Musa Kazım GÜLÇÜR
12 Haziran/2019
İçindekiler
Hz. Âsiye’nin (as) “Kim Galip Geldi?” Sorusu 9
❖
Giriş

“Tebettül” kelime anlamı olarak, halktan ve dünyadan ayrılarak, bir diğer manada masivadan uzaklaşarak, ihlâs ile Hakka ve ibadete yönelmek gibi esas anlamlarının yanı sıra, evlenmekten vazgeçip, züht içerisinde yaşamaya da bir unvan olmuştur.
Şimdi aktaracağımız âyet-i kerimede, bireylerin gönülden Allâh’a bağlanmaları, kendilerini ihlâs ile O’na adamaları ve bütünüyle ibadete yönelmeleri manasına “tebettülün” inançlı bireylerden talep edildiği görülmektedir.
“Rabbinin yüce adını an. (İbadetinde O’ndan başka her şeyden kesilerek) yalnız O’na yönel.” (Müzzemmil Suresi, 73/8)
İffetine ve namusuna özen gösteren ve kendisini gönülden Allâh’a adayan kadınlar için bu kelimeden türeyen “Betül” kelimesi kullanılmış, Hz. Meryem’e ve Efendimiz (sas)’in kızı Fatıma’ya (r. anhâ) da bu isim bir sıfat şeklinde verilmiştir.
İnsanlık tarihi boyunca tevhid yolunda ve ilahi hedefler uğruna büyük fedakârlıklar gösteren, dünyevî her şeyi, hatta evliliği dahi bir kenara bırakıp -çünkü “betül” kelimesinin ikinci anlamı da budur[1]– kendisini bütünüyle Allâh’a adamış ve “betül” sıfatına layık görülmüş saliha kadınlar ve saliha hanım evliyalar vardır. Onların namı insanlık tarihinde güçlü ışık yayan yıldızlar gibi parlamaktadır.
Ancak hemen belirtmeliyiz ki bilhassa evliliği terk edip, bütünü ile Allâh’a yönelmek Efendimiz (sas) tarafından yasaklanmış, bireyler kesin bir şekilde evlenmeye ve nesillerini evlilik yolu ile devam ettirmeye teşvik edilmişlerdir. Enes b. Mâlik’ten rivayet edildiğine göre Nebi (sas) evliliği emreder, evlenmemeyi (betül olmayı) şiddetle yasaklar ve: “Sizi sevecek, doğurgan kadınlarla evleniniz. Muhakkak ki diğer ümmetlere karşı sizlerin çokluğu ile iftihar edeceğim” buyururdu.[2]
Kadınlık dünyasının Rabiatu’l-Adeviyye (718-801) gibi bazı evlenmeyen ünlü sufîleri için verilen “Betül” sıfatı ise, bu genel kaide içerisinde istisnai bir durumdur ve bilindiği üzere istisnalar kaideyi bozmaz.
“Betül” kelimesi, bilindiği üzere “iffetli” manasına halen bayanlara bir isim olmaya devam etmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere bu isim Meryem ve Fatıma validelerimiz için bir sıfat olmuştur. Efendimiz (sas)’in, “Cennet kadınlarının en üstünleri; Hatice bintü Huveylid, Fatıma bintü Muhammed, Meryem bintü İmran ve Firavunun zevcesi Âsiye bintü Müzahimdir.”[3] buyurması vesilesi ile, “Cennet kadınlarının en faziletlileri…” kategorisindeki bu dört muhteşem ve betül şahsiyetin yüksek manevi dereceleri elde etmelerine vesile olan kahramanlıklarını kısaca da olsa anmanın faydalı olacağını düşünüyoruz.
Buradaki sıralamayı da Efendimiz’in (sas) hadîs-i şerifinde yer alan sıralamaya uygun şekilde yapacağız.
❖
Hz. Hatice (r. anha)

Miladî 556 yılında Mekke’de doğduğu rivayet edilir. Kendisi ile evlendiğinde Efendimiz (sas) yirmi beş, Hatice validemiz ise kırk yaşındaydı. Üstün iffeti sebebi ile “Tâhire”, Efendimiz’in (sas) ilk hanımı olması itibarı ile “Kübrâ” sıfatları ile anılmıştır.
Efendimiz (sas)’in Hz. Hatice validemizden Abdullah, Kâsım, Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma adlarında altı çocuğu olmuştur.
Hz. Hatice validemiz Efendimiz (sas)’e ilk inanandır. Bütün varlığını Efendimiz (sas)’e hasretmiştir. Efendimiz’in Cebrâil (as) ile ilk karşılaştığı ve “Oku!” (Alak Suresi, 96/1) diye başlayan ilk vahyi aldığı gün, korkup endişe ile evine gelmiş, Hz. Hatice’ye üstünü iyice örtmesini söylemiş, “Bana neler oluyor, Hatice?” diye sorduğunda, Hz. Hatice validemiz, zulüm çağında nerdeyse insanların büsbütün unutmuş olduğu, Efendimiz (sas)’in şu üstün vasıflarını tekrar hatırlatarak onu şöyle teselli etmiştir:
“Allah’a yemin ederim ki, O seni hiçbir zaman utandırmaz. Çünkü sen akrabanı koruyup gözetirsin. Konuştuğun zaman dosdoğru konuşursun. İşini görmekten âciz olanlara yardım edersin. Fakirlerin elinden tutarsın. Misafiri ağırlarsın. Haksızlığa uğrayan kimselere arka çıkarsın.”[4]
İbn-i Abbas (ra) anlatıyor:
Peygamber Efendimiz yere dört çizgi çizdi ve:
“Bu çizgileri niye çizdiğimi biliyor musunuz?” diye sordu. Ashab hazeratı:
“Allah ve Resulü daha iyi bilir” dediler. Bunun üzerine Allah Resulü (sas):
“Cennet kadınlarının en faziletlileri Hatice bint-ü Huveylid, Fâtıma bint-ü Muhammed, Meryem bint-ü İmran ve Firavun’un hanımı Âsiye bint-ü Muzâhim’dir” buyurdular.[5]
Hz. Ali (ra) anlatıyor: “Resülullah (sas) buyurdular ki: “(Ahiretin) En hayırlı kadını Meryem bintü İmrân’dır. (Dünyanın) en hayırlı kadını Hatice bintü Huveylid’dir.”
Bu hadisin ravisi Ebu Küreyb, yine ravi zincirindeki Veki’in, Efendimizin (sas) bunu söylerken, eliyle semaya ve arza işaret ettiğini ifade etmektedir.[6]
Hatice annemizin fedakârlığına Cebrâil (as) da hayrandı. Vahiy meleği bir gün Resul-i Ekrem Efendimizle sohbet ediyordu. Hz. Hatice’nin elinde yiyecek ve içecek bulunan bir kapla gelmekte olduğunu haber verdi. Sonra da şunları söyledi:
“Hatice yanına geldiği zaman, ona Rabbinden ve benden selâm söyle! Ona cennette inciden yapılmış, sessiz ve huzurlu bir saray verileceğini müjdele!”[7]
Hz. Aişe (r. anha) rivayet ediyor:
“Nebi (sas) Hz. Hatice’yi sıklıkla anar, çok hayırla yad ederdi. Bir gün dayanamayarak kıskandım ve: “İhtiyar ve bir zamanlar ölüp gitmiş Kureyş’li bir kocakarının nesini anıp duruyorsun? Allah azze ve celle sana onun yerine daha hayırlısını verdi” demişti.
Resülullah Efendimiz (sas) şunları söyledi:
“Hayır, Allah azze ve celle bana ondan daha hayırlısını vermedi. Çünkü halk bana inanmazken o inandı. Herkes beni yalanlarken o beni doğruladı ve tasdik etti. Kimse bana bir şey vermezken o beni malıyla destekledi. Allâh azze ve celle bana ondan çocuklar ihsân etti.”[8]
Hz. Hatice, hangi mezhebe bağlı olursa olsun bütün Müslümanlar tarafından çok sevilmiş ve sayılmış, Arap olan ve olmayan İslâm toplumlarında Hatice adı kız çocukları için yaygın bir isim haline gelmiştir.
Hz. Hatice, yirmi beş yıl kadar süren mutlu bir evlilik hayatından sonra hicretten üç yıl kadar önce 19 Nisan 620 yılı (10 Ramazan) gününde vefat etmiştir.
❖
Hz. Fâtıma (r. anha)

Miladî 605 yılında Mekke’de doğdu. Efendimiz (sas) Hz. Hatice validemizden dünyaya gelen en küçük kızıdır. Lakabı, “aydınlık yüzlü” anlamında “Zehra” olmakla beraber, “Betül” sıfatıyla da anılmaktadır.
“Fatıma” kelimesi “tebettül / betül” kelimesi ile paralel bir anlam taşır. O da “bir kimsenin kendisini dünya ve mafihadan uzaklaştırması, Allâh’a ve O’nun sevdiği amellere yaklaştırması, sevmediklerinden uzak tutması” anlamı taşımasıdır. Hazreti Fâtıma (r. anhâ) validemize bu ismin veriliş nedeni konusunda Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Allah (cc), onu ve onu sevenleri, Cehennem’inden uzak tutacağı için, kızıma “Fâtıma” adını verdim.”[9]
Fatıma validemiz küçüklüğünden itibaren o vahşi sayılabilecek toplumda, babasının tam anlamıyla bir göz nuru idi ve bilhassa da kız çocuklarına kıymet ve değer verilmediği o dönemde tabir caizse babasından bir prenses muamelesi görüyordu. Onun da babasına olan sevgi ve saygısı aynı seviyede cereyan ediyordu. Hicretten önce Kabe’de Efendimiz (sas) namaz kılarken, müşriklerin kötülük yapması üzerine, yanına ilk gelen kişi kızı Fatıma olmuştur. Babasının üzerini temizlemiş ve bu kötülüğü yapanlara şiddetli öfkesini ve kızgınlığını ifade etmiştir.[10]
Hz. Peygamber (sas) sefere giderken, aile fertlerinden en son Fatıma ile vedalaşır, seferden dönünce de ilk olarak onunla görüşürdü.[11] Kadınlardan en çok Fatıma’yı, erkeklerden de en çok Ali’yi sevdiğini söyleyen[12] Resul-i Ekrem (sas): “Fatıma benim bir parçamdır, onu sevindiren beni sevindirmiş, onu üzen beni üzmüş olur.”[13] buyurmuş, “Bana melek gelerek Fatıma’nın Cennetliklerin hanımefendisi olduğunu müjdeledi” demiştir.[14]
Uhud gazvesinde, Hz. Peygamberin (sas) yanağına isabet eden demir parçasının yüzünü yaralaması ve dişinin kırılması üzerine Hz. Fâtıma, Hz. Ali’nin kalkanına doldurup getirdiği su ile babasının yüzündeki kanı yıkamış, ancak suyun akan kanı durdurma yerine daha da artırdığını görünce, bir hasır parçasını yakarak külünü yaraya bastırmış ve akan kanı durdurmayı başarmıştır.[15]
Hz. Aişe (r. anha) anlatıyor:
“Ben, Resülullah’ın (sas) kızı Fatıma kadar oturması ve kalkmasında, davranış, tutum ve vakarında Resülullah’a benzeyen başka birisini görmedim. Fatıma, Peygamberin (sas) yanına geldiğinde, Peygamber yerinden kalkıp ona doğru gider, onu öpüp kendi yerinde oturturdu. Peygamber (sas) de onun yanına geldiğinde, Fatıma yerinden kalkar, babasını öper ve kendi yerine oturturdu.
Hz. Aişe (r. anha) devamla şöyle anlatıyor:
“Resülullah’ın hastalığı esnasında Hz. Fâtıma geldi. Resülullah Fâtıma’yı görünce: “Ey kızım, merhaba!” dedi. Sonra yanına oturttu. Gizlice konuştular. Fâtıma çok ağladı. Bir daha gizli olarak bir şeyler söyledi. O zaman Fâtıma güldü. Kendi kendime dedim ki: “Ben Fatıma’yı kadınların en akıllılarından sanıyordum, oysaki o da diğer kadınlar gibiymiş.” Gizli olarak ne konuştuklarını sorduğumda Fatıma: “Resülullahın sırrını ifşa edemem” dedi.
Resülullah ahirete intikal edince, Fâtıma’dan gizli olarak konuştuklarının ne olduğunu tekrar sordum. Hz. Fâtıma dedi ki: “Babam bana Cebrail’in her yıl Kur’ânı bir defa arz ettiğini, ama bu yıl Kurân’ı iki defa mukabele ettiğini, bundan da ecelinin yaklaştığını anladığını söyledi ve şunu ilave etti: “Ailemden bana ilk ulaşacak olan sensin. Ben senin için güzel bir önden gidenim.” Bunun üzerine ağladım. İkinci kere gizli konuştuğumuzda, bu defa beni sevindirdi: “Mümin kadınların -veya bu ümmetin kadınlarının- efendiliğine razı olmaz mısın?” dedi. Bu habere sevindim ve güldüm.[16]
Hz. Fatıma, Resülullah’ın dâr-ı bekâya irtihalinden beş buçuk ay sonra 22 Kasım 632 (Hicrî: 3 Ramazan 11) tarihinde vefat etti.
❖
Hz. Meryem (as)

“Allah, iffetini sapasağlam koruyan ve bizim kendisine ruhumuzdan üflediğimiz, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını doğrulayan İmran kızı Meryem’i (inananlara) örnek gösterdi. O itaat edenlerdendi.” (Tahrim, 66/12)
Hz. Ali (ra) anlatıyor: “Resülullah (sas) buyurdular ki: “(Ahiretin) en hayırlı kadını Meryem bintü İmrân’dır. (Dünyanın) en hayırlı kadını Hatice bintü Huveylid’dir.” Bu hadisin ravisi Ebu Küreyb, yine ravi zincirindeki Veki’in, Efendimizin bunu söylerken, eliyle semaya ve arza işaret ettiğini ifade etmektedir.[17]
Ebu Musa’dan rivayet edildiğine göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuşlardır:
“Erkeklerden pek çokları (nihai) kemâle ermişlerdir. Kadınlardan ise İmran’ın kızı Meryem ve Firavunun karısı Asiye’den başka kimse (nihai) kemâle erememiştir.”[18]
Bilindiği üzere İmran’ın hanımı, karnındaki çocuğu Allah yolunda hizmet için adamıştı. O dönemdeki Yahudi geleneklerine göre mabetlere yalnızca erkek çocuklar hizmet amacı ile adanıyordu. Ancak çocuk kız doğmuş, buna rağmen İmran ailesi adaklarında ısrar etmişlerdi. Kur’ân-ı Kerîm bu adamayı şöyle dile getirir:
“Hani, İmran’ın hanımı, ‘Rabbim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin’ demişti. Onu doğurunca, ‘Rabbim!’ dedi, ‘Onu kız doğurdum.’ -Oysa Allah, onun ne doğurduğunu ve (onun istediği) erkek çocuğun hiçbir zaman bu kız gibi olamayacağını bilmektedir- ‘Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bırakıyorum. Bunun üzerine Rabbi o adağı güzel bir şekilde kabul buyurdu ve Meryem’i güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriya, onun bulunduğu bölmeye her girişinde yanında bir yiyecek bulurdu. ‘Meryem! Bu sana nereden geldi?’ derdi. O da ‘Bu, Allah katından’ diye cevap verirdi. Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” (Ali İmran, 3/35-37)
Meryem adı verilen çocuğun bakım ve gözetimi, Kur’ân-ı Kerîm Âli İmran Suresi 35-45 ayetleri arasında ayrıntıları verilen geniş dinî tartışmalar sonucunda Hz. Zekeriya (as) tarafından üstlenilmiştir.
Kızların Beyt-i Mukaddese adanması ve orada hizmet etmesi olağan değildi. Ancak Cenâb-ı Hak bu adağı “güzel bir şekilde kabul buyurdu ve yine pek güzel bir tarzda Meryem’in yetişmesini sağladı. Evet, adı “Meryem” konulmuştu. Kur’ an-ı Kerim’in “وَأَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا” (Âli İmran, 3/37) tabirini, “Rabbi onu, çok güzel bir çiçeği büyüttüğü gibi büyüttü” şeklinde anlamak, Kur’an kelimelerinde zaten var olan ahengi Türkçeye aktarmaya çalışmak şeklinde yorumlanabilir. Böylece Meryem, mümtaz kılınmış kutlu bir kadın olarak yetişti.
Kur’an-ı Kerim bu hususu şöyle belirtiyor:
“Hani melekler dediler ki: Meryem! Muhakkak ki Allah seni seçti. Seni tertemiz kıldı. Ayrıca seni dünyadaki bütün kadınlara üstün kıldı.” (Âli İmran, 3/42)
Rabbi onu, daima melekleri ile hıfz ve inayeti altında yetiştirdi. Bu büyük kadın, neticede Cenâb-ı Hakk’ın izni ve takdiri ile kul ve peygamber Hz. İsa’nın annesi olmak şerefine ulaştı.
“Meryem oğlu İsa’yı ve annesini büyük bir mucize kıldık ve her ikisini de oturmaya elverişli, akarsulu yüksek bir yere yerleştirdik.” (Müminun, 23/50)
“İffet ve namusunu gerektiği gibi koruyan o kadını (Meryem’i) de an ki, biz ona ruhumuzdan üfledik; kendisini de oğlunu da âlemlere açık bir âyet (belirgin bir mucize) yaptık.” (Enbiya, 21/91)
❖
Hz. Asiye (as)

Hz. Asiye, zalim ve hain Firavunun karısı olduğu halde, Allah’a iman etmiş bir kadındır. Allah’a imanı ve Hz. Musa’yı himayesi sebebiyle Allah (cc) ona yüksek dereceler vermiş, şehadet nasip etmiş, aynı zamanda Peygamber Efendimizin (sas) şu övgüsüne mahzar etmiştir:
Ebu Musa’dan rivayet edildiğine göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuşlardır:
“Erkeklerden pek çokları (nihai) kemâle ermişlerdir. Kadınlardan ise İmran’ın kızı Meryem ve Firavunun karısı Asiye’den başka kimse (nihai) kemâle erememiştir.”[19]
“Allah, iman edenlere, Firavunun karısını örnek gösterdi. Hani (Asiye), “Rabbim! Bana kendi katında, cennette bir ev yap. Beni Firavundan ve onun yaptığı işlerden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar!” demişti.”(Tahrim, 66/11)
Tahrim suresindeki bu âyet-i kerimenin, müminleri sıkıntılara karşı sabra teşvik için nazil olduğu söylenmiştir. Yani, sizler sıkıntılı zamanlarda sabretme konusunda Firavunun eziyetine katlanan, Hz. Asiye’den daha zayıf olmayınız denmek istenmiştir.
Hz. Âsiye, Hz. Musa’nın (as) halasıdır. Kurtubî’nin Ebu’l-Âliye’den naklettiğine göre Firavun, hanımı Âsiye’nin Musa’ya (as) iman ettiğini öğrenince, danışma kurulunu toplamış ve onlara şöyle sormuştur:
“Siz Müzahim kızı Âsiye’yi nasıl bilirsiniz?” Kurul ondan övgüyle söz ettiler. Onlara:
“Ancak o benden başka bir rabbe ibadet ediyor” dedi. İleri gelenler ona:
“Öyleyse onu öldür” dediler.
Bunun üzerine onun için yere kazıklar çakıldı, Asiye’nin elleri ve ayakları bu kazıklara bağlandı. Asiye:
“Rabbim! Bana kendi katında, Cennette bir ev yap. Beni Firavundan ve onun yaptığı işlerden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar!” diye dua etti.
Bu esnada Firavun da hazır bulunuyordu. Asiye, Allâh’ın (cc) kendisi için Cennette hazırlamış olduğu köşkünü görünce güldü. Firavun:
“Bu kadının deliliğine hayret etmiyor musunuz? Biz ona işkence ediyoruz, o ise gülüyor” dediği anda Asiye’nin ruhu kabz olundu.
Kurtubi, Osman en-Nehdî’nin Selman-ı Farisî’den şu rivayetini de aktarmaktadır:
“Firavun, karısına, güneş altında bırakmak sureti ile işkence ediyordu. Fakat Firavun oradan ayrıldığında, melekler Asiye’yi kanatları altında gölgelendiriyor, Âsiye cennetteki evini görüyordu.”
Güneşte elleri ve ayaklarının çivilendiği, sırtının üzerine bir değirmen taşı konulduğu, yüce Allah’ın ise ona cennetteki yerini gösterdiği de söylenmiştir.[20]
❖
Hz. Âsiye’nin (as) “Kim Galip Geldi?” Sorusu

Taberî’nin belirttiğine göre:
Hz. Asiye: “Kim galip geldi?” diye soruyordu. Ona:
“Musa ve Harun galip geldi” denilince,
“Ben, Musa ve Harun’un rabbine iman ettim.” dedi. Firavun da adamlarına:
“Bulabileceğiniz en büyük kayayı getirin. Eğer o, bu sözünde devam edecek olursa, o kayayı onun üzerine bırakın. Şayet sözünden dönerse o benim karımdır.”
Firavunun adamları, Asiye’nin yanına varınca kadın gözlerini semaya çevirdi. Orada, Rabbinin kendisi için Cennet’te yaptığı evi gördü. İmanında sebat etti. Allah da onun ruhunu bu haldeyken aldı. Firavunun adamları, kayayı cesedin üzerine attıklarında ise, aslında ruhsuz bir cesedin üzerine bırakmışlardı.[21]
Taberî’den aldığımız bu rivayette Hz. Âsiye’nin “Kim galip geldi?” sorusunun, hangi konu ile ilgili olduğu tasrih edilmemiştir. Daha başka tefsirlerde de bu ayrıntının ele alındığına dair bir veri bulamadık.
Acizane kanaatimizce, delilsiz bir şekilde re’ye dayalı bir yorum yapmaktan Allâh’a (cc) sığınarak ve de Kur’ân-ı Kerîm’den aldığımız bilgiye dayanarak, Hz. Âsiye’nin bu sorusunun, Kur’ân-ı Kerîm’de en az dört surede (Araf, Yunus, Tâhâ ve Şuarâ) tafsilatlı bir şekilde anlatılan, Hz. Musa (as) ve Firavun’un büyücüleri arasında bir bayram gününde, halkın gözleri önünde cereyan eden “asâ mucizesi” hadisesi ile ilgili olduğunu anlamaktayız.
Firavun ile anlaşan sihirbazlar, Kur’ân-ı Kerîm’de beyan edildiği üzere ondan bilhassa da yönetimde yer alma ile ilgili şu soruyu sormuşlardır:
“Sihirbazlar Firavun’a geldiler ve: ‘Galip gelenler bizler olursak, mutlaka bize bir mükâfat vardır, değil mi?’ dediler.” (Araf, 7/113) Aynı soru Şuarâ suresi 26/41’de de yer alır.
Firavun, bunun üzerine sihirbazlarla bir antlaşma yaptı. Bu antlaşmaya göre sihirbazlar galip gelirlerse, hem yönetimde yüksek bir yer edinecekler hem de Firavun rejiminin bağlı olacağı din, sihirbazların temsil ettiği batıl din olacaktı. Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de Şuarâ suresi 40-43’te ayrıntılandırılmıştır.
Bir bayram günü halkın gözü önünde cereyan eden hadisede, sihirbazlar civaya batırdıkları kalın urganlar ile, içini yine civayla doldurdukları değnekleri atıp, “Firavunun üstünlüğüne yemin ederiz, galip gelecek olanlar elbet biziz, biz!” (Şuarâ, 26/44) demişlerdir.
Bu ayet-i kerimeden anlaşılacağı üzere, sihirbazlar şayet galip gelselerdi, halkı da bu batıl ve sahte dine inandırmaya kendilerince güçlü bir etken olsun diye “Firavunun üstünlüğüne yemin olsun” cümlesini, halkın duyacağı şekilde söylemişlerdir.
Attıkları urganlar güneşin harareti ile ısınınca hareketlenmeye başlamış ve dört bir yanda hızlıca koşan yılanlar haline dönüşmüşlerdir. Hz. Musa (as) ilk anda, bundan dolayı korkup heyecana kapılsa da (Tâhâ, 20/67) kendisine, “Sağ elindekini at” (Tâhâ, 20/69) diye vahyedilmiş, o da bunun üzerine elindeki asasını fırlatmıştır. Bir de ne görsünler, “O, apaçık bir ejderhadır.” (Araf, 7/107; Şuara, 26/32). Ejderha ağzını açarak, sihirbazların attıkları tüm urganları ve sopaları yutmuştur. Hz. Musa (as) ejderhayı tekrar eline aldığında, eski haline yani asaya dönüşmüştür. Büyücüler bunu görünce Firavuna;
“Biz, sihir hususunda insanlarla yarışırdık, ama yendiğimizde de yenildiğimizde de iplerimiz ve urganlarımız kalırdı, yok olmazdı. Ancak ne var ki hak haktır” demişler ve secdeye kapanmış, alemlerin Rabbine iman ile, O’nun varlığını ve birliğini tasdik etmişlerdir. Bunun üzerine Firavun:
“Demek, ben size izin vermeden Musa’ya inandınız ha! Şüphe yok ki, o size sihri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi ant olsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve mutlaka sizi hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabı daha şiddetli ve daha kalıcıymış göreceksiniz” dedi. Sihirbazlar ise şöyle dediler:
“Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratan Allâh’a karşı seni asla tercih etmeyeceğiz. Artık ne hüküm vereceksen ver. Sen ancak bu dünya hayatında hüküm verebilirsin. Şüphesiz ki biz, günahlarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihri affetmesi için, Rabbimize iman ettik. Allah’ın vereceği mükâfat daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (Tâhâ, 20/71-73)
Netice itibariyle, Hz. Âsiye’nin (as) işkence gördüğü esnada, büyücülerle Hz. Musa (as) arasında gerçekleşen bu mücadelenin neticesini, “Kim galip geldi?” şeklinde etrafındakilere sorduğu kanaatindeyiz. Kendisine “Musa ve Harun galip geldi” denilince de “Ben, Musa ve Harun’un rabbine iman ettim” demek suretiyle imanını yeniden tazelemiş ve şehadet şerbetini içmiştir. Firavun, Hz. Âsiye’nin (as) yanı sıra bu yarışmanın ardından, büyücüleri de Allah’a (cc) ve Hz. Musa’ya (as) iman etmeleri nedeniyle öldürtmüştür.
❖
Tebettülün Dereceleri

“Tebettül” kelimesini derecelendirenler olmuştur. Buna göre:
1. İbadet niyeti, kastı ve tam bir ihlâs ile Allâh’a yönelerek, “Sen Allah de! sonra da onları bırak kendi batıllarında oynaya dursunlar.” (Enam Suresi, 6/91) âyet-i kerimesinin işârî manasına dâhil olmak ilk dereceyi oluşturur.
2. Havf ve recâ duygusundaki gelişmeye paralel bir şekilde dünyevî lezzetlere ve ilgilere karşı alakasızlaşmak ise daha yüksek bir derecedir.
3. Nefsanî hazlardan, kalbini ve aklını ifsat edebilecek fikrî teşevvüşlerden kısaca masivadan infisal ile inâbe, tevekkül ve meâliye iştiyak helezonlarına tutunarak Allâh’a ittisal için yol almak ise en yüksek derece olarak kabul edilmiştir.
❖
Sonuç

Tebettül, kulun imanındaki enginliğinin ve Allâh’a (cc) yakınlığının bir remzi ve işaretidir. Tebettül, kulun duasına Rabbinin cevabı için önemli vesilelerden birisidir. Tebettül ile kalp parlar, insanın gönül dünyası daha bir aydınlık hale gelir. Tebettül, kulun Allah ile olan irtibatındaki sağlamlığı ve ihlâsındaki bütünlüğü gösterir. Tebettül ile kul, büyük bir sevaba ve en önemlisi de Rabbin rızasına mazhar olur.
Çok daha güçlü bir şekilde ifadelendirilmesi gereken bu ışıktan şahsiyetler; yüksek ve abidevî ahlâkî duruşları, en bariz ve en mümeyyiz vasıfları olan ve kesinlikle toz kondurulamaz pîr u pâk iffetleri, imrendiren dini tutum, tavır ve hayatları ile temayüz etmişlerdir.
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes
Hazretlerinden fikrî teşevvüşlerden kurtulunması, havf ve recâ dengesinin
korunması ve bu ışıktan şahsiyetlerin şefaatlerine nail olunması dilek ve
temennilerimizle…
❖
[1] Lisanu’l-Arab, 1/311.
[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/158; Bezzâr, Müsnedü’l-Bezzâr, C. 13, s. 95, (Hadis no: 6456), Müessesetu Ulumi’l-Kur’ân, Beyrut-1988; Taberanî, Mu’cemu’l-Evsat, C. 5, s. 207, (Hadis no: 5099), Dâru’l-Harameyn, Kahire-1995.
[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/293, 316; Taberanî, Mu’cemu’l-Kebîr, C. 23, s. 7 (Hadis no: 1, 2, 3); Hâkim, Müstedrek, 2/584 (Hadis no: 3893).
[4] Buharî, Bedü’l-Vahy, Enbiya 21, Tefsir, Alak Tabir 1; Müslim, İman 252, (160); Tirmizî, Menâkıb 13, (3636).
[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/293, 316; Taberanî, Mu’cemu’l-Kebîr, C. 11, s. 336 (Hadis no: 11928).
[6] Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 69, (2430); Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20; Enbiya 45; Tirmizî, Menâkıb, (3887).
[7] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20.
[8] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/118.
[9] Deylemî, Firdevsu’l-Ahbâr, C. 1, s. 426, (Hadis no: 1395), Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut-1987.
[10] Buhari, Vüdu, 69; Müslim, Cihad, 107, 110.
[11] Ebu Davud, Tereccül, 21.
[12] Tirmizi, Menâkıb, 60.
[13] Buhari, Fezâilü’s-Sahabe, 12, 29; Müslim, Fezâilü’s-Sahabe, 93, 94.
[14] Hâkim, Müstedrek, 3/151 (Hadis no: 4784, 4785).
[15] Müslim, Cihad, 101.
[16] Tirmizî, Menâkıb: 61 (Hadis no: 3872); Nesâî, Es-Sünenü’l-Kübra, C. 7, s. 393, (Hadis no: 8310, 8311), Beyrut-2001; Buhari, Fezâilü’s-Sahabe, 12; Buhari, Edebu’l-Müfred, C. 2, s. 519 (Hadis no: 947), Mektebetu’l-Maarif, Riyad-1998.
[17] Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 69, (2430); Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20; Enbiya 45; Tirmizî, Menâkıb, (3887).
[18] Müslim, Fezâuilu’s-Sahabe 70, (2431); Tirmizî, Et’ime 31, (1835).
[19] Müslim, Fezâuilu’s-Sahabe 70, (2431); Tirmizî, Et’ime 31, (1835).
[20] Kurtubî, El-Câmiu Li Ahkâmi’l-Kur’ân, C. 21, ss. 104-105, (Tahkik: Abdulmuhsin et-Türkî), Müessesetü’r-Risale, Beyrut-2006.
[21] İbn Cerir et-Taberi, el-Câmiu’l-Beyan an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, C. 23, s. 115, (Tahkik: Abdulmuhsin et-Türkî), Dâru Hicr, Kahire-2001.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.