Musa Kâzım GÜLÇÜR
23 Mart/2019
İçindekiler
III. İslâm Ahlâk Felsefesine Göre Öfkenin Hakikati 9
IV. Öfke (Gazap) Gücünün Denge Durumu: Şecaat 9
IV.I. Şecaatten Doğan Güzel Huylar 10
IV.II. Öfke Gücünün Aşırılık Durumu: Tehevvür 17
IV.III. Öfke Gücünün Aşırılık Durumundan Doğan Kötü Hasletler 18
IV.IV. Öfke Gücünün Eksiklik Durumu: Cübün 23
IV.V. Öfke Gücünün Eksiklik Durumundan Doğan Kötü Hasletler 23
Giriş

Hemen her ilim dalı belli bir alana odaklanır ve odaklandığı alan onun temel konusu olur. Matematik ilminin alanı; biçimlerin, sayıların ve niceliklerin yapılarını, özelliklerini, aralarındaki bağıntıları tümdengelimli akıl yürütme yoluyla incelemedir ve aritmetik, geometri ve cebir gibi dallara ayrılır. Jeolojinin (yer bilimi olarak da adlandırılır) çalışma alanı; maden yatakları, su, doğal enerji kaynakları, petrol, zemin etüdü, depremler, yeryüzü oluşumu, coğrafi şekillenmeler, toprak türleri ve onun tarihidir.
Bu açıdan her ilim dalının bir konusu, çalışma alanı olduğu gibi o konunun araştırılması ile elde edilmek ya da ulaşılmak istenen bir faydası ve menfaati vardır. Mesela Matematik bir çalışma alanıdır ve bu ilim dalı ile ulaşılmak istenen fayda ya da menfaat ise, en azından alışverişlerde kimseye aldanmamak ya da başkalarını aldatmamak, daha ileri seviyelerde ise mühendislik gereken sahalarda kesinliği gerçekleştirebilmektir.
Bu durumda, herhangi bir ilim dalındaki bir öğrenen, dinleyen ya da öğretenin, üzerinde çalıştığı alanın ve konunun yanı sıra, bir de bu konu ve alan ile elde etmek istediği fayda ve menfaat söz konusudur. Şayet böyle değilse nafile yere uğraşılmış demektir.
İşte, İslâm’ın yüce ahlâkî öğretileri ile, bir yandan insan ruhunun ihtiyaç duyduğu güzel huy ve tutumla ilgili istendik davranışların elde edilmesi, diğer yandan da insan ruhunun uzak kalmasında fayda bulunan kötü ahlâka ait belirtilerin bilinip uzaklaştırılması hedeflenmektedir. Kısaca ahlâk ilmi, insan ruhunun tezahürleri olan iyi ya da kötü fiilleri söz konusu ederek, tutum ve davranışlardan iyi ve güzel olanlarının sağlamlaştırılmasının gerçekleştirilmesi, çirkin ve kötü olanlarının da silinmesi ve kaçınılması üzerine odaklanır.
“Ahlâk ilminin faydası ya da menfaati nedir?” sorusuna birkaç şekilde cevap verilebilir:
1. Eğer insan ruhunda güzel huyların bir kısmı yok olmuşsa ya da eksilmişse, bu güzel huyların yeniden elde edilmesine ya da tamamlanmasına yardım ederek fayda sağlamak,
2. İnsan ruhuna şayet çirkin huylar yapışmışsa, söz konusu çirkin huyların güzel olanları ile değiştirilmesini temin etmek,
3. İnsan zihni, kalbi ve ruhu, güzel huylar ve güzel ahlâk üzerine ise, bu defa da bu güzel huyları ve davranışları kökleştirmek, daha geliştirmek ve o kişinin dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşmasına vesile olmak.
Burada da “huy değişir mi?” ya da “çirkin bir huy, güzel bir huyla yer değiştirir mi?” sorusu ortaya çıkar. Hemen cevaplayalım ki evet, değişir. Çirkin huylu kimselerin, nasihatler neticesinde kötü huylarını güzelleştirdikleri çok defa görülmektedir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır:
وَذَكِّرْ فَاِنَّ الذِّكْرٰى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنٖينَ
“Sen hatırlatıp öğüt ver! Zira gerçeği hatırlatıp nasihatte bulunma, inananlara ve inanacaklara fayda verir.” (Zâriyat, 51/55)
اَوْ يَذَّكَّرُ فَتَنْفَعَهُ الذِّكْرٰى
“Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek.” (Abese, 80/4)
نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَقُولُونَ وَمَا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِجَبَّارٍ فَذَكِّرْ بِالْقُرْاٰنِ مَنْ يَخَافُ وَعٖيدِ
“Biz onların, (o yeniden dirilmeyi inkâr edenlerin) ne söylediklerini iyi biliyoruz ve sen onları hiçbir şekilde (inanmaya) zorlayamazsın. Ama sen yine de Benim uyarımdan korkabileceklere bu Kuran aracılığıyla hatırlatmaya devam et.” (Kâf, 50/45)
Yukarıdaki âyet-i kerimeler, nasihat ve uyarılar neticesinde insanlarda var olabilecek kötü ahlâkî tutum ve davranışların iyi yönde değişebileceğine işaret etmiş olmaktadır. Şayet çirkin tutum ve davranışlar iyi ve güzel ahlâkî tutum ve davranışlar ile yer değiştiremeseydi, nasihat edenlerin nasihatleri, eğitim verenlerin de eğitimleri hiçbir işe yaramaz, devletler en önemli, yüksek ve pahalı yatırımlarını kesinlikle eğitime ayırmazlardı.
Şimdi, insandaki temel üç güçten “kuvve-i gadabiyye” de denilen “insanda öfke gücü”nü ele alacak, bu gücün “denge, aşırılık ve eksiklik durumları” ile denge ve dengesizlik hallerinin oluşturacağı “olumlu” ve “olumsuz” hususları ayrı ayrı tahlil etmeye çalışacağız.
I. İnsanda Öfke Gücü
Sözlükte “öfkelenmek, kızmak” anlamında mastar ve “öfke, kızgınlık” anlamında isim olarak yer alan “gazap” kelimesi Kur’an’da türevleriyle birlikte yirmi dört ayette geçmektedir. Bu âyet-i kerîmelerde şayet “gazap” kelimesi Cenab-ı Hakk’a izafe edilerek kullanılmışsa “lanet etmek, rahmetinden uzaklaştırmak, azap etmek, yoksulluğa, zillete ve helake maruz bırakmak” gibi anlamlara gelmektedir.
“Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (el-A’raf, 7/156) mealindeki ayetle birçok hadis kitabında ittifakla zikredilen “Rahmetim gazabımı aşmıştır”[1] mealindeki kudsî hadis dikkate alındığında, rahmetin Allah’ın zatî sıfatlarından biri olduğu, gazabın ise kulları uyarmak ve mazlumların hakkını korumak gibi daha çok yaratılmışlara yönelik bir nitelik taşıdığı anlaşılır. Ayrıca gazabın olmadığı bir rahmetin, haksızlığa uğrayanlar için bir çeşit rahmetsizlik sayılacağı düşünülürse, hakkın yerini bulması ve adaletin gerçekleşmesi için suçluların cezalandırılması anlamında gazabın bir bakıma genel rahmet kavramının şümulü içinde bulunduğu anlaşılır.[2]
Başkalarına yardım duygu ve düşüncesinin diri tutulması, çeşitli vesileler meydana getirerek insanların yardımına koşulması ve ben merkezli bir hayattan ziyade diğerkâmlık özelliğinin geliştirilmesi için çaba harcanmasının, öfkenin önüne geçebilecek temel özellikler olduğu görülmektedir. Allâh Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“O müttakiler ki bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyi davrananları sever.” (Al-i İmran, 3/134)
İnsan yaratılışı itibarı ile hem iyilik hem de kötülük uçları arasında gidip gelebilecek bir mahiyettedir. Bu münasebetle o, iyiliği Allah’tan, kötülüğü ise sırf bir yokluk sebebi olduğu için nefsinden bilmek mecburiyetindedir. İşte bu iyilik ve kötülük dereceleri arasında gidip-gelmeye müsait insanî donanımların hayasız, çirkin işlerden uzak tutulması, özellikle de büyük günahlardan tam bir kaçışla temiz, duru ve arı bir şekilde muhafazası gerekmektedir. Bu durumun öfkeyi kontrol edebilme adına temel bir dinamik olduğu, şimdi zikredeceğimiz âyet-i kerîmenin işaretinden anlaşılmaktadır:
“Onlar öyle kimselerdir ki büyük günahlardan ve hayâsız çirkin işlerden kaçınırlar, kızdıkları zaman öfkelerini yutar, karşıdakinin kusurlarını affederler.” (Şura, 42/37)
Ayrıca, insanın hem kendisi hem de daha önceki salih geçmişlerinin günahlarının bağışlanmasını istemesi, inanan insanlara karşı içimizde kin ve öfke tohumlarının yeşermemesini Cenab-ı Hak’tan talep etmesi, bu duasının kabulünü beklemesinin kin ve öfkeden kurtulmada güçlü dayanaklar olduğu şu âyet-i kerîmeden anlaşılmaktadır:
“Onlardan sonra gelenler (başta muhacirler olarak, kıyamete kadar gelecek müminler): “Ey kerim Rabbimiz, derler, bizi ve bizden önceki mümin kardeşlerimizi affeyle! İçimizde müminlere karşı hiçbir kin bırakma! Duamızı kabul buyur ya Rabbenâ, çünkü Sen Raufsun, Rahîmsin!” (Haşir, 59/10)
İbnu Abbas (ra), “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş! Ama kötülüğe karşı iyilik hasleti, ancak sabredenlerin kârıdır, faziletten yana nasibi bol olanların kârıdır.” (Fussilet, 34–35) ayetiyle ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır:
“Ayette kastedilen en iyi yol, öfke anındaki sabır, kötülüğe maruz kalındığı andaki aftır. İnsanlar bunları yaptıkları takdirde, Allah onları korur, düşmanları da kendilerine eğilir. Sanki samimi dost olur.”[3]
II. Hadîs-i Şerîflerde Öfke
Efendimiz (sas)’in hayat-ı seniyyelerinde de kin ve öfkenin nasıl kontrol edilebileceğine dair önemli işaret taşları bulunmaktadır. Şimdi de bu uyarı ışıklarını beraberce değerlendirmeye çalışacağız.
Öfkenin giderilebilmesindeki bir çözüm, öfkelenen kişinin şayet ayakta ise yere oturmasıdır. Bu davranış neticede toprağa temasa benzerlik göstermektedir. Ebu Zer’den: Resülullah (sas) bize buyurmuştu ki:
“Biriniz ayakta iken öfkelenirse hemen otursun. Öfkesi geçerse ne ala, geçmezse yanı üzere yatsın.”[4]
Öfkenin azaltılması ve yok edilmesinde toprakla temas faydalı olduğu gibi, öfke anında suya temasın da öfkeyi söndürme ve gidermede önemli unsur olduğu şu rivayetten anlaşılmaktadır. Ebu Vâil’den: Urve İbnu Muhammed es’Sadi’nin yanına girdik. Bir zat kendisine konuştu ve Urve’yi kızdırdı. Urve kalkıp abdest aldı ve: “Babam, dedem Atiye (ra)’den anlatır ki, o, Resülullah (sas)’ın şöyle söylediğini nakletmiştir:
“Öfke şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır, ateş ise su ile söndürülmektedir. Öyleyse biriniz öfkelenince hemen kalkıp abdest alsın.”[5]
Buraya kadar öfkenin giderilebilmesi için daha çok pratik çözümler üzerinde durmuş olduk. Ancak konunun bir değişik boyutu daha bulunmaktadır ki o da öfke hisseden kişinin Allâh’a sığınmasıdır. Muaz ibnu Cebel’den: İki kişi Resülullah (sas)’ın huzurunda küfürleştiler. (Öyle ki) birinin yüzünde (diğerine karşı) öfkesi gözüküyordu. Resülullah (sas):
“Ben bir kelime biliyorum, eğer onu söyleyecek olsa, kendinde zuhur eden öfke giderdi. O kelime ‘Euzu billahi mineşşeytan erracim’dir!” buyurdular.[6]
Şu hadîs-i şerîfler öfkenin hakikatini ortaya koyma adına oldukça önemli işaret levhalarıdır. Bu işaret levhalarına göre yol alan kimsenin yoldan sapmayacağı adeta garanti gibidir:
Rivayete göre Efendimiz’in ashabından birisi: “Ya Resulallah, bana bir tavsiyede bulun, onunla hayatım boyunca amel edeyim, ancak uzun olmasın böylece unutmamış olurum” dediğinde Efendimiz (sas) tek kelime ile “Öfkelenme” dedi. Adam aynı talebini tekrar etti, Efendimiz’de (sas) aynı cevabı verdi. Bu güzel sahabi diyor ki: Nebi (sas) böyle söyleyince bu söz üzerine biraz düşündüm (ve şu sonuca vardım): “Gazap, bütün kötülükleri kendinde toplamaktadır.”[7]
“Gazap şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. Biriniz öfkelendiğinde kalkıp abdest alsın.”[8]
“Gazaptan sakının; çünkü gazap, Âdem oğlunun kalbine konmuş bir ateş parçasıdır. Baksanıza öfkelenen adamın boyun damarları nasıl şişer ve gözleri nasıl kızarır! İçinde gazap hisseden, hemen yere yapışsın.”[9]
Peygamber (sas), henüz gelişme çağında bir çocuk olan Enes b. Malik’e ruhunda meydana gelebilecek olan öfke kirlerini yıkamasını, kendisine kötülük eden kimseleri affetmesini, kin ve öfkenin kalıntılarından temizlemesini tembihlemiştir. Bu önemli ve ilgi çekici tembihi birlikte dinleyelim:
Enes (ra), Resülullahın (sas) kendisine şöyle dediğini rivayet eder:
“Evlâdım! Hiçbir kimseye kin ve düşmanlığın olmadığı halde sabahla ve akşamla. İmkânın varsa, bunu yap! Evlâdım! Bu benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimi hayata geçirirse, gerçekten beni sevmiş olur. Beni seven kimse de benimle birlikte cennette olur.”[10]
O halde Allah’ın Resulü ile birlikte olmak ve cennete ulaşmak, gönlü kıskançlık, kin ve düşmanlıktan temizleyebilen kimseler için söz konusudur.
Nefsin yıkıcı sıfatlarından olan öfke, kalbin intikam hissi ile harekete geçmesidir. Bazı insanlar olur olmaz her şeye hiddetlenir, kızar. Haşin, sert ve acımasızdırlar. Bazıları da hemen öfkelenmekle birlikte çabucak da öfkelerinden kurtulurlar. İşte Peygamber Efendimiz (sas) insanların, öfkelenmeleri ve öfkelerinin sönmesi açısından temelde dört gurupta ele alınabileceğini ve bunlardan hangisinin daha faziletli olduğunu bizlere göstermiştir. Ebu Said el-Hudrî’nin yapmış olduğu bir rivayette Efendimiz (sas) şöyle buyuruyor:
“Haberiniz olsun kimisi vardır;
1. Yavaş öfkelenir, öfkesinden yavaş döner.
Kimisi de vardır ki;
2. Hızlı öfkelenir, öfkesinden hızlı döner.
İşte bu ikisi birbirlerini dengeler.
Haberiniz olsun bir kısmı da vardır ki;
3. Hızlı öfkelenir, öfkesinden de yavaş döner. Bilesiniz en hayırlı grup;
4. Yavaş öfkelenen fakat öfkesinden hızlı dönendir;
Bu grupların en şerlisi (üçüncü grup), hızlı öfkelenip, öfkesinden yavaş dönendir. Bilesiniz! Öfke, Adem oğlunun kalbinde bir kordur. Gözlerinin kızarmasını, avurtlarının şişmesini görmüyor musunuz? Kim, öfkeden bir başlangıç hissederse, yere (toprağa) temas etsin.”[11]
Efendimiz (sas) öfkesini yenebilen insanları gerçek bir pehlivana benzetmiştir. İbnu Mesud’dan (ra):
Resülullah (sas) bir gün: “Siz aranızda kimi pehlivan addedersiniz?” diye sordu. Ashab (ra): “Erkeklerin yenmeye muvaffak olamadığı kimseyi!” dediler. Resülullah (sas): “Hayır,” dedi, “Gerçek pehlivan, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.”[12]
İnsanı öfke hisleri kaplayıp bürüdüğünde sıhhatli kararlar veremeyeceği de görülmektedir. Böyle durumlarla ilgili açık bir yasaklama da bulunmaktadır. Ebu Bekre, Sicistan’da kadılık yapan oğlu Abdullah’a şöyle yazmıştır: “İki kişi arasında, öfkeli olduğun zaman hüküm verme. Zira ben Resülullah (sas)’in şöyle söylediğini işittim:
“Kimse, öfkeli iken iki kişi arasında hüküm vermesin.”[13]
Ebu Hüreyre’den (ra): Bir adam: “Ey Allah’ın Resulü! Bana kısa bir nasihatte bulun, uzun yapma! Ta ki nasihatini unutmayayım” demiş ve bunu birkaç kere tekrar etmişti. Aleyhissalatu vesselam (bir kelimeyle): “Öfkelenme!” cevabını vermiştir.[14]
Öfkelenen kişiye doğruluk ve hakkaniyetle nasihatte bulunulduğu zaman, o kişilerin nasihatleri görmezden gelinmemeli, güzel ve doğru tavsiyeler öfke saikası ile kulak ardı edilmemelidir. Şimdi, bu hususu gösteren bir rivayete yer vermek istiyoruz. İbnu Abbas’tan: Uyeyne İbnu Hısn (Medine’ye) gelince, kardeşinin oğlu Hürr İbnu Kays’ın yanına indi. Hürr İbnu Kays Hz. Ömer’in yakınlarındandı. Hz. Ömer’in meclisinde yaşlı veya genç bir kısım kurra ve fakihler müşavere heyeti olarak bulunurdu. Üyeyne İbnu Hısn, İbnu Kays’a:
— “Ey kardeşimin oğlu! Emirül-mü’mininin yanına girebilmem için ondan benim için izin talep et!” dedi. O da Hz. Ömer’den izin istedi. Ancak İbnu Hısn Hz. Ömer’in yanına girince:
— “Yeter artık Ey İbnu’l-Hattab! Sen bize yeterli vermediğin gibi, aramızda adaletle de hükmetmiyorsun!” dedi. Hz. Ömer (ra) pek öfkelendi. Neredeyse dövmek için üzerine yürüyecekti ki Hürr (ra) atılıp:
— “Ey Emir el-Müminin, Allah Teala Hazretleri Resulüne: “Affı esas tut, marufu emret ve cahillerden de yüz çevir.” (A’raf, 199) emretmiştir. Bu adam da cahillerden biridir” dedi. Vallahi, Hürr bu ayet-i kerîmeyi okuyunca Hz. Ömer olduğu yerde kaldı ve hiçbir şey yapamadı. Hz. Ömer (ra) Kur’ân-ı Kerîm âyetleri okunduğunda derhal durur, aldırmazlık etmezdi.[15]
III. İslâm Ahlâk Felsefesine Göre Öfkenin Hakikati
İslam ahlâk felsefesinde, sonraki filozoflarla diğer birçok ahlak alimi tarafından da genellikle benimsenen fazilet tasnifini ilk defa Yakub b. İshak el-Kindî yapmıştır. Kindî, ruhun cismani bedenden ayrı bir cevher olduğunu, öfke gücünün insanı bazen yanlış işler yapmaya zorladığını, ancak ruhun bu zorlamalara karşı atının gemini çekerek durduran süvari gibi cismani bedeni yanlıştan geri çevirdiğini belirtir. Kindî ruhla ilgili risalesinde devamla şunları kaydetmektedir:
“İşte, insanın yanlışlarının önüne geçen bu ruh, Allâh azze ve celle’nin nurundan bir ışıktır. Eflatun da insandaki şehvet gücünü domuza, öfke gücünü köpeğe, akıl gücünü de meleğe benzetmiş ve şöyle demiştir: ‘Kendisinde şehvet gücü galip gelen, bütün işi gücü bu olan kimsenin durumu domuz gibidir. Kendisinde öfke gücü galip gelen de köpek gibidir. Kendisinde ruhsal aklın galip geldiği ve bütün işi gücü tefekkür, doğruyu yanlıştan ayırt etme, ilimde derinleşme ve eşyanın gerçeğini öğrenme olan kişi de faziletli ve Allâh’a (cc) benzeyen bir kişi haline gelir. Çünkü; (faziletli kişide görülen) hikmet, kudret, adalet, hayır, güzellik ve hak Allâh’a (cc) ait işlerdendir. İnsan, gücü nispetinde nefsini bu yönde terbiye edebilir ve halîm (yumuşak huylu), âdil, cömert, hakkı ve güzel olanı seçebilen ve bu hali ile de sanki Cenâb-ı Allâh’ın kuvvet ve kudreti dahilindeki bir kısma girmiş gibi olur.”[16]
Öfke, kalpte yani içte kin ve haset meydana getirir ve çok çeşitli kötülükleri içe yerleştirir. Dıştaki değişme de aslında içteki değişmenin neticesi ve meyvesidir. Öfkenin dildeki etkisi; aklı başında bir kimsenin söylemekten hayâ edeceği, öfkesi geçince pişman olacağı kötü, kaba ve çirkin sözlerin söylenmesi şeklinde ortaya çıkar. Öfkenin insan davranışlarındaki etkisi ise, kaba kuvvet kullanma, dövme, hatta yaralama ve öldürme gibi çirkin ve cezai sonuçlar doğuran olaylardır. Bazen de öfkeli kişi kendisine yönelir; üstünü başını yırtar, kendi vücuduna vurur, bazen kap-kacak, araç-gereç kırar, bazen de hiç ilgisi olmayan başka insanları incitir.
IV. Öfke (Gazap) Gücünün Denge Durumu: Şecaat
Sözlükte “cesaret, yiğitlik, kahramanlık” gibi anlamlara gelen “şecaat” kelimesi, öfke (gazap) duygusunun akla itaat etmek suretiyle kazandığı itidalli hali ifade eder. Kur’an’da şecaat kelimesi geçmemekle beraber, hadîs-i şerîflerde şecaat kelimesi yer almaktadır. Buhari’nin Sahih’inde “Kitâbu’l-Cihad ve Siyer” başlıklı bölümünde savaşta cesaret ve kahramanlığa teşvik eden, şecaatin ölçüsünü gösteren pek çok hadis bulunmaktadır.
Gösterilen cesaret ve kahramanlıkların erdem sayılabilmesi için “benlik davası, hakimiyet tutkusu, çıkar sağlama arzusu” gibi ahlak dışı amaçlar güdülmeyip “kin, kıskançlık, haset ve riya” gibi kötü duyguların etkisinde kalınmadan “dini ve insani değerlerin korunması, adaletin tesisi ve haksızlıkların önlenmesi” gibi üstün amaçlara yönelmek gerekmektedir.
IV.I. Şecaatten Doğan Güzel Huylar
1. Kiber-i Nefs (Kendini Yüce Tutma)

Zenginliğe, fakirliğe, büyüklüğe, küçüklüğe ehemmiyet verilmeyerek, halkın övgü ve yergisini, reddini ve kabulünü bir tutmakla, yumuşaklık ve sertlikten, hal ve durumların değişmesinden hiçbir şekilde etkilenmeksizin, hedefini ve amacını yüksek tutup haysiyetli, şerefli, yüksek ruhlu, düşmanına bile iyilik edecek tutum ve davranışa “kiber-i nefs” denmektedir. Böyle bir kimse aynı zamanda mal ve parasını sakınmayıp ihtiyacı olanlara veren, iyilik sever, eli açık ve cömerttir.
2. Azm-i Himmet (Çalışma ve Gayret)
“Azm-i himmet”, çalışma, gayret, emek, yardım ve ihsan demektir. Bu fazilet, asıl amaç ancak Cemîl-i hakîki ve Kemâl-i zâtî yani Cenab-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin rızası olmakla birlikte, bu alemin faydası ya da zararına bakmayarak, ne talih, baht açıklığı, mutluluk, saadet ve yükselmekten memnun ve ne de talihin insana yüz çevirmesi, ters dönmesi, talihsizlik, bahtsızlık ve nefretinden ümitsiz, karamsar, içi kan ağlayan, çok kederli ve çok üzüntülü olmamaktır.
3. Sabır

Sözlükte, “katlanılması zor olan haksızlık, sıkıntı, acı, hastalık, yoksulluk, felâket vb. durumlar karşısında umutsuzluğa kapılmayıp şikâyet etmeden, sızlanmadan dayanma, tahammül gösterme” manalarına gelen “sabır” kelimesi; üzüntü, başa gelen sıkıntı ve belalar karşısında direnç gösterme, olumsuzlukları olumlu kılmak için gösterilen metanet” gibi anlamlara da gelmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’u Teâlâ, sabredenleri birçok vasıflarla nitelemiş ve sabrı, seksen civarında yerde zikretmiş, birçok hayrı da sabra bitiştirerek şöyle buyurmuştur:
“Biz onlardan, sabrettikleri zaman, emrimizle hidayete ileten imamlar yaptık.” (Secde, 24);
“Sabretmelerinden dolayı Rabbinin en güzel kelimesi İsrail oğulları hakkında tamamlanmıştır.” (Araf, 137)
“Muhakkak ki Allah, sabredenlere yaptıkları şeylerin en güzeliyle mükâfat verecektir.” (Nahl, 96)
“İşte bunlara, sabretmelerinden dolayı, mükâfatları iki defa verilecektir.” (Kasas, 64)
“Sabredenlere ecirleri, muhakkak ki hesapsız verilecektir.” (Zümer, 10).
Sabır hariç, her taatin belirlenmiş bir mükâfatı vardır. Oruç, sabırla olduğu için Cenâb-ı Hak, “Oruç benim içindir” buyurmuş, böylece orucu kendisine nispet etmiştir. Allah sabredenlerle beraber olduğunu vadederek, “Sabrediniz, muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir” (Enfal, 46), yine Cenâb-ı Hak, yardımı sabretmeye bağlayarak, ‘‘Evet, siz sabr-u sebat eder, itaatsizlikten sakınırsanız, bunlar, yani düşmanlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa Rabbiniz size üniformalı beş bin melekle yardım edecektir.” (Ali İmran, 125) buyurmuştur. Yine Allah, sabredenlere vermiş olduğu birçok şeyi, başkalarına vermeyerek, ‘‘Onlara Râblerinden mağfiretler ve rahmet vardır. Onlar, hidayete ermiş olanların ta kendileridir” (Bakara, 157) buyurmuştur.
Hadîs-i şerîflerde de sabır övülmüş, bir hadiste “Sabır ışıktır” sözüyle ifade edilmiş[17], başka bir hadîs-i şerifte de “Hiç kimseye, sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet verilmedi” buyurulmuştur.[18] Çocuğunu kaybetmenin acısıyla ağlayan bir kadına Resülullahın, “Allah’tan kork, sabırlı ol!” sözüne karşılık, “Benim derdimden sen ne anlarsın!” şeklinde tepki gösteren kadın, daha sonra kendisine nasihat edenin Resülullah olduğunu öğrenince ondan özür dilemiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (sas), “Sabır, ilk sarsıntı sırasında gösterilen metanettir” buyurmuştur.[19] Resulullah (sas) bir hadisinde: “Sabır, imanın yarısıdır”[20] buyurmuştur.
4. Necdet (Yiğitlik)

“Necdet” kelimesi dilimizde daha çok kahramanlık, yiğitlik ve bahadırlık gibi anlamlara gelmektedir. “Necdet”, ürkütücü durumlar karşısında sabırsızlık göstermeme, şikâyet etmeme, korkudan dolayı inleyip sızlanmamadır. Bu niteliği sayesinde insan, tehlike ile karşı karşıya kaldığı sırada dahi sızlanmadan uzak durur, uygunsuz ve dengesiz bir hareket yapmaktan korunmuş olur. Burada, “asıl kahramanlık, pehlivanlık, yiğitlik nedir?” sorusu ortaya çıkar. Gelin bu sorunun cevabını Resülullah (sas)’tan dinleyelim: Bir defasında Resülullah (sas): “Siz aranızda kimi pehlivan / yiğit sayarsınız?” diye sordu. Ashab (ra): “Erkeklerin yenmeye muvaffak olamadığı kimseyi!” dediler. Resülullah (sas): “Hayır,” dedi, “Gerçek pehlivan / yiğit, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.”[21]
Necdet ya da yiğitlik, bir kimsenin kendisi ve içinde bulunduğu topluluklarla dürüst bir iletişim kurmasıdır. Yüz binlerce insan bir yöne yönlendirilse bile, yanlış yolda olduğunuzu bildiğiniz zaman o yoldan ayrılma cesaretidir. Yiğitlik farklı bir şey söylemek ve dünyadaki akranlarımız için empati göstermektir. Neyi temsil ettiğimizi hatırlamak ve en iyinin hasıl olacağına inanmaktır. Bazen cesaret, herkese yardım etmek ve başkalarını kurtarmak için acele eden genç ve yaşlı insanların ruhlarının dikkat çeken cesaretidir.
Peki bir insan kendisini yeterince cesaretli görmüyorsa yapabileceği bir şeyler var mıdır? Evet, kesinlikle… Öncelikle kendinize karşı çok kibar olun. Ayrıca, bir şey yapmanın en iyi yolu, harekete geçmektir. Başlamaktan korkuyorsanız, daha küçük ve basit hale getirin. Şurası unutulmamalıdır ki cesaret arayışında:
Yeni bir şey yapmak için, genellikle eski bir şeyi bırakmanız gerekecektir.
Bir şeye başlamanın zorluğundaki asıl nirengi noktası ise, daha önce yaptığınızdan farklı bir davranış gerektiriyor olmasıdır.
Evet, bizler alışkanlıklarımızın çocuklarıyız, ama aynı zamanda değişimin de aslî dinamikleriyiz. Diğer türlü insanlık medeniyet yolunda yürüyemez, değişim onun için imkânsız olurdu.
Bilhassa bahar mevsimlerinin, yaratıcı kudret tarafından bütün bir varlıkta patlama, çatlama, açılma ve yenilenme dönemleri haline getirilmiş olması, bizler için de sanki istediğimiz değişim ve dönüşüm dönemleri için mükemmel zamanlardır. Bu açıdan acizane kanaatimce, bilhassa söz konusu dönemlerde, olumlu değişim ve dönüşümler için Yüce Yaratıcımızdan talepte bulunur ve Fatır Suresinin bilhassa ilk iki ayetini, hemen her gün bu dönemlerde sıklıkla okursak, Allâh’ın (cc) izni ile büyük faydalara ulaşılacağını düşünmekteyim. Fatır suresini ilk iki ayet-i kerimesi şöyledir:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ جَاعِلِ الْمَلٰئِكَةِ رُسُلًا اُولٖى اَجْنِحَةٍ مَثْنٰى وَثُلٰثَ وَرُبَاعَ يَزٖيدُ فِى الْخَلْقِ مَا يَشَاءُ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ مَا يَفْتَحِ اللّٰهُ لِلنَّاسِ مِنْ رَحْمَةٍ فَلَا مُمْسِكَ لَهَا وَمَا يُمْسِكْ فَلَا مُرْسِلَ لَهُ مِنْ بَعْدِهٖ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
“Gökleri, yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı (olmak üzere) elçiler yapan Allaha hamd olsun. O, yaratışta ne dilerse (onu) artırır. Şüphe yok ki Allah her şeye hakkıyla kadirdir. Allah’ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutacak (hapsedecek hiçbir kuvvet) yoktur. Tutacağı şeyi de ondan sonra salıverecek yoktur. O, mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fatır, 35/1-2)
5. Hilim (Yumuşak Huyluluk)

Huy yumuşaklığı, öfke ve hiddet gerektiren durumlarda kendini yenerek sâkin ve serinkanlı olmaya “hilim” denmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de bir ayet-i kerimede “akıl” anlamında “hilim” kelimesinin çoğulu olan “ahlâm” kelimesi kullanılarak şu şekilde geçmektedir: “Bunu kendilerine akılları mı emrediyor?” (Tur, 52/32).
Bu kelime ayrıca Allah’ın kullarına karşı hoşgörüsünün bir ifadesi anlamında esma-i hüsnadan bir kelime olarak onbir yerde geçmekte, üç yerde İbrahim (as) peygambere, bir yerde de İsmail (as) peygambere yumuşak huyluluk ve akıllılık anlamları nispet edilerek kullanılmıştır. Efendimiz (sas) şöyle buyuruyor: “Yumuşaklıktan mahrum olan kişi bütün bir hayırdan mahrum olur.”[22] Benzer bir başka hadîs-i şerifte de şöyle buyurmaktadır: “Allah sertliğe vermediği mükâfatı, yumuşak huyluya vermiştir.”[23]
6. Sükûn

Bilhassa sözlü ya da fiili tartışmalarda ilerisini de düşünerek, ihtiyatlı davranarak, acele etmeden iş görme ve düşünceli hareket etmeye “sükûn” ya da “sakinlik” denir. Ciddi bir durum ortaya çıktığında, ilk içgüdünüz panik yapmak olabilir. Ne yazık ki, şiddetli endişe ve stres kişinin psikolojisinin tamamen erimesiyle sonuçlanabilir. Ani tepkiler maddi ve manevi sağlığınıza uzun vadeli zararlar verebilir ve çalışma performansınızı azaltabilir.
En büyük başarıların birçoğu, baskı altında son derece sakin kalarak ulaşılmış başarılardır. Stresli durumlarda serinkanlılığınızı korumanıza yardımcı olacak bazı ipuçlarını burada sıralamak istiyoruz:
a. Mümkünse hemen tepki vermeyin. Bunun yerine, sabırlı olun ve mümkün olduğunca konu hakkında daha etraflı ve ayrıntılı bir şekilde düşünmeye çalışın. Kendinize “bu gerçekten önemli mi?” sorusunu sorun. Cevabınız evet ise, durumdan bir şekilde kurtulmak için gerekirse geri adım atın. Bu şekildeki bakış açısı daha az duygusal davranmanıza ve daha doğru karar vermenize yardımcı olacaktır.
b. Stresli durumlar ortaya çıktığında, yüzlerce zanna kapılabilir ve bu zanlarınızdan pek çoğu tabi bir şekilde olumsuz olur. Zihniniz ne kadar zanna kapılırsa, sakin kalmanız da o kadar zorlaşacaktır. En kötü senaryoyu hayal etmemek için kendinizi durdurun. Bir adım geri atın ve olumsuz düşüncelerden kurtulmaya çalışın. Arkasından da size ne kadar küçük görünürse görünsün zihninizi mutlaka ama mutlaka olumlu bir husus üzerine odaklayın.
c. Krizin ortasında kendinize veya başkalarına sorabileceğiniz en kötü soru “eğer öyleyse” diye başlar. Bu şekildeki bir sorgulama tamamen panik yaratır ve sizi oluşmamış ve asla olmayacak şeyleri düşünmeye zorlar. “Ya öyleyse?” soruları korkuyu ve sorunları daha da artırır. Bunun yerine, zanlardan sıyrılıp gerçeklere doğru odaklanın ve bir çözüm üzerinde çalışın.
d. Stresli durumdaysanız tavsiye almaktan korkmayın. Problemi farklı bir bakış açısıyla görebilecek ve olası çözümlere ulaşmanıza yardımcı olabilecek güvendiğiniz ve saygı duyduğunuz insanlara ulaşıp konuştuğunuzda ve onların fikirlerini aldığınızda kendinizi daha rahat hissedeceksiniz. Bu durum ayrıca stresinizi ve endişenizi de kontrol etmenize yardımcı olacaktır.
7. Tevazu

“Tevazu” kelimesi, “alçak gönüllülük, kibirli olmama, gösterişsiz olma” gibi anlamlara gelir. Kişinin kibirli olmayıp, başkalarını aşağılayıcı duygu ve davranışlardan kendisini uzak tuttuğunu ifade eder. Türkçemizde genelde alçakgönüllülük sözüyle karşılanmaktadır. “Tezellül” ve “huşu” kelimeleri de tevazu ile aynı veya yakın anlama gelmektedir. Kibirlenme, övünme, böbürlenmeyi kınayan çok sayıdaki ayet-i kerîme tevazuun ahlaki bir ödev olduğunu gösterir. Alçakgönüllülük, bir kimsenin zayıf olduğu anlamına gelmez. Alçakgönüllülük, meyveli bir dalın yere doğru uzanmasındaki nazik bir kavis gibidir.
Lokman (as)’ın oğluna yaptığı temel öğütlerden birisi de onun kibirli ve çalımlı değil, bilakis mütevazı bir şekilde insanlara muamele etmesi, mütevazı bir şekilde yürümesi ve mütevazı bir şekilde konuşmasıydı: “Yavrucuğum, kibirli davranarak insanlara yüzünü dönme/yanağını bükme, yürürken çalımlı çalımlı ve böbürlenerek yürüme, konuşurken de sesini ayarla, bağırarak konuşma.” (Lokman, 31/18-19)
Tevazu kavramı hadislerde de geçmektedir. Bir hadis-i şerîfte, “Sadaka malı eksiltmez, kul affederse Allah mutlaka onun şerefini arttırır, biri Allah için tevazu gösterirse Allah da onu yüceltir” buyurulmaktadır.[24] Resul-i Ekrem (sas), “Allah bana birbirinize karşı mütevazi olmanızı, kimsenin kimseye üstünlük taslamamasını vahyetti” buyurmuştur.[25]
Peygamber’in (sas) etrafındakilerle iletişim şekli insanlara karşı tevazusu bizim için en iyi rehberdir. Burada kısaca, İslam’ın büyük peygamberinin (sas) etrafındakilere nasıl mütevazı bir şekilde davranmış olduğuna dair bazı örnekleri sıralamaya çalışacağız:
Diğer insanları selamlayan ilk kişi o olurdu.
Sokakta veya bir toplantıda iken bir kişiyle konuşmak isterse, gözlerinin ucu ile bakarak konuşmaz, aksine tüm vücudunu o kişiye doğru çevirir, sonra onunla konuşur ve konuşurken yüzünde her zaman bir gülümseme olurdu.
Hiç kimse onun iyi ve güzel tavırlarından, görgü kurallarından mahrum kalmadı.
Arkadaşlarından herhangi biri o anda mevcut değilse, hemen o kişinin nasıl olduğunu sorardı.
Tüm sınıflardan insanlara saygı gösterir ve kendisini tanıyan her insan, Peygamberin nezdinde kendisinin en onurlu insan olduğunu düşünürdü.
Bir toplantıdaysa, oturmak için hiçbir zaman belirli bir yer seçmez, aksine boş olan herhangi bir yere otururdu.
Kendisine gelenlerin ihtiyaç ve isteklerini mutlaka yerine getirmeye çalışırdı. Eğer söz konusu ihtiyacı karşılayamıyorsa, en azından kibar bir sözle onları memnun ederdi.
Toplantılarda kendine has bir tevazu ile onur, doğruluk ve hoşluk getirir, konuşurken asla sesini yükseltmezdi.
Kendisini henüz tanımayamamış yabancı kimselerin görgü kurallarına uymayan davranışlarına karşı hep hoşgörülü davranırdı.
Yaşlılara saygı duyar, küçük çocuklara şefkatli davranırdı.
Hiç kimseyi azarlamazdı.
8. Şehamet

“Şehâmet” kelimesi Türkçemizde, güzel bir şekilde anılmaya vesile olacak büyük işler görme ve elde etme hususunda aşırı derecede istekli olma, arzu etme, özleme ve bunu gönülden isteme anlamlarına gelmektedir. “Şehâmet”, zekâ ile beraber olan cesaret, aklın kontrolünde olan yiğitliktir.
Sözlükler öncelikle “cesur” kelimesini şu şekilde tanımlar: “Tehlike ya da acıya maruz kalmaya ve yüzleşmeye hazır olma ve dayanma, cesaret gösterme.” Söz konusu tanımda, cesur olmanın iki kısmı bulunmaktadır. Bunlardan birincisi dayanma kabiliyeti, diğeri de cesarettir. Dolayısı ile, biri cesur olduğunda, bu niteliklerin ikisi ile birlikte yaşaması gerektiği ve her ikisinin de eşit derecede önemli olduğu açıktır.
Cesareti daha iyi anlamak için cesaretin zıddı olan korkuyu tanımak gerekir. Korku, kötü bir düşmandır ve zalimdir aynı zamanda. Efendimiz (sas) korku duygusundan Allâh’a (cc) sığınırdı. Çoğu insan düşmanlarını tanımaktan hoşlanmaz, ama kişinin sadece düşmanlarını tanıması değil, onları ayrıca ayrıntıları ile anlama için uğraşması gerektiği de açıktır.
Günümüzde çoğu insanda reddedilme ve başarısızlık korkusu bulunuyor. Ancak korku duygusunun insanda fıtri olduğunu görmek, cesaretin yaşam için ne derecede zorunluluk olduğunu da görme nedenidir. Korku felç eden, cesaret ise özgürleştiren şeydir. Korku vasat olanı seçerken, cesaret ise risk alır. Bu risk, problemin çözülmesini ya da sorunların aşılmasını gerçekleştirebilecek bir risktir. Korku her zaman pişmanlığa, cesaret ise bilginin artmasına vesile olur.
Bazen cesaret, kalabalığın içinde göze çarpan, konuşan veya başkaları için bir ses olması gereken kişi olmak anlamına gelir. Ama bazen de cesaret, sakin kalma, sessizlik içinde oturma ve dürüstlük içerisinde temkinli olma demektir.
9. Hamiyet

“Hamiyet”, ahlakî bir terim olarak, “namus, din, vatan gibi üstün değerleri koruma, bunların saldırıya uğramasından dolayı öfkelenme, savunmak için harekete geçme, insanın kendisine utanç veren bir işi yapmaktan kaçınması, aralarında kan bağı bulunan kimselerde mevcut akrabaları koruma duygusu” gibi çeşitli yönlerle açıklanmıştır.
“Hamiyet”, çoğunlukla gazap gücünün yerinde harekete geçmesinden doğan bir erdem olarak görülmüş, Ragıb el- İsfahanî, öfke duygusu bakımından en ideal insanın yavaş öfkelenip çabuk sakinleşebilen kimse olduğunu belirtirken, bu sakinlik ve ağır başlılığın, kişileri hamiyet ve gayretlerini yok etme noktasına kadar götürmemesi gerektiğini de söylemektedir. Aynı anlayışı devam ettiren Gazzali, hamiyeti kişinin kendi dışından gelen tehlikelere karşı bir tür savunma mekanizması olarak değerlendirir. Bu duygu ile gazap arasında ilişki kurduktan sonra öfke gücü zayıf olan insana hamiyetsiz denildiğini belirterek, “öfkesi ve hamiyeti büsbütün kaybolmuş insan, gerçekte eksik bir insandır” der. Aile, namus, şeref, din gibi üstün değerlerin ancak hamiyet duygusu sayesinde korunabileceğini düşünen Gazzali, namus konusunda kıskanç olmayı da hamiyet içinde mütalaa ederek, kıskançlık duygusunu kaybetmenin bir zillet olduğunu, bu zillet için “hunuset” kavramının kullanıldığını belirtir. Hamiyet, öfke gücünün akıl ve din ölçüleri çerçevesinde aktif olma halidir. Bu ölçüler içinde davranan insanda öfke gücü hamiyeti gerektiren durumlarda harekete geçer, hilmin yerinde olduğu durumlarda ise yatışır.[26]
IV.II. Öfke Gücünün Aşırılık Durumu: Tehevvür
“Tehevvür”; nefsi, aklın izin vermediği tehlikeli ve korkulu yerlere atan güce verilen addır. Çok kızmak, çok öfkelenmek ve sertlik anlamına gelip hilmin (yumuşaklığın) zıddıdır.
Tehevvür sâhibi aşırı hiddetli ve aşırı sert olur. Bunun aksi ise hilimdir (bu konu yukarıda geçti). Halîm (yumuşak) kimse, gazaba ve öfkeye sebep olan şeyler karşısında kızmaz ve aşırı bir şekilde heyecana gelmez. Korkak olan, kendisine zarar verir. Gazaplı ve öfkeli kimse ise hem kendisine hem de başkalarına zarar verir. Tehevvürün insanı küfre kadar götürebileceği ifade edilmiştir. Çünkü hadîs-i şerîfte; “Gazap (öfke), sabır bitkisinin[27] balı bozması gibi, îmânı bozar”[28] buyrulmuştur. Burada bildirilen gazaptan maksat, tehevvürdür.
Resülullah’ın (sas), dünyâ için gazaba geldiği görülmemiştir. Sadece Allah hakkı için gazaba gelirdi. Bu açıdan, şimdi Efendimiz’in (sas), öfke kontrolü ile ilgili önemli uyarılarına kulak verelim:
“İlerde bir fitne olacak. O fitne içinde kişi mümin olarak sabahlayacak, kafir olarak akşamlayabilecek. Ancak Allah’ın ilimle kalbini dirilttiği kimseler hariç.”[29]
“Allah indinde kişinin yuttuğu en sevaplı yudum, Allah’ın rızasını düşünerek kendini tutup, yuttuğu öfke yudumudur.”[30]
“Sen sessizken orada sadece bir melek vardı ve senin adına o kimseye cevap veriyordu. Ama sen de aynı şekilde cevap vermeye başlayınca melek gitti, şeytan geldi. Şeytanın geldiği bir yerde benim işim olmaz.”[31]
Ümmü Seleme annemiz (r. anhâ), Efendimiz’e (sas); “Yâ Rasülallâh, bana kendim için yapabileceğim bir dua öğretir misin?” dediğinde “Şöyle söyle” buyurarak şu duayı öğrettiler:
“Ey Nebî Muhammed’in Rabbi olan Allah’ım, günahlarımı bağışla ve kalbimin öfkesini gider. Beni hayatta tuttuğun müddetçe de saptırıcı fitnelerden koru.”[32]
IV.III. Öfke Gücünün Aşırılık Durumundan Doğan Kötü Hasletler
1. Ucub
Sözlükte “şaşmak, hayret etmek, yadırgamak” manasındaki “ucub”, “bir kimsenin hak etmediği bir mertebeyi kendinde vehmetmesi” şeklinde tanımlanmaktadır. Haris el-Muhasibî, kibrin ucubdan doğduğunu kaydeder. İbn Hazm ucbu, kendini beğenme, övünme, kibir ve büyüklenmenin kökü olarak gösterir ve birbirine yakın anlamlar taşıdığından çoğu insanın bu kelimeleri ayırt etmekte güçlük çektiğini ifade eder. Maverdi, kişinin itibarı ve mevkiiyle gururlanmasına kibir, faziletleriyle övünmesine ucub denildiğini ifade eder ve bunların ikisinin faziletleri silip götürdüğünü belirtir. Bazı kaynaklarda ucbun ileri derecesine idlal denilmiş, ucub yapılan iyilikle böbürlenmek iken, idlal birisine yapılan herhangi bir iyiliğe karşılık ondan bir fayda beklemektir denilmiştir.[33]
Ebu Ümeyye eş-Şa’bânî anlatıyor: Ebu Sa’lebe’ye giderek “Ey îman edenler, siz nefislerinizi düzeltmeye bakın. Kendiniz doğru yolu bulduğunuzda sapmış olanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüp varacağı nihayet Allah’tır. O, neler yaptıysanız, size haber verecektir” (Maide, 105) ayet-i kerimesini nasıl yorumluyorsun diye sordum. O da, “Vallahi, ben bunu Resülullah’a (sas) sordum. Efendimiz (sas) de şöyle buyurdu:
“İyiliği emreder, kötülükten sakındırmaya çalışırsınız. Ancak cimriliğin benimsendiğini, nefsî arzulara uyulduğunu, dünyeviliğin etkili olduğunu ve görüş sahiplerinin kendi görüşlerini beğendiğini gördüğün zaman, bilhassa kendini kurtarmaya bak. Sıradan insanları kendi işleri ile baş başa bırak. Çünkü, önünüzde sabırlı olmanız gereken günler olacaktır. O günlerde sabırlı olmaya çalışan kişi, sanki eline ateşten kor almış gibi olacaktır. O zamanda iyilik adına faaliyette bulunan kimseye, elli insan sevabı verilecektir.”[34]
Bir kimse ucub ile mücadele edip kendini beğenmişlikten bir parça da olsa kurtarmak istiyorsa o kişiye bazı tavsiyelerimizi şu şekilde sıralayabiliriz:
Başkaları için doğru şeyler yaptığınızdan emin olmak için güvendiğiniz insanlardan geri bildirim isteyin. Eleştirileri kabul edin ve eleştirilerden ders çıkarın. Tutum ve davranışlarınız için dostlarınızdan geri bildirim almanız ve olabilecek tavsiyeleri kendinizi geliştirmek için kullanmanız oldukça faydalı sonuçlar verecektir. İnsanlara karşı tutumunuzun nasıl olduğunu, sizin hakkınızda ne gibi duygular hissettiklerini sorun. Böylece, varsa olumsuz taraflarınızın neler olduğunu öğrenme ve bunları düzeltebilme imkanını elde edersiniz.
Bir kişinin hoş olmayan yönlerinden birisi onun kendini beğenmesidir. Bununla başa çıkmanın en iyi yolu, kibirlenmeyi ve övünmeyi terk etmektir. Diğer kişilerin görüşlerine de saygı duymayı ve eleştirileri kabul edebilmeyi öğrenmek kibrin izalesine yardımcı olur. İnsanlara nazikçe konuşunuz ve çevrenizdeki insanlara karşı nazik olunuz.
Olumsuz düşünceleriniz sizi olumsuz davranışlara yönlendirecektir. Ancak, olumsuz düşünceleri olumlu düşüncelere dönüştürürseniz, sonunda da olumlu bir yaklaşıma yönlendirilirsiniz ve bu aynı zamanda kibir ve gururun üstesinden gelmenize yardımcı olur. İyimser insanlar, her durumda mümkün olan en iyi sonucu düşünme eğilimindedirler.
Pek çok kimse, kendilerinin başlarına adeta birer bela kesilebilecek gurur ve kibir gibi günahkâr davranışlara bilmeden kapılmaya meyillidir. Hemen hemen hiç kimse bu günahın tehlikesini anlayana ve ciddiye almaya başlayana kadar da insan ruhunu kirleten unsurlarla asla başedemez. Bu nedenle, bu yanlıştaki saçmalığı ve Cenab-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinin kibirli kimseleri asla sevmeyeceğini düşünmek de ucub, gurur ve kibirden arınma çalışmasında fayda verebilir.
2. Kibir
“Kibir” kelimesi, “büyüklük taslama, kendini herkesten üstün görme” gibi anlamlara gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de kibir ve benzeri anlamlı “muhtal, fahur, fehhar ve tefahür, cebbar, ali ve ulüv” gibi kelimelerle genelde, soyluluk, zenginlik, siyasi- içtimai statü üstünlük gibi motiflerle beslenen zorbalık ve barbarlık ruhunun yansımaları ortaya konulur.
Gurur ve kibir, İblis’in bir özelliğidir. Allah’a ve insanın yaratılışına karşı kibir gösteren ilk kişi oydu. Allah ona secde etmesini emrettiğinde bu emre uymayı reddetmiş, “kendisini daha üstün görmüş ve kâfirlerden olmuştu.” (Bakara, 2/34) İblis kendisini üstün gördüğü için, Allah (cc) onun kafir olduğunu beyan buyurmuştur. Buna göre, yüce Allah’ın emirlerinden yahut onun Resulünün emirlerinden herhangi bir hususu anlamsız ve basit gören herkesin hükmü, İblisin hükmü ile aynı olur. Bu, ihtilaf edilmeyen hususlardandır.
Hemen hemen ilk günah, bir varlığın kendisini üstün görmesidir. Günahların başlangıcı üstünlük duygusudur. Allah (cc), Hz. Âdem (as) kıssasını, Kur’ân-ı Kerim’de yedi yerde, İblîs kıssasıyla beraber zikretmiştir. Bunlardan birincisi Bakara, 2/34’te, ikincisi Araf, 7/11), üçüncüsü Hicr, 15/31, dördüncüsü İsrâ, 17/61, beşincisi Kehf, 18/50, altıncısı Tâ-hâ, 20/116 ve yedincisi de Sâd, 38/74 suresindedir.
“Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden çevireceğim. Onlar her ayeti (ve açık belgeyi) de görseler yine inanmazlar ona. İyilik, doğruluk ve düzenlik yolunu da görseler, onu (kendilerine) yol edinmezler; azgınlık ve sapıklık yolunu görürlerse, onu hemen (benimseyip) yol edinirler. Bu böyle, çünkü onlar ayetlerimizi yalanlamayı sanat edinmişler ve hep ondan gaflet edegelmişlerdir.” (Araf, 7/146)
Ayet-i kerimede beyan buyurulan “büyüklük taslayanlar” ifadesi ile, kendilerinin insanların en üstünü olduğunu ve bütün hakların sadece kendileri için olduğunu zannedenlerin kastedildiği söylenebilir. Halbuki “tekebbür” sıfatı Allah’a aittir. Çünkü o, hiç kimsede bulunmayan kudret ve fazl sıfatlarına sahiptir. Bundan dolayı O’nun “mütekebbir” olması, hiç şüphesiz vacip olan bir husustur. Bazıları da “kibir/üstünlük duygusu, benliğin başkasına karşı kendisini daha yukarıda görmesidir” diye tarif etmişlerdir. “Tekebbür”, bütün kullar hakkında kınama ifade eden bir sıfat olduğu halde, Cenâb-ı Allah hakkında bir övgü sıfatıdır. Allah, kendisi dışındaki varlıklara karşı üstünlüğünü ortaya koymaya en lâyık ve en müstahaktır. Zira bu, Allah hakkında doğru ve yerinde, başkaları hakkında ise bâtıl ve boş bir iddiadır.
“Şüphe yok ki Allah, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir. O, büyüklük taslayanları hiç sevmez.” (Nahl, 16/23)
Ahirete inanıp, ebedî mükâfatı elde etmeyi arzulayan ve ebedî azaba düşmekten korkan kimseler, delilleri, teşvikleri ve sakındırmaları duyup dinlediklerinde, azaba düşmekten endişe duyarlar da, duydukları şeyler üzerinde inceden inceye düşünür, tefekkür ederler ve böylece delilleri duymaktan istifade ederek, batıldan Hakk’a dönerler, Ama ahirete inanmayan, onu kabul etmeyen kimseler, mükâfat elde etme arzusu duymaz ve cezaya uğramaktan endişe etmezler, böylece de, kendi görüş ve inançlarına uymayan her sözü reddeder, başkalarının sözüne kulak verme hususunda kibir gösterir, cehalet ve dalâlette ısrar edip, saplanır kalırlar.
Gerek kibir gerekse ilgili diğer kavramlar hadislerde de geçmektedir. Bu hadislere göre kibir gerçeği inkâr etmek, hakkı kabul etmemek ve insanları küçümsemek, hor görmektir.[35] Kibir insanı zalimler arasına sokar[36]; cehennemlikler mahsus başlıca kötü huylardan biridir.[37] Kıyamet gününde kendini beğenmiş kimseler Hz. Peygamber’den uzak kalacaklar[38], böbürlenip çalım satanlar Allah’ın ilgi ve merhametini kaybedeceklerdir.[39] Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir.[40] Özellikle son hadis, kibrin ne kadar kötü bir huy olduğunu gösteren bir delil olarak konuyla ilgili bütün kaynaklarda zikredilir.[41]
3. İstihza
“İstihza”, kelime anlamı olarak biriyle ince ince alay etme, eğlenme, birini eğlenceye, maskaralığa alma demektir. Kur’an-ı Kerim’de on bir ayette istihza anlamında “hüzüv” kelimesi yer alır ve gerek Resul-i Ekrem’in gerekse önceki peygamberlerin tebliğ ve risaletlerini başarısız kılmak üzere inkarcıların başvurduğu psikolojik bir savaş taktiği olarak zikredilir.
İstihzaya dair ayetlerden anlaşıldığına göre Kur’an insanlarla, onların inanç ve fikirleriyle alay etmeyi, Cahiliye putperestleri gibi zihnen ve ahlak bakımından gelişmemiş topluluklara has bir davranış olarak değerlendirmiştir. Nitekim, “Bizi alaya mı alıyorsun?” diyenlere karşı Hz. Musa (as), “Cahiller gibi olmaktan Allah’a sığınırım” cevabını vererek, alay etmenin cahillere yakışan bir davranış olduğuna işaret etmiştir. (Bakara, 2/67)
İslam ahlak ve muaşeret kurallarının yer aldığı Hucurat suresinde, Müslümanlar arasındaki barış ve kardeşliğin önemi vurgulandıktan sonra kardeşlik ve dostluk ilkeleriyle bağdaşmayan, insanların manevi kişiliğine saygısızlık ifade eden, onur ve haysiyetlerini zedeleyen davranışlar arasında istihzaya da yer verilmektedir. Burada erkek ve kadınların birbirleriyle alay etmeleri kesin bir dille yasaklanmakta, insanları alaya almanın, onlara çeşitli kusurlar isnat etmenin ve çirkin lakaplar takmanın ağır bir günah ve zulüm olduğuna işaret edilmektedir (Hucurat 49/9-11). Bu konu “Hucurât Suresinin İncelikleri” başlığı ile dört seride ayrıntılandırılmaya çalışılmıştı.[42]
4. İlgili Diğer Kavramlar
Öfke gücünün aşırılık durumundan doğan kötü hasletlerden birisi de gereksiz bir şeyden dolayı kendini yücelmiş saymak, göğsü kabarmak ve övünmek manalarındaki “iftihar” hissidir. Bunun yanı sıra cidal ve husumet de denilen şiddetli ve sert tartışmalara, kavgalı konuşmalara, çekişmelere, herhangi bir fikir veya konu üzerinde şiddetli atışmalara, fikirlerini yanlış olduğunu bilerek ısrarla savunmalara ve o yolda mücadele etmeye alem olmuş “mira” kelimesini görürüz. Düşmanlıkta inat etme, ayak direme, çekişme ve muhalefete ise “lecac” dediğimiz bir kelime eşlik eder.
Eğlenmek, güldürmek, hoşça vakit geçirmek maksadıyla aşırı bir şekilde insanlar takılma veya şaka yollu alay etme, ayrıca haksızlık etme, bir kimsenin zarara uğramasına sebep olma, mal, can, ırz ve namusa düşmanlık, hâinlik, zulüm, kıyıcılık manasına “ğadr”, intikam kasdı ile zulüm, bir kimsenin hakkını ödememe manasına “zîm”, karşılıklı benlik dâvâsı gütme, birbirini çekememe, çekememezlik, gizli düşmanlık, güzel olan şeylere talepte meydana gelen kötülük, fenalık, bayağılık manasına “münafeset” de bu kategoride yer alır.
IV.IV. Öfke Gücünün Eksiklik Durumu: Cübün
Korkaklık kelimesinin İslami kaynaklardaki yaygın karşılığı olan cübn ile “cesaret ve atılganlık gösterilmesi gereken durumlarda ileri atılmaktan korkup çekinmeye yol açan ruhi zaaf, aklıselimin cesaretli olmayı gerektirdiği hallerde korku ve telaşa kapılma” kasdedilmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de cübn kelimesi geçmez. Sıkça kullanılan havf, haşyet, takva, işfak, vecel ve rahbet gibi kavramlar da korku anlamını içermekle birlikte “cübn”, özellikle kişinin gerçek veya hayali bir tehlike karşısında hissettiği kontrol edilemez, önlenemez, panik derecesine kadar varabilen bir tedirginlik ve telaş hali için kullanılır.
Hadislerde de “cübn” kelimesi geçmektedir. Buhari’nin el-Camiu’s-Sahih’inin “Cihad” bölümünün yirmi dördüncü babı “Savaşta Şecaat ve Cübn” başlığını taşır. Bazı hadislerde çocuk sevgisinin insanı cimrileştirdiği ve korkaklaştırdığı ifade edilir.[43] Genel olarak insanlar hakkında düşünülebilen en kötü ve alçaltıcı iki huyun cimrilik ve korkaklık olduğunu belirten Hz. Peygamber (sas),[44] hemen bütün hadis mecmualarında yer alan bir duasında Allah’a sığındığı sıkıntılı durumlar ve kötülükler arasında (cübn) korkaklığı da zikretmiştir.[45] Ayrıca, Müslümanlara haklarını, inanç ve değerlerini koruyup savunma, düşmana karşı koyma konularında cesaret ve kahramanlık duyguları aşılayan ayet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerde, korkaklığın bir erdemsizlik olduğu ortaya konmaktadır.[46]
IV.V. Öfke Gücünün Eksiklik Durumundan Doğan Kötü Hasletler
Öfke gücünün eksiklik durumundan doğan kötü hasletlerden bir tanesi hevan-ı nefs de denilen ruhî alçaklık, horluk, hakirlik ve zillettir. Bu durumun tabi bir neticesi is sûi îş yani kötü yaşantıdır. Bu tür insanlar mal zayii yaparak durumlarını daha da kötü hale getirirler. Kıllet-i sebat da denilen kararlarından ve sözlerinden çabucak dönme, bir iş veya davranışta azim ve kararlılık göstermeme gibi olumsuz ruh halleri yaşarlar. Bunların tabi neticesi ise tembelliktir. Bu tür insanlar zaman içerisinde çalışmaktan hoşlanmayan, çaba göstermeyen, gayretsiz, iş yapma hususunda ağır davranan kimseler haline gelirler. İnsandaki meşru öfke gücünün eksikliğinin meydana getirdiği diğer bir psikolojik boyut ise, kişinin yavaş yavaş inzilâm da denilen zulmü kabul etme ve hoş görme durumudur ki bu da zalimlerin zulümlerinde daha da kuvvetlenmelerine ve zulmün yerleşik bir hal almasında etken bir sebep olur. Elbette bu tür yanlış davranış ve psikolojilerin varacağı nokta insanların manevi bütünlüklerinin yara alması, kendisinde, ya da evlat ve akrabalarında rezillikler, edepsizlikler ve alçaklıkların tezahür etmesidir. İnsandaki meşru öfke gücünün eksikliğinin meydana getirdiği diğer bir psikolojik boyut ise, kişinin kendisini çok rezil, bayağı ve âdî kimselerin ve çok aşağı insanların küfür ve sövgülerine, dövme ya da yaralamalarına, sözlü ya da fiili saldırılarına maruz bırakmasıdır. Bazıları bu durumu neredeyse normal olarak görmeye başlar, mazoşist bir yapıya bürünür, fırsatını bulduğu anda sado-mazoşist olur ve bunu neticesi de önemli işlerinin terki ya da yarım kalmasıdır.
Sonuç

Kalbin kin ve öfkeden temizlenmesi, insanda kalp ve zihnin, madde ve ruhun uyum ve denge içerisinde çalışmasını gerçekleştirir. Kin ve öfkesini kontrol altına almış bir fert, topluma faydalı olma ve iyilik yapma duygusunun zirveye çıktığını müşahede eder.
İyi yönetilen öfke, sizi olumlu değişiklikler yapmaya motive eden yararlı bir duygu olabilir. İnsandaki öfke mekanizması oldukça güçlü bir duygudur ve eğer uygun bir şekilde kontrol altına alınmazsa, siz ve çevreniz için yıkıcı sonuçlar doğurabilir. Kontrolsüz öfke tartışmalara, fiziksel kavgalara, saldırıya ve hatta kendine zarara dönüşebilir.
Öfke duyan bir kimsenin ayakta ise oturması, abdest alması, istiğfara ve çevresine yardım faaliyetlerine yönelmesi öfkeyi kontrol altında tutabilmenin temel dinamikleridir. Yönetilemeyen öfke ile bağlantılı kısa ve uzun vadeli sağlık sorunlarından bazıları; baş ağrısı, sindirim sorunları, uykusuzluk hastalığı, artan endişe, depresyon, yüksek tansiyon ve egzama gibi cilt problemleri, daha nihayette ise kalp krizi ve felce kadar varan ağır rahatsızlıklardır. Öfke gücünün kontrol altında ve dengede tutulması neticesinde, beyindeki endorfin salgısı artmakta, böbrek üstü bezlerinde üretilen ve kişinin ruh halini düzenleyici nörotransmiterlerin üretimi de olumlu bir şekilde etkilenmektedir.
İnsanın, en mükemmel ve kalıcı mücadelesi, fikir mücadelesidir. En merhametsiz, acınası ve önemsiz mücadelesi de şiddete dayalı öfkesidir. Sadece şiddet içeren yollarla varlığını ispat etmeye çalışma bir sapıklık, vesvese güdümündeki şeytanlıktır. Asıl varlık yeteneğine sahip olan ise hikmete, sabra, tenniye ve öfkeyi yenmeye dayalı müstakim fikir ve düşüncelerdir. Fikir ve düşünce mücadelesinde hakikate ve gerçeğe dayanan kimseler, başta Allâh’ın (cc) yardımına, sonra da O’nun sayısız salih kullarının desteğine mazhar olacaklardır.
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden bizleri dengede bir kuvve-i gadabiyyeye eriştirmesi dileklerimle…
[1] Buhari, Tevhid, 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe, 14-16.
[2] DİA, Gazap md., 13/435.
[3] Buhari, Tefsir, Ha-mim, es-Secde (Fussilet) 1.
[4] Ebu Davud, Edeb 4, (4782); Beyhâki, Şuabu’l-Îman, s. 526 (Hadis no: 7932).
[5] Ebu Davud, Edeb, 4 (4784).
[6] Tirmizi, Daavat, 52 (3452); Ebu Davud, Edeb, 4 (4780).
[7] Ahmed bin Hanbel, 5/373 (23558); 5/408 (23862).
[8] Ahmed bin Hanbel, 4/226 (18148).
[9] Tirmizî, Fiten, 26 (2191); Ahmed bin Hanbel, 3/19 (11160), 61 (11608); Müslim, Birr, 30 (2610); Ebû Dâvûd, Edeb, 4 (4782).
[10] Tirmîzi, İlim 16.
[11] Tirmizi, Fiten 26, (2191)
[12] Buhari, Edeb 102; Müslim, Birr 106, (2608); Ebu Davud, Edeb 3, (4779)
[13] Buhari, Ahkâm 13; Müslim, Akdiye 16, (1717); Tirmizi, Ahkâm 7, (1334); Ebu Davud, Akdiye 9, (3589); Nesai, Kudat 17, (8, 337, 238).
[14] Buhari, Edeb 76; Tirmizi, Birr 73 (2021); Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 11, (2, 906).
[15] Buhari, İ’tisam 2, Tefsir, A’raf 5.
[16] Resâilu’l-Kindî el-Felsefiyye, Tahkik: Muhammed Abdulhâdi, ss. 274-275, Mısır-1950.
[17] Müslim, Taharet, 1; Tirmizi, Daavat, 86.
[18] Buhari, Zekât, 50; Rikak, 20; Müslim, Zekât, 124.
[19] Buhari, Cenaiz, 32, 42; Müslim, Cenaiz, 14, 151.
[20] Beyhaki, Şuabu’l-İman, 9266, Mektebetu’r-Rüşd, Riyad-2003; Taberani, Mu’cemu’l-Kebîr, C.9, s. 107, (Hadis no: 8544), Mektebetu İbni Teymiyye, Kahire-trsz.; Feyzu’l-Kadîr, C.4, s. 233 (Hadis no: 5130), Dâru’l-Ma’rife, Beyrut-1972.
[21]Müslim, Birr 106, (2608); Ebu Davud, Edeb 3, (4779).
[22] Müslim, Birr, 74-76; İbni Mâce, Edeb, 9.
[23] Ebu Dâvûd, Edeb, 11.
[24] Müsned, 2, 386; Müslim, Birr, 69; Tirmizi, Birr, 82.
[25] Müslim, Cennet, 64; Ebu Davud, Edeb, 40; İbn Mace, Zühd, 16, 23.
[26] DİA, Hamiyet md., C.15, s. 481.
[27] Zambakgiller familyasından, tropikal bölgelerde yetişen, küçüklü büyüklü birçok türü bulunan, özellikle sarı sabır denen çeşidi tıpta da kullanılan bir bitki çeşidi.
[28] Beyhaki, Şuabu’l-İman, s. 532 (Hadis no: 7941); Taberani, Mu’cemu’l-Kebîr, C.19, s. 417, (Hadis no: 1007), Mektebetu İbni Teymiyye, Kahire-trsz. .
[29] Sünenu İbn-i Mace, II, 1305, 1310 (3954, 3961).
[30] İbni Mâce, Hilm, 18.
[31] Ebû Dâvud, Edeb, 49.
[32] Ahmed İbni Hanbel, Müsned, 6/302 (27111).
[33] DİA, Ucb maddesi, C. 42, s. 36 (Ucub’un ileri derecesine “idlâl” denilmesi ile ilgili olarak bkz. Muhasibi, er-Riaye, s. 343, Bâbu’l-İdlâl bi’l-Amel, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut, trsz.)
[34] Ebu Davud, Sünen, Hadis no: 3839; İbn Mace, Sünen, Hadis no: 4045.
[35] Müslim, İman, 147; Ebu Davud, Libas, 26; Tirmizi, Birr, 61.
[36] Tirmizi, Birr, 61.
[37] Buhari, Edeb, 61; Müslim, Cennet, 47.
[38] Tirmizi, Birr, 71.
[39] Buhari, Libas, 1, 2, 5; Müslim, Libas, 42-48.
[40] Müslim, İman, 147; Ebu Davud, Libas, 26.
[41] DİA, Kibir md., C. 25, s. 562.
[42] DİA, İstihza md., C. 23, s. 347.
[43] Müsned, VI, 409; Tirmizi, Birr, ll; İbn Mace, Edeb, 3.
[44] Müsned, ll, 302, 3 20; Ebu Davud, Cihad, 21.
[45] Müsned; I, 22, 54, 183; Buhari, Daavat, 36-38, 40-42; Müslim, Zikir, 49-51.
[46] DİA, Korkaklık md., C. 26, s. 203.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.