Musa Kâzım GÜLÇÜR
1 / 6 / 2021
İçindekiler
Usûlcü Alimlerimiz ve Mecaz-Hakikat 6
Mu’tezilenin Kur’ân’da Mecaz-Hakikat Ayırımını Başlatması 8
Mecaz Anlam Taşıdığı İddia Edilen Ayet-i Kerîmelerden Bazı Örnekler 11
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
والحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، اللهمَّ صَلِّ وسلـم على سيدِنا محمدٍ أكملِ مخلوقاتك، وسيّدِ أهلِ أرضِك وأهلِ سماواتك، النورِ الأعظم، والكنـزِ الـمطلسم، والجوهرِ الفردِ، والسرِّ الـممتد
رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ
رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي
Mecaz ve Hakikat Giriş

Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan ilahî bir lütuftur. (وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَاءَ كُلَّهَا) “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti” (Bakara, 2/31) ve (عَلَّمَهُ الْبَيَانَ) “Allah, insana beyanı (duygu ve düşüncelerini ifade etmeyi) öğretti” (Rahman, 55/4) ayet-i kerimeleri, insan türü için, dil ve edebiyatın ne denli büyük bir ihsan olduğunu işaretler. İnsanlar duygularını, düşüncelerini, fikirlerini, hükümlerini birbirlerine nakletmek, meramlarını birbirlerine anlatabilmek için, “dil” denilen bu önemli vasıtaya baş vururlar. İnsanlar, dili ve edebiyatı kullanırken, onun temel özelliklerine de dikkat etme durumundadırlar.
Bu yazımızda, günlük dilde mebzul bir şekilde yer alan “mecaz” unsurunun, Kur’an-ı Kerîm’de bulunup bulunmadığı konusunu açmaya çalışacak, hadîs-i şeriflerde mecaz olup olmadığı hususuna değinmeyeceğiz. Çalışmanın nirengi noktası, doğrudan “Kur’an-ı Kerîm’de Mecaz Var mı?” sorusuna cevap aramaktır. “Eşya, zıtları ile bilinir” kaidesinden hareketle, “mecaz” kelimesinin zıt anlamı olan “hakikat” kavramına kısaca temas ile konuya giriş yapacağız.
“Hakikat” kelimesinin kökü olan “hak” kelimesi, Halil Ahmed el-Ferâhîdî’nin (v. 175/791) ilk Arapça sözlük sayılan Kitâbu’l-Ayn’ında ve Kûfe dil mektebine mensup edebiyat âlimi İbn Fâris’in (v. 395/1004) Mücmelü’l-Lüga’sında “batıl” olanın, yani doğruluk, sahihlik ve gerçeklikle ilgisi bulunmayanın zıttıdır.[1] “Hakikat” kelimesi ise, Arap belâgatı teorisyeni Hatîb Kazvînî’nin (v. 739/1338) El-Îzâḥ fî Ulûmi’l-Belâga adlı eserinde, “karşılıklı konuşma durumunda, konulduğu anlamda kullanılan kelime”[2] şeklinde tarif edilmektedir. Bu tarife göre, Kur’ân-ı Kerîm’i okuma esnasında, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ile mükaleme halinde olan birisinin, ayet-i kerimeleri konulduğu anlamda kullanılmış temel hakikatler olarak algılaması gerektiği açıktır.
“Hak” kelimesi ayet-i kerimelerde net bir şekilde beyan edilir. Bu ayet-i kerimelerden birkaçını nakledelim:
(وَيُحِقُّ اللّٰهُ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهٖ) “Allah, hakkı kelimeleriyle gerçekleştirir.” (Yunus, 10/82)
Bu ayet-i kerimede Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, kelimeleri ile hakikati ortaya çıkaracağını, sözlerinin ve delillerinin batılı yok edeceğini belirtmektedir.
(وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا) “De ki: ‘Hak geldi, batıl yok oldu.’ Batıl, kesinlikle yok olur.” (İsra, 17/81)
Cabir (ra) rivayet ediyor: “Nebi (sas) ile (fetih günü) Mekke’ye girdik. Allâh’tan başkasına tapınılması için, Kâbe’nin çevresinde ve içinde üç yüz altmış put vardı. Resülullah (sas) emretti de onların hepsi yüz üstü yere düştü. Resülullah (sas), “Hak geldi, batıl yok oldu” ayetini okudu. Daha sonra Kabe’nin içerisine girdi ve iki rekat namaz kıldı. Kabe’nin içerisinde, İbrahim, İsmail ve İshak (ase) peygamberlere ait tasvirler yer almaktaydı. İbrahim (as), elinde fal okları ile resmedilmişti. Bunu görünce Resülullah (sas), “Allah cezalarını versin. İbrahim hiçbir zaman fal okları kullanmamıştır” dedi. Daha sonra zâferan getirterek, bu resimleri sildirdi.”[3]
Abdullah b. Abbas’ın (ra) rivayetinde, Efendimiz (sas) elindeki asa ile bu putlara dokunuyor ve onlar da devriliyorlardı.[4]
(قَالَ فَالْحَقُّ وَالْحَقَّ اَقُولُ) “(Allâh) Buyurdu ki, Ben Hakk’ım, hep hakkı söylerim.” (Sad, 38/84)
Bu ayet-i kerimedeki “Hak” kelimesi Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ait esmâ-i hüsnâdandır. “Varlığı hakikî, inkârı mümkün olmayan, mutlaka kabul edilmesi gereken, Zâtı ile kaim, vacip ve değişmekten münezzeh” demektir. (اللّٰه هُوَ الْحَقُّ) “Allah, Hak’tır” (Nur, 24/25) ayet-i kerimesi de bu ism-i şerîfe işaret eder.
Bu açıdan, “hak / gerçek” kelimesinin isim hali olan “hakikat / gerçeklik” kelimesi, “asıl, künh” olup, “mecaz” ve “batıl” kelimeleri ile tam bir zıtlık ilişkisi içerisindedir. Dildeki kelimelerin vaz edilme gayesi, öncelikle “hakikat” itibarı iledir. Daha sonra hakikat ifade eden kelimeler, günlük kullanımda bazen “teşbihe / benzetmeye”, bazen de hakikat barındırmayan “mecazlara / yalanlara” dönüşürler. Mesela, “yıldızları senin için topladım” denildiğinde, aslında yalan söylenmiş olur. Çünkü ortada ne yıldız toplama vardır ne de toplanmış yıldızlar bulunmaktadır. Böylece bu sözü söyleyen kişi, karşısındakine yalan temelli bir mecaz ile hitap etmiş olmaktadır.
“Mecaz” kelimesi, Halil Ahmed el-Ferâhîdî’nin Kitâbu’l-Ayn’ında[5] ve Ebu Mansur el-Ezherî’nin (v. 370/980) ansiklopedik sözlüğü Tehzîbü’l-Lüga’sında,[6] “(geçilen) mevzi / yer” anlamındadır. Bu durumda, “cümlede mecaz” denildiğinde, “bir kelime için vaz olunmuş yerin / anlamın dışına gitmek” yani “yalan” manası anlaşılır.
“Mecaz” kelimesini niçin “yalan söz” olarak tarif ediyoruz? Çünkü, Arap dili gramerine dair, zamanımıza ulaşan ilk hacimli el-Kitâb adlı (Kitâbu Sîbeveyh) eserin yazarı ve Basra nahiv mektebinin en önemli temsilcisi Ebu Bişr Sibeveyh (v. 180/796), “Sözün İstikametli (düzgün) ya da İmkansız Olması” başlığı altında, “söz” ile ilgili olarak şu beşli taksimi yapıyor:
“a) İstikametli (düzgün) güzel, b) İmkansız, c) İstikametli (düzgün) yalan, d) İstikametli (düzgün) çirkin, e) İmkansız yalan.
Bu yapmış olduğu ayırım çerçevesinde de şu örnekleri veriyor:
a) İstikametli (düzgün) güzel: “Dün sana geldim. Yarın, sana yine geleceğim.”
b) İmkansız (İlk örnekteki sözün ters çevrilmiş hali): “Sana yarın geldim. Dün yine geleceğim.”
c) İstikametli (düzgün) yalan: “Dağı yüklendim / taşıdım. Denizin suyunu içtim, vb.”
d) İstikametli (düzgün) çirkin (Kelimenin olması gereken yerde olmaması): “Gördüm muhakkak Zeydi”, “İçin Zeyd sana gelmesi” vb.
e) İmkansız yalan: “Denizin suyunu dün içeceğim” gibi.”[7]
Ebu Bişr Sibeveyh’in yapmış olduğu bu “söz” tasnifinde, “c” şıkkında yer alan kısım, “mecaz”ın ta kendisidir ve açık bir şekilde cümle ögeleri karışık olmayan “düzgün yalan” olarak nitelendirilmektedir.
Nesirlerde ve bilimsel eserlerde, kelimeler ve sözcükler, genellikle gerçek anlamlarıyla kullanılırken, şiirlerde, romanlarda ve günlük dilde ise, çoğunlukla gerçek dışı, süslü yani mecazlı bir söyleyiş vardır. Mesela, “o kadar susamış ki, bardağı bir dikişte bitirdi” cümlesinde, sözü edilen kişi bardağı değil, içindeki suyu içmiştir. “Bardak” sözcüğü, “su” sözcüğünün yerini almıştır. Mecazlı kullanımı ayırt etmenin bir yolu, sözcüğün yeni kazandığı anlamın, gerçekte mümkün olup olmadığına bakmaktır. Mesela yukarıdaki örnekte su içerken bardağın “bitmesi” şöyle dursun, bir parçasının eksilmesi bile düşünülemez.
Mecazlı kullanımlar, bilhassa şiirlerde yüksek seviyededir. Mesela Atilla İlhan’ın “Yalnızlık” şiirindeki şu dizeler, gerçek dışı yani “mecazlı / yalan” anlatıma ve anlam kapalılığına bir örnektir:
“Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır,
Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım,
Bu gece dağ başları kadar yalnızım,
Çiçekler damlıyor gecenin parmaklarından…”
Bilindiği üzere karanlık insanı delirtmez, karanlıkta öyle ihtişam falan da yoktur. Gecenin parmakları söz konusu bile olamayacağı gibi, olmayan parmaklardan çiçek damlaması da bütünüyle hakikat dışıdır ve Sibeveyh’in tasnifi içerisinde ‘imkansız yalan’dır.
Yine Necip Fazıl’ın “Sakarya” şiirindeki şu dizeler de böyledir:
“Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?”
Nehrin yokuş çıkması kesinlikle söz konusu olamaz. Nehrin, yokuşu sökmek için yırtınması da yine Sibeveyh’in tasnifi içerisinde ‘imkansız yalan’dır.
Peki, böyle söylense ne olur? Bu durum, tamamen kişilerin hayal dünyası ile ilgili, hayali tasvirler olup, böyle söyleyen kimselerin kendi takdirleridir. Böyle söyleyerek kendilerini mutlu ya da mutsuz hissedebilir, hamâsî duygulara kapılabilir ya da üzülebilirler.
“Hakikat” kelimesi ise, “asıl, doğru ve gerçek durum, şey ya da şekildir.” Bir başka ifade ile, “var ve gerçek, vakaya mutabık, tasavvur veya hayal olmayıp fiilî olarak var olan, gerçek ve asıl” anlamındadır. İlâhî kelâmda, yani Kur’ân-ı Kerîm’de de bütünüyle asıl olan hakikattir.
Mecaz, kelimelerin asıl ve ikinci derecedeki anlamlarının dışında, gerçek olmadığı halde, gerçekle arasında ilgi ve münasebet kurulmak suretiyle, başka bir kavramın oluşturulmasıdır. Mesela; “gönül bülbülü, talih güneşi, para delisi” gibi. Bu cümleler “hakikat dışı” ifadelerdir ve bir nevi yalan yani “mecaz” olarak adlandırılırlar.
“Teşbih / benzetme” ise, “manayı kuvvetlendirmek için, aralarında ortak paydalar bulunan iki kelimeden, zayıf olanı kuvvetli olana benzetme” demektir. Teşbihin dört ögesi vardır:
a) Benzeyen: Özellik itibarı ile zayıf olandır.
b) Kendisine benzetilen: Özellik itibarı ile güçlü olandır.
c) Benzetme yönü: Aktarılan özelliktir.
d) Benzetme edatı: “Gibi, kadar, sanki, vb.” kelimelerdir.
“Göz” kelimesini ele alalım. “Göz” kelimesinin asıl anlamı, insanın baş gözüdür. Ancak bu kelime, “göz ardı etmek” şeklinde kullanıldığında, benzetme yapılarak, “bir şeyi önemsememek, kale almamak” anlamına gelir. Benzetme yönü, insanın çok kıymetli bir uzvu göz, “önem vermeme hali” zayıflık itibarı ile “göz” kelimesine benzetme yapılarak ifade edilmek istenmiştir. Benzetmedeki asıl unsur, anlamdaki “müştereklik / ortaklık” yönü iledir. Yoksa benzetmeler “hakikat ve mecaz” ayrılığı değildir. “Baş” ve “ana” kelimeleri de böyledir. Bu tür kelimeler, anlamları itibarı ile çeşitli cümlelerde müşterek şekilde kullanılır. Ancak bu kullanımın adı “mecaz” değildir.
Mesela, Kur’ân-ı Kerîm’deki “salât” kelimesi hem “namaz” hem de “dua” ibadetlerine şamil, birden çok anlam taşıyan müşterek lafızlardandır. Dolayısıyla mecaz değildir. Zira bu anlamlardan her biri, gerçek (vaz‘î) olup, dolayısıyla başka bir kelimenin anlamının “salât” kelimesine nakledilmiş olması söz konusu değildir. “Hac” ve “zekat” kelimeleri de böyledir.
Kur’ân-ı Kerîm’de “teşbih / benzetme” bulunur. (مَثَلُ) “misal” kelimelerinin geçtiği bütün ayet-i kerimelerde bir teşbih ögesi vardır.
Ancak, Kur’ân-ı Kerîm’de “gerçek dışı mecazlar” kesinlikle söz konusu değildir. Kur’ân-ı Kerîm bütünü ile hakikattir. Kendisinde asla bir kapalılık olmayan, çok açık, eğrilik bulunmayan tam bir hikmettir. Bu gerçek şu ayet-i kerimelerde net bir şekilde beyan edilir:
(وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغٖى لَهُ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْاٰنٌ مُبٖينٌ) “Biz O’na (Peygambere) bir şiir öğretmedik. (Şiir öğrenmesi) O’na yaraşmaz da. O (kendisine indirilen kitap, başka değil), sadece bir öğüttür ve (doğruya ulaştırmada) çok açık bir Kur’an’dır.” (Yasin, 36/69)
(وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَاعِرٍ) “(Bu Kur’ân) Bir şair sözü değildir.” (Hâkka, 69/41)
Kur’an-ı Kerîm şiir değildir, şiirle en küçük bir alakası da yoktur. Kur’an hakikatleri nerede, şairlerin uydurdukları yalana dayalı mecazlar nerede? Kur’ân-ı Kerîm, camilerde, mescitlerde, mihraplarda, minberlerde okunan, evlerin mutena köşelerinde yapılan ibadetlerde tilâvet edilen, okuyana ve okunana şifa kaynağı öyle yüksek semavi bir kitaptır ki, Allâh’ın (cc) izni ve inayeti dairesinde, iki cihan kurtuluşuna, onun tilâveti ve pratik hayata tatbiki ile ulaşılır. Bilhassa nefis ve şeytanın dürtülerinden kaynaklanabilen şiir ile Kur’ân arasında, en küçük bir benzerlik bile yoktur.
(اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهٖ رَيْبَ الْمَنُونِ) “Yoksa onlar, ‘O bir şairdir; onun, zamanın felaketlerine uğramasını bekliyoruz’ mu diyorlar?” (Tur, 52/30) Bediüzzaman Hazretleri bu ayet-i kerimeyi, “Senin (Kur’ân’ın) parlak, büyük hakikatlerin, şiirin hayalâtından münezzeh ve tezyinatından müstağnidir” şeklinde yorumlayarak,[8] hayali izafetlerin Kur’ân-ı Kerîm’de yer almamış olduğuna dikkat çekmektedir.
(حِكْمَةٌ بَالِغَةٌ) “(Bu Kur’ân) Doruk noktasındaki bir hikmettir.” (Kamer, 54/5)
(اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا) “Bütün övgüler Allah içindir. O (Allah) ki, kuluna bu kitabı (Kur’ân’ı) indirmiş ve onun anlaşılmasını güçleştirecek hiçbir çapraşıklığa yer vermemiştir.” (Kehf, 18/1)
(وَاِنَّهُ لَكِتَابٌ عَزٖيزٌ لَا يَاْتٖيهِ الْبَاطِلُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِهٖ تَنْزٖيلٌ مِنْ حَكٖيمٍ حَمٖيدٍ) “Şüphesiz o (Kur’ân), öyle değerli ve sağlam bir kitaptır ki ona ne önünden ne ardından bâtıl asla yaklaşamaz. O (Kur’ân), Hamîd (kulları tarafından ebediyete kadar övülen, kemal sıfatları zikredilerek kendisine hamd edilen) ve Hakîm (son bulması tasavvur edilemeyen, dâimî ve ezelî en yüksek ilme sâhip, künhünü kendisinden başkasının tam manasıyla bilemeyeceği bir ilimle bilen, gerçek hikmet sâhibi) Allah’tan indirilmedir.” (Fusssilet, 41/41-42)
Kur’ân-ı Kerîm’in “mucize” oluş keyfiyeti, burada bazılarını naklettiğimiz ayet-i kerimelerdeki yüksek hakikatler ve büyük kısmı ile de kelimelere dökemediğimiz çok yüksek özellikleri sebebiyledir.
Usûlcü Alimlerimiz ve Mecaz-Hakikat

Kur’ân-ı Kerîm’de, mecazın varlığını iddia edenler olmuştur. Ancak önemli usûlcü alimlerimiz, sözün hakiki manasına yorulması gerektiğine dikkat çekmektedirler.
Şöyle bir soru ile başlayabiliriz. Meşhur usûlcü, müçtehid ve tabileri olan dört mezhep imamından İmam-ı Azam Ebu Hanife (v. 150/767), usul-ü fıkıh konusunda ilk eser verenlerden İmam Şafiî (v. 204/820), İmam Mâlik (v. 179/795) ve İmam Ahmed b. Hanbel’den (v. 241/855) hangisi, eserlerinde Kur’ân-ı Kerîm ayetleri için “mecaz ve hakikat” ayırımı yapmıştır?
Bu sorunun cevabı açıktır. Elbette hiçbirisi.
Ne Evzâiyye mezhebinin kurucusu, fıkıh ve hadis âlimi Ebu Amr Abdurrahman b. Amr b. Yuhmid el-Evzâî’nin (v. 157/774) Kitâbü Siyeri’l-Evzâʿî’sinde,[9]
Ne tâbiîn asrının kendi adıyla anılan dört fıkıh mezhebi imamından biri, müfessir, muhaddis ve zâhid es-Sevrî el-Kûfî’nin (v. 161/778) Tefsîru Süfyâni’s-Sevrî’sinde,[10]
Ne müctehid ve muhaddis el-Leys b. Sa’d’ın (v. 175/791) ihtilâfü’l-fukahâ kitaplarında, hacimli fıkıh eserlerinde ve hadis mecmualarının şerhlerindeki fıkhî görüşlerinde,
Ne hadis, fıkıh ve tefsir âlimi İshak b. Râhûye’nin (v. 238/853) usûl ile ilgili görüşlerinde,[11]
Ne eserleriyle Hanefî mezhebinin görüşlerini kayıt altına alan müctehid İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin (v. 189/805) el-Asl’ında (el-Mebsûṭ olarak da bilinir),[12] Allâh’ın (cc) kelamı “mecaz ve hakikat” olarak ikiye ayrılmıştır.
Tabi burada, bilhassa hicri ilk üç asrı kast ediyoruz ki oldukça uzun bir zaman dilimidir. Bu kadar uzun bir zaman diliminde, Allah’ın (cc) kelamını “mecaz ve hakikat” olarak ikiye ayırmak hiçbir alimin aklına gelmemiş midir? Yoksa daha sonrakiler, dilde ve dinde aslı bulunmayan bir hususu, Mu’tezilî bir alimin ifade etmesi ile peşine takılmış, daha sonra da bu yanlış bakış açısı müteahhirîn ulemada da bir galat-ı meşhura mı dönüşmüştür?
Soruyu şu şekilde de sorabiliriz:
Allah’ın (cc) kelamını, “mecaz ve hakikat” olarak ikiye ayıran kimselerin, Hadis, Fıkıh, Tefsir gibi İslami ilimlerde ya da şeri delillerden hüküm çıkarmada tabi oldukları meşhur müçtehid bir alim var mıdır?
İsterseniz bu soruyu bir de meşhur dil alimlerimiz itibarı ile soralım. Çünkü mecaz ile hakikatin tanınıp ayırt edilmesi konusunda, dili ustalıkla kullananların ve dil âlimlerinin beyanını görmemiz elbette önemlidir.
Yedi kıraat imamından biri, Arap dili ve edebiyatı âlimi Ebu Amr B. Alâ (v. 154/771), Arap dili gramerine dair zamanımıza ulaşan ilk hacimli el-Kitâb adlı (Kitâbu Sîbeveyh) eserin yazarı ve Basra nahiv mektebinin en önemli temsilcisi Ebu Bişr Sibeveyh (v. 180/796), yine yedi kıraat imamından biri ve nahiv âlimi Meânî’l-Kur’ân adlı eserin sahibi Ali b. Hamza el-Kisâî (v. 189/805),[13] Arap dili ve tefsir âlimi Meânî’l-Kur’ân yazarı Yahya b. Ziyad el-Ferrâ (v. 207/822),[14] Basra mektebine mensup dil ve edebiyat âlimi Ebu Zeyd el-Ensârî (v. 215/830), Basra dil mektebinin önde gelen simalarından şiir ve ahbâr râvisi, dil ve edebiyat âlimi, Asmaiyyat ve el-Müntekâ adlı eserlerin sahibi Ebû Saîd Abdülmelik b. Kureyb el-Asmaî (v. 216/831)[15] gibi önemli Dil ve Nahiv alimlerimiz, Allah kelamını “mecaz ve hakikat” olarak ikiye ayırmışlar mıdır?
Halbuki, bilhassa hicri ilk üç asırda hem usûlcülerimiz hem de dil alimlerimiz, dini hükümleri istinbatta ve dil inceliklerini ortaya çıkarma hususlarında en yetkin insanlardır.
Görüldüğü üzere bu alimlerimiz arasında, Allah kelamını “mecaz ve hakikat” olarak iki kısma ayıran tek bir alim bile yoktur.
Mu’tezilenin Kur’ân’da Mecaz-Hakikat Ayırımını Başlatması

Şimdi bir kimse, mecazü’l-Ḳurʾân konusunda, günümüze ulaşan ilk eserin, İran’lıların desteklediği Şuûbiyye hareketinin taraftarlarından, Hâricîler’in Sufriyye koluna mensup, bir tek mısraı bile gramer hatası yapmadan okuyamayan, İran’daki Şirvan civarında bulunan Bâcervân köyünden Yahudi asıllı bir aileye mensup, Ma‘mer b. Müsennâ’nın (v. 209/824) Mecazü’l-Ḳurʾân’ı[16] olduğunu söyleyebilir!
Keza bu konuda günümüze ulaşan ikinci eserin de iyi bir şair ve Şiî İmâmiyye mezhebi içinde rey ile tefsirin öncülerinden olan Şerif er-Radî’nin (v. 406/1015) Telhîsü’l-Beyân fî (an) Mecâzâti’l-Kur’ân’ı[17] olduğunu da söyleyebilir. Ancak eserinin isminde “Mecazü’l-Kur’ân” tabiri geçmesine rağmen Radî, hemen her örnek öncesi “bu istiaredir” demektedir. Bu durum, Şerif er-Radî’nin “mecaz” kelimesini kullanmaktan çekindiğini, izahlarını “istiare” kelimesi ile yapmayı tercih ettiğini göstermektedir. Eserin sadece iki yerinde “bu mecazdır”[18] diyebilmiştir.
Müellif, eserinin mukaddimesinde, “eskilerden bu hedefe atış yapmış ve bu gayeye at koşturmuş hiç kimseyi bulamadım”[19] derken, aslında bizim yukarıda anlatmaya çalıştığımız, bilhassa hicri ilk üç asırda, meşhur usûlcü ve müçtehidlerden hiç kimsenin, ayet-i kerimelerde mecaz ve hakikat ayırımına gitmediği gerçeğini doğrudan itiraf etmiş olmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm ayetlerini “mecaz ve hakikat” olarak ikiye ayıranlar, Mu’tezilî ve Şiî alimler ile, bu konuda onlara tabi olmakta mahzur görmeyenlerdir.
Müteahhirîn dönemi alimlerinden, Mu’tezilî ve Şiî düşüncede olanlara uyanlar da Allah kelamında bu ikili ayırım yanlışına dahil olmuşlardır. Hâriciyye, Bâtıniyye, İsmâiliyye, Karmatiyye gibi sapkın mezhepler, delillerini ve görüşlerinin temellerini, ayet-i kerimelere mecazî olarak yaptıkları yorumlar üzerine oturtmuşlardır.
“Mecaz” kavramını geniş bir şekilde izah etmeye çalışan ilk dilci, en-Nazzâm (v. 231/845) ekolünde yetişen Mu’tezile kelamcılarından el-Câhiz el-Kinânî’dir (v. 255/869). O, Kitabu’l-Hayevân’ında, mesela Nisa, 4/10 ayet-i kerimesi ile ilgili tahlillerinde, “bu mecazdır” hükmü vermektedir.[20]
Peki, Kur’ân-ı Kerîm’de mecaz bulunduğunu üstelik geniş bir şekilde izah etmeye çalışan el-Câhiz kimdir, nasıl bir insandır?
el-Câhiz’in çağdaşı, onu doğrudan tanımış, fakat sapık fikirlerinden dolayı ondan ayrılmış, edebiyat, Kur’an ilimleri, hadis ve tarih sahalarındaki eserleriyle tanınan İbn Kuteybe (v. 276/889), Hadis Müdafası (Teʾvîlü Muhtelifi’l-Hadîs) adlı eserinde, el-Câhiz’ın, Müslümanların aleyhine olacak bilgileri Hristiyanlara göstermek için özel bir gayret sarf ettiğini, imanı zayıf Müslümanları şüpheye düşürmeye çalıştığını, kitaplarında gülünç ve boş şeyler aktardığını ve hadis-i şeriflerle alay ettiğini belirterek şöyle der:
“Câhiz, bu ümmetin en yalancısı, en çok hadis uyduranı ve bâtıla en çok yardım edenidir.”[21]
Kur’ân-ı Kerîm ayetlerini “mecaz ve hakikat” olarak ikiye ayıranlardan birisi de dilci ve edebiyatçı Ebü’l-Feth Osmân b. Cinnî’dir (v. 392/1002). El-Hasâis adlı eserinde Mu’tezili görüşleri benimsemekte, “kulun fiilleri” ile ilgili olarak da şöyle söylemektedir: “Kul, kendi fiillerinin yaratıcısıdır.”[22]
Bu dil alimimiz, Mu’tezile mezhebinin görüşleri doğrultusunda, kelamı “mecaz ve hakikat” olarak ikiye ayırmakta ve bu husustaki görüşünü sağlamlaştırmak için, “Hakikat ve Mecaz Arasındaki Fark”[23] başlığı altında, kitabının diğer kısımlarında yapmadığı bir şekilde, hakikat ve mecaz arasındaki farkları, kendince uzun örneklerle izah etme yoluna gitmektedir. Bu durum onun, bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’de “mecaz” bulunduğu konusunda, Mu’tezilî bir düşünce taassubu ile hareket ettiğini göstermektedir.
Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinde mecazı kabul ederseniz, olmadık yorumlarla karşılaşmanız işten bile değildir. Sadece bir örnek ne demek istediğimizi gösterecektir. (ظَهَرَ الْفَسَادُ فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ) “Karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır.” (Rum, 30/41) Bu ayet-i kerimedeki “kara” kelimesinin insanın dış organlarına, “deniz” kelimesinin de kalbe işaret ettiği söylenebilir mi? Maalesef bu tür mecazî yorumları yapanlar, bu mecazî yorumlara inananlar ve bu batıl ve mecaz yorumlarla amel edenler çıkmıştır.
Eş‘arî kelâmcısı ve usûl-i fıkıh âlimi Seyfeddin el-Âmidî (v. 631/1233), fıkıh usulüne dair eseri El-İḥkâm fî Usûli’l-Ahkâm’ında, usulcülerin ayet-i kerimelerde mecazın bulunup bulunmadığı konusunda ihtilaf ettiklerini, Eş‘arî kelâmcısı ve Şâfiî fakihi Ebu İshak el-İsferâyînî (v. 418/1027) ve tabilerinin, ayet-i kerimelerde mecazın varlığını reddettiklerini ancak diğerlerinin kabul ettiklerini, doğru olan görüşün de mecazın kabulü olduğunu söylemektedir.[24]
Seyfeddin el-Âmidî, Fahrüddîn er-Razi (v. 606/1210), Mâlikî fakihi İbnü’l-Hâcib (v. 646/1249) vb. müteahhirîn uleması, Kur’ân-ı Kerîm ayetlerini “mecaz ve hakikat” olarak ayırırken, hangi meşhur hadis, fıkıh ya da tefsir imamlarına ve usûlcü alimlere dayanmaktadırlar?
Mesela, “yüz onbir” rakamı yazıldığında, buradaki “yüz” kelimesi “mecaz”, “onbir” kelimesi de “hakikattir” denilebilir mi? Bilakis cümle, kendi içindeki izafet ile bir anlam kazanır ve “yüz onbir” rakamı kendi anlamını hakiki olarak ifade eder.
Görüş ve eleştirileriyle İslâm düşüncesinin gelişmesine önemli katkılarda bulunan âlim ve müctehid Takıyyüddin İbn Teymiyye (v. 728/1328), Kur’ân-ı Kerîm’de mecaz bulunmadığı yönündeki görüşlerini Mecmûatü’l-Fetâvâ adlı hacimli eserinde, çok tafsilatlı bir şekilde ifade etmektedir.[25] İbn Teymiyye’nin en önemli takipçilerinden biri olan İbn Kayyım el-Cevziyye de (v. 751/1350) mecazın imkansızlığını, elli bir civarında gerekçe sunarak oldukça uzun bir şekilde izah etmiştir.[26]
Şâfiî âlimi Bedreddin ez-Zerkeşî (v. 794/1392), El-Bürhân fî Ulûmi’l-Kur’an adlı eserinde, “şayet Kur’ân’dan mecaz kaldırılırsa, güzelliğinin yarısı yok olur”[27] şeklinde bir cümle kullanıyor.
Ancak İslâmî ilimlerin çeşitli dallarında eser veren kıymetli alimimiz Zerkeşî, bu konuda büyük ölçüde yanılıyor.
Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in, bilhassa şiirlerde ve romanlarda yer alan mecaza, yalana dayalı bir hüsne ve güzelliğe asla ihtiyacı yoktur.
Tam aksine, Kur’ân-ı Kerîm’in bütün güzelliği ve göz kamaştırıcılığı, hakikatin bizzat kendisi, kıyamete kadar bütün insanlara hak bir şekilde hitabeti, Allâh’ın (cc) tam hikmetli mucizevî bir kelamı oluşundan dolayıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de mecaz bulunduğu iddiası, (وَذٰلِكَ اِفْكُهُمْ وَمَا كَانُوا يَفْتَرُونَ) “Bu, onların yalanları ve uydurmakta oldukları şeylerdir” (Ahkâf, 46/28) nass-ı şerifinin işareti ile, boş ve yalandır. Allah’ın kelamına bu şekilde yalan isnat edenler, (فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا) “Uydurdukları yalanı, Allah’a isnat eden kimseden daha zalimi olabilir mi?” (Enam, 6/144; Araf, 7/37; Yunus, 10/17; Kehf, 18/15) ayet-i kerimesinin muhatabı olmaktan korkmalıdırlar. Çünkü kelimeyi mecaza hamletmek demek, onun anlam kökünü tahrif etmek, bir sözü anlam itibarı ile olması gerektiği yerden alıp, onun yerine heva ve hevesin istediği başka “uydurma / yalan” bir sözü getirme demektir. Bu durum, kelimelerin yersiz ve yurtsuz hale dönüştürülmesinden başka bir şey değildir. (يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهٖ) “(Konulmuş oldukları anlamları değiştirip) Kelimeleri, tahrif ederek (onları anlam) mevzilerinden uzaklaştırırlar” (Nisa, 4/46; Maide, 5/13, 41) ayet-i kerimesi de bu hususu anlatır.
Bazıları, özellikle hicri ilk üç asırda, önde gelen İslam alimlerinin Kur’ân-ı Kerîm’de mecaz ve hakikat şeklinde bir ayırım yapmamış olmalarını, “henüz Kur’ân ilimlerinin tedvin dönemi başlamamıştı” şeklinde gerekçelendirmek istemektedirler. Ancak bu iddia da bütünü ile yanlıştır. Çünkü bilhassa nüzul dönemindeki Arapların en övündükleri hususlardan birisi de şiirlerinde mecazı bolca kullanıyor olmalarıdır.
Şayet cahiliye döneminde, yedi veya on şaire ait seçkin kaside koleksiyonuna verilen ad olan meşhur “muallakât” dizeleri ya da dil alimi Harîrî’nin (v. 516/1122), toplumdaki eksiklik ve çelişkilere dikkat çekmek amacıyla, Ebu Zeyd es-Serûcî adlı hayalî kahraman adına uydurduğu hikayelerle dolu Makâmât’ı incelenirse, o şiirlerde ve nesirlerde mecazın hemen her tonu rahatlıkla görülecek, mecazın nasıl yalana dayalı ifadeler olduğu müşahede edilecektir.
Şimdi, Kur’ân-ı Kerîm’de mecaz anlam ifade ettiği öne sürülen bazı ayet-i kerimelere kısaca bakmaya çalışacağız.
Mecaz Anlam Taşıdığı İddia Edilen Ayet-i Kerîmelerden Bazı Örnekler

Birinci Işık:
(هُوَ الَّذٖى يُرٖيكُمْ اٰيَاتِهٖ وَيُنَزِّلُ لَكُمْ مِنَ السَّمَاءِ رِزْقًا وَمَا يَتَذَكَّرُ اِلَّا مَنْ يُنٖيبُ) “O, size ayetlerini gösteren, sizin için gökten rızık indirendir. Ancak O’na yönelen, düşünüp ibret alabilir.” (Mümin, 40/13)
Bu ayet-i kerime vesilesi ile, anlam tabakalarını sathi bir şekilde de olsa görmeye çalışalım:
1. İlk seviye anlayışı:
İnsanlardan bir kısmı, bu ayet-i kerimeyi gördüklerinde şöyle demektedirler:
“Ayette geçen (وَيُنَزِّلُ لَكُمْ مِنَ السَّمَاءِ رِزْقًا) ‘sizin için gökten rızık indirendir’ cümlesi, asli ve hakikî anlamı ile anlaşılmaya çalışılırsa, ‘mecazdan’ uzaklaşılmış ve lafzi bir çeviri yapılmış olur ki bu da ayet-i kerimede kast edilen amaca aykırı olur. Çünkü Allah, gökten rızkı direkt göndermez. Ancak rızka sebep olacak yağmuru gönderir.’
Yani, ayet-i kerimeyi böyle anlayan kişi, rızıklandırılmanın ancak yağmur sebebi ile olabileceğine inanmakta, hakikatin dışına çıkarak mecaza yönelmektedir.
Böyle bir anlayış seviyesi, çeşitli mahzurları içerse de bu seviyedeki bir kimsenin dikkat etmesi gereken asıl önemli nokta şudur:
Zeyd b. Hâlid el-Cühenî’nin rivayetine göre Efendimiz (sas), Hudeybiye’de gece yağan bir yağmur akabinde sabah namazını kıldırdı. Namazı bitirince Ashab-ı Kiram’a doğru döndü ve:
“Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar:
“Allah ve Resulü daha iyi bilir” dediler. Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu nakletti:
“Kullarımdan bir kısmı, mümin olarak sabahladığı gibi, bir kısmı da kâfir olarak sabahlamıştır.
‘Allah, fazlı, keremi ve rahmetiyle bize yağmur yağdırdı’ diyenler, işte bunlar bana inanan, yıldızların yağmur yağdırabileceğine inanmayanlardır.
Ama, ‘bize filan yıldızın etkisiyle yağmur yağdırıldı’ diyenlere gelince işte bunlar, beni inkâr edip yıldızlara inanlardır.”[28]
2. İkinci seviye anlayışı:
İnsanlardan bir kısmı da (وَيُنَزِّلُ لَكُمْ مِنَ السَّمَاءِ رِزْقًا) ‘Sizin için gökten rızık indirendir’ cümlesi ile, gökten inen yağmuru, atmosferde cereyan eden rüzgar çeşitlerini, dünyanın fezada derviş gibi deveranı neticesinde gece ve gündüzün oluşmasını, hayatın temel unsurlarından güneşin bitkilerdeki fotosentezi gerçekleştirmesini, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin daha pek çok hikmetle varlık dünyasını insanın emrine musahhar kılmasını, bizleri sayılamayacak sebepler neticesinde rızıklandırıyor olmasını’ anlayarak, çok katmanlı bir düşünce seviyesine Allâh’ın izni ile çıkmış olur.
3. Üçüncü seviye anlayışı:
Bu seviyedeki inançlı birey, Allâh’ın (cc) ‘rızık’ kelimesini ‘sema’ kelimesi ile yan yana getirmesinden, şu ayet-i kerimelere bakarak, arş-ı azam semasından nâzil olan Kur’ân-ı Kerîm’in ve içerisindeki ışığın asıl ve hakiki bir rızık olduğunu düşünür:
اَفَبِهٰذَا الْحَدٖيثِ اَنْتُمْ مُدْهِنُونَ وَتَجْعَلُونَ رِزْقَكُمْ اَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ
“Şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz ve (Kur’ân’dan istifade edeceğiniz yerde) rızkınızı, yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz (sizin ondan elde ettiğiniz nasip, sadece onu yalanlamanız mıdır)?” (Vâkıa, 56/81-82)
وَفِى السَّمَاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ
“Gökte, sizin rızkınız ve size vaat olunan şeyler vardır.” (Zariyat, 51/22)
4. Dördüncü seviye anlayışı:
Bu seviyedeki insan tam bir muvahhiddir. Bu seviye, başta peygamberan-ı izam hazeratının (ase) ve daha sonra da sırası ile bu yüce kametlere benzeyenlerin bulunduğu bir seviyedir.
Bu düşünce seviyesindeki ışık şahsiyetler, Allâh’ın (cc) kendilerine vasıtasız olarak gökten rızık indirdiğine / indirebileceğine şeksiz bir şekilde inanır, hayatlarında da bu gerçeği biiznillâh yaşarlar.
Mesela İsa (as), (اللّٰهُمَّ رَبَّنَا اَنْزِلْ عَلَيْنَا مَائِدَةً مِنَ السَّمَاءِ) “Ey Allahım! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir” (Maide, 5/114) diye dua edip de Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri (اِنّٖى مُنَزِّلُهَا عَلَيْكُمْ) “Onu (sofrayı) kesinlikle size indiriyorum” müjdesini verdiğinde ve bu mucizevi keyfiyet Kur’ân-ı Kerîm’de “Maide Suresi” diye anıldığında böyledir.
Keza yine ulü’l-azm ve üsve-i hasene peygamber İbrahim (as), (وَالَّذٖى هُوَ يُطْعِمُنٖى وَيَسْقٖينِ) “O’dur ki, beni yediriyor ve içiriyor” (Şuarâ, 26/79) derken, tevhid-i mahz içinde, rızkın geliş yönünü (وَهُوَ الَّذٖى فِى السَّمَاءِ اِلٰهٌ وَفِى الْاَرْضِ اِلٰهٌ) “Gökte İlâh O’dur, yerde İlâh O’dur” ayet-i kerimesi ve benzer diğer ayet-i kerimelerin penceresinden bakarak, mecaz olmadığını görür ve hakikati bütün parlaklığı ile anlar.
Sadece peygamberler (ase) değil, mesela Allah’ın (cc), ibadetleri vesilesi ile seçkin kıldığı, pâk bir şekilde ve tertemiz büyüttüğü (Ali İmran, 3/37, 42) Hz. Meryem validemiz de böyle yüksek bir rızıklandırılma keyfiyeti ile şereflenmekteydi:
كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًا قَالَ يَا مَرْيَمُ اَنّٰى لَكِ هٰذَا قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
“Zekeriya, Meryem’in bulunduğu mihraba her gelişinde, onun yanında bir yiyecek bulurdu. ‘Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?’ derdi. O da: ‘Bu Allah tarafından, şüphe yok ki Allah dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır’ derdi.” (Ali İmran, 3/37)
Aynı zamanda bu nadide ve seçkin şahsiyetlerin yolundan giden kutup insanlardan da hem geçmişte hem de günümüzde böyleleri vardır. Örneklerle fazlaca uzatmamak için ‘arife işaret yeter’ deyip kısa kesiyoruz.
Böylece, çeşitli anlam tabakalarından geçerek, mecazı gerektirmeyen ilk ve zahir anlam noktasına dairesel bir şekilde dönmüş olduk.
İkinci Işık:
‘Kur’ân’da mecaz vardır’ diye iddia edenlerin sıklıkla başvurdukları diğer bir ayet-i kerime gurubu da şöyledir:
1. (صُمٌّ بُكْمٌ عُمْیٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ) “Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık dönmezler.” (Bakara, 2/18)
2. (وَمَنْ كَانَ فٖى هٰذِهٖ اَعْمٰى فَهُوَ فِى الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَبٖيلًا) “Kim bu dünyada kör ise, artık o, ahirette de kördür ve yol bakımından daha sapıktır.” (İsra, 17/72)
Özellikle ikinci ayet-i kerimede mecaz bulunduğunu iddia edenler, şöyle bir hikayeye de başvururlar:
‘Zamanında a’ma birisi, ilmine güvendiği kimseden, bu ayet-i kerime münasebeti ile, a’ma kimselerin ahirette de a’ma olup olmayacaklarını anlamak istemiş, müracaat ettiği kimse de bu ayette mecaz bulunduğunu, zahir anlamın hakikat olmadığını söylemiş.’
Bu hikayeyi anlatan kişi kendince hem mecazı ispat etmiş oluyor hem de a’ma insanı ahirette körlükten kurtarmış oluyor.
Kur’ân-ı Kerîm’e bütüncül bir şekilde bakılmadığı zaman, bu tür sığ anlayışlarla karşılaşmak mümkündür. Çünkü a’ma konusu, şu ayet-i kerimeler ile birlikte değerlendirilmeliydi:
اَفَلَمْ يَسٖيرُوا فِى الْاَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا اَوْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتٖى فِى الصُّدُورِ
“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur.” (Hac, 22/46)
وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْرٖى فَاِنَّ لَهُ مَعٖيشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَنٖى اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَصٖيرًا
“Her kim benim zikrimden yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu, kıyamet gününde kör olarak diriltiriz. O da şöyle der: Rabbim! Dünyada gören bir kimse olduğum hâlde, niçin beni kör olarak dirilttin?” (TâHê, 20/124-125)
Demek ki Kur’ân-ı Kerîm, mecaz vardır diye zikredilen bu ayet-i kerimelerde, biyolojik körlükten değil, kalplerdeki hakiki körlükten bahsetmektedir. Diğer durum, yani dünyevi / biyolojik körlük, ayrıca engellilik ve maddi rahatsızlıklar konusunda ise, Kur’ân-ı Kerîm’in yüksek seviyede kolaylaştırıcı ve tabir caiz ise pozitif ayırımcılığı şu ayet-i kerime (iki yerde geçer) ile açık bir şekilde sabittir:
لَيْسَ عَلَى الْاَعْمٰى حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْاَعْرَجِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْمَرٖيضِ حَرَجٌ
“Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya da güçlük yoktur.” (Nur, 24/61; Fetih, 48/17)
Üçüncü Işık:
Kur’ân-ı Kerîm’de mecazi beyanların bulunduğunu iddia edenlerin başvurdukları diğer bir ayet-i kerime de şöyledir:
(وَاسْأَلِ الْقَرْيَةَ) “Şehre sor…” (Yusuf, 12/82)
Bu ayet-i kerimede mecaz olduğunu iddia edenler, (أهلَ) “halk” kelimesinin hazf edildiğini, bu hazif sebebi ile “şehir” kelimesinin “halk” kelimesi yerine geçerek, mecazî anlamın ortaya çıktığını öne sürmektedirler.
Halbuki bu gibi beyanlarda hem sözün ortadan kaldırılması yoktur hem de iç ve dış birlikteliğinin beraberce kast olunması vardır. Tıpkı bir kimsenin “insan” kelimesi ile, onun hem biyolojik hem de ruhsal bedenini beraberce ifade etmiş olması gibi. Biri olmadan diğerinin olamayacağı açıktır. Ya da “şehir” denildiğinde, o coğrafyadaki maddi mekanların içerisinde meskun bulunan insanların beraberce kast edilmiş olması gibi. Çünkü hiç kimsenin bulunmadığı, iskanın olmadığı bir yere zaten “şehir” denmez, denmemektedir.
Bu açıdan, şayet lafız diğer bir kelimeye izafe ediliyorsa, izafe edilene ait, ona has bir manaya delalet eder. Dolayısı ile “bu mecazdır, bu hakikattir” şeklinde yapılan ayırım burada da yanlıştır.
Dördüncü Işık:
(اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَالْاِشْرَاقِ) “Gerçekten biz, dağları onun (Davud peygamberin) emrine bağlı kıldık da akşamleyin ve kuşluk vakti onunla beraber tesbih ederlerdi.” (Sad, 38/18)
Bu ayet-i kerimede, dağların Hz. Davud (as) ile birlikte tesbih ettikleri beyan edilmektedir. Şimdi, kelimeyi asli anlamından çıkarmak ve uzaklaştırmak, böylece İslam düşüncesi üzerinde tereddütler oluşturmak isteyen bir kimse, “dağların tesbih etmesi” hakikatini mecaza çevirmek isteyebilecektir.
Ayet-i kerimedeki temel hakikat ile ilgili olarak, Bediüzzaman Hazretlerinin şu güzel yorumunu aktarmak istiyoruz:
“Cenâb-ı Hak, Hazreti Davud’un (as) tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip birer muazzam fonograf misillü ve birer insan gibi bir serzâkirin etrafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihât ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat midir? Evet hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünkü aks-i sadâ vasıtasıyla dağın önünde sen “Elhamdülillâh” de. Dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillâh” diyecek. Madem bu kabiliyeti, Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir; elbette o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sümbüllenir. İşte Hazreti Dâvud’a (as) risâletiyle beraber hilâfet-i rûy-u zemini, müstesna bir surette ona verdiğinden; o geniş risâlet ve muazzam saltanata lâyık bir mucize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki; çok büyük dağlar, birer nefer, birer şâkirt, birer mürid gibi Hazreti Dâvud’a (as) iktidâ edip O’nun lisanıyla, O’nun emriyle Hâlık-ı Zülcelâl’e tesbihât ediyorlardı. Hazreti Dâvud (as) ne söylese onlar da tekrar ediyorlardı.”[29]
Beşinci Işık:
(فَوَجَدَا فٖيهَا جِدَارًا يُرٖيدُ اَنْ يَنْقَضَّ فَاَقَامَهُ) “(Musa ve Hızır alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselam, yolculukları esnasında) Yıkılmak isteyen bir duvar buldular. (Hızır) Onu hemen doğrultuverdi (tamir etti).” (Kehf, 18/77)
Mecazı kabul edenler, duvarın canlı olmadığını, “irade / isteme”nin canlılara ait bir özellik olduğunu gerekçe göstererek, duvarın yıkılma meylini ifade etmek üzere “irade” kelimesinin kullanılmasının “mecaz” olduğunu söylemektedirler.
Burada duvara ait “irade” unsurunu, “mecaza” hamletme yanlıştır. Çünkü tam olarak bir hakikatten haber verilmektedir. Cansız görünen nesnelerin, aslında bizim anlamadığımız bir tarzda iradeleri ve hatta tesbihleri olduğunu, Kur’ân-ı Kerîm bize şöyle haber verir:
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَیْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْبٖيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلٖيمًا غَفُورًا
“Yedi gökler, yer ve bir de bunlar içinde bulunanlar Allah’ı tesbîh ederler. Her şey O’nu hamd ile tesbih etmektedir. Fakat siz, onların tesbihlerini (dillerini bilmediğinizden) anlamamaktasınız. O gerçekten Halîm (kullarının isyanlarını, emirlerine uymayışlarını görüp bildiği halde onları şiddetle cezalandırmayıp yumuşak davranan), Gafûr’dur (çok mağfiret eden, çok şefkat gösteren, bağışlayan, yarlıgayandır).” (İsra, 17/44)
Cansız gördüğümüz kütükler dahi bir iradeye, bir tesbihe, hatta duygulara sahiptir. Bu hakikat ile ilgili oldukça dikkat çekici bir hadise, Efendimiz’in (sas) hayat-ı seniyyelerinde mevcuttur. Şöyle ki:
Cabir (ra) anlatıyor: Resülullah (sas) hutbelerini bir hurma kütüğünün üzerine dayanarak verirdi. Marangoz çalışanı olan Ensarî bir kadın:
“Ya Resulallah! Benim marangoz bir çalışanım var. İsterseniz sizin için, üzerinde hutbe okuyacağınız bir minber yaptırabilirim. Olur mu? dedi. Resülullah da (sas):
“Olur” dedi.
Resülullah için minber yapıldı. Cuma günü geldiğinde, artık o minberin üzerinde hutbe okumaya başlamıştı.
İşte bu esnada daha önce üzerinde durduğu kütük, bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resülullah (sas) minberden indi, hurma kütüğünü kucakladı. Kütük sakinleşti ve Efendimiz (sas):
“Bu, yanında yapılan zikri dinlemekten uzak kaldığı için ağladı” dedi.”[30]
İbnu Büreyde’nin babası, Hz. Peygamber’in (sas) bu hurma kütüğünün üzerine elini koyup şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“İstersen, yüce Allah’a dua edeyim. Seni, eskiden olduğun yere geri dikeyim. İstersen, seni Cennete dikeyim, Cennet ırmaklarından ve pınarlarından sulanır, orada güzelce yetişir ve meyve verirsin. Allah’ın sevgili kulları da meyvenden yerler. Nasıl istersen öyle yapayım” dedi.
Resülullah: “Olur, öyle yapayım, olur öyle yapayım” dedi: Bunun üzerine Resülullah’a (sas), kütüğün neyi istediği soruldu:
“Cennete dikmemi istedi” buyurdular.[31]
İbn Teymiyye Hazretleri de “irade” kelimesinde mecaz olduğu iddiasına, gramer itibarı ile şöyle cevap vermektedir:
“İrade kelimesi, bilinçli bir meyli ifade etmek için kullanılırsa, bu canlı varlıkların meyli, bilinçsiz bir meyli ifade etmek için kullanılırsa, bu da cansız varlıkların meyli olur. “Çatı yıkılmak istiyor”, “toprak sürülmek istiyor”, “ekin sulanmak istiyor”, “meyve toplanmak istiyor” ve “elbise yıkanmak istiyor” cümlelerinde olduğu gibi, bu türlü kullanımlar dilde yaygın olarak bulunmaktadır.”[32]
Altıncı Işık:
İbn Kuteybe (v. 276/889), Te’vîlü Müşkili’l-Kur’ân adlı eserinde, mecazı yalan ile denk tutanları, dili bilmemek ve yanlış bir bakış açısına sahip olmakla suçlamakta ve şöyle demektedir:
“Eğer mecaz, yalan olsaydı, cansız varlıklara nispet edilen bütün fiiller batıl olur, sözlerimizin çoğu fasit olurdu. Çünkü biz ‘bakla yeşerdi”, ‘ağaç uzadı’, ‘meyve olgunlaştı’, ‘fiyatlar düştü’ gibi ifadeler kullanırız.”[33]
Bu kıymetli alimimize ve günümüzde onun gibi düşünenlere cevabımız şudur:
Evet, Allâh’ı (cc) anma, Kur’ân okuma ve ibadetle meşgul olma dışında, günlük konuşmalarımızın ve bu konuşmalarda kullandığımız kelimelerin / sözlerin bir kısmı boş ve batıldır. İnsanların günlük konuşmaları, bazen isteyerek bazen de istemeyerek yalana dayalıdır ve hakikat dışıdır. Kur’ân-ı Kerîm, insanların dillerindeki yalana alışkanlık durumunu şöyle haber verir: (لِمَا تَصِفُ اَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ) “Dilleriniz yalana alışageldiğinden dolayı…” (Nahl, 16/116)
Kur’ân-ı Kerîm, insanların konuşmalarındaki bu nakıs ve bazen istemeden de olsa yalana dayalı ve mecaz örgülü halin, bütünü ile dışındadır. O, mecaza asla yer vermeyen doruk noktasındaki bir hikmettir.
İsterseniz İbn Kuteybe’ye ve günümüzde onun gibi düşünenlere, bir başka yetkin alimimiz, Arap belâgatı teorisyeni Hatib Kazvinî’nin (v. 739/1338) dili ile cevap verelim:
Kazvinî, El-İzâh fî Ulûmi’l-Belâga’da, vakıaya uygun olması / olmaması ve konuşanın inancı açısından, zahir (görünen) bir sözün dört şekilde olabileceğini şöyle belirtir:
“Birincisi: Konuşmanın hem vakıaya hem de itikada uygun olmasıdır: “Allah, otları yeşertti” ya da “Allah, hastayı iyileştirdi” demesi gibi.
İkincisi: Konuşmanın vakıaya uygun, konuşanın itikadına uygun olmamasıdır. Mesela, Mutezile’ye mensup birinin, kendi inancını saklayarak şöyle demesi: “Bütün fiillerin yaratıcısı Allah Teâlâ’dır.”
Üçüncüsü: Konuşmanın itikada uygun, ama vakıaya uygun olmamasıdır. Cahil birinin, şifanın doktordan olduğuna inanarak şöyle demesi gibi: “Doktor hastayı iyileştirdi.” Ya da inançsızların düşüncesini aktaran şu ayeti kerimede olduğu gibi: (وَمَا يُهْلِكُنَا اِلَّا الدَّهْرُ) “Bizi ancak zaman helâk eder.” (Câsiye, 45/24)
Dördüncüsü: Konuşmanın hem itikada hem de vakıaya uygun olmamasıdır. Konuşanın açıkça yalan söylemesi, muhatabının bilmemesine rağmen, kendisinin yalan söylediğinin farkında olması.”[34]
Şimdi, İbn Kuteybe’nin, Te’vîlü müşkili’l-Kur’ân’ında “dili bilmemekle” suçladığı insanların anlatmaya çalıştığı husus, tam da Kazvinî’nin yukarıdaki tasnifinde üçüncü gurupta yer alan ve “konuşanın itikadına uygun olması (çünkü cahildir), ama vakıaya uygun olmaması” durumu değil midir? Yani “hastayı iyileştiren doktor mu yoksa Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri midir? Buradaki “hakikat” nedir? Şayet “hakikat”, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin şifa verip iyileştirmesi ise, “doktor iyileştirdi” cümlesi hakikat dışı ve aslında yalana dayalı bir söz değil midir?
Tasavvuf ve İslâm düşünce tarihinde büyük etkileri bulunan sûfî müellif İbn Arabi Hazretleri (v. 638/1240), bu mevzunun çerçevesine uyan, bilhassa müteşabih ayet-i kerimeler itibarı ile mecaza gidenlere karşı şöyle bir yorum yapar:
“Cenâb-ı Allâh’ı takdis ve tenzih etmeyi, O’nun benzerini ve bir şeye benzemesini reddetmeyi bilen muhakkik bir arif, Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinde ve hadis-i şeriflerde Cenâb-ı Allâh’ı zaman, yer, yön ve mekanla niteliyor gibi görünen beyanlarda bir kapalılık görmez.
Çünkü mekanlar, yönler, lafızlar, harfler ve kelime sonuna gelen ekler, bunlarla konuşan, bunları dinleyen her şey ve herkes, Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri tarafından yaratılmıştır. Bunu bilen muhakkik, teşbih ya da temsil ifade eden edatlar, Hak Teâlâ’ya izafe edildiğinde başka bir anlama geldiklerini, hakikatin teşbih ve temsili asla kabul etmeyeceğini bilir. Alimlerin birbirlerine üstünlüğü de işte bu gibi lafızları Hakk’a yaraşmayan anlamlardan uzaklaştırmalarına göredir.
Tenzih düşüncesindeki bir gurup alim bu ifadelerin bilgisini Allâh’a havale etmiş, yine tenzih düşüncesindeki başka bir gurup, aklî anlamda bu ifadeleri Hak Teâlâ açısından uygun görmemiş, bir başka gurup, karine ile tenzih düşüncelerini güçlendirmiş, bir başka üstün gurup ise (İbn Arabi, bu gurup için “arkadaşlarımız” tabirini kullanıyor), kalplerini fikirden ve teorik düşüncelerden arındırmış, edep, murakabe, huzur ve gelecek olan varidatı kabule hazır bir şekilde, Allâh’ı (cc) zikir ile O’nun huzurunda oturmuşlardır. Böylece Hak Teâlâ, keşif ve kesinlik yolu ile, bu kimselerin eğitimlerini üstlenmiştir.
(وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ) “Allâh size öğretiyor” (Bakara, 2/282), (اِنْ تَتَّقُوا اللّٰهَ يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَانًا) “Eğer Allah’tan korkup (kötülüklerden) sakınırsanız, O size bir furkan (iyiyi kötüden, hayrı şerden, doğruyu eğriden, sevabı günahtan, temizi murdardan, hakkı bâtıldan ayıran bir ölçü, kıstas, bilgi, marifet) verir.” (Enfal, 8/29), (وَقُلْ رَبِّ زِدْنٖى عِلْمًا) “Rabbim, bilgimi artır, de.” (TâHê, 20/114) ayet-i kerimeleri bu gerçeğe işaret etmektedir.
Bu gurup, kalp ve himmetleri ile Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine yöneldikleri, O’na sığındıkları, başkalarının tutunduğu araştırma, inceleme ve aklî sonuçları kalplerinden attıklarında, akılları selim, kalpleri temiz ve boş hale gelmiştir. Bu istidat meydana geldiğinde ise, Hak Teâlâ onlara muallim olarak tecelli etmiş, bu kelime ve kavramların ne anlama geldiklerini müşahedeye onları muvaffak kılmıştır. İşte bu durum, bir nevi mükaşefedir.[35]
Sonuç

(Bakara, 2/117; Ali İmran, 3/47, 59; Enam, 6/73; Nahl, 16/40; Meryem, 19/35; YâSîn, 36/82; Mümin, 40/68)
“Kur’ân-ı Kerîm’de mecaz vardır” iddiası, hicri ilk üç asırda görülmezken, daha sonraları İslam’a ve Müslümanlara bilinçaltında husumet besleyen, bu düşmanlıklarını Müslümanmış gibi görünerek izhar etmek isteyenler ile bilhassa Mu’tezilî alimler tarafından ortaya atılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm, daha önceki din mensuplarından, kalpleri eğrilik ve maraz içerisinde olanların, kendilerine nazil olan ilahi kitaplardaki kelimeleri gerek mecaz ve gerekse de başka gerekçelerle, konuluş mevkilerinden uzaklaştırmış olmalarını kınamıştır.
Asıl anlamları terk edip ya da üzerinden geçip, -ki “mecaz” kelimesi bu “geçiş” manasına dayanarak türetilmiştir- bir başka anlamı o kelimeye “mecaz var” diyerek giydiren, Kur’ân-ı Kerîm’de mecaz olduğunu savunanlar, yanlış içerisindedirler. Çünkü her şeyden önce lafzı / kelimeyi, hakiki manadan mecaza taşımayı gerektirecek şerî bir delil olması gerekmektedir. Allah Teâlâ, kendi kelamını belli manalar için vaz’ edip, sonra onları başka manalara nakletmemiş, O’nun kelamı insanların vaz’ına da tabi olmamıştır.
Biz günlük konuşulan dilde ve edebiyatta değil, ayet-i kerimelerde mecaz yoktur diyoruz. Günlük dilde ya da edebiyatta, yalana dayalı mecaz bolca ve istenilmediği kadar mevcuttur. Mecaz, Kitap ve Sünnet’in delâlet ettiği asıl anlamları soyutlayıp tecrit eden, Allah’ın Zâtını âlî sıfatlarından “mecaz var” diyerek iptal eden Muattıla ve benzerlerinin sığınağıdır. Bilhassa Bâtınıyye adı altında toplanan çeşitli gruplar, dinî nasları makul, sabit bir esasa ve yönteme bağlı kalmadan mecaza yönelmiş, olmadık anlamlar çıkarmış, daha ileri giderek Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsını ve sıfat-ı ulâsını bile kabul etmez duruma düşmüşlerdir.
“Mecaz vardır” diyerek yapılan tahrif, kelimenin, ilk ve gerçek anlamından uzaklaşılması, söz ve kelimelere başka anlamlar yüklenmesi, birtakım şüpheler üretilerek yanlış ve sapık yorumlara dalınması, kelimelerin hak ve gerçek anlamlarından uzaklaştırılması, onlara bâtıl anlamların yerleştirilmesidir. Çıkarcı ve müfsit kimseler, Kur’ân-ı Kerîm’deki bir kelimenin kendisini değiştiremeyince, vaz’ edildiği ilk, gerçek ve asıl anlamı, sahih ilâhî içeriği, sapık ve batıl yorumlarla değiştirmeye teşebbüs etmektedirler.
Kur’ân-ı Kerîm ayetleri karşısında, arif bir şahsiyet, gönülden gelen bir inanç içerisindeyken, ayet-i kerimelerin anlamlarını tahrif etmek isteyen kimseler mecaza dalmışlardır. Mecaz karşıtı tutumumuzun yöneldiği yer, mecaz diyerek ayet-i kerimelerin yorumlarında aşırıya gidenler, şer’î ya da aklî hiçbir gerekçeye dayanmaksızın ayet-i kerimelerde yer alan kelimeleri, görünen anlamlarından farklı anlamlara taşıyanlardır. Çünkü, ayet-i kerimelerde bulunan bir kelimenin mecaz olduğunu söylemek, batıl hükümlerin çıkarılmasına ve yaygınlaştırılmasına kapı açacaktır.
Tarih içerisinde günlük dilde kendisine göre bir kullanım alanı bulunan mecaz kaidesini, Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan “haşir, hesap, cennet, cehennem, kıyamet, vb.” ile ilgili âyet-i kerimelere uygulayarak, hakiki anlamlarından uzaklaştıran, tamamen mecazî manaya hamletmeye çalışan, bu kavramların sembolik ve zuhur zamanlarına ait olduklarını öne sürenler olmuş ve elan da olmaktadır.[36]
Kur’ân-ı Kerîm, (وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ) “Dünya hayatı, (çoğunlukla) aldanılan bir sermayedir” (Ali İmran, 3/185; Hadîd, 57/20) buyururken, dünyevi imkanlar karşısında aldanma ihtimalinin büyüklüğüne, dünya hayatının mecazi yönüne, ahiret hayatının hakikat olduğuna dikkat çeker. Dünyanın mecazi yönü, aldanmalar kuşağıdır. Dolayısı ile insanın asıl vazifesi, hakikate talip olma, Allâh’ın (cc) izni ve inayeti ile O’nun rızası ve hidayeti dairesinde kalma çabası göstererek hakikate ehil hale gelmedir.
Hz. Ali’nin (ra), Efendimiz’den (sas) rivayet ettiği, efradını cami ağyarını mani onlarca maddede, veciz bir şekilde beyan buyurmuş olduğu Kur’ân-ı Kerîm tarifini, bir de İbn Abbas’ın (ra) yine Efendimiz’den (sas) rivayetle, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin sözünün yani Kurân-ı Kerîm’in hak / hakikat olduğunu -ki mecaz değildir demektir- beyan eden duasını, yazımıza hüsn-ü hatime yapalım:
:عَنْ عَلِيٍّ قَالَ : سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ
أَلاَ إِنَّهَا سَتَكُونُ فِتْنَةٌ
:قَالَ : قُلْتُ فَمَا الْمَخْرَجُ مِنْهَا يَا رَسُولَ اللَّهِ ؟ قَالَ
كِتَابُ اللَّهِ فِيهِ نَبَأُ مَا قَبْلَكُمْ وَخَبَرُ مَا بَعْدَكُمْ وَحُكْمُ مَا بَيْنَكُمْ ، هُوَ الْفَصْلُ لَيْسَ بِالْهَزْلِ مَنْ تَرَكَهُ مِنْ جَبَّارٍ قَصَمَهُ اللَّهُ، وَمَنِ ابْتَغَى الْهُدَى فِي غَيْرِهِ أَضَلَّهُ اللَّهُ وَهُوَ حَبْلُ اللَّهِ الْمَتِينُ وَهُوَ الذِّكْرُ الْحَكِيمُ، وَهُوَ الصِّرَاطُ الْمُسْتَقِيمُ هُوَ الَّذِي لاَ تَزِيغُ بِهِ الأَهْوَاءُ وَلاَ تَلْتَبِسُ بِهِ الأَلْسِنَةُ وَلاَ يَشْبَعُ مِنْهُ الْعُلَمَاءُ وَلاَ يَخْلَقُ عَلَى كَثْرَةِ الرَّدِّ، وَلَا تَنْقَضِي عَجَائِبُهُ ، هُوَ الَّذِي لَمْ تَنْتَهِ الْجِنُّ حِينَ سَمِعَتْهُ أَنْ قَالُوا : (إِنَّا سَمِعْنَا قُرْآنًا عَجَبًا * يَهْدِي إِلَى الرُّشْدِ فَاٰمَنَّا بِهٖ)، مَنْ قَالَ بِهِ صَدَقَ وَمَنْ عَمِلَ بِهِ أُجِرَ وَمَنْ حَكَمَ بِهِ عَدَلَ وَمَنْ دَعَا إِلَيْهِ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ
Hz. Ali (ra) rivayet ediyor:
Resülullah’tan (sas) işittim şöyle buyurmuştu:
“Dikkat edin büyük bir fitne olacaktır!”
“Bu fitneden kurtuluş nasıl olacaktır, Ey Allah’ın Resulü!” dedim. Şöyle buyurdular:
“Allah’ın Kitabına sarılmakla. Çünkü onda, sizden öncekilerin mühim haberleri, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü bulunmaktadır. O hak ile batılı birbirinde ayıran kesin bir hüküm olup saçmalama değildir. Her kim, bir zorba sebebiyle ondan uzaklaşırsa, Allah onun işini bitirir. Allah, Kur’an’dan başka doğru yol arayanı sapıklığa düşürür. O, Allah’ın sağlam ipidir. O, hikmet dolu sözlerdir. O, sırat-ı müstakimdir. Kur’ân, arzu ve isteklerin bozamadığı, dillerin karışıklığa düşüremediği, ilim adamlarının kendisine doyamadığı, fazla tekrarlamakla eskimeyen, hayranlık veren yönleri bitip tükenmeyendir. O öyle bir kitaptır ki, cinlerden bir gurup onu dinleyince şöyle demek mecburiyetinde kalmışlardır: “Şüphesiz biz, doğruya ileten, hayranlık verici bir Kur’an dinledik. Ona derhal inandık.” (Cin, 72/1-2) Ona dayanarak konuşan doğruyu söyler. Onunla amel eden, sevap kazanır. Onunla hükmeden, adaletli olur. Ona davet eden doğru yola iletilmiş olur.”[37]
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ ـ رضى الله عنهما ـ قَالَ كَانَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم إِذَا تَهَجَّدَ مِنَ اللَّيْلِ قَالَ
اللَّهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ نُورُ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ قَيِّمُ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ، وَلَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ رَبُّ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَنْ فِيهِنَّ، أَنْتَ الْحَقُّ، وَوَعْدُكَ الْحَقُّ، وَقَوْلُكَ الْحَقُّ، وَلِقَاؤُكَ الْحَقُّ، وَالْجَنَّةُ حَقٌّ، وَالنَّارُ حَقٌّ، وَالنَّبِيُّونَ حَقٌّ، وَالسَّاعَةُ حَقٌّ، اللَّهُمَّ لَكَ أَسْلَمْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَعَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ، وَإِلَيْكَ أَنَبْتُ، وَبِكَ خَاصَمْتُ، وَإِلَيْكَ حَاكَمْتُ، فَاغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ، وَمَا أَخَّرْتُ، وَمَا أَسْرَرْتُ، وَمَا أَعْلَنْتُ، أَنْتَ إِلَهِي، لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ
Hz. İbn Abbas (ra) rivayet ediyor:
Nebi (sas) gece teheccüd için kalktığında şöyle dua ederdi:
“Allahım, her hamd Senin içindir. Sen göklerin ve yerin Nurusun. Hamd Sana mahsustur. Sen göklerin ve yerin daimî tedbîr edicisisin. Hamd Sana mahsustur. Sen göklerin, yerin ve bunlardaki her şeyin Rabbisin. Sen Hak’sın, vaadin de haktır. Senin sözün de ancak haktır. Sana kavuşmak haktır. Cennet haktır. Cehennem de haktır. Peygamberler de haktır. Kıyamet de haktır. Allahım, ben kendimi yalnız Sana teslim ettim. Yalnız Sana iman ettim. Yalnız Sana güvenip dayandım. Yalnız Sana yöneldim. Yalnız Sana dayanarak mücadele ettim. Aramızda yalnız Seni hakem kıldım. Benim önceden işlediğim, sonra işlerim sandığım, gizli yaptığım ve açıktan işlediğim bütün günahlarımı mağfiret eyle. İbadete layık Tanrı ancak Sensin. Senden başka hiçbir ilah yoktur.”[38]
وَصَلَّى اللَّهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَمَوْلَانَا مُحَمَّدٍ الَّذِي أَرْسَلْتَهُ بِالحَقِّ بَشِيراً وَنَذِيراً وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الَّذِينَ طَهَّرْتَهُم مِنَ الدَّنَسِ تَطْهِيراً وَسَلَّمَ تَسْلِيمَاً كَثِيرَاً طَيِّباً مُبَارَكاً كَافِياً جَزِيلاً جَمِيلاً دَائِماً بِدَوَامِ مُلْكِ اللهِ وَبِقَدَرِ عَظَمَةِ ذَاتِكَ يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلَامٌ عَلَى الـمُرْسَلِينَ وَالْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
[1] Halil Ahmed el-Ferâhîdî, Kitâbu’l-Ayn Müretteban alâ Hurûfi’l-Mu’cem, 1/339 (Tahk. Abdülhamid Hindâvî), Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-2003; Ahmed b Fâris b. Zekeriya, Mücmelü’l-Lüga, s. 215, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, trsz.
[2] Hatîb Kazvînî, El-Îzâḥ fî Ulûmi’l-Belâga, s. 202, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-2003.
[3] İbnü Ebi Şeybe, Musannef, 14/486-487 (37902).
[4] İbnü Ebi Şeybe, Musannef, 14/486-487 (37903).
[5] Halil Ahmed el-Ferâhîdî, Kitâbu’l-Ayn Müretteban alâ Hurûfi’l-Mu’cem, 1/272.
[6] Ebu Mansur Muhammed b. Ahmed el-Ezherî, Tehzîbü’l-Lüga, 11/148 (Tahk.: Abdüsselam Serhan), Dâru’l-Mısrî, Kahire, trsz.
[7] Ebu Bişr Sibeveyh, El-Kitâb (Kitâbu Sîbeveyh), 1/25-26, Mektebetü’l-Hancı, Kahire-1988.
[8] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 358, Tenvir Neşriyat, İstanbul-1990.
[9] Abdüssettâr Eş-Şeyh, El-İmâm El-Evzâî, Dâru’l-Beşir, Cidde-2006.
[10] Said b. Mesruk es-Sevrî el-Kûfî, Tefsîru Süfyâni’s-Sevrî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-1983.
[11] Velid b. Ali b. Muhammed, El-Ârâu’l-Usûliyye li’l-İmam İshâk b. Râhûye, Suudi Arabistan-1429.
[12] Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el-Asl el-Ma’rûf bi’l-Mebsûṭ, Alemü’l-Kütüb, Beyrut-1990.
[13] Ali b. Hamza el-Kisâî, Meânî’l-Kur’ân, Dâru Kuba, Kahire-1998.
[14] Yahya b. Ziyad el-Ferrâ, Meânî’l-Kur’ân, Alemü’l-Kütüb, Beyrut-1983.
[15] Ebû Saîd Abdülmelik b. Kureyb el-Asmaî, Asmaiyyât (İhtiyâru’l-Asmaî), Dâru’l-Meârif, Kahire, trsz.
[16] Ebu Ubeyde Ma‘mer b. el-Müsennâ et-Teymî, Mecazü’l-Ḳurʾân, 1-2, (Talik: Fuad Sezgin), Mektebetü’l-Hancı, Kahire, trsz.
[17] Eş-Şerîf er-Radî el-Mûsevî el-Alevî, Telhîsü’l-Beyân fî (an) Mecâzâti’l-Kur’ân, (Terc. İ. Durmuş – M. Çağrıcı), Kuramer Yayınları, İstanbul-2016.
[18] Eş-Şerîf er-Radî, Telhîsü’l-Beyân, ss. 155, 180.
[19] Eş-Şerîf er-Radî, Telhîsü’l-Beyân, s. 19.
[20] El-Câhiz el-Kinânî, Kitabu’l-Hayevân, 5/25-26, 425 (Tahk. Abdüsselam M. Harun), Mektebetü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mısır-1943.
[21] İbn Kuteybe, Hadis Müdafası, s. 83 (Terc. M. H. Kırbaşoğlu), Kayıhan Yayınları, İstanbul-1979.
[22] İbnü’l-Cinnî, El-Hasâis, 2/213, 449 (Tahk. M. Ali en-Neccâr), Dâru’l-Kütübi’l-Mısrî, trsz.
[23] İbnü’l-Cinnî, El-Hasâis, 2/442-449.
[24] Ali b. Muhammed el-Âmidî, El-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, 1/67, (Talik: Abdürezzak el-Afîfî), Daru’s-Samîî, Riyad-2003.
[25] Takıyuddin Ebü’l-Abbas Ahmed b. Teymiyye, Mecmûatü’l-Fetâvâ, 7/95-120; 20/400-418 (Tahric: Âmir el-Cezzâr vd.), Dâru’l-Vefa, Riyad-2005.
[26] İbn Kayyim el-Cevziyye, Muhtasaru’s-Savâiki’l-Mürsele ale’l-Cehmiyye ve’l-Muattıla, 2/700-806 (İht.: Muhammed b. el-Mevsılî) Mektebetü Advâi’s-Selef, Riyad-2004.
[27] Ebu Abdullah Muhammed b. Bahadır ez-Zerkeşî, El-Bürhân fî Ulûmi’l-Kur’an, 2/255 (Tah. M. Ebü’l-Fadl İbrahim), Mektebetü Dârü’t-Türâs, Kahire, trsz.
[28] Buhari, Ezan, 156 (846); Müslim, Îman, 32 (125); Ebû Davud, Tıb, 22 (3906).
[29] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 241, Tenvir Neşriyat, İstanbul-1990.
[30] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/300 (14255); Buhârî, Kitâbu’l-Menâkıb, 25 (3583, 3584, 3585).
[31] Dârimî, Mukaddime, 6.
[32] İbn Teymiyye, Mecmûatü’l-Fetâvâ, 7/108.
[33] İbn Kuteybe, Te’vîlü Müşkili’l-Kur’ân, ss. 85-86 (Tahk. İbrahim Şemsüddîn), Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-2007.
[34] Hatîb el-Kazvînî, El-İzâh fî Ulûmi’l-Belâga, s. 32, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-2003.
[35] Muhyiddin İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, 1/243-247, (Terc. Ekrem Demirli), Litera Yayıncılık, İstanbul-2006.
[36] Bahaullah, İkan Kitabı, ss. 66, 67, 69, 97 (Terc. M. İnan), Menteş Matbaası, İstanbul-1969.
[37] Tirmizi, Sevâbü’l-Kur’ân, 14 (2906); Dârimî, Fedailü’l-Kur’ân, 23 (3375).
[38] Buhari, Tevhid, 35 (7499, 7442, 7385)
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.