Musa Kâzım GÜLÇÜR
2 Ekim/2019
İçindekiler
Söz Taşıma ve Gıybet İlişkisi 3
Giriş

Kur’ân-ı Kerîm, yüce ve yüksek ahlâkın daha iyi anlaşılabilmesini sağlayacak tarzda, gayr-ı ahlâkî tutum ve tavırların temel özelliklerini, bir şahsın manevî profilinden göstererek bizleri şu şekilde ikaz etmektedir:
فَلَا تُطِعِ الْمُكَذِّبِينَ وَدُّوا لَوْ تُدْهِنُ فَيُدْهِنُونَ وَلَا تُطِعْ كُلَّ حَلَّافٍ مَّهِينٍ هَمَّازٍ مَّشَّاء بِنَمِيمٍ مَنَّاعٍ لِّلْخَيْرِ مُعْتَدٍ أَثِيمٍ عُتُلٍّ بَعْدَ ذَلِكَ زَنِيمٍ أَن كَانَ ذَا مَالٍ وَبَنِينَ إِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آيَاتُنَا قَالَ أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ
“O hâlde yalanlayanlara boyun eğme. İstediler ki, sen yağcılık yapasın da onlar da yağcılık yapsınlar (sana yumuşak davransınlar). Yemin edip duran, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan söz taşıyan, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günaha dadanmış, kaba saba, bütün bunların ötesinde bir de soysuz olan kimseye, mal ve oğulları vardır diye sakın boyun eğme. Âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman, “öncekilerin masalları!” der.” (Kalem, 68/8–15)
Müfessirlerin çoğunluğu bu ayet-i kerîmelerde belirtilmiş bulunan; “doğru yoldan sapma, yalan söyleme, yalan yere yemin etme, insanları başkalarına gammazlama, hayra engel olma, saldırgan olma, günaha dalma, şerefini yok etme, kaba olma ve soysuzluk” gibi on temel vasfı sayılan kimsenin Velid b. Muğire olduğunu beyan etmişlerdir. Rivayete göre Velid b. Muğire bu âyet-i kerîmeyi işitince annesinin yanına gitmiş, kılıcını çekerek: “Muhammed beni on sıfatla teşhir etti. Bunlardan dokuzunu kendimde buldum. Fakat “zenim” (soysuz) olduğumu ilk defa duyuyorum. Bana doğruyu söylersen ne âlâ?” diye tehdit ederek, gerçeği öğrenmiştir.
İbn-i Kuteybe (ra): “Allah Teâlâ’nın bu türden adamların gerçek yüzlerini ortaya koyduğu kadar, hiç kimseyi vasıflandırdığını bilmiyoruz” demiştir. Velid b. Muğire’nin bu kötü sıfatlarından birisi de laf getirip götürmedir.[1]
İnsanların ayıplarını onun kadar soruşturup öğrenmeye çalışan başka bir müşrik yoktu. Allah Teâlâ onun ayıplarını genel ve küllî bir şekilde meydana çıkarmakla, bütün insanları bu kötü ahlâk ve hasletlerden kaçınmaya davet etmiştir.
Söz Taşıma
İnsanlar arasında dargınlığa ve fitneye sebep olacak sözleri bir kişiden diğerine taşımaya “nemîme”, bu işi yapana da “nemmâm” denir. Ara bozmak, insanları küçümsemek vb. amaçlarla söz getirip götürmenin haram olduğu açıktır. Hemmam b. Haris’den gelen rivayete göre, koğuculuk yapan ve fitne çıkarmak için söz getirip-götüren kimselere aynı zamanda “kattât” denir ve “kattât” Cennet’e giremez. Bu husustaki hadîs-i şerîf şöyledir:
“Biz Hz. Huzeyfe (ra) ile mescidde oturuyorduk. Derken bir adam gelerek bir kenarda oturdu. Hz. Huzeyfe (ra)’ye:
“Bu adam falancaya laf götürüyor” dediler. Bunun üzerine Hz. Huzeyfe (ra) ona işittirmek isteyerek:
“Ben Resûl-i Ekrem (sas)’i; “Kattât (insanlar arası ilişkileri bozmak için söz getirip-götüren, koğucu) Cennet’e giremez” derken işittim” dedi.[2]
Kadı İyaz, “kattât ile nemmâm mahiyet itibarı ile birdir” yani her iki kelime de “insanlar arası ilişkileri bozmak için söz getirip-götüren” manasınadır derken, İbn-i Battal, bazı lügat ulemasının bu iki kelime arasında ince bir fark olduğuna işaret ettiğini kaydediyor. Şöyle ki:
“Nemmâm, o anda konuşan cemaatle beraber olup, onların konuştuklarını başkalarına götürürken, “kattât” ise, o topluluğun haberi yokken, gizli bir şekilde onların konuştuklarını dinleyip, sonra da başkalarına taşıyan kişidir.
Bu durumda, insanları gizli cihazlar ile dinleyen ve görüntüleyen kişilerin, “kattât” hükmüne dâhil oldukları açıktır. Ancak bu durumu, genel anlamda ülkelerin iç ve dış güvenliği, özel anlamda da mal ve can selameti kapsamında alınan özel tedbirler ile karıştırmamak gerekir.
Söz Taşıma ve Gıybet İlişkisi
Gıybet kelimesi sözlükte, “şüphe, kalpte hissedilse bile gözle, diğer duyu organlarıyla görülmeyen şey, yeryüzünde gözle görülemeyen çukur, derin bölge, uzaklaşmak, gözden kaybolmak, gizli kalmak” vb. anlamlara gelir.[3]
Bir kimsenin gıyabında onun maddi, manevi, ruhi, ahlaki ve dini kusurlarından söz edilmesi, kişinin maddi ve manevi dokunulmazlığına aykırılık oluşturduğundan dinimizde gıybet İslâm alimlerinin icması ile haram kabul edilmiştir. Gıybetin büyük günahlardan olduğunda ve bir kimsenin gıybetini yapan birisinin, bundan dolayı yüce Allah’a tevbe etmesi gerektiğinde görüş ayrılığı yoktur.
Gıybeti yapılan kişinin kendisinin çekiştirildiğinden haberi olmaz. Dedikoducu kimse, çekiştirdiği kimsenin bulunmadığı bir ortamda, onun bilgisi olmadan gıybetini yapar. Gıybetin bu yönü, bu kelimenin alındığı “ğayb” kelimesinin kök anlamında açıkça kendini gösterir.
Gıybet konusundaki en temel nas Hucurât suresindeki şu âyet-i kerimedir:
يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثٖيرًا مِنَ الظَّنِّ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخٖيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللّٰهَ اِنَّ اللّٰهَ تَوَّابٌ رَحٖيمٌ
“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Hucurat, 48/12)
Bu âyet-i kerimede gerçekten de çok ince bir sıralama yapılmıştır. Şöyle ki:
Cenâb-ı Hak birinci olarak, insanı bilmediği şeyleri söylemekten, yani zanna dayanarak konuşmaktan uzak tutmak için “zannın çoğundan kaçınınız” buyurmuştur ki bu, “insanlar hakkında, zanna dayanarak, kesinliğini bilmediğiniz şeyleri söylemeyin” demektir.
İkinci olarak ise, “diyelim ki zanlarınıza mağlup oldunuz, hiç olmazsa bu tür asılsız zanlarınızı basamak yaparak insanların özel hayatlarını araştırmayınız, tecessüse girmeyiniz, casusluk yapmayınız” denilmektedir.
Üçüncü olarak da “diyelim ki zanlarınızla hareket etmek size güzel ve hoş göründü ve zanlarınıza mağlup oldunuz, arkasından sözüm ona bu zanlarınızın aslını anlamaya çalışarak casusluk da yaptınız, bari zanlarınıza ve tecessüsünüze dayalı elde ettiğiniz doğru-yanlış insanların özel alanlarına ait bu bilgi kırıntılarını uluorta bir şekilde başkalarına anlatmayınız, yaymayınız ve böylece onların gıybetini yapmayınız” denilmiş olmaktadır.
Son cümle ile de “haydi faraza bütün bu yasaklamalara rağmen, çirkin fiillerin hepsini işlediniz, bari başta Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden olmak üzere, hak sahiplerinden haklarını helal etmelerini ve sizi affetmelerini isteyiniz” denilmektedir.
İnsanlar arasında söz taşımanın “gıybet”i netice vermesi neredeyse bir katiyet hükmündedir. Çünkü, hakkında konuşulan kişi ile ilgili ya gerçek ya da gerçek dışı ithamların yapılabileceği bellidir. Bilindiği üzere Efendimiz (sas) gıybeti, insanın duyduğunda hoşlanmayacağı bir şekilde anılması olarak tarif etmektedir. Efendimiz (sas) ashab hazeratına şu şekilde tenbihte bulunmuşlardır. Hz. Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor:
“Resülullah (sas) buyurdular ki:
— “Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?”
— “Allah ve Resulü daha iyi bilir!” dediler. Bunun üzerine:
— “Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” açıklamasını yaptı. Orada bulunan bir adam:
— “Ya benim söylediğim onda varsa, (Bu da mı gıybettir?)” dedi. Aleyhissalatu vesselam:
— “Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun. Eğer söylediğin onda yoksa bir de bühtanda (iftirada) bulundun demektir.”[4] buyurdular.
Söz taşımanın sınırları sadece tanıdık insanlarla kalmamakta, uzak ve yakın akrabalar arasında da vahim neticelere kadar ulaşabilen seviyede dedi-kodular yapılabilmektedir. Bu türden kötü ahlâk menşei olabilecek durumları ikaz sadedinde Hz. Aişe (r. anha)’nın bir rivayetini burada aktarmak istiyoruz. Şöyle anlatıyor:
— “Ey Allah’ın Resulü, sana Safiyye’deki şu, şu hal yeter!” demiştim. (Bundan memnun kalmadı ve:)
— “Öyle bir kelime sarf ettin ki, eğer o denize karıştırılsaydı (denizin suyuna galebe çalıp) ifsad edecekti” buyurdu. Hz. Aişe ilaveten der ki: “Ben Resülullah (sas)’a bir insanın taklidini yapmıştım. Bana hemen şunu söyledi:
— “Ben bir başkasını (kusuru sebebiyle söz veya fiille) taklit etmem. Hatta (buna mukabil) bana, şu, şu kadar (pek çok dünyalık) verilse bile!”[5]
Gıybet ve Fâiz İlişkisi
Bilindiği üzere dinimizde faizin haramlığı açıktır. Bu konudaki naslar tevile yer bırakmayacak derecede sarihtir. Bu yasağı bilerek çiğnemeye kalkışanların diğer taraftaki durumlarını Kur’ân-ı Kerîm şu şekilde resmetmektedir:
َاَلَّذٖين يَاْكُلُونَ الرِّبٰوا لَا يَقُومُونَ اِلَّا كَمَا يَقُومُ الَّذٖى يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُوا اِنَّمَاالْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبٰوا وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰوا فَمَنْ جَاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّهٖ فَانْتَهٰى فَلَهُ مَا سَلَفَ وَاَمْرُهُ اِلَى اللّٰهِ وَمَنْ عَادَ فَاُولٰئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ
“Faiz yiyenler tıpkı şeytanın çarptığı kimsenin uykudan kalkışı gibi kalkarlar. Bu, onların ‘Alışveriş de faiz gibidir’ demelerindendir. Hâlbuki Allah alışverişi mübah, faizi ise haram kılmıştır. Her kime Rabbinden bir talimat gelir, o da faizden vazgeçerse, daha önce yaptığı muamele kendisi için geçerlidir, hakkındaki hüküm de Allah’a aittir. Her kim tekrar faizciliğe başlarsa, işte onlar cehennemliktir, hem de orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara, 2/275)
İktisat uzmanlarına göre kazanç yolları dört olup bunlardan üçü üretken, dördüncüsü ise tam tersine tüketimdir. Emek, sanat ve ticaret üretkendir. Dördüncü yol faiz olup üretken değildir. Çünkü faizde risk yoktur. Faiz uygulanarak verilen borç, zarar tehlikesine maruz değildir. Geri dönmesi garantili sayılmaktadır. Emek, zekâ ve maharetin neredeyse bütün ürün ve semereleri, faiz kanallarından faizcilerin ellerinde toplanır ve servet tekelleşme tehlikesi ile karşı karşıya kalır.
Bu durumda fakirlik ve işsizlik artar. İşsizlerde öfke yükselir, yağma hevesi ortaya çıkar. Toplumsal patlama başlayınca, faizciler cin çarpmış gibi sendeler, bütün emelleri altüst olur. Bu, işin dünyevî ceza boyutudur. Uhrevî ceza ise daha büyük olup, yukarıda verdiğimiz âyet-i kerîmede, yasaklandığı halde faiz geliri elde etmeye devam edenlerin Cehennemlik olduğu, diğer bir âyet-i kerîmede ise bu yasağı dinlemeyenleri can yakıcı bir azabın beklediği bildirilmektedir (Nisa, 4/161).
İşte, faize dalanların durumunu anlatan âyet-i kerîmeleri, Allâh’tan aldığı bir vahiy olarak bizlere emanet eden Şanlı Peygamber (sas), dedi-kodu ile bir Müslüman’ın manevî şahsiyetini rencide edenlerin durumunu da “faizin en kötüsü” şeklinde tasvir etmektedir.
Said İbnu Zeyd (ra) anlatıyor:
“Resülullah (sas) buyurdular ki:
“Ribânın (faizin) en kötüsü, haksız yere Müslümanın ırzını (manevi şahsiyetini) rencide etmektir.”[6]
Câbir’den (ra) rivayet edildiğine göre Efendimiz (sas) bir başka hadîs-i şerîflerinde, gıybeti “zinadan daha kötü” olarak tasvir etmiştir. Çünkü kişi zina edip, daha sonra tevbe eder de Allâh (cc) onun tövbesini kabul eder. Ancak gıybet eden kişi, gıybetini yaptığı kişi tarafından affedilmedikçe Allâh da (cc) onun tövbesini kabul etmemektedir.[7]
Ebu Hüreyre’den diğer bir rivayete göre ise Efendimiz (sas), gıybeti “katlden daha kötü” olarak tanımlamıştır.[8]
Gıybet, aşağılık duygusu içerisinde bulunan, düşüncelerini dile getirmekte yetersiz kalan kimselerde görülen bir özelliktir. Böyle kimseler, kendilerinden daha üstün gördükleri kişilerin beğenmedikleri görüş ve yönlerini yüzlerine karşı açıklamaktan çekinirler.
Gıybet, bir anlamda “sözel şiddet” demektir. Bu sözel şiddetin kaynakları ise; “korkaklık, saldırganlık, düşmanlık, öfke, kin, kızgınlık, hor görme, aşağılama” vb’dir. Kişi gıybet yaparak bu duygularının doyuma ulaşmasını amaçlar. Bu açıdan gıybet ahlâkı, sadist ve narsistik psikolojiye oldukça yakın sayılabilir.
Bir kimsenin olmadığı ortamda gerek onun şahsıyla ilgili maddî, bedenî, dünyevî, manevî, ahlâkî ve dinî kusurlarından söz edilmesi; gerekse çocukları, ebeveyni ve diğer yakınlarının kusurlarının anlatılması gıybet kategorisindedir. Çünkü bu onun haysiyet ve şerefini ihlal etmekte, insanlar arasındaki konumuna zarar vermektedir.
Böyle bir durumun arzu edilir olmayacağı, iç huzuru, itminan ve arkadaşlık ilişkilerine halel getireceği anlaşılmaktadır. Bunu teyid eden bir hadîs-i şerîf şöyledir. İbnu Mes’ud (ra) anlatıyor:
Resülullah (sas) buyurdular ki:
“Bana kimse, ashabımın birinden (canımı sıkacak bir) şey getirmesin. Zira ben, sizin karşınıza, içimde hiçbir şey olmadığı halde çıkmak istiyorum.”[9]
Gıybet ve dedi-kodu yapmamak kadar, gıybet yapan kişilere karşı Müslüman’a düşen bir başka vazife, o anda dedikodusu yapılan kişiyi müdafaa etmektir.
Diğer taraftan söz taşıyan, iftirada bulunan kimselere de bu dünyada cezalarını bulmamış olsalar dahi, Cehennem köprüleri üzerinde azap edileceği anlaşılmaktadır. Bu durumun uhrevî yansımalarını Efendimiz (sas) bizlere şu şekilde haber vermektedir.
Hz. Enes (ra) anlatıyor:
Resülullah (sas) buyurdular ki:
“Miraç gecesinde, bakır tırnakları olan bir kavme uğradım. Bunlarla yüzlerini ve göğüslerini tırmalıyorlardı. “Ey Cebrail! Bunlar da kim?” diye sordum. “Bunlar, insanların etlerini yiyenler (gıybet yapanlar) ve ırzlarını (şereflerini) pâyimal (ayaklar altına alma, hor ve hakir duruma düşürme) edenlerdir” dedi.” [10]
Gıybetle ilgili uhrevî cezanın mahiyetini ortaya koyan bir başka hadîs-i şerîfte ise önemli ikazlar bulunmaktadır. Özellikle günümüzde, insanların bazı yerlere değişik sebeplerle gammazlanmasının, masum kişilerin maddi menfaatler ya da makam ve derece gibi manevi menfaatler umularak arkalarından çekiştirilmesinin cezasız kalmayacağı, bu türden faaliyette bulunan kişilerin, elde ettikleri maddi-manevî menfaatler nispetinde uhrevî cezaya müstehak olacakları anlaşılmaktadır.
Müstevrid (ra) anlatıyor:
“Resülullah (sas) buyurdular ki:
“Kim bir Müslümanın gıybet ve şerefini pâyimal ederek tek lokma dahi yese, Allah ona mutlaka onun mislini Cehennemde tattıracaktır. Kime, Müslüman bir kimseye yaptığı iftira, gıybet gibi bir sebeple mükâfat olarak bir elbise giydirilirse, Allah Teâlâ Hazretleri mutlaka, onun bir mislini Cehennemde ona giydirecektir. Kim de malı, makamı olan büyüklerden bir adam sebebiyle bir makam elde eder orada salâh ve takva sahibi bilinerek para ve makama konmak için riyakârlıklara girerse, Allah Teâlâ Hazretleri Kıyamet günü onu mürailer makamına oturtarak rezil edecek ve mürailere münasip azapla azap edecektir.”[11]
Bir başka rivayette ise Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır:
“Müminin dört düşmanı olur:
1. Haset eden mümin,
2. Öfke besleyen münafık,
3. Yoldan çıkaran şeytan,
4. Savaşan kâfir.”[12]
Muaz İbnu Esed el-Cüheni babasından (r. anhum) o da Efendimiz (sas)’den rivayet ediyor:
Resülullah (sas) buyurdular ki:
“Kim bir mümini, bir münafığa karşı korursa, Allah da onun için, Kıyamet günü, vücudunu Cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de bir Müslümanın kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu, Kıyamet günü, Cehennem köprülerinden birinin üstünde, bu konuşmasına terettüp eden günahtan arınıncaya kadar hapsedecektir.”[13]
Dini hükümleri açıkça hiçe sayıp, günah yollarına dadananlar hakkında, üçüncü şahısların yapmış olduğu gerçekçi konuşmalar “gıybet” sayılmamıştır. Hz. Cabir ve Hz. Ebu Hüreyre (r. anhüma) anlatıyor:
Resülullah (sas) buyurdular ki:
“Ne fâsık ne de mücâhir (günahı açıktan işleyen) kimse için söylenen gıybet sayılmaz. Mücâhir olan hariç, bütün ümmetim affa mazhar olmuştur.”[14]
Konunun başında ser levha yaptığımız Kalem suresi 8’inci âyet-i kerimesi ile başlayan “kendisine itaat edilmeyeceklere ait özellikler” 15’inci âyet-i kerime ile şu şekilde sona ermişti:
(اِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِ اٰيَاتُنَا قَالَ اَسَاطٖيرُ الْاَوَّلٖينَ)
“Âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman, “Öncekilerin masalları!” der” (Kalem, 68/15)
Allâh’ın (cc) ayetlerine “öncekilerin masalları” diyenlerin uhrevî akıbetini ise Kur’ân-ı Kerîm bizlere şöyle haber vermektedir:
وَاِذَا قٖيلَ لَهُمْ مَاذَا اَنْزَلَ رَبُّكُمْ قَالُوا اَسَاطٖيرُ الْاَوَّلٖينَ لِيَحْمِلُوا اَوْزَارَهُمْ كَامِلَةً يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَمِنْ اَوْزَارِ الَّذٖينَ يُضِلُّونَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍ اَلَا سَاءَ مَا يَزِرُونَ
“Onlara “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, “öncekilerin masalları” dediler. Kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak yüklenecekleri gibi, bilgisizlikleri yüzünden yanlış yola sevk ettikleri kimselerin günahlarını da yüklenecekler. Bak ne fena yük yükleniyorlar.” (Nahl, 16/24-25)
Bilgisizlikleri yüzünden saptırdıkları kimselerin günahlarını da yüklenmeleri, aynı günah yükünü yüklenmeleri anlamındadır. Yoksa günahkardan alıp, günahkarın yükünü hafifletme anlamında değildir. Bu hususu açıklayan bir hadîs-i şerifinde Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır:
“Bir kimse İslâm’da güzel bir çığır açar da kendisinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye bu çığırla amel edenlerin ecri kadar sevap yazılır. Amel edenlerin ecirlerinde de bir şey eksilmez. Ve her kim İslâm’da kötü bir çığır açar da kendinden sonra onunla amel olunursa, o kimsenin üzerine bu çığırla amel edenlerin günahı kadar günah yazılır. Amel edenlerin günahlarından da bir şey eksilmez.”[15]
Sonuç
İnsan, arkasından konuşulmaması gereken onurlu, şerefli ve haysiyetli yüksek bir varlık olup, bu hali ile kâbeden daha mükerremdir. Konuşmalar Allâh ve Peygamber rızası gözetilmeden yapılıyorsa, nefis ve şeytan eksenli olma ihtimali yüksektir. Bu türden konuşmalardaki esas tehlike ise, insanın başkalarına ait günah yükünü sırtına almış olmasıdır.
Kattât, nemmâm ve gıybet yapan kimse, sözel şiddete kendisini salmış, imanında zaaf yaşamaya başlamış demektir. Böyle bir insan, gizlide ve açıkta murakabe yani kontrol edildiği şuuruna ve ihsan derecesine ulaşabilirse, Allâh’ın (cc) hoşuna gitmeyecek bu tür çirkin amellerden uzak kalabilir.
Söz ve dilin başkalarını çekiştirmede kullanılmıyor olması, müminin kalbindeki imanına sadık kaldığına güçlü bir delildir. O, bütün azalarını haramlardan uzak tuttukça, artık lisanı da ona buna sövüp saymaktan, gıybet ve dedikodudan, başkalarına söz getirip götürmeden uzak kalmış olacaktır.
Söz ve dil nezahetinin, bir ahlâk halinde insan nefsinde yerleşebilmesinin temel bileşenleri; akîde ve inançta güçlü bir hale gelme, masiyetlerden korunma, kendi şahsiyeti ve onuru ile başkalarının şahsiyeti ve onurunu, dil ile rencide etme yanlışlığından uzak durmadır.
Söz ve dil nezaheti sayesinde kişi; imanda tahkike, aza ve cevâhirini Allâh’ın rızası istikametinde kullanma şerefine, ferdî ve içtimâi huzura, yüksek irade gücüne, Allâh katında yüksek derecelere ulaşmış olur.
Sözde ve dilde nezahet; kişinin haramlara girmesini önleyen, zulüm ve insanın kendisine ihanet manasına gelen çirkin söz ve davranışların terkini sağlayan, dil, kalp ve ruhun Allâh rızası istikametinde yücelmesine vesile olan temel ve önemli bir ahlâktır.
[1] Mecmûu’t-Tefâsîr, Matbaa-i Âmire-1320, C: 6, s. 328.
[2] Müslim, İman: 45 (170); Buhari, Edeb 50, Müslim, İman 169, (105); Ebu Davud, Edeb 38, (4771); Tirmizi, Birr 79, (2027).
[3] Bkz. Lisânu’l-Arab, 1/654-656.
[4] Ebu Davud, Edeb 40, (4874); Tirmizi, Birr 23, (1935); Müslim, Birr 70, (2589).
[5] Ebu Davud, Edeb 40, (4875); Tirmizi, Sıfatu’l-Kıyame 52, (2503, 2504).
[6] Ebu Davud, Edeb 40, (Hadis no: 4876).
[7] Deylemî, Firdevs, 3/142 (Hadis no: 4205); Kenzu’l-Ummâl, 3/589 (Hadis no: 8043.
[8] Deylemî, Firdevs, 3/142 (Hadis no: 4206).
[9] Tirmizi, Menakıb (3893); Ebu Davud, Edeb 33, (4860).
[10] Ebu Davud, Edeb 40, (4878, 4879).
[11] Ebu Davud, Edeb 40, (4881).
[12] Münavî, Feyzu’l-Kadîr, 5/373; Kenzu’l-Ummâl, 1:146
[13] Ebu Davud, Edeb 41, (4883).
[14] Buhari, Edeb 60; Müslim, Zühd 52, (2990).
[15] Müslim, İlim, 15.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.