peşe gelip müddetlerinin uzayıp kısalmasında, Allah’ın gökten bir rızık, yani yağmur indirip onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesinde, rüzgârları çeşitlendirmiş olmasında, akıllarını kullanıp düşünecek kimseler için Allah’ın kudretine ve hikmetine dair birçok deliller vardır.” (Câsiye Suresi, 45/3–5)
Ayet-i kerimenin temas ettiği hususları kısaca maddeleştirmeye çalışırsak; biyolojik yaratılış, canlılar alemi, astronomi, yağmurlar, rüzgarların çeşitlendirilmiş olması konuları ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Şimdi bunlardan sonuncusu olan “rüzgarların çeşitlendirilmiş olması” konusuna kısaca yer vermek istiyoruz.
Bu ayet-i kerimede geçen ve gündelik hayatta belki üzerinde hiç düşünülmeyen (تَصْرٖيفِ الرِّيَاحِ) “tasrîfu’r-riyâh = rüzgârların çeşitlendirilmesi” hususu, elbette tesadüfî olmayıp, hikmet sahibi Allah’ın kanununa bağlıdır. Fakat bu konunun hem meallerde hem de tefsirlerde ayrıntılandırılmadığını, çoğu yerde de yanlış anlamlandırıldığını gördük. Bu açıdan konuya kısaca girmekte fayda mülahaza etmekteyiz.
Bilindiği üzere, şayet rüzgarlar olmasa dünya üzerinde hayat kesinlikle imkânsız hale gelecekti. Bu durumda, rüzgarlar canlı hayatı için olmazsa olmaz unsurlardan birisidir. Cenab-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, yeryüzünde canlılığın devamı için rüzgarları çeşitlendirmiş ve yaymıştır.
Örneğin, bunlardan birisi sürekli rüzgarlardır. Yeryüzünde “sürekli basınç merkezleri” arasında oluşan hava hareketlerine bağlı olarak yıl boyunca “sürekli esen rüzgârlar” vardır. Bu rüzgârların çeşitleri ve etkili oldukları alanlar gayet geniştir. Sürekli rüzgarlar; ekvator çevresindeki yüksek (antisiklon) basınç alanlarından alçak (siklon) basınç alanlarına doğru esen alize rüzgârları, okyanus üzerinden geçerek orta kuşak karalarının batı kıyılarına bol yağış bıraktıran batı rüzgârları, kutuplardan alçak basınç alanlarına doğru esen kutup rüzgârları şeklinde üçe ayrılır.
Bir de mevsimlik rüzgârlar vardır. Bunlar da yaz ve kış musonları olmak üzere ikiye ayrılır. Üçüncü olarak da etki alanları dar, esme süreleri kısa olan çeşitli yerel rüzgâr türleri bulunmaktadır. Bunlar; deniz, kara, vadi ve dağ meltemleri; yüksek dağ yamaçlarında alçalmaya bağlı olarak oluşan ve çevresine göre belirgin şekilde sıcak ve kuru olan fön rüzgârları; ekvatora yakın alanlarda, daha çok deniz üzerinde oluşan ve saatte 160 km’den daha hızlı esen tropikal rüzgârlardır.
Rüzgârlar, lodos, kıble ve keşişleme (samyeli), sirokko ve hamsin gibi sıcak ve nemli olabildikleri gibi; karayel, yıldız, poyraz, bora ve mistral gibi soğuk ve kuru da olabilmektedirler. Bunun dışında bazen yağmur getirirken, bazen de bulut götürürler.
6. Arzın Kenarlarından Eksiltilmesini Teemmül

“Fakat Bizim (ilim, irade ve kudretimizle) yerde tasarrufta bulunup, onu kenarlarından (uçlarından) eksilttiğimizi görmüyorlar mı?” (Enbiya, 21/44)
Arzın kenarları ya da uçları neresidir? Yerkabuğu üzerindeki on iki bağımsız plaka, kendilerini ayıran sınırlar boyunca manto katmanı üzerinde yüzerek bağımsız hareket eden kıtalardır. Bu durumda arzın uçları ve çevresinin, bu plakaları birbirinden ayıran sınır çizgileri olduğunu rahatlıkla kavrayabiliriz.
Sürüklenerek hareket eden on iki plaka arasında üç tip kenar/uç vardır. Bunlar:
1-Ayrılan/Uzaklaşan uçlar ya da sınırlar
Burada magma yükselerek plakaların iki parçası arasından yeni bir okyanus kabuğu oluşturur.
2-Çarpışan sınırlar ya da dalma-batma zonu
Burada plakalar birbirine zıt hareket eder ve biri diğerinin altına dalar. Dalarak batan bu parçalar en sonunda çevresindeki manto materyaliyle değişime girerek manto malzemesine dâhil olur. Okyanus kabuğundaki su ısındığı için tekrar yüzeye çıkmaya çalışır ve astenosferdeki erimeyi tetikler. Bu sırada, Okyanus kabuğu üzerindeki bazaltlar da (Koyu gri ve siyah renklerde olan dış püskürük bir taştır. Mineralleri ince taneli olduğu için ancak mikroskopla görülebilir) erimeye başlar ve mafik (magnezyum ve demir bakımından zengin kayaç ve silikat mineralleri) magma oluşur. Yeterince ısındığı zaman eriyerek hafifler, batmaz ve yükselmeye başlar. Yüzeydeki volkanlara doğru yükseltilerek püskürtülür.
Dalan plaka uçlarının manto içerisinde 670 km ye kadar ilerledikleri tespit edilmiştir. Yerkabuğundaki en çok deprem, çarpışan ve dalan plakaların olduğu kesimlerde meydana gelmektedir. Yer üzerindeki depremlerin %95’i ve volkanizmanın %90’dan fazlası plakalar arasındaki bu okyanus ortası sırtlarda meydana gelmektedir. Plakalar arasındaki okyanus ortası sırtların uzunluğu 64 000 kilometredir ve ancak yirminci yüzyılın son yarısında bilimsel olarak tespit edilebilmişlerdir.
3- Doğrultulu ya da yan yana kaymalı sınırlar
İki plaka sınırı birbirine sürtünerek hareket eder ve bu hareket sınırları aşındırarak öğütür.
Ölçümlere göre Güney Amerika sınırındaki çarpışma zonunda yıllık 3,3 ila 11,1 cm arasında plaka ucu manto içine dalarak parçalanmakta ve eksiltilmektedir. En son meydana gelen 9,0 şiddetindeki Şili depremi bu zon üzerindeki dalmanın ve eksiltilmenin habercisidirler. Kuzey Amerika ve Pasifik plakası arasındaki sınırda her yıl ortalama 5,5 cm pasifik plakası Kuzey Amerika plakasının altına dalmaktadır.
Nazca plakasının Güney Amerika plakası ile çarpışarak altına daldığı yaklaşık 20 000 km uzunluğundaki dalma-batma zonunda ortalama her yıl 9,2 cm ile 11,1 cm arasındaki plaka (arz) ucu mantoya dalarak parçalanmakta ve eriyerek dağılmaktadır.
Yine Hint-Avustralya plakası ile Pasifik plakasının çarpışması sonucu her yıl ortalama 3,7 ile 10,5 cm uzunluğundaki plaka ucu Avrasya plakasının altına dalarak parçalanmakta ve eksilmektedir.
Hindistan plakasının Kuzey Avrasya plakasına bindirdiği Himalayalar da her yıl ortalama 3,7 ile 5,4 cm kara parçası çok şiddetli depremlerle mantoya dalarak parçalanmakta ve erimektedir.
Günümüzde Plaka tektoniği teorisi plakaların hareketlerini sebeplerini izah etse de plakaların varlık sebebini ya da niçin Süper Kıta’nın (Pangea) 12 ayrı plakaya yarılarak ayrıldığını bilimsel olarak henüz tam olarak izah edememektedir.

Süper Kıta (Pangea), büyük faylarla yarılarak 12 ayrı plakaya ayrılıp manto üzerinde yüzer halde hareket ettirilmeselerdi, yıllık ortalama 3.500.000 depremin %95’inin meydana geldiği okyanus ortası sırtlardaki depremler, bu defa daha şiddetli ve daha yüksek sayıda karalar üzerinde meydana gelecekti. 600 milyon yıl önceki gibi adeta yerleşim ve yaşam imkânsız olacak, taşı taş üstüne koyarak binalar yapmak mümkün olmayacaktı.
Rahman ve Rahim Allah (cc), insanoğlunun dünyada yaşayabilmesi için ana plakayı on iki parçaya ayırarak kıtaların bağımsız olarak sürüklenmelerini sağlamıştır.
Böylece yerkabuğunun hemen altında yer alan Manto içindeki magmadan kaynaklanan konveksiyon akımları (magmanın soğuyarak aşağı inmesi ve ısınarak yukarı çıkması sayesinde yer kürede gerçekleşen magmanın dönmesine konveksiyonel akıntı denir), plakaların hareketi neticesindeki depremlerle ile sükûn bulur. Bu sürüklenme neticesinde plakaların ayrıldığı yerde okyanus ortası sırtlar ve çarpıştığı bölgelerde Himalayalar gibi büyük dağ kuşakları meydana gelmiştir.
Bu dağlar sadece topoğrafik yükseltileri meydana getirmezler, aynı zamanda derinlere (mantoya) doğru bir kazık gibi dalan kökler meydana getirirler. Çünkü dağlarda aynı okyanuslardaki aysbergler gibidir. Bir hamur gibi olan manto üzerinde sürüklenerek yüzerler. Zirvesi yeryüzünden 9 km. yukarıda olan Everest Dağı’nın 125 km’den fazla kökü vardır.
İşte yeryüzündeki bu yüksek sıra dağ kuşaklarının yaratılmasıyla hem kıtaların parçalanması önlenir hem de yerin çekirdeğindeki ve manto içerisindeki ısı farklılığından kaynaklanan konveksiyon akımlarına karşı, kalın dağ köklerinin oluşturduğu mukavemetle, depremlerin en fazla %5’inin karalar üzerinde meydana gelmesi temin edilmiş olur. Konveksiyon akımları bu nedenle, Rahman ve Rahim Allâh (cc) tarafından, daha zayıf ve ince kabuklu olan ve depremlerin %95’inin meydana geldiği okyanus ortası sırtlarına doğru yönlendirilmiştir.
Erozyon (bozunma, aşınma, taşınma), volkanlar yardımıyla lavların dışarı atılması, dünya atmosferinin dış tabakasından oksijen ve diğer gazların uzaya yayılarak dünyanın dış katmanlarından madde kaybına uğraması, buzulların eriyerek okyanusları yükselmesi sonucunda karaların yüzölçümünün azalması vb. konular Allâhu a’lem bu ayetlerin kapsamında değerlendirilebilir.
7. Dağların Yeryüzünün Dengesini Sağlamadaki Rollerini Teemmül

İki türlü “âyet” vardır. Birisi hepimizin bildiği Kur’ân-ı Kerîm ayetleridir. Diğer “âyet” türü ise kâinat kitabındaki ayetlerdir. Bu ayetler de ya semavi ya da arzidir.
Semavî ayetler; güneş, ay, samanyolu galaksisi, diğer galaksiler ve nebülözlerdir. Gözlemlenebilir evrende yüz milyardan fazla galaksi olduğu sanılmaktadır. Kara delikler ve karanlık madde ise daha son zamanlarda netleşmeye başlamış, çekim alanları her türlü maddesel oluşumun ve ışınımın kendisinden kaçmasına izin vermeyecek derecede güçlü olan, büyük kütleli kozmik cisimlerdir. Kara delik, uzayda belirli keyfiyetteki maddelerin bir noktaya toplanmaları ile meydana gelen muazzam kütleli nesnelerdir de denilebilir. Bu tür nesneler ışık yaymadıklarından kara olarak nitelenmektedirler.
Arzi ayetler ise; madenler, bitkiler, çeşitli hayvan ve böcek türleridir. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de bu her iki türden ayetlere de sıklıkla değinmekte ve bu unsurlardan dersler çıkarmamızı çok açık bir şekilde istemektedir.
Şimdi bu âyet-i kerimelerden iki tanesini aktarmak istiyoruz:
“Yeri döşedik, oraya dengeyi sağlaması için ağır baskılar (dağlar) yerleştirdik. Orada, gönüller, gözler açan her çeşit bitkiden çiftler bitirdik. Bütün bunları, Allah’a yönelecek her kula Yaratıcının kudretini hatırlatması, dersler veren birer basiret nişanesi ve ibret numunesi olması için yaptık. Gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilen ekinler, salkım salkım meyveleriyle ulu hurma ağaçları yetiştirdik. Bütün bunlar kullarımıza rızık vermek içindir. Hem o su ile ölü toprağa hayat verdik. İşte ölmüş insanların mezarlarından çıkışı da böyle olacaktır.” (Kaf Suresi, 50/7–11).
“Sarsılmamanız için, yeryüzünde ağır baskılar (dağlar); yolunuzu bulmanız için nehirler, yollar ve nice işaretler meydana getirdi.” (Nahl, 16/15).
Bu âyet-i kerîmeler münasebeti ile dağların, “pangean” adı verilen yeryüzü tabakaları arasındaki bağlantıları nasıl sağlamca oluşturdukları, bu tabakalardaki titreşim ve sarsıntıları önleme konusunda ne derecede önemli rolleri olduğunu şimdi kısaca izah etmeye çalışacağız.
Dağlar yeryüzünün dengesini koruyor mu? Evet, dağlar, kendi ekseni üzerinde ve güneş etrafında inanılmaz bir süratle dönmekte olan dünyamızın dengesine son derecede önemli bir katkıda bulunur, ayrıca dünya atmosferinin temiz ve dengede kalmasını temin eder. Dünyadaki dağların yerleştirildiği koordinatlar sayesinde gezegenimiz dengeli hale gelir.
Şayet dağlar gezegenimizin sadece bir tarafında yığılmış olsaydı büyük bir dengesizliğe neden olurdu. Aynı şekilde dünyamızdaki nehirler de bu temel dengeye katkıda bulunur ki Kur’ân-ı Kerîm gayet mucizevi bir tarzda bu hususu 1400 küsur yıl önce; “sarsılmamanız (sağa-sola yalpalanmamanız) için, Allâh (cc) yeryüzünde ağır baskılar (muhkem dağlar) ve nehirler yaratmıştır…” (Nahl Suresi, 16/15) şeklinde beyan buyurmuştur.
Bu ayet-i kerimede dağlar ile birlikte nehirlerin de zikredilmesi oldukça dikkat çekicidir. Çünkü günümüz bilimsel verilerine göre dağlar, insanlığın yarısından fazlasının tatlı su ihtiyacını sağlamaktadır ve bu açıdan dağlar adeta dünyanın su kuleleridir ve dağlar dünyadaki hem büyük hem de küçük nehirlerin ana kaynaklarıdır.[3]
Dağlar ayrıca su döngüsünde de önemli bir rol oynamaktadır. Atmosferden toplamış oldukları nem ve su buharını daha aşağıdaki havzalara ve ovalara endüstriyel üretim, şehir, kasaba ve köyler ve ayrıca tarımsal faaliyetler için hayati derecede gerekli olan suyun kar veya yağmur biçiminde serbest kalmasına vesile olurlar.
Dağlar öncelikle havanın korunmasına ve temizlenmesine yardımcı olur. Rüzgarlar dağlara doğru vurur ve yön değiştirir, dolayısıyla havada bir sirkülasyon meydana gelir. Eğer dağlar olmasaydı, tüm dünyadaki hava nefes alınamayacak derecede kirli olurdu. Dağlar ve nehirler vesilesi ile oluşan temiz hava olmadan neler olacağını hayal edebiliyor musunuz? Temel bir imha zinciri tepkisi başlar ve dünya yaşanmaz hale gelirdi.
Ayet-i kerîme, dağların dünyadaki şokları önleme işlevini yerine getirdiğini belirtmektedir. Bu gerçek, Kuran’ın ortaya çıktığı sırada kimse tarafından bilinmiyordu. Aslında, modern jeolojik araştırmaların bulguları neticesinde ancak son zamanlarda bu konu anlaşılır hale gelmiştir. Eskiden, dağların yalnızca dünya yüzeyinin üzerinde yükselen çıkıntılar olduğu düşünülüyordu. Bilim adamları dağların sadece yükseltiler halinde olmadığını ve dağ kökü olarak bilinen kısımlarının 10-15 katına kadar yerin derinliklerine uzadığını fark ettiler.

Halen birçok büyük üniversitede ders kitabı olarak kullanılan ve ABD Ulusal Bilimler Akademisi eski başkanı Dr. Frank Press tarafından yayınlanan “Dünyayı Anlamak” adlı kitap, dağların tıpkı kazıklar gibi yerin altına gömüldüğünü belirtiyor.[4] Bu özellikleri ile dağlar, bir çadırı sıkıca tutan çivilere ya da bir malzemeyi bir yere sabitlemeye yarayan dübele benzer bir rol oynamaktadır.
Örneğin, zirvesi Dünya yüzeyinden yaklaşık 9 km yüksekte bulunan Everest Dağı, 120 km’den daha derin bir köke sahiptir.[5] Dağların toprak yüzeyinin altında kökleri bulunduğu[6], bir yere çakılmış kazıklar gibi toprağa gömülü derin köklere sahip oldukları dile getirilmekte[7], diğer bilimsel bir kaynakta ise derin kökleri nedeniyle dağların nasıl mandal şeklinde olduğu izah edilmektedir.[8]
Eğer bir kimse bilimsel eserlere bakarsa, dağların köklere sahip olduğunu belirten Jeologları rahatlıkla görecektir. Mesela; dağ kökünün yerleştiği alan, üstündeki dağın ağırlığını desteklemeye hizmet eder, böylece denge veya jeoloji dilinde bir izostasi oluşur.[9] Bu köklerin varlığı sismik ve yerçekimi verileriyle de doğrulanmıştır.[10]
Dağın ilave ağırlığını almak için daha derin bir dağ kökü gerekir.[11] Himalayalar izostatik olarak aşağıda daha yoğun manto içine çıkıntı yapan bir kabuk kökü ile desteklenmektedir.[12] Dağların altındaki kabuk, yüksek tepelere sahip buzdağlarına benzer ve devasa kökleri vardır.[13] Dolayısıyla, dağların altlarında daha derin kökleri vardır.[14]
Dağların yer kabuğu plakalarını birbirine sabitlemesi ve sarsıntıyı önlemesi rolü, Naziat suresindeki âyet-i kerîmede şu şekilde beyan buyurulmaktadır: “Biz, yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı?” (Nebe, Suresi, 78/6-7) Başka bir ayet-i kerîmede, Allah’ın (cc) “dağları sağlam bir şekilde yerleştirdiği” beyan buyurulmaktadır (Naziat Suresi, 79/32). Bu ayetteki “arsâhâ” kelimesi “kök salmış, sabitlenmiş, yeryüzüne çivilenmiş” anlamına gelir.
Dağlar, dünyanın yüzey katmanındaki plakaları birleştirir ve bu plakaları birbirine adeta çiviler. Dünyanın kabuğunu sabitleyerek magma tabakası üzerindeki tabakalar arasındaki kaymayı ve sarsıntıyı önlerler. Dağların bu sabitleyici etkisi bilimsel literatürde “izostasy” olarak bilinir. Dağların bu sessiz ve yavaş oluşumu, kıta plakalarının hareketi Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde açıklığa kavuşturulur: “Dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın. Hâlbuki onlar bulutların geçişi gibi hareket ederler. Bunu, her şeyi sağlam ve yerli yerince yapan Allah yapmıştır. Şüphesiz O, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Neml Suresi, 27/88).
Gezegenimizin bu temel gerçekleri, on dokuzuncu yüzyılın ortasından bu yana insan bilgisine ancak açılmaya başladı ve plaka tektoniği kavramı yirminci yüzyılın altmışlarının sonlarına kadar kesinlikle anlaşılamadı. Dünyaca ünlü bir su altı jeoloğu olan Profesör Siaveda, dağların kökleri ile ilgili olarak şu yorumu yapmaktadır: Kıta dağları ile okyanus dağları arasındaki temel fark, malzemesinde yatmaktadır. Ancak bu her iki dağ yapısındaki ortak payda, dağları destekleyecek köklere sahip olmalarıdır.[15]
Kıta dağlarında, dağdan gelen düşük yoğunluklu malzeme kök olarak yeryüzüne uzanmaktadır. Okyanus dağlarında da kök olarak dağı destekleyen hafif bir malzeme de vardır. Bu nedenle, köklerin işlevi Arşimet yasasına göre dağları desteklemektir. Yukarıda belirtilen bilgiler doğrultusunda, dağların temel işlevlerinden birinin, kıta levhalarını dengeleme rolü olduğu, levhaların sallanıp sarsılmasının dünya yüzeyinde yaşamı neredeyse imkânsız hale getirebileceğini göstermektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de yukarıda yer alan beş ayet-i kerime (Kuran-ı Kerîm, Nahl Suresi, 16/15; Nebe Suresi, 78/6-7; Naziat Suresi, 79/32; Ğaşiye Suresi, 88/19) dışında, dağların temel işlevi ve önemine (رَوَاسِىَ) “ravâsiy=ağır baskılar/dağlar” kelimesi ile işaret eden, sekiz ayet-i kerîme daha vardır ve mealleri de şu şekildedir:

1. “O, yeri yayıp döşeyen, orada ağır baskılar (dağlar), nehirler meydana getiren, orada her türlü meyveden (erkekli-dişili) iki eş yaratandır.” (Rad Suresi, 13/3)
2. “Yeri de yaydık, ona ağır baskılar (dağlar) yerleştirdik ve orada ölçülü (bir biçimde) her şeyi bitirdik.” (Hicr Suresi, 15/19) 3. “Onları sarsmasın diye yere de ağır baskılar (dağlar) yerleştirdik ve (varacakları yere) yol bulabilsinler diye ondan geçitler, yollar meydana getirdik.” (Enbiya Suresi, 21/31)
4. “Yahut yeryüzünü karar kılma yeri yapan, içinde nehirler akıtan, onun için oturaklı dağlar yapan ve iki denizin arasına bir engel koyan mı? Allah ile birlikte başka bir ilâh mı var? Hayır, onların çoğu bilmiyor!” (Neml Suresi, 27/61)
5. “Allah, gökleri görebileceğiniz direkler olmaksızın yarattı. Yeryüzüne de sizi sarsmasın diye dağlar yerleştirdi ve orada her türlü canlıyı yaydı. Gökten de yağmur indirip orada her türden güzel ve faydalı bitki bitirdik.” (Lokman Suresi, 31/10)
6. “O, dört gün içinde (dört evrede), yeryüzünde yükselen dağlar yarattı, orada bolluk ve bereket meydana getirdi ve orada rızık arayanların ihtiyaçlarına uygun olarak rızıklar takdir etti.” (Fussilet Suresi, 41/10)
7. “Yeryüzünü de yaydık ve orada dağlar yerleştirdik. Orada her türden iç açıcı çift bitkiler bitirdik.” (Kaf Suresi, 50/7)
8. “Orada yumru yumru yüce dağlar yaratmadık mı, size tatlı bir su içirmedik mi?” (Mürselat Suresi, 77/27)
İnsanı, aklını ve duyu organlarını kullanarak araştırmaya sevk eden ve araştırma konularını ve alanlarını gösteren ayet-i kerîmeler, Kur’an-ı Kerîm’in bilimle kurduğu köprülerdir. Kur’an niçin sorusuna, bilim ise nasıl sorusuna cevap arar. Kevni âlemlerin nasıl olduğunu insan açıklayacaktır. Bunu emreden birçok ayet vardır. Mesela:
“De ki: ‘Göklerde ve yerde neler ve neler var, bir baksanıza!’ Fakat bunca işaretler ve uyarılar iman etmeyecek kimselere ne fayda verir ki?” (Yunus Suresi, 10/101).
“De ki: “Dünyayı gezin dolaşın da Allah’ın yaratmaya nasıl başladığını anlamaya çalışın.” (Ankebut 29/20).
“Hiç düşünmezler mi göklerin ve yerin hükümranlığını, o muazzam saltanatı? Düşünmezler mi Allah’ın yarattığı herhangi bir mahlûktaki ilahî düzenlemeyi?” (A’raf 7/185).
Doğrunun ve hakikatin zorlama yolu ile olmadığını beyan için, âyet-i kerimede deliller üzerinde tefekkür ve istidlal yapılması istenmektedir. Zira bu ayeti-i kerimelerin ilk ikisinde (انْظُرُوا) “unzuru = bakınız, araştırınız” kelimesi emir kipinde, diğerinde ise (اَوَلَمْ يَنْظُرُوا) “evelem yenzurû = bakmıyor musunuz? araştırmıyor musunuz?” sorusu halinde gelmektedir. Bu emir ve soru kelimelerini, “teorilerinizi oluşturun, teorilerinizi oluşturmuyor musunuz?” şeklinde de anlamak mümkündür. Teori oluşturabilmek için de mutlaka aklî ve zihnî kabiliyetlerimizi çalıştırmamız gerekmektedir.
Aklı çalıştırma gerekli midir? Elbette. Çünkü “iman” dediğimiz kıymetli cevher, insanda sadece Allâh’ın izni ile meydana gelmektedir. Bu söylediğimiz hüküm ya da kaziye Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde beyan buyurulur: “Allah’ın izni olmadan, hiç kimsenin iman etmesi mümkün değildir.” (Yunus, 10/100) Bu ayeti dinleyen kişinin zihnine şu soru gelir: “Allâh’ın, bir kimsenin imanı için “izin vermesine” ya da “izin vermemesine” sebep olan unsur ya da unsurlar nelerdir?”
Cenab-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, dinleyicinin sorusunda yer alan ikinci şıkkın, yani “Allâh (cc) kimlere iman etmesi için izin vermez?” sorusunun cevabını, aynı ayet-i kerimenin devamında vermektedir. Şöyle ki: “Allah, akıllarını güzelce kullanmayanları, murdarlık/pislik içinde bırakır.” (Yunus, 10/100) Bu durumda “Allâh’ın iman etmesi için izin verdikleri kimlerdir?” sorusunun cevabı otomatik bir şekilde ortaya çıkar. O da “aklını güzelce kullananlar”dır. Kur’ân-ı Kerîm muciz (az kelimede çok anlam barındırması) olduğu için, otomatik olarak ortaya çıkan bu cevabı, dinleyicinin zihnine havale etmiştir. Bundan şu sonuca ulaşırız:
Allah’ı (cc) bilmenin ve bu yolla marifetullah ve muhabbetullaha ulaşabilmenin yolu, kainattaki ayetleri akli, mantıki ve kalbi bir şekilde iyi okuyup etraflıca düşünebilmek, aklını özlü bir şekilde kullanabilmek ve teemmül edebilmektir. Çünkü Cenabı Hak, bizlerin hem Kur’ân-ı Kerîm’deki ayetlerini hem de kâinatta yerleştirmiş olduğu ayetlerini okumamızı, aklımızı yaratılıştaki ince sanatları keşfetmede kullanmamızı istemekte, bu her iki delil türünü de (Kur’ân ve Kâinat) “ayet (çoğulu: âyât)” olarak isimlendirmektedir.
8. Efendimiz (sas)’in İbadeti ve Tefekkürü

Abdullah b. Abbas (ra) anlatıyor: “Allah Resûlü (sas) babama bir deve hediye etmişti. Babam deveyi küçük buldu. Onu benimle Efendimize geri gönderdi. Bana:
—Oğlum! Bunu Allah Resulüne (sas) götür. Ona: “Biz çalışan kişileriz. Eğer yanında daha büyük bir deve varsa bize onu göndersin! dediğimi söyle” dedi. Deveyi alıp yola koyuldum. Eve vardığımda Allah Resulü (sas) o sırada Mescid-i Nebevî’deydi. Deveyi bağlayıp Mescide gittim. Efendimiz sahabeleri ile oturuyordu. Konuşmaya fırsat olmadan akşam ezanı okundu. Kalkıp namaz kıldık. Allah Resulü (sas) akşam namazından sonra mescitten çıkmayıp yatsıya kadar namaz kılmaya devam etti. Namazdan sonra sahabelerden ayrılarak evine yöneldi. Ben de ardından gittim. Ayak sesimi duyunca:
“Kimsin?” diyerek bana döndü.
“Abbas’ın oğluyum.”
“Amcamın oğlu? Merhaba Allah Resulünün amcasının oğlu! Niçin geldin?”
“Babam şu şu sebeple beni buraya gönderdi.”
“Bu saatte mi?”
“Daha erken geldim, ancak yanınıza gelemedim.”
“Getirdiğin deveyi, zekât develerinin bulunduğu yere bırak.”
“Olur” diyerek deveyi emrettiği yere götürdüm.
“Artık geç oldu. Bu gece bizde teyzenin yanında kalmaya ne dersin?” diye sorunca hiç düşünmeden büyük bir sevinçle:
“Olur” dedim. Yanından ayrılarak eve gittim. Teyzem bana akşam yemeği için sofra hazırladı. Yemekten sonra yatmam için hazırlığa başlayan teyzem, bir örtüyü dörde katlayıp yere serdi. Yatağım hazırdı. Ancak yastık yoktu. Teyzeme:
“Başımı sizin yastığınızın bir köşesine koyup yatarım” dedim. Yatarken dediğim gibi başımı onların yastığına koydum. Uyumamaya çalışıyor, ‘gece uyumayıp, Allah Resul’ünün (sas) ne kadar namaz kıldığını saymalıyım’ diye içimden geçiriyordum. Gecenin bir kısmı geçtikten sonra Allah Resulü (sas) hücre-i saadetlerine teşrif buyurdular. O sırada ben uzanmış yatıyordum. Allah Resulü (sas) eşine:
“Ey Meymune!” diye seslendi. Teyzem:
“Buyur”, dedi. (Oda karanlık olduğu için) Efendimiz:
“Kız kardeşinin oğlu geldi mi?” diye sordu.
“Evet, işte burada!”
“Yanında yiyecek bir şey var mıydı? Ona yiyebileceği bir şeyler verdin mi?”
“Söylediğinizi yaptım.”
“Yatağını hazırladın mı?”
“Evet!”
Bundan sonra teyzemin üzerindeki örtünün ucundan tuttu. Onu üzerine örtüp yanına yattı. Örtü her ikisinin üzerini de kaplıyordu. Allah Resulü (sas) başını yastığa koyduktan bir süre sonra uyumaya başladı. Uyku sesini duyuyordum. İçimden ‘Şimdi uyudu. Ama gece namazı kılmadı’ diye geçiriyordum.
Gecenin üçte biri geçince Allah Resulü (sas) kalkıp misvakını aldı, dişlerini fırçaladı. Yattığım yerden misvakını dişlerine sürerken çıkardığı sesi duyuyordum. Bu sırada şu âyet-i kerîmeyi okuyordu:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün sürelerinin değişmesinde, insanlara fayda sağlamak üzere denizlerde gemilerin süzülüşünde, Allah’ın gökten indirip kendisiyle ölmüş yeri canlandırdığı yağmurda, yeryüzünde hayat verip yaydığı canlılarda, rüzgârların yönlerini değiştirip durmasında, gökle yer arasında emre hazır bulutların duruşunda, elbette aklını çalıştıran kimseler için Allah’ın varlığına ve birliğine nice deliller vardır.” (Bakara Suresi, 2/164)
Misvakı bir kenara koyduktan sonra asılı olan su kırbasına yöneldi. Kırbanın bağını çözdü. Hemen yerimden kalkıp abdest suyunu kendim dökmek istedim, ancak yanlış bir şey yapmaktan da korkarak bu düşüncemden vazgeçtim. Abdest aldıktan sonra mescide gitti. Dört rekât namaz kıldı. Her rekâtta elli ayet uzunluğunda Kur’an okudu. Rükû ve secdede uzun süre durarak namazını tamamladı. Namazdan sonra yatağa döndü, yatıp uyudu. Bir süre sonra uyumaya başladı. Uyku sesini duyuyordum. Yine içimden; ‘Uyudu. Artık sabaha kadar kalkıp namaz kılmaz’ diye geçiriyordum.
Gece yarısı olunca yeniden kalktı, önceki gibi dişlerini fırçaladı. Abdest alarak mescide gitti. Yine aynı uzunlukta dört rekât namaz kıldı. Namazdan sonra tekrar yatıp uyudu. Ben yine içimden; ‘Uyudu. Artık sabaha kadar kalkıp namaz kılmaz’ diye geçiriyordum.
Gecenin altıda biri ya da daha azı kalmıştı ki Allah Resulü (sas) bir daha kalktı. Yine dişlerini fırçaladı. Abdest alıp mescide gitti. Namaza başlayınca Fatiha’dan sonra ‘Sebbihisme rabbike’l a’lâ’ suresini okudu. Rükû ve secdelerini yaptı. İkinci rekâtta Fatiha’dan sonra ‘Kafirûn suresi’ni okudu. Rükû ve secdelerden sonra, üçüncü rekâtta ‘İhlâs suresi’ni okudu, ‘Kunut duaları’ndan sonra rükû ve secdelerini yaptı. Namazı bittikten sonra fecir vakti oluncaya kadar bir miktar oturdu. Fecir doğunca bana seslendi:
“Emrine amadeyim, buyur Yâ Resulallah!” diyerek yerimden fırladım.
“Kalk! Vallahi zaten uyumuyordun”, buyurdu.
Kalkıp abdest aldım. Arkasında namaza durdum. Birinci rekâtta Fatiha’dan sonra İhlâs suresini, ikinci rekâtta ise Kafirûn suresini okudu. Namazdan sonra Allah’ı övgü ile anmaya başladı. Övgüsünü şu dua ile tamamladı:
اللَّهُمَّ اجْعَلْ فِي قَلْبِي نُورًا وَفِي بَصَرِي نُورًا وَفِي سَمْعِي نُورًا وَعَنْ يَمِينِي نُورًا وَعَنْ يَسَارِي نُورًا وَفَوْقِي نُورًا وَتَحْتِي نُورًا وَأَمَامِي نُورًا وَخَلْفِي نُورًا وَعَظِّمْ لِي نُورًا
“Allah’ım! Kalbimde bir nur, gözümde bir nur, kulağımda bir nur, sağımda bir nur, solumda bir nur, üstümde bir nur, altımda bir nur, önümde bir nur ve arkamda bir nur kıl. Nurumu büyüt.”[16]
Sonuç

(Yâ Sîn, 36/82-83)
Kişi, hayrın ve şerrin, iyilik ve kötülüğün, güzellik ve çirkinliğin hakikatine ancak kuvvetli bir teemmül gücü ile ulaşabilir. İnsanın takva dairesine girebilmesinde ve nasihatlerin kendisinde müessir olabilmesinde teemmül ahlâkı en iyi yardımcılardan birisidir.
Zamanın kaliteli kullanılabilmesinde, günlerin faydalı hale getirilebilmesinde teemmül oldukça önemli aklî bir güç olarak karşımıza çıkar. Teemmül, inançlı bir insanın inancında yakîne ermesine, avam tabakasından havas tabakasına geçmesinde güçlü bir saiktır. Teemmül, güçlü bir anlayışın geliştirilmesine yardım eder ve aklî melekelerin gelişmesinde temel bir rol oynar.
Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden, tefekkür, tedebbür ve teemmüllerle ihlas, iman ve yakîn mertebelerimizi arttırması, semavat ve arzın melekutuna O’nun izni ve inayeti ile ulaşılabilmemiz dileklerimle…
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ
“Sübhânsın Yarab! Bizim için senin bildirdiğinden başka ilim ne mümkün, O Alîm ve Hakîm, şüphesiz sensin.” (Kur’ân-ı Kerîm, Bakara, 2/32)
[1] Râğıb, Müfredât. s. 446; İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, 1/729; Cürcâni, Ta’rifat, s. 128.
[2] Vâhidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s. 43, Dâru’l-Kitabi’l-Cedid, Kahire-1969.
[3] E. Wiegandt (ed.), Mountains: Sources of Water, Sources of Knowledge, “Water Towers”—A Global View of the Hydrological Importance of Mountains, 15–20, Vol. 31, 2008 Springer.
[4] John Grotzinger, Thomas H. Jordan, Frank Press, Raymond Siever, W. H. Freeman and Company, Understanding Earth, New York, Fifth Edition, 317.
[5] Ibid, 277.
[6] Ibid, 413.
[7] Andre Cailleux ve J. Moody Stuart, Dünya Anatomisi, McGraw-Hill, 1968, 220.
[8] Frederick K. Lutgens, Edward J. Tarbuck, Essentials of Geology, 11th Edition, 2012 by Pearson Education Inc, 150.
[9] Cailleux, Andre, 1968, Anatomy of the Earth. New York: McGraw-Hill Book Company, Translated by J. Moody Stuart, s. 222.
[10] Tarbuck, Edward j. and Frederick K. Lutgens, 1982, Earth Science. 3rd ed. Columbus: Charles E. Merril Publishing Company, s. 157.
[11] Earth, Press and Siever, 2nd Edition, s. 490.
[12] Ibid, s. 512.
[13] Physical Geology, Brian J. Skimmer and Stephen C. Porter, s. 469.
[14] Ibid, s. 469.
[15] Mahdi La’li, A Comprehensive Exploration of the Scientific Miracles in Holy Quran, Trafford Publishing, 2007, s. 253.
[16] Müslim, Müsâfirîn 191, 199.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.