Fatma ÖZTÜRK GÜLÇÜR
21 Mayıs/2019
İçindekiler
Giriş
Nimetlerine uygun ve lütuflarına yaraşır hamdler ve şükürler, alemlerin Rabbi, Rahmânu’d-dünya ve Rahîmu’l-âhira, din ve ceza gününün sahibi Allâh (cc)’a, salat ve selam ve her türlü ihtiram, müjdecimiz, Efendimiz, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sas)’ya, onun âl ve ashabına olsun.
“Tasavvufta Makam ve Mertebeler” konulu yazımızın üçüncüsü ile devam etmekteyiz.
Zühd

(İbn Mâce, Zühd, 1)
Zühd lügatte, bir şeye rağbet etmemek, ona karşı ilgisiz davranmak, ondan yüz çevirmek gibi anlamlara gelir. Az yemek yiyene zâhid, dünyaya karşı perhiz hayatı yaşamaya zehâdet denir. Zühdün karşıtı rağbettir. Zühd kısaca, kötü kabul edilen şeylerden yüz çevirmek, dünyaya buğz etmek ve masivayı terk etmektir.
Istılahta ise; dünyadan yüz çevirmek, nefsi masivaya olan meyil ve sevgiden alıkoymaktır.[1]
Dünya malına, makama, mevkie, şan ve şöhrete önem vermeme; azla yetinme, çokça ibadet etme, ahiret için hayırlı işlere yönelme zühdün bazı göstergeleridir. Zühd, manaya ilgi duymak için maddeye karşı ilgisiz davranmak, ahirete rağbet etmek için dünyaya soğuk davranmak, Allah’ın iradesine tabi olmak için nefsin arzularını terk etmek demektir.[2]
Dünyadan yüzünü çeviren ve kalbini her türlü istekten arındırana zahid denir.[3] Necmüddin Kübra’ya göre zühd, az olsun çok olsun, dünyanın malından, hoşa giden şeylerinden ve makamlarından uzak kalmaktır.
Elde bulunan veya elde bulunmasında bir mahzur olmayan mal ve eşyayı terk etmek ancak zühd ile mümkündür. İstikbalde elde edilecek mal ve makam için şimdiden zühd iddiası geçerli değildir.[4]
Zühd de dünyanın geçiciliği yanında, dünyanın bir tuzak olduğu kabul edilir. Tasavvuf ile zühd eş anlamlı olarak kullanılır. Zühd, kelime olarak Kur’ân-ı Kerîm’de geçmese de mana ve mefhum olarak birçok ayet-i kerimede zikredilmiştir. Mesela: (فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا) “Zinhar sizi dünya hayatı aldatmasın” (Lokman, 31/33) ve (وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ) “Bu dünya hayatı bir eğlenceden, bir oyundan başka (şey) değildir. Âhiret yurdu (na gelince:) Şüphe yok ki o, (asıl) hayatın ta kendisidir, (bunu) bilmiş olsalardı.” (Ankebut, 29/64) gibi.
Bu ayet-i kerimeler, dünyanın oyun ve eğlence olduğunu, insanların aldanmaması gerektiğini belirtir. Bir imtihan ve deneme olan bu yaşayıştan sonra insan müstahak olduğu cezayı görecektir.
Ayrıca ahiret hayatının göz önünde bulundurulması Allah’ın koyduğu hudutların aşılmaması istenir. Nefsin elinde köleleşip mahkûm olmamayı, nefsin arzularına karşı konulamaz bir hale gelmemeyi istemektir.
Müslümanlar arasında zühd hareketinin yayılmasında meşhur Cibril hadisinin de tesiri olmuştur. Bu hadise göre İslam, iman ve ihsan olmak üzere üç derece bulunmaktadır. İhsan derecesi, insanın Allah’ı görüyormuş gibi amel etmesidir. Bu dereceye vasıl olan insanın batıni ve zahiri fiilleri birbirine uygundur. Bu üç dereceden en yükseği ihsan derecesidir. Manevi olarak bu derecelerin bulunduğunu bilen sahabe en yüksek dereceye ulaşmayı arzu ederdi. Bu sebeple henüz Hz. Muhammed (sas) hayattayken sahabenin çoğu zahiri ibadetler yanında iç yani kalbi fiillere de önem verirlerdi. Ebu Zerr el-Ğifarî ve Huzeyfe b. el-Yeman zühd hareketinin öncüleri sayılır. Hz. Peygamber Efendimiz (sas) çok aşırıya kaçanları itidale davet ediyordu. Cüneyd; “zühd, elde bulunmayan şeyin, gönülde de bulunmamasıdır” demiştir.
Resülullah (sas) Efendimiz; “Kendisine zühd hasleti verilen ve dünyaya karşı zahid olan bir adamı konuşurken görürseniz ona yaklaşınız. Çünkü o hikmet telkin eder” buyurmuştur.[5]
Seri es-Sakati: “Zühd; dünyada bulunan şeylerden nefsin hazlarını terk etmesidir” demiştir. “Nefsin hazları” sözü; mal, makam sevgisi, insanlar arasında iyi bir mevki arzusu, övülme ve methedilmeden zevk almayı ihtiva eder.[6]
Kimisi de şöyle der: “Haramda zühd yapmak vaciptir. Helalde ise fazilettir. Zira kul sabırlı olduğu, Allah’ın kendisine taksim buyurduğuna razı olduğu ve elindeki ile kanaat ettiği halde, malının azlığı fazlalığından veya dünyaya dalmasından daha iyidir. Çünkü Hak Teâlâ (cc) halkı şu âyet-i celîle ile dünyada zühde davet etmiştir: (قُلْ مَتَاعُ الدُّنْيَا قَلٖيلٌ وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِمَنِ اتَّقٰى) “Dünyanın faydası pek azdır, Ahiret ise sakınanlar için elbet daha hayırlıdır.” (Nisa, 4/77)
Böyle ayetlerle dünya kötülenmiş ve insanlar zühde davet edilmiştir.[7]
Şu âyet-i kerime de bu hususta önemli bir dayanaktır: (لِكَيْلَا تَاْسَوْا عَلٰى مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَا اٰتٰیكُمْ) “Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız.” (Hadid, 57/23)
Dünyalık şeylerin elde olmasından dolayı sevinilmeyecek ve olmamasından dolayı da üzülünmeyecektir.
Yüce Rabbimiz bir kudsi hadiste şöyle buyurur: “Ey âdemoğlu! Takva sahibi ol, beni tanırsın. Açlık çek, beni görürsün. Yalnız bana ibadete yönel, bana ulaşırsın…”[8]
Zühd, ruhun gerçek menşeini (bezm-i elest) hatırlamasını, gönlün Allah sevgisi ile dolmasını temin eden bir ameliyedir. Bu hayat, insan ruhunu kemale ulaştıran en emin yollardan birisidir. Böylece, nefisle birlikte insana tahakküm etmeye çalışan madde, ruhun tasarrufu altına alınır. Kalp, eşyadan eşyanın sahibine çevrilir. Kişinin imanı artar. Allah ve peygamber sevgisi yerini bulur. Zühdün sebebi, Allah Teâlâ’nın Cemal ve Kemâline izafe edilir. Varlığın basit ve hakir oluşu, Yaratanı yüceltmek içindir.
Zühd ancak mübahlara taalluk eder. Şartı kudret dahilinde olmasıdır. Semeresi ise, îsâr yani cömertlikle bol bol ikram etmektir. Bu hal sehavet derecelerinin en yükseğidir. Çünkü sehavet, ihtiyaç duyulan şeyi külfetle değil de cömertlikle vermektir.[9]
Zünnun’un tevbeyi tasnifi gibi, zühd de tasnif edilmiştir. “Avamın zühdü, haramı terk etmek, havassın zühdü helalin fazlasını terk etmek, ariflerin zühdü kulu Allah’tan alıkoyan her şeyi terk etme esasına dayanır.”[10]
Ahmed b. Hanbel de benzer şekilde zühdü derecelendirmeye tabi tutar.
Zahidlere benzeyenlere de mütezehhid denir. Bu zümrenin dünyaya düşkünlükleri tamamen gitmemiştir ve bu rağbetten kurtulmaya çalışırlar.[11]
Peygamberimiz (sas) şöyle tavsiye etmektedir: “Kim kötü ve çirkin bir iş görürse, onu eliyle düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa, diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse, kalben karşı koysun. Bu da imanın en zayıf derecesidir.”[12]
Zühd yalnız zahidin kendisine ait değildir, halkı da koruması ve irşad etmesi gerekir.[13]
Az yemek, az uyumak, az konuşmak ve halkla ilişkide bulunmaktan kendini çekmek ancak zaruret ve ihtiyaç miktarınca olacaktır. Bütün bunlarda aşırılık insan için zararlıdır. Mal hırsı, servet biriktirme özentisi insana kalp huzursuzluğu verir.[14]
Peygamber Efendimiz (sas) şöyle dua ederdi: “Allah’ım, beni bir an bile nefsimle baş başa bırakma.”[15] Dolayısıyla, kendimizi tamamen dünyaya kaptırmamak için Yüce Allah’tan yardım dilemek gerekir.
Kulun zühdü tam oldu mu tevekkülü de tam olur. Çünkü kulun tevekkülündeki sadakat ve samimiyeti, onun dünyaya karşı zühdünü de sağlamlaştırır. Bütün hal ve makamlar, tevbe ve zühdün içinde bulunur. Bunlarla diğerleri de tahakkuk eder.[16]
Sabır

Sabır kelimesi; birini bir şeyden alıkoymak, hapsetmek ve tutmak anlamlarına gelmektedir. Istılahta ise, bela ve musibetlere karşı dayanmak, bunlardan dolayı şikâyet etmemek manalarına gelir.
Necmeddin Kübra’nın sabrı tarifi şöyledir: “Sabır, tıpkı bir ölü gibi, nefsin haz duyduğu şeylerden mücahede ile uzak kalması demektir.”
Tarifte geçen “mücahede” kelimesi işin zorluğuna işaret etmektedir. Bu da nefse istemediği şeyleri vermekle olur. Mesela nefis, vahdeti ve yalnızlığı istemez, ama kesreti, kalabalıklarla ülfet etmeyi ve onlarla dostluğu ister. Onun için heva ve hevesine uyanlar pek bir yerde duramazlar. Bir hadiste Efendimiz (sas) şöyle buyurur:
“Cennetin etrafı sıkıntı ve güçlüklerle, Cehennemin etrafı ise arzu ve hazlarla çevrilidir.”[17]
Peygamber Efendimiz (sas) sabrı, “dinin yarısı” olarak tarif etmiştir.[18]
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: (وَجَعَلْنَا مِنْهُمْ اَئِمَّةً يَهْدُونَ بِاَمْرِنَا لَمَّا صَبَرُوا وَكَانُوا بِاٰيَاتِنَا يُوقِنُونَ) “İçlerinde de sabır (ve sebat) ettikleri zaman emrimizle doğru yola sevk edecek rehberler tayin etmiştik ve onlar ayetlerimizi çok iyi biliyorlardı.” (Secde, 32/24)
Sehl; “sabır, felaketler karşısında kurtuluşu Allah’tan beklemektir. Bu, hizmetin, en faziletlisi ve en yücesidir” demiştir.[19]
“Sabır, sabırda sabretmektir” derler ki sabrederken bir çıkış kapısının açılmasını beklememektir. Sabretmek için sabredeceksin.[20]
Yüce Allah şöyle buyurur: (اِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ اَجْرَهُمْ بِغَيْرِ حِسَابٍ) “Şüphe yok ki, sabredenlere mükâfatları hesapsız olarak ödenecektir.” (Zümer, 39/10)
Ücret ve mükâfat alan herkesin mükafatı sınırlı olacağı halde sabredenlerin ecri ve mükafatı sonsuz ve hesapsız olacaktır.
Cenab-ı Allah şöyle buyurur: (وَاصْبِرْ وَمَا صَبْرُكَ اِلَّا بِاللّٰهِ وَلَا تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلَا تَكُ فٖى ضَيْقٍ مِمَّا يَمْكُرُونَ) “Sabret. Senin sabrın Allah (ın tevfîkına istinâd) dan başka (bir şey) değildir. Onlara karşı tasalanma, onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı (telâşa ve) sıkıntıya da düşme.” (Nahl, 16/127)
Bu âyet-i kerimede Rabbi Zülcelal, kendisi ile nimetin tamamlandığı sabrı, zatına izafe etmiştir.[21] İnsana sabretme gücü veren, nefsini tutmasını sağlayan ancak O’dur.[22]
Başlıca dört hususta sabredilir:
1. İbadetler ve itaatler konusunda gösterilen sabır.
2. Günah işlememek için edilen sabır.
3. Dünyalık zevklere dalmamak için edilen sabır.
4. Bela ve musibetlere karşı gösterilen sabır.
Sabrın verdiği acıya katlanarak, yukarıda sayılan hususlara sabreden kimse, Cenab-ı Hakk’a hakiki manada ibadet edebilir. Allah yolunda ibadetin bütün derecelerinden nasibini alabilir. Ahirette ise hesapsız mükafat ve sevap kazanır.[23]
Sabır makamına ulaşan bir kimse, musibetlerden müteessir olmaz. Her şeyin Allah’tan geldiğini düşünerek, “lütfun da hoş, kahrın da hoş” der ve sabreder. Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
(وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَىْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرٖينَ) “Ant olsun, sizi biraz korku, (biraz) açlık, (biraz da) mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere (lütf-u keremimi) müjdele.” (Bakara, 2/155)
Ayrıca sabrı, abidlerin ve aşıkların sabrı olmak üzere ikiye ayıranlar da olmuştur. Abidlerin sabrının en güzel şekli şikâyette bulunmamak ve halin devamını sağlamaktır. Aşıkların sabrı ise Hakk’a ulaşmanın hızlanması için sabrın terkedilmesidir. O halde abidde sabır şarttır.[24]
Ebu’l-Hasan b. Salim şöyle der: “Sabredenler; mutasabbır, sâbir ve sabbâr (ya da sabur) olmak üzere üç çeşittir.
Mutasabbır, Allâh için sabreden kişidir. Sabır konusunda tam bir vicdan rahatlığına ermiş bulunana denir.
Sâbir, Allâh için sabreden ve asla sabırsızlık göstermeyen kişidir. Bazen şikâyette bulunup sabırsızlık gösterebilir.
Sabbâr ya da sabur, sabrı Allâh’ta, Allâh için ve yalnız Allah’la olan kişidir. Sabrını hayatını akışı içinde daimî bir şuur haline getirir. Bir an bile sabırsızlık etmez. Şekil ve yaratılış ciheti ile değil, hakikat ve Cenab-ı Hakk’a karşı durumunda zerre değişiklik olmaz.[25]
Nitekim Resülullah (sas) bir hadisinde: “Kötülük işlediğinde hemen hayır işle ki onu yok etsin” buyurmuştur. Kötülükten hemen sonra iyilik yapmak ancak kötülüğe karşı sabırla direnmekle mümkün olur.
Lokman (as)’ın, oğluna tavsiye ettiği konulardan biriside başına gelen musibetlere karşı sabretmesidir: “Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.” (Lokman, 31/17)
Başa gelen belalara sabretmek, muhabbetullahın alametidir. Nitekim Resülullah (sas) bir hadisinde: “Hak Teâlâ, kulunu sevince ona belalar gönderir. Gönderdiği belalara sabreden kullarını da sever” buyurmaktadır.
Allah Teâlâ, müminlerin başına gelen belâ ve musibetler karşısında münafıkların tavırlarını betimleyerek, müminleri belâ ve musibet anında sabırlı olmaya çağırmıştır:
“Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız onların hilesi size hiçbir zarar vermez.” (Âl-i İmran, 3/120)
Ayetin metninde geçen “size bir iyilik dokunsa” cümlesinden maksat, muhtelif durumlardaki dünya menfaatidir. Kötülük kelimesinden murad ise, iyiliğin zıddı olan şeylerdir ki bunlarda hastalık, fakirlik, düşmana yenilme vb. şeylerdir.
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük ise nefsindendir.” (Nisa, 4/79) mealindeki ayet-i kerime de bunu açıklamaktadır. İnsanlar umumiyetle elde ettikleri başarı ve iyi neticeleri kendilerine mal ederler. Felâket, kötülük ve başarısızlıkları ise yükleyecek birisini arar, kendilerini kınamak ve suçlamaktan kaçarlar. Halbuki her şeyi yaratan Allah’tır. O’nun takdir ve kudreti ile var olur. Ancak Allah, hiçbir kimse için felaket ve kötülüğe rıza göstermez. Kulun işlediği her günah, suç ve kötülükte bizzat kendi iradesi devreye girer. Allah (cc), kulu öyle istediği için, kul iradesini o yolda sarf ettiği için o şekilde yaratır. Şu hâlde kul kâsiptir, murad eder. Allah (cc) ise, haliktır, kulun iradesine göre yaratandır.
Aslında çoğu zaman kul kötülüğü ister de Allâh (cc), kulun kendi aleyhine olan durumları kul istiyor olmasına rağmen gerçekleştirmez ve affeder. Nitekim yüce Allah: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kanlı ellerinizle islediklerinizden ötürüdür. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder” (Şura, 42/30) buyurmaktadır.
Şu ayetlerde gösteriyor ki insanların baslarına gelen birçok bela ve musibet yaptıkları hataların, günahların cezasıdır. Ama Allah, insanların kusurlarından birçoğunu affetmektedir.
Belâ ve musibetlere uğrama, aynı zamanda günahtan temizlenmeye ve manen yükselmeye vesile olur. Bazı günahlar ancak belâlara sabretmekle silinir. Yüce Allah: “Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür.” (Nisa, 4/123) buyurmuştur. Bu ayetin, dünyada hastalıklar, elemler, hüzünler, endişeler ve kederler şeklinde insana isabet eden cezaları ifade ettiği kabul edilir.
Ebu Hüreyre (ra) der ki: “Bu ayet nazil olduğu zaman Müslümanlara çok ağır geldi. Resülullah (sas): “(Amelde) mutedil olunuz ve doğru yapınız. Müslüman’ın başına gelen her şey günahına kefarettir, basına gelen her bela, ayağına batan her diken bir kefarettir” buyurmuştur.
Dünyada olan belâ ve musibetlere sabır, Allah’a değil, Allah’tan başkalarına şikâyeti terk etmeyi gerektirir. Nitekim Allah (cc): “Gerçekten biz Eyyub’u sabırlı (bir kul) bulmuştuk.” (Sad, 38/44) mealindeki ayet ile Eyyub (as)’ı övmüştür. Hâlbuki “Eyyub (as) Rabbine: “Bu dert bana dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin” (Enbiya, 21/83) diye dua etmiş, böylece musibetin kendisinden kaldırılması için Allah’a yalvarmıştı. Allah da onun duasını kabul etmiş ve kendisine isabet eden derdini kaldırmıştı. Bundan anlaşılıyor ki insanın musibetten kurtulması için Allah’a dua etmesi, sabrına halel getirmez.
Kur’an-ı Kerim, rahmet, hidayet ve müjdeyle vasıflandırdığı sabırlı kimseleri, musibet anında şunu söylemelerini istemiştir: “Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz.” (Bakara, 2/156) Sabır yalnızca dil ile aynı zamanda kalpledir. Kendisinin Allah’tan geldiğini ve dönüşün de Allah’a olacağını hatırlamalıdır. Fani dünya hayatını terk edip, ahiret yurduna gideceğini bilmelidir. Allah’ın kendine vermiş olduğu nimetleri hatırlamalıdır.
Peygamberimiz (sas) şöyle buyurur:
“Kim sabretmek isterse Cenab-ı Hak ona sabır ihsan eder. Kimseye sabırdan daha hayırlı, sabırdan daha büyük bir nimet verilmemiştir.”[26]
Bir diğer hadîs-i şerifinde ise: “Temizlik imanın yarısıdır. Elhamdülillah duası mizânı, süphanallah ve elhamdülillah sözleri ise yer ile gökler arasını sevap ile doldurur. Namaz nurdur; sadaka burhandır, sabır ziyâdır. Kur’an senin ya lehinde ya da aleyhinde delildir. Herkes sabahtan (pazara çıkar) nefsini satar; kimi onu âzâd kimi de helâk eder.” buyurmuştur.[27]
Alacağı tedbirleri bilemeyen insanın aczini düşünüp hayır ve şerrin yaratılışının ancak Allâh’tan olduğuna inanması ve sabretmesi büyük bir kemal mertebesidir. Bu anlayıştaki bir sabır, müminin Allah katında derecesini yükseltir.
Peygamber Efendimiz (sas): “Sabır dediğin, felâketle karşılaştığın ilk anda dayanmaktır” buyurdu.[28] Bu tahammülü gösteremeyen kişiler Allah’a karşı asi olurlar.
Sofilere göre, şikâyet yollu olmaksızın başa gelen musibetleri açıklama sabra aykırı değildir. Çünkü; (اَنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ) “Başıma musibet geldi” (Enbiya, 21/83) diyen Eyyub (as) için senakâr bir şekilde:
(اِنَّا وَجَدْنَاهُ صَابِرًا نِعْمَ الْعَبْدُ اِنَّهُ اَوَّابٌ) “Biz onu hakikaten sabırlı bulduk. O, ne güzel kuldu! Hakikat o, daima (Allaha) dönen (bir zât) idi.” (Sad, 38/44) buyurmaktadır.
Sabrın meyveleri riyazet ve tehzibdir. Riyazet, nefsin hayra alıştırılması, hallerin ve amellerin mevcut bulunduğu bir hale yükselmeye yaklaştırılmasıdır. Tehzib ise, doğru mu yalan mı diye makamların gereklerine dair imtihanı ve hallerin denenmesidir.
Sabır makamının itidalinin alameti, amellerin kolayca, manisiz ve muhalefetsiz bir şekilde meydana gelmesidir.[29]
Fakr

Fakr; kelime anlamı olarak malı gitmek, fakirlik, muhtaçlık, yoksulluk, düşünce, hırs gibi manalara gelir.
Istılahta ise; yoksulluk, Allâh’a muhtaç olma hali ve şuurudur. Kendini her yönden Allah’a muhtaç bilmedir.
El-fakr ilallâh, Allâh’a muhtaç olmaktır. El-fakîr ilallâh, kendini Allâh’a muhtaç bilendir.[30]
Sofiler, kalbi ve eli boş olan, zenginliğe karşı arzu ve meyli bulunmayan kimseye fakir derler. Rivayete göre Peygamber Efendimiz (sas)’e, “Fakir kimdir?” diye sorulmuş, o da (sas): “Fakir, kendisinde zenginlik sebeplerinden hiçbir şey bulunmayan, halktan bir şey dilenmekten utanan ve kendi durumu da halk tarafından bilinmediği için sadaka verilmeyen kimsedir” buyurmuşlardır.
Fakirin, kendisini Allah’tan uzaklaştıran her düşünce ve meyli bir tarafa atması gerekir. Hakiki fakir, dünya ve ahiret ayakkabısını ayağından atan ve kendi varlığından tamamıyla geçen insandır. Böyle bir fakir, hiçbir işi ve duyguyu ya da sıfatı kendisine mal etmez.[31]
Yüce Rabbimiz, fakirlerle ilgili olarak şöyle buyurur:
“(Sadakalar) kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için), bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler. Siz hayır olarak ne verirseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Bakara, 2/273)
Mal ve para bakımından yoksulluk, insanın elinde mal bulunmaması ya isteyerek ondan el çekmesi ya da elde edememesi sebebiyledir. Elini çekmişse bu hale “zühd” elde edemiyorsa “fakr” denir.
Sofi ve derviş karşılığı olarak “fakir” kelimesi de kullanılır. Tasavvufta övülen fakr, Türkçede yoksulluk anlamında kullanılan fakirlik değildir.
Fakr; tevazuu ve Cenab-ı Hakk’a karşı olan muhtaçlığı ifade eder. Zenginlik içinde iftikar, varlık içinde yokluk, maddeten zengin olduğu halde her şeyin izafi olduğunu idrak ederek ve Cenab-ı Hakk’tan olduğunu düşünerek daima onu anmaktır.
Fakir diye muhtaç olduğu şeyi kendi gayreti ile kendi gayreti ile elde edemeyene derler. Bu duruma göre bütün insanlar fakirdir. Çünkü hayatları boyunca Allah’a muhtaçtırlar. İlk yaratılışları da O’ndandır. Var etme, yaratma, rızıklandırma, hastalığa şifa verme her şey Allâh’a aittir.
Ebu Abdillah Hafif; “Sofi, kendisinde bir varlık görmeyen kimsedir. Fakir ise kendini fakr içinde sadece Allah’a yaklaşmak için yok ettiğini kabul edendir” der.[32]
İmam Gazali, başkasına muhtaç olana fakir denileceğini, malca bir ihtiyacı olana fakir denilemeyeceğini söyler.
Sühreverdî’ye göre fakr üç türlüdür:
Birincisi avamın fakrıdır, malı olmamaktır.
İkincisi, havassın fakrıdır ki kendi sıfatlarından fani olmaktır .
Üçüncüsü, havassu’l-havassın fakrıdır ki kendi vücudundan fani olmaktır. [33]
Tasavvufi eserlerde fakirler yani yoksullar üç dereceye ayrılırlar:
1. Bir şeye malik değillerdir. İçten olsun dıştan olsun kimseden bir şey istemezler, verilirse de almazlar.
2. Bir şeyleri yoktur, istemezler, fakat istemeden verilirse alırlar.
3. Zaruret olunca isterler.
Şakîk el-Belhî, Horasan’dan gelen İbrahim Ethem’e, “Şehrindeki fakirleri nasıl bıraktın?” diye sorar. O da “İyi bir halde bıraktım, bulurlarsa yerler, bulamazlarsa da sabrederler” dedi. Şakîk; “Ben de Belh köpeklerini aynı halde bıraktım” der. İbrahim: “Peki, sizin fakirleriniz nasıldır?” diye sorunca Şakîk: “Bulurlarsa başkalarına verirler, bulamazlarsa da şükrederler” der.[34]
Hakiki fakir; fakr halini Yüce Sübhan Hakk’tan gelen bir nimet bilir. Hem de özel bir nimet. Bunun için daima şükür görevini yerine getirir.
Ebubekir b. Tahir, fakirin özelliği konusunda şunu söyler: “Dünyaya karşı rağbet etmesi zaruri ise bunun kifayet miktarını geçmemesi, asgari ölçüyü aşmaması gerekir.
Tevazu

Tevazu kelimesi alçakgönüllü olmak, ıstılahta ise hakk’a teslim olmak, hükme itiraz etmemek demektir.[35]
Mütevazı; Allâh’ın ahlâkı ile ahlaklanan demektir. Bu, kula ahirette yeter bir şereftir.[36]
Hak Teâlâ; “Müminler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. O müminler ki, namazlarında havf (tevazu) sahipleridir.” (Müminun, 23/1-2) buyurur.
Mümin olan kimsenin zelil olan nefsi, itaat ve kolaylıkla Hakk’a boyun eğer. Cüneyd’e tevazudan sorulduğunda şöyle dedi: “Tevazu, şefkat kanatlarını halkın üzerine germek ve onlara yumuşak davranmaktır.[37]
Yine şöyle denilmiştir: “Tevazu öyle nimettir ki ondan kimse kıskanılmaz. Bir mihnettir ki onun üzerinde kimseye merhamet edilmez. İzzet, tevazudadır. Kim ki onu kibirde ararsa bulamaz.[38]
Peygamberimiz (sas): “Kalbinde hardal tanesi kadar iman olan hiçbir kimse cehenneme girmez; kalbinde hardal tanesi kadar tekebbür bulunan hiçbir kimse de cennete giremez.” buyurdu.[39]
Ebu Reyhâne (r,a) Hz. Peygamber (sas)’den şöyle rivayet etmiştir: “Cennete kibirden hiçbir şey giremez.” Orada bulunanlardan biri şöyle dedi:
“Ey Allah’ın Resulü! Ben, kamçımın şaklaması ve ayakkabımın sağlamlığı ile güzel görünmekten hoşlanırım, bu kibir midir?” Hz, Peygamber (sas):
“Hayır bu kibir değildir. Allah güzeldir güzeli sever. Kibir, hakkı küçük görmek ve başı gözü ile insanlarla alay etmektir.”[40]
Hz, Peygamber (sas), kibirlilerin cehenneme gireceğini şöyle anlatmıştır:
“Cennet ile cehennem münakaşa ettiler. Cehennem şöyle dedi: “Bana zâlimlerle kibirliler girecek.” Cennet onu şöyle cevapladı. “Bana zayıflarla yoksullar girecek.” Bunun üzerine Allah (cc) Cehenneme, “Sen benim azabımsın, seninle dilediğime azab ederim.”buyurdu. Cennete de “Sen benim rahmetimsin, seninle dilediğime rahmet ederim. Sizin her biriniz için dolu dolu insanlar var.” buyurdu.”[41]
Kibir, en büyük mahvoluş sebebidir. Süfyan-ı Sevrî şunları söylemiştir:
“İnsanların en şereflisi beş sınıftır: 1. Zahid alim, 2. Safi fakih, 3. Mütevazı zengin, 4. Haline şükreden fakir, 5. Peygamber soyundan gelen ehl-i sünnet ve cemaatten kişilerdir.[42]
Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der geçerler.” (Furkan, 23/63)
Yahya b. Muaz er-Razi şöyle der: “Tevazu herkeste güzeldir fakat zenginlerde daha güzeldir. Kibirlenmek herkeste çirkindir fakat fakirlerde daha da çirkindir.”[43]
Tevazuun son noktası; kulun, yüce Allah’ın her işteki hikmetini ve tek yaratıcı olduğunu bildiği için, övüldüğünde dahi bir zillet hali hissetmemesi, kötülendiğinde de kalbinde bir acı ve sıkıntı duymamasıdır. Çünkü kul, efendisinin önünde bir zillet hali hissetmez. Bu, muvahhitlerin (her şeyde yüce Allah’ın tek tasarruf sahibi olduğunu görenlerin) yoludur. Zira, tevazu sahibi, nefsin de bir kıymet gördüğü için onu alçaltır; tevhid ehli ise, nefsinde bir kıymet görmez ki, tevazu ile uğraşsın.[44]
Tevazuun alâmeti, kendisine hak olan bir şey emredildiği zaman burun büküp onu beğenmezlik yapmamaktır. Eğer nefsinde hakka karşı böyle bir duygu varsa, o hakkı kabulde kibirlenen bir kimsedir. Bu, büyük bir günahtır.[45]
Havf

Kelime olarak korkmak, endişe etmek, uyanık olmak, ihtiyatlı olmak manalarına gelmektedir. Haşyet de korkmak manasınadır. Korkmaktan maksat havfullah ve haşyetullah olan Allah korkusudur. Hâif, içinde Allah korkusu bulunan kimse demektir. Burada korku cesaret ve şecaat manasına da kullanılmıştır. Zira Allah korkusu cesaret ve şecaatin kaynağıdır.[46]
Sâlik, Allâh’ı ne kadar çok bilirse, o nispetle korkusu da artar. Çünkü salikin korkusu Allâh’ı bilmekten doğar. Korku, ya istenilmeyen bir şeyin olacağından veya sevilen ve kaybolacağı düşünülen bir şeyden hasıl olur. Bu itibarla korku, gelecek zamanla ilgilidir.
Sofiler, korkuyu üç dereceye ayırmışlardır:
Birinci derecedeki korku, imanın icap ettiği korkudur. Kur’ân-ı Kerîm’de yüce Mevla: “Sizi kendi dostlarından korkutmakta olan o şeytandır. Siz, onlardan korkmayın da bana isyan etmekten korkun, eğer müminlerseniz.” (Ali İmran, 3/175) ayet-i celilesi ile bu korkuya işaret etmiştir.
İkinci derecedeki korku ise, Allah’ı tanıyıp bilmekten doğan korkudur. Bu çeşit korkuya haşyet denir. Kur’ân-ı Kerîm’deki; “Allah’tan, kulları içinde, ancak âlimler korkar.” (Fatır, 35/28) ayet ile de bu ikinci derecedeki korku kast edilmiştir.
Üçüncü derecedeki korku da Allâh (cc)’ı bilip tanımanın şartı olan korkudur. Yani Rab Teâlâyı tanıyıp bilmeden önce ondan korkmak lazımdır.[47]
Ebu Hafs korkuyu şöyle anlatmıştır: “Korku, kalbin lambasıdır. Onunla kalpte olan hayır ve şerri görür.”
Ebu Ömer Dımaşkî ise; “Korkan o kimsedir ki şeytandan daha fazla nefsinden korkar” demiştir.
Fudayl b. İyaz’a şöyle sordular: “Bize ne oldu ki korkan birisini göremiyoruz?” Cevap olarak dedi ki: “Eğer siz, korkan kimseler olsaydınız, muhakkak korkanları görecektiniz. Zira korkanı, ancak korkanlar görür.”
İbrahim b. Şeyban ise; “Korku kalpte yerleştiğinde, kalpteki şehvet noktalarını yakar ve dünya rağbetini oradan kovar” diyerek tarif etmiştir.
“Korku, Rabbin celâlinden ötürü kalbin hareket etmesidir.”[48]
“Sonra, bunun arkasından yine kalpleriniz katılaştı. Şimdi o, taş gibi veya daha katı. Çünkü öyle taşlar vardır ki ondan ırmaklar kaynar, öylesi vardır ki yarılıp ondan su fışkırır, öylesi de vardır ki Allah korkusuyla yukardan aşağı düşer (yükseklerden aşağı yuvarlanır). Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Bakara, 2/73)
“Kim de Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır.” (Nâziât, 79/40-41)
Ukbe b. Amir, Resülullah (sas)’a sordu: “Ya Resulallah, kurtuluş nedir?” Resülullah (sas): “Dilini muhafaza et, evine git ve günahına ağla” buyurdu.”[49]
Bizlere örnek olması babından Efendimiz (sas) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar:
“Allah katında iki damla ve iki izden daha sevimli bir şey yoktur. Biri, Allah korkusundan dolayı akan yaş ve Allah yolunda dökülen kan damlaları. Diğeri, Allah yolunda alınan yara izi ve farzları ifa ederken insan vücudunda meydana gelen izler.”[50]
Sehl Tüsteri; “Kul Allah’tan başkasından da korkar fakat Allah Teala’dan ümitli olursa Hak Teala onu korktuğundan (Cehennem’den) emin kılar. Bu durumda, o kul ile Allah arasında bir korku perdesi (hicap) var demektir” der.[51]
İnşaAllâh, “Tasavvufta Makam ve Mertebeler IV” başlıklı yazı ile devam etmeye çalışacağız…
[1] Kaşânî, Istılahat-ı Sofiyye, s. 38.
[2] Kelabazi, Taarruf, s. 142.
[3] Eflakî, Menakıbu’l-Arifin, s. 710.
[4] Necmuddin Kübra, Tasavvufi Hayat, s. 47.
[5] İbn Mace, Zühd, 1.
[6] Sühreverdi, Avarifu’l-Maarif, s. 609.
[7] Kuşeyri Risalesi, s. 167.
[8] İmam Gazali, 40 Kudsi hadis, Hadis no: 31.
[9] İmam Gazali, Tasavvuf Esasları, s. 171.
[10] İbnu Haldun, Şifau’s-Sail (Tasavvufun Mahiyeti), Hazırlayan: Süleyman Uludağ, s. 142.
[11] Molla Cami, Nefehatu’l-Üns, s. 41.
[12] Müslim, İman, 78; Ebu Davud, Salât, 248.
[13] Mahir İz, Tasavvuf, s. 134.
[14] Abdulbari en-Nedvi, Tasavvuf ve Hayat, Tercüme: Mustafa Ateş, s. 94-95.
[15] Ebu Davud, Edeb, 101.
[16] Sühreverdi, Avarif, s. 601-602.
[17] Buhari, Rikak, 28; Müslim, Cennet, 1.
[18] Taberani, Mucemül Kebir, C. 8, s. 1.
[19] Sühreverdi, Avarif, s. 610.
[20] Kelabazi, Taarruf, s. 143.
[21] Sühreverdi, Avarif, s. 611.
[22] Kutub, Fizilali’l-Kur’ân, C. 9, s. 264.
[23] İmam Gazali, Evliyalar Yolu, s. 271.
[24] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 83.
[25] Sühreverdi, Avarif, s. 612.
[26] Buhârî, Zekât, 50, Rikak 20; Müslim, Zekât, 124.
[27] Müslim,Tahâret, 1. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât, 86.
[28] Buhârî, Cenâiz, 32, 43; Ahkâm 11; Müslim, Cenâiz, l4-l5.
[29] İmam Gazali, Tasavvufun Esasları, s. 162-163.
[30] Kelabazî, Taarruf, s. 282.
[31] Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, C. 1, s. 655.
[32] Lâmii, Nefahat, s. 18.
[33] Sühreverdî, Avârifu’l-Maârif, s. 615.
[34] İhya, C. 4, s. 267.
[35] Kuşeyri, Risale, s. 196.
[36] Gazali, Tasavvuf Esasları, s. 154.
[37] Kelabazi, Taarruf, s. 146.
[38] Kuşeyri, Risale, s. 199.
[39] Müslim, İman, 147, 148, 149; Ebû Dâvud, Libâs, 26; Tirmizi, Birr, 610; İbn Mâce, Mukaddime, 9; Zühd, 16.
[40] Müslim, İman, 47; Ahmed b Hanbel, lV / 133-134.
[41] Müslim, Cennet, 34, 35, 36.
[42] Kuşeyri, Risale, s. 199.
[43] Age, s. 199.
[44] Gazali, age., s. 155.
[45] Gazali, age., s. 156.
[46] Kelabazi, Taarruf, s. 147.
[47] Eflaki, Menakıbu’l-Arifin, s. 661.
[48] Kuşeyrî, Risâle, s. 178-179.
[49] Tirmizi, Zühd, 60; Ahmed b. Hanbel, 5/259.
[50] Tirmizi, İlim, 16; İbn Mace, Mukaddime, 6.
[51] Kelabazi, Taarruf, s. 148.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.