Mesâvî-i Ahlâk Unsurları I

Musa Kazım GÜLÇÜR

19 Şubat 2023

İçindekiler

Giriş

Ahlâk Teorileri

İslâm Ahlâk Düşüncesi

Mesâvi-i Ahlâk Unsurları

1. Fevrilik

2. Hile

3. Kibir

4. Eziyet

5. Alay Etmek

6. İsraf

7. İftira

8. Haksız Kazanç

9. İntikam Duygusu

10. Aşağılamak

11. Aşırılık

12. Tartışmak

13. Korkaklık

14. Aşırı Endişe

15. Önyargı

16. Şüphecilik

17. Yalan Beyan

18. Acımasızlık

19. Zulüm

Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Seni, bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben, zulmedenlerden oldum.

(Enbiya, 21/87)

 أعوذ بالله من الشيطان الرجيم

بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اللَّهُمَّ صَلِّ وسلـم عَلَى الْأَوَّلِ فِي الْإِيجَـادِ وَالْـجُـودِ وَالْوُجُودِ، اَلْفَاتِـحِ لِكُلِّ شَــاهِدٍ وَمَشْـهُودٍ، حَضْرَةِ الْمُشَـاهَـدَةِ وَالشُّهُودِ، اَلـسِّــرِّ الْبَـاطِـنِ وَالنُّـورِ الظَّاهِرِ الَّذِي هُـوَ عَيْنُ الْمَقْصُودِ، مُمَيِّزِ قَصَبِ السَّـبْقِ فِي عَالَمِ الْخَلْقِ الْمَخْصُوصِ بِالْعُبُودِيَّةِ، اَلرُّوحِ الْأَقْدَسِ الْعَلِيِّ وَالنُّـورِ الْأَكْمَلِ الْبَهِيِّ، اَلْقَائِمِ بِكَمَالِ الْعُبُودِيَّةِ فِي حَضْرَةِ الْمَعْبُودِ، اَلَّـذِي أُفِيضَ عَلَى رُوحِي مِـنْ حَضْرَةِ رُوحَانِيَّتِهِ، وَاتَّصَلَتْ بِمِشْكَاةِ قَلْبِي أَشِـــعَّةُ نُـورَانِيَّتِهِ، فَهُوَ الرَّسُـــولُ الْأَعْظَمُ وَالنَّبِيُّ الْأَكْـرَمُ وَالْوَلِيُّ الْمُقَرَّبُ الْمَسْـعُودُ، وَعَلَى أٰلِـهِ وَأَصْحَابِهِ خَزَائِنِ أَسْـرَارِهِ، وَمَعَارِفِ أَنْوَارِهِ، وَمَطَالِـعِ أَقْمَارِهِ، كُنُوزِ الْحَقَائِقِ، وَهُدَاةِ الْخَلَائِقِ، نُجُومِ الْهُدَى لِمَنِ اقْتَدَى، وَسَلَّمَ تَسْلِيماً كَثِيراً كَثِيراً

Bütün hamdler, âlemlerin Rabbi Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine mahsustur. Allâhım! Yaratılışta, ihsanda ve varlıkta en Evvel’e, her şahit ve meşhudun Fâtih’ine, müşahede ve şuhûdun Efendisine, maksadın bizzat Kendisine, bâtınî Sır ve zahirî Nûr’a, ubudiyete mahsus varlık aleminde herkesi geçen en Seçkin’e, en yüce Kutsal Ruh’a, en mükemmel parlak Işığa, Allâh’ın huzurunda kemâl-i ubûdiyetle Kâim Kişiye, ruhuma ruhaniyetini İfâza Edene, kalp mişkâtımı nûraniyeti ile Aydınlatan’a, en büyük Resul’e, en keremli Nebî’ye, saadetli en yakın Dost’a, ailesine, sırların hazineleri, öğretilerinin nurları, tulû etmiş ayları, hakikatlerin hazineleri, insanların hidayetçileri, onlara uyanlar için yıldızlar konumundaki ashab hazeratına, sonsuz salâtlar ve selamlar olsun.

Giriş

Daha önce, mehâsinü’l-ahlâk veya mekârimü’l-ahlâk olarak da adlandırabileceğimiz “Güzel Ahlâk” başlıklı yazı serimizde, Şanlı Nebi, Rehber-i Ekmel ve Mihr-i Münîr’in (sas), güzel ahlâkı tanımlayan çok kıymetli sözlerini anlamaya çalışmıştık. Bu ve sonraki yazımızda ise, mesâvî-i ahlâkın bazı unsurlarını, İslam’ın bu konudaki çözüm önerilerini detaylandırmaya çalışacağız.

Ahlâk kelimesi, iyi veya kötü olarak vasıflandırılmaya sebep olan mânevî nitelikleri ve tutumları, faziletleri ve rezîletleri, bunların etkisiyle insanda tezahür eden iradeli davranışları ifade eder. Mesâvî kelimesi ise, “çirkin olmak, çirkinlik” anlamlarındaki sû’ kelimesinin çoğul kalıbı olup “kötülükler, fenâlıklar, seyyiat” anlamındadır. Ahlâk literatüründe, kötü duygu, davranış veya durumlar için “mesâvî-i ahlâk” tamlaması kullanılır.

İnsanın kendi benliği ile, Yüce Allâh’ın emir ve yasakları arasında “mükellefiyet / yükümlülük” kavramı çerçevesinde şekillenen “itaat” prensibinin ihlali, kaçınılmaz bir şekilde Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ile yaratılmış kul insan arasındaki doğru irtibatın iptali (hafazanAllâh ve iyyaküm) anlamına gelir ve mesâvî-i ahlâkı netice verir.

Şimdi, zihnî mukayeseye imkan vermesi açısından, önemli ahlâk teorilerine kısaca yer vermemiz faydalı olacaktır.

Ahlâk Teorileri

Tarih boyunca ahlâk, dînî, felsefî ve kültürel temellerle şekillenmiş, bu asıllara bağlı olarak çeşitli teoriler ve tanımlar oluşmuştur. Ahlâk teorileri, normalde doğru fiil ve kararların neliğini ve esaslarını, övgüye mi yoksa yergiye mi değer olduklarını temellendiren prensiplerin aklî, ruhî ve vicdânî bir sunumudur. Bu teorileri, kısaca şu şekilde görebiliriz:

1. İlâhî Emir (Divine Command): Bu inanç itibarı ile ahlâk, Yüce Allâh’a (cc) sadakat ile bağlılıktan, ahlâkî yükümlülüklerin, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin emir ve yasaklarına şuurlu bir şekilde itaat etmekten ibaret olduğunu şeksiz bir şekilde kabuldür. İlâhî Emir, ahlâkî açıdan doğru eylemlerin, Allâh Teâlâ’nın ve O’nun (cc) kutlu Resullerinin (ase) emrettikleri veya yasakladıkları eylemler olduğunu kabul eder. İlâhî Emir, herhangi bir şey Yüce Allâh’ın emrettiklerine uygunsa iyi, değilse kötü olduğu düşüncesi, inancı ve felsefesidir. İlâhî Emir, insan yapımı yasaların aksine, Yüce Tanrı’nın yüksek iradesine dayalı olarak aşkın bir kaynaktan gelen yasalar manzumesidir.

2. Sonuççuluk (Consequentialism): Sonuççuluk, sonuçlarının ne olduğuna göre bir şeyin doğru olup olmadığına karar veren ahlâk teorisidir. Sonuççuluk, bir eylemin ahlâkî olarak doğru olup olmadığının, yalnızca söz konusu eylemin sonuçlarına bağlı olduğunu savunur. Sonuççuluk, bir eylemin doğasında var olan nitelikler veya failin güdülerinden ziyade, eylemin nihai hedefi veya sonucuyla ilgilenilmesi anlamına gelen teleolojik (hayatı ve evreni amaçlarla temellendiren ve açıklayan düşünce) bir ahlâk biçimidir. Sonuççular, bir eylemin ahlâkîliğinin, bireyler ve toplum üzerindeki etkisine, bu etkinin genel refah ve mutluluk gibi ahlâkî değer ölçütleri açısından değerlendirilmesi gereğine inanırlar. Sonuççuluğun temel özelliklerinden birisi, tarafsızlık üzerindeki vurgusudur. Sonuççuluk, ahlâkî değerlendirmelerin tarafsız olması, kişisel önyargılardan ve duygulardan etkilenmemesi gereğini savunur. Sonuççular, sosyal statü, etnik köken veya başka herhangi bir faktörden bağımsız olarak, tüm bireylerin refahının eşit olarak değerlendirilmesinin önemini vurgularlar. Bu, sonuççuluğun bir tür ahlâkî tarafsızlık olduğu, ahlâkî kararlar alınırken tüm bireylerin çıkarlarının ve refahının eşit şekilde tartılması gerektiği anlamına gelir. Sonuççuluk, ahlâkı belirlemek için eylemlerin sonuçlarına odaklanan faydacılık gibi diğer teorileri de içeren geniş bir kategoridir. Sonuççuluğun en ünlü biçimlerinden biri faydacılıktır.

3. Faydacılık (Utilitarianism): Faydacılık, en iyi eylemin, genel refahı ve mutluluğu en üst düzeye çıkaran eylem olduğunu savunan bir ahlâk teorisidir. Bir eylem veya bir durum tarafından üretilen mutluluğun faydalılığı fikrine dayanır. Faydacılık, genel mutluluğu en üst düzeye çıkarma ve genel acı veya ıstırabı en aza indirme fikrine odaklanır. Faydacılık, bir eylemin genel refahı ve mutluluğu artırdığı ölçüde doğru olduğunu, genel refahı ve mutluluğu azalttığı ölçüde de yanlış olduğunu iddia eder. Faydacılık, eylemleri içsel ahlâkî niteliklerinden ziyade, sonuçlarına göre değerlendiren sonuççu bir teoridir. Bir eylemin ahlâkı, eylemin kendisine değil ürettiği sonuca bağlıdır. Faydacılık, ahlâkî değerlendirmelerin tarafsız olması ve kişisel önyargılardan veya duygulardan etkilenmemesi gerektiğini savunur. Teori, eylemlerin sonuçlarını değerlendirirken tarafsız, bağımsız bir bakış açısı gerektirir. Faydacılığın en ünlü versiyonlarından biri, İngiliz filozoflar Jeremy Bentham (ö. 1832) ve John Stuart Mill (ö. 1873) tarafından geliştirilen klasik faydacılıktır. Bentham’ın hedonik faydacılık olarak bilinen versiyonu, mutluluğun tek içsel iyi olduğunu, bir eylemin değerini belirlemede önemli olan şeyin zevk ve acı olduğunu savunur. Öte yandan, ideal faydacılık olarak bilinen Mill’in versiyonu, bilgi, adalet ve dostluk dahil olmak üzere bir dizi içsel iyi olduğunu, genel refahı en üst düzeye çıkarmak için, mutluluğun yanı sıra bu iyilerin de teşvik edilmesi gerektiğini savunur. Faydacılık ve sonuççuluk birbirleriyle ilişkili olsa da tam olarak aynı şey değildir. Genel olarak faydacılık, geniş çapta tartışılan, birçok farklı yorumu ve varyasyonu olan karmaşık bir ahlâk teorisidir.

4. Görev / Ödev Ahlâkı (Deontological Ethics): Deontoloji, sonuçları ne olursa olsun, belirli eylemlerin doğası gereği doğru veya yanlış olduğunu savunan ahlâk teorisidir. Deontoloji, görev veya yükümlülük fikrine dayanır. Eylemlerin sonucu ne olursa olsun bireylerin uyması gereken belirli ahlâkî kurallar veya görevler olduğunu iddia eder. Deontolojinin temel özelliklerinden biri, etik düşüncenin temel unsuru olarak, bir eylemin sonuçlarından çok doğasına odaklanmasıdır. Deontologlar, eylemin sonucu veya failin niyeti ne olursa olsun, yalan söyleme, vaatleri yerine getirmeme veya masum insanlara işkence gibi belirli eylemlerin her zaman yanlış olduğunu savunur. Deontoloji, bir eylemin ahlâkîliğinin sonuçlarına bağlı olduğunu savunan faydacılık gibi teorilere göre kısmen farklılık oluşturur. En ünlü deontologlardan biri, Kantçı deontoloji olarak bilinen ahlâk teorisini geliştiren Alman filozof Immanuel Kant’dır (ö. 1804). Kant, eylemlerinin sonucu ne olursa olsun, bireylerin ahlâkî yasalara saygı duyarak faaliyette bulunmaları konusunda görevli olduklarını savunmuştur. Ahlâkî kuralların ve görevlerin önemini vurgulayan deontolojinin, bireysel ve toplumsal ahlâk üzerindeki etkileri tartışma ve analiz konusu olmaya, ahlâkî düşünce ve akıl yürütmenin önemli ve etkili bir unsuru olmaya devam etmektedir.

5. Erdem (Virtue): Erdem Ahlâkı, “ahlâkî erdem” kavramını merkeze alan bir yaklaşımdır. Erdem ahlâkı, bir eylemin sonuçlarının iyiliğini (Sonuççuluk) ve ahlâkî görev kavramını (Deontoloji) merkez yapan yaklaşımlardan biraz daha farklı bir yerdedir. Erdem etiği, dürüstlük, cesaret, merhamet ve adalet gibi iyi karakter özelliklerinin geliştirilmesi, bu özelliklerin kurallar kaynaklı olması ya da sonuçlarından daha ziyade, iyi bir yaşama yol açtıkları fikriyle ilgilenir. Erdem etiğinin arkasındaki ana fikir, bireylerin iyi karakter özelliklerine sahip olmalarının tatmin edici ve mutlu bir yaşam sürmek için gerekli olduğu, bu özelliklerin de ancak uygulamalar ve alışkanlıklar yolu ile geliştirilebildiğidir. Erdemli bireyler, zor koşullarda bile bu alışkanlıklara uygun hareket edebilen kişiler olarak görülürler. Erdem etiği, bireylerin iyi karakter özelliklerini geliştirmeye ve bu özelliklerle tutarlı şekillerde hareket etmeye çabalamaları gerektiğini, bunun tatmin edici ve anlamlı bir yaşam sürmenin anahtarı olduğunu savunur. Erdem ahlâkı, işlerin iyiliğinin önemini veya ahlâkî görevleri inkar etmese de, erdemi diğer ahlâk teorilerinin yapmadığı ölçüde vurgular. Mesela, “ihtiyacı olan birisine yardım edilmesi” gerektiğinin açık olduğunu varsayalım. Bir faydacı, “bunu yapmanın sonuçlarının, refahı en üst düzeye çıkaracağı” gerçeğine işaret edecek, bir deontolog, “sana nasıl davranılmasını bekliyorsan, başkalarına da aynı şekilde davranmalısın” kuralını öne çıkaracak, bir erdem ahlâkçısı ise, “muhtaç kişiye yardım etmenin, hayırseverlik veya iyilikseverlik olacağını” söyleyecektir.

6. Bencillik (Egoism): Bu teori, kişilerin kendi çıkarlarını geliştirmelerinin, tüm insanî faaliyetlerin altında yatan güdü olduğunu, ahlâkî kararların bütünüyle kişisel çıkarlar tarafından yönlendirilmesi gerektiğini savunur. Bencillik ahlâkı, tanımlayıcı veya kuralcı olabilir. En ünlü tanımlayıcı olanı, psikolojik bencilliktir. Buna göre her insanın tek bir nihai amacı vardır, o da kendi refahıdır. Bencillik ahlâkında, ahlâkî kararların tamamen kişisel çıkarlar tarafından yönlendirilmesi gerektiği düşüncesi yer alır. Bu ahlâk teorisi, bireysel ve evrensel şekilleri ile öne çıkmaya çalışır. Çünkü bireysel bencil ahlâk teorisinde, “Bütün insanlar benim çıkarlarıma uygun olanı yapmalı” düşüncesi imkansız kabul edilir. Evrensel olabileceği öne sürülen bencillik ahlâkı ise şu ilke ile ifade edilir: “Bütün insanlar, kendi çıkarlarına olanları yapmalıdır.” Bu teoriye göre, birçok çıkarcı insan, bu düşünceyi kabul etme eğiliminde olabilir. Çünkü bu düşüncedekilere göre geleneksel ahlâk, kişinin tatmin olmasını engelleyebilmektedir. Eleştirmenler, bencillik ahlâkının çeşitli açılardan kusurlu olduğunu, başkalarının mutluluğunu ve çıkarlarını dikkate almadığını, adaletsiz bir toplumu teşvik ettiğini savunurlar. Öte yandan, bencilliğin destekçileri, insanın çıkarcı doğasını kabul ettiği, bireylerin kendi refahlarını destekleyen ahlâkî kararlar almaları için bir çerçeve sağladığını, bunun ise gerçekçi ve pratik bir ahlâkî teorisi olduğunu iddia ederler. Genel olarak, egoizm, hem destekçileri hem de karşıtları olan, bireysel ve toplumsal ahlâk üzerindeki etkileri tartışmalı bir ahlâk teorisidir.

7. Doğal Hukuk (Natural Law): Doğal hukuk, akıl yoluyla keşfedilebilen ve insan davranışını yöneten evrensel ve değişmeyen bir ahlâkî kod olduğunu savunan ahlâk teorisidir. Doğal hukuk teorisinin kökleri, varlığın doğasında bulunan, akıl ve gözlem yoluyla keşfedilebilen ahlâkî bir düzen olduğu fikrine dayanır. Doğal hukuk teorisine göre bu evrensel ahlâkî kod, insan davranışı için standartlar sağlar ve ahlâkî kararlar verebilmemizde bizlere rehberlik eder. Doğal hukuk, koşullar veya kültürel bağlam ne olursa olsun, belirli eylemlerin doğası gereği iyi veya kötü olduğunu, ahlâkî standartların varlığın doğal düzeninin bir parçası olduğunu kabul eder. Doğal hukukun temel özelliklerinden birisi, insan yasalarından ve kurumlarından bağımsız olmasıdır. Doğal hukuk teorisyenleri, insan yasalarının doğal hukuka uyması gerektiğine ve uymadıklarında adaletsiz olduklarına ve sorgulanabileceklerine inanır. Doğal hukuk, bilhassa Batı’nın ahlâkî ve politik düşüncesinin gelişmesinde etkili olmuştur. Genel olarak doğal hukuk, insan davranışlarını şekillendirmede, ahlâkî kararlara rehberlik etmede aklın, evrensel ilkelerin ve evrenin içsel düzeninin önemini vurguladığından, ahlâk ile ilgili güçlü bir çerçeve sağlar.

8. Sözleşmecilik (Contractualism): Sözleşmecilik, hem siyasi otoritenin meşruluğuna ilişkin teoriyi hem de ahlâkî normların kökeni veya meşru içeriği hakkındaki ahlâk teorisine verilen addır. Sözleşmecilik, sosyal kurumları şekillendirmede ve neyin adil olduğunu belirlemede anlaşmaların, sözleşmelerin ve rızanın rolünü vurgulayan ahlâkî ve politik bir felsefi düşüncedir. Sözleşmecilik, toplumun ve kurumların, bireyler arasındaki varsayımsal bir sözleşme veya anlaşmanın sonucu olduğu fikrine dayanır. Sözleşmecilikte, bireyler rasyonel ve çıkarcı olarak kabul edilir. Bireyler, ortak amaçlarına ulaşmak ve çıkarlarını korumak için bir araya gelerek toplumsal sözleşme oluştururlar. Bu sözleşme, işbirliğinin avantajlarını güvence altına almanın ve sosyal hayatın risklerini ve belirsizliklerini azaltmanın bir aracı olarak görülür. Sözleşmeciliğin en ünlü versiyonlarından biri, İngiliz filozof Thomas Hobbes’un (ö. 1679) toplum sözleşmesi teorisidir. Hobbes’a göre toplum sözleşmesi, devlet tarafından sağlanan koruma ve güvenlik karşılığında, bireylerin özgürlüklerinin bir kısmından vazgeçilmesi için yapılan bir anlaşmadır. Bir diğer önemli sözleşmeci filozof, sözleşmeciliğin “bilinmezlik perdesi” versiyonunu geliştiren, şimdi kısaca değineceğimiz Amerikalı John Rawls’tur (ö. 2002). Genel olarak sözleşmecilik, toplumun kurumlarını ve normlarını şekillendirmede anlaşma, rıza ve işbirliğinin önemini vurguladığından, adalet ve ahlâk hakkında güçlü bir çerçeve oluşturur.

9. Rawlsçu Adalet (Rawlsian Justice): John Rawls (ö. 2002), “A Theory of Justice / Bir Adalet Teorisi” adlı eseriyle tanınan Amerikalı siyaset filozofudur. Rawls’un adalet teorisi, adaletin toplumun tüm bireyleri için adil bir şekilde yapılandırılması gerektiği düşüncesini öne çıkarır. Rawls, adil bir toplumun iki temel adalet ilkesine dayanması gerektiğine inanır: 1. Eşit temel özgürlükler ilkesi ve 2. Adil fırsat eşitliği ilkesi. Eşit temel özgürlükler ilkesi, her insanın bireyselliğinin ve benlik duygusunun gelişimi için gerekli olan ifade, dini inanç ve toplantı özgürlüğü gibi bir dizi temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu prensibidir. Adil fırsat eşitliği ilkesi, tüm insanların eşit derecede yetenekli olmasa da, başarı ve refah elde etmek için eşit şansa sahip olmaları gerektiğini belirtir. Rawls ayrıca, “orijinal konum” kavramını da önerir. Bu önermede, insanlar kendi sosyal statülerini, yeteneklerini veya kişisel özelliklerini bilmedikleri bir “bilinmezlik perdesi” arkasında hayal edilirler. Rawls bu benzetmeden yola çıkarak, insanların toplumun en az avantajlı üyelerine faydalar sağlayan adalet ilkelerini onaylayacaklarını, çünkü aynı konumda olsalardı kendilerinin de dezavantajlı durumda olmayacaklarından ancak bu şekilde emin olmak isteyeceklerini savunur. Rawls’un adalet teorisi, modern siyaset felsefesinin, hakkaniyetin ve eşitliğin doğası hakkındaki tartışmaların üzerinde önemli bir etki oluşturmuştur.

10. Görecelik (Relativism): Ahlâkî ilkelerin ve değerlerin, kültürel bağlamlara dayalı şekilde göreceli olduğunu savunan ahlâk teorisidir. Bu teori iki kısımda mütalaa edilmektedir: 1. Herhangi bir kültürde doğru ya da yanlış olarak kabul edilen bir davranışın, başka bir kültürde aynı değeri taşımayabileceğini savunan kültürel görecelik. 2. Ahlâkın bireye göre olduğunu, her insanın kendine özgü ahlâkî ilkeleri bulunduğunu kabul eden bireysel görecelik. Rölativizm, yüzyıllardır felsefi bir tartışma konusu olmuştur, hem savunucuları hem de karşıtları vardır. Taraftarları, rölativizmin kültürel ve bireysel çeşitliliğe ve hoşgörüye izin verdiğini, farklı toplumlara ve bireylere tek tip ahlâkî ilkeler dizisinin empoze edilmesinden kaçındığını iddia ederler. Muhalifleri ise, göreceliğin ahlâkî şüpheciliğe yol açtığını, ahlâkî karar verme yeteneği ve eylemini temelinden bozduğunu, kültürler arası ahlâkî meseleleri ele almayı ve insan haklarını savunmayı zorlaştırdığını kabul eder. Genel olarak, ahlâkî görecelik teorisi ve uygulaması üzerindeki tartışmalar ile karmaşık bir kavram olmaya devam etmektedir.

11. Sorumluluk Etiği (Moral Responsibility): Kişinin ahlâk ilke ve kurallarına uygun hareket etmesi ve davranışlarının sonuçlarını dikkate alması yükümlülüğünü ifade eder. Kişinin eylemlerinin başkaları ve dünya üzerinde bir etkisinin ve bu eylemlerin etkilerinden sorumlu olduğunun kabul edilmesini içerir. Sorumluluk ahlâkı, bir fiili yapmanın ya da yapmamanın yasal sonucu olmasa bile, kişinin ahlâkî ilkelere ve değerlere uygun hareket etme yükümlülüğüdür. Genel olarak, sorumluluk ahlâkı, bireylerin eylemlerinin başkaları üzerindeki etkisini düşünmelerini, ortak iyiyi teşvik edecek şekilde hareket etmelerini, kişinin eylemlerinin sonuçlarını kabul etmesini ve gerektiğinde düzeltmeler yapma istekliliğini içerir.

12. Nesnelcilik (Objectivism): Nesnelcilik, ahlâkî değerleri belirlemede, aklın ve bireysel hakların önemini vurgulayan bir yaklaşımdır. İlk olarak Rus filozof Ayn Rand (ö. 1982) tarafından geliştirildi. Bu teoriye göre ahlâkî ilkeler, insan doğası hakkındaki gerçeklere dayanır, tarafsız akıl ve gözlem yoluyla keşfedilebilirler. Objektivistler, ahlâkî değerlerin rasyonel bir varlık olan insanın doğasında kök saldığına, ahlâkın amacının bu değerleri tanımlamak ve teşvik etmek olduğuna inanırlar. Temel ahlâkî değerlerin, yaşam, özgürlük, akıl ve mutluluk arayışı gibi konuları içerdiğini öne sürerler. Objektivistler, ahlâkın amacının, insan hayatı ve mutluluğu için neyin iyi olduğunu belirlemek ve teşvik etmek olduğuna, insan davranışını yöneten ahlâkî ilkelerin, bu amaca dayanması gerektiğine inanırlar. Dürüstlük, adalet ve bireysel haklar gibi ahlâkî ilkelerin, nesnel olarak geçerli ve insanın gelişmesi için gerekli olduğunu savunurlar. Objektivistler, ahlâkî değerlerin kültürel olarak göreceli olduğunu, hiçbir nesnel ahlâkî standart olmadığını savunan ahlâkî görecelik fikrini reddederler. Nesnelciliği eleştirenler, onun çok katı olduğunu, ahlâk konusundaki bakış açılarının karmaşıklığını ve bu teorinin insan davranışının nüanslarını dikkate almadığını savunurlar. Eleştirmenlere göre, ahlâkî karar verme, genellikle sübjektif yargıyı, birbiriyle yarışan ve çatışan değerleri dengelemeyi içerdiğinden, nesnel ahlâkî standartları pratik anlamda uygulama zordur. Nesnelcilik, özellikle bireysel hakların ve serbest piyasa ekonomisinin savunucuları arasında popülerliğini korumakta, tartışılan bir ahlâk teorisi olmaya devam etmektedir.

13. Pragmatik Etik (Pragmatism): Pragmatizm, bir eylemin ahlâkî değerini pratik sonuçlarına dayalı olarak değerlendiren felsefi bir yaklaşımdır. Bu teoriye göre, bir eylem, olumlu sonuçlara, insan ihtiyaç ve çıkarlarının tatminine yol açıyorsa iyi veya doğru, olumsuz sonuçlara, insan ihtiyaç ve çıkarlarının engellenmesine yol açıyorsa kötü veya yanlış olarak kabul edilir. Pragmatistler, ahlâkın bir dizi soyut ilke veya emirden ziyade, pratik sonuçlara ulaşmak için bir araç olarak görülmesi gerektiğine inanırlar. Ahlâkî kural ve ilkelerin esnek olmasını, yeni bilgiler ve değişen koşullar ışığında revizyona tabi olması gerektiğini savunurlar. Pragmatizm, ahlâkî kararların verildiği bağlamları ve durumları göz önünde bulundurmanın, farklı seçeneklerin pratik sonuçlarını dikkate almanın önemini vurgular. Ahlâka yönelik bu yaklaşım, genellikle sabit ahlâkî kurallara veya ilkelere dayanan deontolojiye bir yanıt olarak görülür. Pragmatizm eleştirmenleri, bu teorinin çok öznel olduğunu, sağlam temellerden yoksun bulunduğunu, ahlâkî göreliliği teşvik ettiğini, evrensel ahlâkî ilkelerin terkine yol açabileceğini kabul etmektedirler. Genel olarak pragmatizm, felsefe, psikoloji ve politika dahil olmak üzere çeşitli alanlarda etkili olmuş, ahlâka esnek ve pratik bir yaklaşımı seçmiş bir teoridir.

Günümüzde, ahlâk konusundaki farklı bakış açıları, teoriler ve yaklaşımlar var olmaya, yeni fikirler bu yöndeki literatürü şekillendirmeye devam etmektedir.

(Bu ahlâk teorileri ile ilgili daha geniş bilgi için bkz.: https://plato.stanford.edu)

İslâm Ahlâk Düşüncesi

Sizlerden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtulanlardır.

(Ali İmran, 3/104)

Şu ana kadar belli başlı ve önemli ahlâk teorilerine yer vermiş olduk. Şimdi, bu teorilerden -ilk sırada yer alan İlâhî Emir (Divine Command) hariç- her biri, aslında meşhur “fil tarifi” örneğinde olduğu gibi, hakikatin sadece bir ya da iki yönüne temas edebilmişlerdir. İslam ahlâk düşüncesinin insan ve varlık anlayışı, bütün bu teorileri çok daha üst seviyede kapsamaktadır.

İnsandaki üç temel gücü, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Sahîha ışığında görmeye çalışan; “İnsanda Akıl Gücü ile Denge, Aşırılık ve Eksiklik Durumları I; İnsanda Öfke Gücü ile Denge, Aşırılık ve Eksiklik Durumları II ve İnsanda Şehvet Gücü ile Denge, Aşırılık ve Eksiklik Durumları III” başlıklı yazılarımızla, İslam ahlâk düşüncesini kısmen de olsa detaylandırmıştık. Şimdi ise, konuyu biraz daha mahrûtî şekilde görmeye çalışacağız.

İslam ahlâk düşüncesinin, genel olarak güzel ahlâkı, “müspet bireysel tutum ve davranışlar, olumlu davranış değişikliklerinin tezahür ettiği atmosfer, insan davranışlarını, karar verme süreçlerini değerlendirmeye yardımcı olan, insanlar arasındaki adaleti ve dürüstlüğü koruyan değerler ve ilkeler sistemi”, kötü ahlâkı ise, “dürüstlük, adalet, empati ve sorumluluk gibi yaygın olarak kabul edilen etik ilkeleri ve değerleri ihlal eden eylemler, kararlar ve davranışlar” şeklinde tanımladığını söyleyebiliriz. İslam’ın, şiddet, hile, vb. olumsuz davranışlardan kaçılması yönündeki emir, tavsiye ve yasakları, güzel ahlâk konusundaki yönergelerinden daha önemlidir. Çünkü, tahliye ([التَّخَلِية] yok etme, temizleme) tahliyeden ([الْتحَّلِيةْ] süsleme) önce gelir. Kötü ahlâk unsurlarının temizlenmesi, bilahare güzel ahlâkın tesis edilmesi, birbirlerini tamamlayan iki süreçtir. Bu yazının konusu bu hususu işlemeye yöneliktir.

İslam ahlâk düşüncesi, İslam’ın merkezi metinleri Kur’ân-ı Kerîm ayetleri ile, Şanlı Nebi’nin (sas) söz ve eylemlerinin ifadeleri olan hadis-i şeriflere dayalı bir şekilde, erdemli bir hayat yaşanması için kapsamlı bir çerçeve sunar. Bu kutsal kaynaklar, Müslümanların başkalarıyla ahlâkî açıdan doğru bir şekilde nasıl etkileşimde bulunmaları gerektiği konusunda çok güçlü bir rehberlik sağlar.

Yüce Allâh’ın (cc) Zat’ı, Yüksek Sıfatları, Güzel İsimleri ve Hikmetli Fiilleri dahil, her yönüyle birliğini ifade eden “tevhid” umdesi, İslam ahlâk düşüncesinin özü ve en önemli temelidir. “Tevhid”, İslam ahlâk düşüncesinin olmazsa olmazıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de, Yüce Allâh (cc) tarafından gönderilen tüm peygamberlerin (ase) ana mesajı tevhiddir. “Tevhid”, ibadete, itaate ve nihai teslimiyete layık yalnızca O’dur (cc) demektir. “Tevhid” inancının, bütün Müslümanların hayatında pratik etkileri vardır. “Tevhid”, Yüce Allâh’ın (cc) varlığına ve birliğine, kalbin derununda inanmak, hayatın her alanında O’nun (cc) mutlak otoritesini ve hakimiyetini tanımak, O’nun (cc) rızası ve hoşnutluğu için çalışmak demektir. Buna, adalet, merhamet ve alçakgönüllülük ilkelerine bağlı kalmak, tüm varlığa şefkat ile muamele etmek dahildir. “Tevhid”, İslam ahlâk düşüncesinin en merkezi bir ilkesidir. Müslümanların manevi ve ahlâkî gelişimleri için çok parlak bir yol göstericidir.

İslam ahlâk düşüncesi, “adalet” kavramını önemle vurgular. Müslümanların, hem kendilerine, hem başkalarına karşı adil davranmaları, hayatın her alanında adaleti güçlü bir şekilde ayakta tutmaları üzerlerine tam bir ödevdir. İslam ahlâk düşüncesi, Müslümanların, ortak iyiyi desteklemeleri, ihtiyacı olanlara yardım etmeleri, adil bir toplumu inşa etmek için birlikte çalışmalarını önemser.

İslam ahlâk düşüncesi, “ihsan” kavramı ile, kişinin fiillerindeki mükemmelliğin önemine işaret eder ve İslam ahlâkının en yüksek derecesidir. “İhsan”, Rab Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini görüyormuşçasına ibadet etme, her şeyi olabilecek en iyi şekilde, samimiyetle ve Allâh’a (cc) içten bağlılıkla ifa etme anlamlarına gelir.

İslam ahlâk düşüncesinin temel ilkelerinden biri, “takva” dediğimiz “Yüce Allâh’a yönelik sorumluluklarımızın bilincine sahip olmak ve uygulamaktır.” “Takva”, Merhameti ve Şefkati sonsuz Rabbimizin (cc) emir ve yasakları hususunda, tam anlamıyla dikkatli olma, O’nu (cc) razı ve hoşnut edecek şekilde yaşamaya çabalama demektir. Takva, İslâm ahlâk düşüncesinin temelidir.

İslam ahlâk düşüncesi, “tevekkül” kavramı ile, hayatın her alanında Allâh’ın (cc) her zaman doğruya ileten rehberliğine güvenmeyi tavsiye eder. Alçakgönüllülük ve Allâh’a (cc) teslimiyet duygusu geliştirmeye yardımcı olan “tevekkül”, İslam ahlâkının önemli bir yönüdür.

İslam ahlâk düşüncesi, özellikle sıkıntı veya zorluk karşısında tahammül anlamına gelen “sabır” kavramı ile, zor zamanlarda sebat etmeyi, Yüce Allâh’ın (cc), bireylerin hayatları için gelecekte gerçekleştireceği güzel planına güvenmelerini tavsiye eder.

İslam ahlâk düşüncesinde, “şükür” kavramı da olmazsa olmazlardandır. İslam, bireylerin hayatlarındaki tüm nimetler için şükretmelerini, Yüce Allâh’a (cc), dua ve diğer bağlılık eylemleri ile şükranlarını ifade etmelerini ister.

İslam ahlâk düşüncesi, “tevbe” kavramı ile, bireylerin hata ya da günah işledikten sonra, Yüce Allâh’a (cc) dönüp af dilemelerini, neden oldukları maddi ve manevi zararları telafi etmelerini ister.

İslam ahlâk düşüncesi, Kantçı deontolojinin önerdiği ödev ahlâkına, “güzel ahlâk” kavramı ile çok kıymetli bir boyut katar. Bu ödev boyutu, “iyi karakter” veya “ahlâkî mükemmellik” anlamlarına gelir. Müslümanları, nezaket, cömertlik, merhamet, dürüstlük ve alçakgönüllülük gibi iyi özelliklere ait ödevlerini geliştirmeye, öfke, kıskançlık ve kibir gibi kaçınılması gereken olumsuz özelliklerden de kaçınma ödevlerine teşvik eder. Müslümanların, hem kendilerine, hem başkalarına karşı adil davranmaları, hayatın her alanında adaleti güçlü bir şekilde ayakta tutmaları üzerlerine tam bir ödevdir. İslam ahlâk düşüncesi, Müslümanların, ortak iyiyi desteklemelerini, ihtiyacı olanlara yardım etmelerini, adil bir toplumu inşa etmek için birlikte çalışmalarını önemli bir ödev olarak görür.

Evet, İslam ahlâk düşüncesi, Sonuççuluğun önerdiği bireylerin refahı ve mutluluğu konusunu, onların eksik bıraktığı “bireylerin ahiret mutluluğu” konusunu da ilave ederek, “din” kelimesini geniş bir şekilde tarif eder: “Din, akıl sahiplerini kendi iradeleriyle şimdiki halde (dünyada) mutluluğa, gelecekte de (ahirette) kurtuluşa sevk eden, Allâh tarafından konulmuş kanunlardır.” (Muhammed Ali et-Tehânevi, Muhammed b. Ali, Keşşâfu Istılâhâti’l-Funûn, Mektebetu Lübnan, Beyrut-1996, I/814.)

İslam ahlâk düşüncesi, Faydacılık’ta (Utilitarianism) olduğundan daha geniş bir seviyede faydacılığı savunur. Faydacılık’ta, insanın kendini zararlardan koruması, kendi faydasını gözetmesi gerektiğine dair faydacı düstur, konuyu bireysel ve tek boyutlu olarak görmekteyken, İslâm’da ise, Yüce Allâh’ın lütfettiği dinî ya da dünyevî nimetlerden başkalarının da faydalandırılması, konunun bireysel yanına ek olarak toplumsal boyutunu işaretler.

Şanlı Nebi (sas), İbn Ömer (ra) rivayeti ile bu hususu şöyle aydınlatır:

“Bir adam Resülullah’a (sas) gelerek: “Ey Allâh’ın Resulü, kimler ve hangi fiiller Allâh’a (cc) en sevimlidir?” şeklinde bir soru sordu. Nebi (sas) şöyle cevap buyurdular:

أحبُّ الناسِ إلى اللهِ أنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ ، و أحبُّ الأعمالِ إلى اللهِ عزَّ وجلَّ سُرُورٌ يدْخِلُهُ على مسلمٍ ، أوْ يكْشِفُ عنهُ كُرْبَةً ، أوْ يقْضِي عنهُ دَيْنًا، أوْ تَطْرُدُ عنهُ جُوعًا ، و لأنْ أَمْشِي مع أَخٍ لي في حاجَةٍ أحبُّ إِلَيَّ من أنْ اعْتَكِفَ في هذا المسجدِ ، يعني مسجدَ المدينةِ شهرًا ، و مَنْ كَفَّ غضبَهُ سترَ اللهُ عَوْرَتَهُ ، و مَنْ كَظَمَ غَيْظَهُ ، و لَوْ شاءَ أنْ يُمْضِيَهُ أَمْضَاهُ مَلأَ اللهُ قلبَهُ رَجَاءً يومَ القيامةِ ، و مَنْ مَشَى مع أَخِيهِ في حاجَةٍ حتى تتَهَيَّأَ لهُ أَثْبَتَ اللهُ قَدَمَهُ يومَ تَزُولُ الأَقْدَامِ ‏.‏

Allâh katında insanların en sevimlisi, insanlara en çok faydası olandır. Amellerin Allâh katında en sevimlisi ise, bir Müslüman’ı mutlu etmen ya da bir sıkıntısını yok etmen veya onu borçtan kurtarman veya açlığını gidermendir. Bir kardeşimin ihtiyacı için çabalamak, bu mescidde (Mescid-i Nebevî) bir ay kadar itikâfa girmemden bana daha sevimlidir. Kim öfkesini dizginlerse, Allâh onun ayıplarını örter. Kim, aslında icra edebileceği öfkesini yenerse, Cenâb-ı Hak kıyamet gününde onun kalbini ümitle doldurur. Kim, yerine getirene kadar, kardeşinin ihtiyacı için koşturursa, Allâh azze ve celle, ayakların kaydığı sırat üzerinde, onun ayaklarını kaymaktan korur.” (Taberânî, Kebîr, 12/13646; Evsat, 6/6026; Sağîr (Er-Ravdu’d-Dânî), 2/861)

İslam ahlâk düşüncesi, Deontoloji’nin kabul ettiği “görev” tanımını, çok daha ayrıntılı bir şekilde ele alır. İslam, fiilleri; 1. Mübah (övgü ya da yergiyi gerektirmeyen, terk edilebilen fiiller), 2. Mendup (yapıldığında övülen, fakat yapılmadığında yerilmeyen fiiller), 3. Vacip (farz ile eş anlamlı, Şâriin mükelleften yapmasını kesin ve bağlayıcı biçimde istediği, terkediliğinde cezayı hak eden fiiller) olmak üzere üç grupta ele alır.

İslam ahlâk düşüncesi, Doğal Hukuk’un savunduğu fıtrat’a çok merkezi bir önem atfeder. Fıtrat konusu, hem ayet-i kerimelerde hem de hadîs-i şerîflerde oldukça ayrıntılı bir şekilde işlenir. Bu konuyu, “Fıtrat ve Tabiat-ı Sâniye Düşüncesi” başlıklı yazımızda ayrıntılandırmaya çalışmıştık.

İslam ahlâk düşüncesi, Erdem Ahlâkını “Güzel Ahlâk / Mehâsinü’l-Ahlâk” şeklinde formüle eder ve gerçekten de muhteşem bir şekilde temellendirir. Bu konu, “Güzel Ahlâk” başlıklı yazı serimizde işlenmeye çalışılmıştır.

İslam ahlâk düşüncesi, ilk geldiği andan itibaren hem Rab Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin emir ve yasaklarına itaate (Fetih, 48/10; Fetih, 48/18) hem de sosyo-politik bir akid olarak devlet başkanına itaat sözleşmesine (Mümtehine, 60/12), “bey’at / biat” adını vererek Sözleşmecilik Ahlâkı’nı üst bir seviyeye taşır.

İslam ahlâk düşüncesi, Rawlsçu Adalet’in ifade ve inanç hürriyeti ögelerini, (اِعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ اِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصٖيرٌ) “Dilediğinizi yapın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir.” (Fussilet, 41/40) ve (لَكُمْ دٖينُكُمْ وَلِىَ دٖينِ) “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” (Kâfirun, 109/6) ayet-i kerimeleri ile öğretisinin adeta temeline yerleştirmiştir. Rawls’un teorisindeki “dağıtıcı adalet” düşüncesi ise, zenginlerin fakirlere zekât ve sadakalar ile yardım etmesini vacip kategorisinde gören İslam’ın temel bir rüknü olarak, yüzyıllardır zaten ifa edilmektedir.

İslam ahlâk düşüncesi, Sorumluluk Ahlâkı’na, Abdullah b. Ömer’in (r. anhümâ) Şanlı Nebî’den (sas) rivayeti ile şöyle rehberlik eder:

Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi de bir çobandır ve sürüsünden sorumludur. Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Hizmetkâr, efendisinin malının çobanıdır, o da sürüsünden sorumludur. Netice itibariyle hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.” (Buhari, 2554; Müslim, 1829)

İslam ahlâk düşüncesi, Nesnelciliğin önerdiği “akıl, hayat, mutluluk ve özgürlük” gibi temel insan hakları konusunu, toplumun varlığı, dirlik ve düzeni için vazgeçilmez en üst düzeydeki temel hak ve değerler olarak görmüş; “hayat (can), nesil (nesep, ırz), akıl, mal ve dinin korunması” şeklinde formülleştirmiştir. Bu husus literatürde, “zarûriyyât-ı hamse, makâsıd-ı hamse, külliyyât-ı hams” gibi adlarla anılmıştır. Hatta bazı İslam alimleri bu unsurlara; “adalet, erdem, eşitlik, özgürlük ve sosyal düzenin korunması” konularını da ilave etmişlerdir.

Mesâvî-i Ahlâk Unsurları

Ebu Zer (ra) rivayeti ile Nebi (sas) şöyle buyuruyor:

İyilikten hiçbir şeyi sakın küçük görme! Velev ki, kardeşini güler yüzle karşılamak olsa bile!

(Müslim, 2626)

Genel ahlâk kurallarını dört alt başlığa ayırmak mümkündür:

Kişisel bütünlük (doğruyu söylemek, yalan söylememek, aldatmamak, dürüst olmak, ikiyüzlü olmamak, sözünü tutmak, vb.);

Güvenilirlik (güvenilir ve sorumlu olmak);

İyilikseverlik (başka insanlara ve mallarına zarar vermemek, öldürmemek, çalmamak, şiddet uygulamamak, zalim olmamak, vb.);

Adil olmak (eşitlikçi davranmak, inanç hürriyetini tesis etmek).

Kötü ahlâkî unsurlar, ahlâkî olarak yanlış, çeşitli olumsuz tutum veya davranışlardır. “Mesâvî-i ahlâk unsurları nelerdir? sorusuna üç açıdan bakabiliriz: 1. “Mesâvî” yani kötü ile ne kastedilmektedir? 2. Hangi davranışlar kendiliğinden kötüdür? 3. Kötülüklerin gerçekleşmemesi için, neler yapılmalı / yapılmamalıdır?”

Bu sorulara bağlı bir şekilde, kültürler ve toplumlar genelinde, çoğu insan tarafından “kötü” ve ahlâkî açıdan yanlış kabul edilen davranışlarla ilgili bazı örnekleri şu şekilde açmamız mümkündür:

1. Yalan Söyleme: Dürüst olmama veya doğruyu söylememe eylemidir. Yalan söyleme, birçok şekilde tezahür edebilir. Yalan söyleme, insani ilişkilere zarar verir, güven duygusunu aşındırır ve olumsuz sonuçlara yol açar. Kötü bir alışkanlıktır. Yaşamın her alanında, bütünlük ve dürüstlük ahlâkı geliştirilerek yalan söyleme davranışı ancak düzeltilebilir.

2. Eziyet Etme: Eziyet etme, başkalarına acı veya ıstırap çektirmektir. Fiziksel ve duygusal olduğu gibi, ihmal etme ya da zorbalık şeklinde birçok biçimde meydana gelebilir. Eziyet etme, bazen fiziksel yaralanmalara neden olabilir. Çoğu zaman yasa dışıdır ve bu tür davranışlara ceza terettüp edebilir.

3. Bencillik: Bencillik, başkalarının ihtiyaçlarını ve duygularını önemsemeksizin, öncelikle kendi ihtiyaçlarına, arzularına ve çıkarlarına odaklanma eylemidir. Benmerkezci olmak, uzlaşmaya isteksiz olmak ve başkalarına yardım etmeyi sevmemek gibi birçok şekilde tezahür edebilir. Bencil olmak, ilişkilere zarar verir, çatışmalara ve olumsuz sonuçlara yol açar. Başkaları için empati yoksunluğu ve diğer insanların faydalarını önemseme eksikliğidir. Kötü bir davranıştır. Sadece empati ve şefkat duygularını geliştirerek, eylemlerde ve kararlarda başkalarını da düşünmeye çalışarak ancak üstesinden gelinebilir.

4. Önyargı: İnsanların etnik kökenlerine, dinlerine veya diğer özelliklerine dayanarak, haksız ve mantıksız bir şekilde geliştirilen tutumlardır. Irkçılık ve dini ayrımcılık gibi birçok biçimde gerçekleşebilir. Farklı insan kategorilerine haksız veya önyargılı muameleler ayrımcılığı netice verir. Önyargı ve ayrımcılığın, fırsatları sınırlamak, gerginlik yaratmak ve duygusal zararlara neden olmak dahil, bireyler ve toplumlar üzerinde ciddi olumsuz etkileri vardır. Kötü bir davranıştır. Başkalarına adalet, saygı ve anlayışla davranarak ancak yok edilebilir.

5. Empati Eksikliği: Başkalarının duygularını önemsememektir. Empatiden yoksun insanlar, başkalarının bakış açılarına, duygularına, ihtiyaçlarına kayıtsız veya tepkisizdir. Bu durum, sağlıklı ilişkiler kurulmasını ve sürdürülmesini zorlaştırır. Kötü bir davranıştır. Eğitim yoluyla, empati geliştirerek ve iyi ahlâk danışmanlardan profesyonel yardım alınarak ancak üstesinden gelinebilir.

6. Hile ve Aldatma: Başkalarını yanıltmak amacıyla kasıtlı olarak yanlış bilgi vermedir. Bu türden eylemlerin sonuçları, mutlaka olumsuzdur. En başta kişisel ilişkilere zarar verir, güveni aşındırır ve güvenilirliği baltalar. Allâh’ın verdiği beyan kabiliyetini olumsuz bir şekilde kullananlar, insanlık değerlerini de kaybetmiş sayılırlar. Net bir şekilde etik dışıdır ve kabul edilemezdir.

7. Fiziksel Şiddet: Bu kötü ahlâk türü de bütün toplumlarda yasa dışıdır. Fiziksel şiddet, başkalarına karşı kasıtlı olarak güç kullanmak, yaralanmalara veya zararlara neden olmaktır. Bu tür saldırılar, sosyal düzeni ve istikrarı baltalar. Misilleme döngüsüne ve daha fazla şiddete yol açabilir. Fiziksel şiddete başvurmak veya başkalarına zarar vermek, kesinlikle ahlâk dışıdır, adlî suçlamalara ve yasal cezalara neden olur.

8. Ayrımcılık: Irk, din veya diğer kişisel özelliklere dayalı ayrımcılık, bireyler ve topluluklar için ciddi sonuçlar doğurabilecek yaygın bir sosyal sorundur. Ayrımcılık, insanlara ırklarına, dinlerine veya düşüncelerine göre farklı veya adil olmayan şekilde davranılmasıdır. İnsanlara karşı ayrımcı görüş, tutum ve davranışları ifade eder. Ayrımcılık, önemli zararlara neden olabilir, sosyal parçalanmaları ve eşitsizliği netice verebilir. Medeni bütün toplumlarda gayr-ı ahlâkîdir. Ayrımcılığa karşı bireyleri korumak için ayrıntılı yasalar oluşturulmuştur.

9. Zarar Verme: Zarar vermekten kaçınmak çok önemli ahlâkî bir ilkedir. Bu ilke, insan yaşamına ve onuruna saygı normundan kaynaklanır. Medeni bütün toplumlarda çok temel bir değerdir. Zarar vermek, ciddi sonuçlar doğurabileceği gibi, sosyal parçalanmalara ve istikrarsızlığa sebep olur. Zarar veren davranışlarda bulunmak kesinlikle ahlâk dışıdır. Bu duruma karşı pek çok yasa ve kural oluşturulmuştur. Adil ve barışçıl bir toplumun inşası, tüm bireylere saygılı, onurlu ve adaletli davranmakla mümkündür.

10. Sömürü: Kişisel kazanç için başkalarının sömürülmesi, sömürülen bireyler ve bir bütün olarak toplum için ciddi bir problemdir. Sömürü, genellikle savunmasızlıklarından veya güçsüzlüklerinden yararlanarak, insanları kendi yararına kullanmak anlamına gelir. Bu, ücret sömürüsü ve tüketiciyi yanıltma gibi birçok biçim alabilir. Kişisel kazanç için başkalarının kaynaklarını, emeklerini veya zamanlarını, onlara adil pay vermeden ya da karşılıksız şekilde kullanmak anlamına gelir. Bu şekildeki davranış, psikolojik zararlar ve güven kayıpları gibi bir dizi olumsuz sonuçlara yol açabilir. Sosyal adaleti baltalar ve eşitsizliğe yol açar.

11. Taahhütleri Bozma: Taahhütlerin yerine getirilmemesi de başka bir ahlâk dışı davranıştır. Taahhüt, bir şeyi yapma / yapmama beyanıdır. Taahhütleri bozmak, güvene, inanılırlığa ve ilişkilere zarar verir. Birisinin taahhüdünü bozması, ona güvenenlerde hayal kırıklığı ve hüsrana sebep olur. Böyle bir durum, sözünü bozan kişiye olan güveni azaltır. Bazı durumlarda taahhütlerin yerine getirilmemesi, yasal sonuçlara da yol açabilir. Kişilerin sözlerini tutması ve taahhütlerini yerine getirmesi, genel olarak güvenilirliği, sorumluluğu ve saygınlığı pekiştirir ve oldukça önemlidir. Taahhütleri yerine getirmek, istikrarlı ve işbirliğine dayalı sosyal çevrenin gelişmesine katkıda bulunur. Taahhütleri yerine getirmenin imkansız hale geldiği durumlarda, net bir şekilde iletişim kurmak, özür dilemek ve taahhütleri yerine getirmek gerekir.

12. Tembellik: Tembellik, kişinin hedeflerine ulaşmak için çaba gösterme ya da harekete geçme isteksizliğidir. Bu kötü ahlâk, kişinin sorumluluklarını ve yükümlülüklerini yerine getirmesine manidir. Kişinin, yeterince çalışmasına ve bu yolla kendisine ve toplumuna katkıda bulunmasına engel bir haldir. Kişisel gelişime, bireyin yeterlilik potansiyeline ulaşma yeteneğine sekte vurur. Motivasyon eksikliği, anksiyate ve depresyon gibi farklı ruhsal problemlere neden olabilir. Tembellik ahlâkının, aşırı derecede yararsızlık anlamına geldiğini görmek önemlidir.

13. Uyuşturucu Kullanma: Uyuşturucu kullanma, bireylerin hem kendilerine hem de başkalarına zarar veren negatif bir durum olduğundan, önemli ölçüde sorunlu ve kabul edilemezdir. Madde kullanımı ve bağımlılık yapıcı davranışlar, bireylerin sağlıkları, ilişkileri ve yaşam kaliteleri üzerinde ciddi sonuçlar doğurur. Aile üyeleri ve arkadaşları üzerinde kötü sonuçları tetikler. Uyuşturucu kullanımı, suçların artmasına, istenmeyen durumların oluşmasına ve sağlık sorunlarına sebep olur.

Yukarıda sadece bir kısmına temas ettiğimiz kötü davranışlar, genel olarak bütün dinlerde ve kültürlerde zararlı kabul edilmekte, ancak bu davranışların kötü ahlâk açısından dereceleri, kültürlere ve toplumlara göre değişebilmektedir.

Yukarıda, “kötülüklerin gerçekleşmemesi adına neler yapabiliriz?” sorusuna, öz bir şekilde “kötülükler, mutlaka kaçınılması gereken, herkese zararı dokunan davranışlardır” cevabı verilebilir. Başkalarına karşı kötü tutum, davranış ve ahlâk ile muamele etmek, ciddi ve uzun süreli olumsuz sonuçları meydana getirir. Şayet bir kimse, başkalarına kötü ahlâk ile davrandığını düşünüyorsa, mutlaka davranışlarının potansiyel zararlarını göz önüne almalı, iyi ahlâk danışmanlarından yardım istemelidir.

İslam, güzel ahlâk ile ilgili yönergelere sahip olduğu gibi, kötü ahlâkın yaygınlaşmasına karşı da çok kıymetli öğretiler ve kalıcı çözümler barındırmaktadır. İyi ahlâkî özellikleri geliştirmek, daha iyi bireyler haline gelmek mümkündür. Hem Kur’ân-ı Kerîm’de hem de Şanlı Peygamberimizin (sas) hadis-i şeriflerinde, kötü ahlâk unsurlarının önlenmesi için neler yapılması gerektiği ile ilgili yeterli veri bulunmaktadır.

Şimdi, kötü ahlâkî unsurlardan bazılarını, Kur’ânî ve Nebevî ışıklar ile tanımlamaya, “kötülüklerin gerçekleşmemesi için, neler yapılmalı / yapılmamalıdır?” sorusunu bu kudsî yol işaretleri ile ayrıntılandırmaya çalışacağız. Böyle yapmaya çalışacağız, çünkü bizim açımızdan, Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin ve Şanlı Nebi’sinin (sas) yaptığı mehâsin-i ahlâk ve mesâvî-i ahlâk tarifleri aslî ve merkezî öneme sahiptirler.

1. Fevrilik

Üzerinde on dokuz vardır.

(Müddessir, 74/30)

Fevrilik ya da acelecilik, kişinin eylemlerinin sonuçlarını düşünmeden dürtüsel ve pervasızca hareket etme eğilimini ifade eder. Bu özellik, genellikle insan davranışının olumsuz bir yanlarından birisidir. Kötü kararlar vermeye yol açar. Kişinin kendisine veya başkalarına zarar verme ihtimalini artırır. Bununla birlikte, hızlı düşünme ve kararlı bir eyleme ihtiyaç duyulması gibi bazı durumlarda, acelecilik kısmen olumlu bir özellik olarak görülebilir. Dolayısı ile, duruma bağlı şekilde hem olumlu hem de olumsuz etkileri olabilecek bir özelliktir.

Aceleci insanlar bilmeden konuşur, anlamadan cevap verirler. Aceleci insanlar, özelliklerini tam olarak bilmeden ve anlamadan bir insanı över, göklere yükseltir, sonra da bu övdükleri insanı eleştirir, yerin dibine batırırlar. Böyle kimseler, düşünmeden, fevri ve aceleci biçimde hareket ettikleri için genellikle pişmanlık yaşarlar.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

وَيَدْعُ الْاِنْسَانُ بِالشَّرِّ دُعَاءَهُ بِالْخَيْرِ وَكَانَ الْاِنْسَانُ عَجُولًا

İnsan hayra dua eder gibi şerre dua eder. İnsan çok acelecidir.” (İsra, 17/11)

Diğer bir ayette ise Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

خُلِقَ الْاِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍ سَاُرٖيكُمْ اٰيَاتٖى فَلَا تَسْتَعْجِلُونِ

İnsan, aceleci bir yapıda yaratılmıştır. Size ayetlerimi göstereceğim. Benden, bunu acele istemeyin!” (Enbiya, 21/37)

Bu ayet-i kerimenin beyan ettiği husus, bazı kimselerin, Allâh’tan hayrı ister gibi şerri de istedikleri gerçeğidir. Gerçekten insanoğlu birtakım isteklerinin hemen yerine gelmesini veya hayatta karşılaştığı bir takım engellerin çarçabuk kalkmasını ister. Oysa bu arada, hedefine ve idealine ulaşması için uyması gereken kuralları, kendine düşen görevleri görmezden gelmektedir. Böylelerinin sabır, çaba harcama, kendine düşeni yaptıktan ve gereken bütün tedbirleri aldıktan sonra, sonucu Allâh’tan bekleme gibi ahlâkî bir duruşu sergilemeleri mümkün olmaz. “Acele işe şeytan karışır” özdeyişi, başını sonunu düşünüp hesaplamadan girişilecek acele işlerin, zararla sona erebileceği konusunda bir başka uyarıdır.

Sehl b. Sa’d’in (ra)’in babasından ve dedesinden rivayete göre, Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

الأَنَاةُ مِنَ اللَّهِ وَالْعَجَلَةُ مِنَ الشَّيْطَانِ ‏.‏

Düşünerek ölçülü hareket etmek Allâh’tan, acelecilik ise şeytandandır.[1]

Bu hadîs-i şerîf itibarı ile, şeytanın kalbe nüfuz etmesinin yollarından birisinin, acelecilik ve sebatsızlık olduğu görülmektedir. Teennî ile hareket etmeyen kişi, sonunda kaybetmenin acısını çeker. Sakinliği fevriliğine, temkînli hali aceleciliğine üstün gelmeyen kimseler, yüce fikirlere ulaşamazlar.

2. Hile

Hile, başkalarını aldatma veya yanlış yönlere manipüle etme eylemidir. Hile, kuralları görmezden gelmek, dürüst olmayan yollarla başkalarına karşı haksız avantajlar elde etmektir. İnsan davranışlarının olumsuz özelliklerinden birisidir. Bu negatif özellik, genelde başkalarına zarar vermeyi içinde barındırır. Hile, yalan söyleme, dolandırıcılık vb. şekillerde tezahür edebilir. Şurası açıktır ki hile, bireysel ilişkileri, kişiler arası güveni ve itibarı aşındırır ve yok eder.

Hile aynı zamanda topluma da zarar verir. Kurumların, sistemlerin ve sosyal etkileşimlerin bütünlüğünü ve adaleti baltalar. Hile ve aldatma, bireylerde suçluluk, utanç ve kendinden şüphe gibi uzun vadeli olumsuz psikolojik etkilere yol açar.

Hile yapmanın, kişilerdeki ahlâkî bakış açısı noksanlığının, değerler hiyerarşisi eksikliğinin, dürüstlüğün önemi hakkında anlayış fukaralığının bir sonucu olduğunu görmek önemlidir. Bireyler ve toplumlardaki hile davranışlarının en aza indirgenmesi için, dürüstlük ve adalet gibi değerlerin teşvik edilmesi ve güçlendirilmesi gerekir.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَخُونُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُوا اَمَانَاتِكُمْ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

Ey Müminler! Allâha ve Peygambere hainlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emanetlere de hainlik etmeyin. (size emanet edilen şeylere ve Allâh’ın sizin için buyurduğu bütün görevlere bilerek ihanet etmeyin.)” (Enfal, 8/27)

Ebu Hüreyre’den (ra) rivayet edilmiştir:

أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم مَرَّ عَلَى صُبْرَةِ طَعَامٍ فَأَدْخَلَ يَدَهُ فِيهَا فَنَالَتْ أَصَابِعُهُ بَلَلاً فَقَالَ‏ مَا هَذَا يَا صَاحِبَ الطَّعَامِ ؟‏ قَالَ أَصَابَتْهُ السَّمَاءُ يَا رَسُولَ اللَّهِ ‏.‏ قَالَ ‏أَفَلاَ جَعَلْتَهُ فَوْقَ الطَّعَامِ كَىْ يَرَاهُ النَّاسُ ! مَنْ غَشَّ فَلَيْسَ مِنِّي‏ ‏.‏

Resulullah (sas), bir ekin yığınına uğramıştı. Elini onun içerisine daldırdı. Parmaklarına ıslaklık dokundu. Bunun üzerine:

Ey ekin sahibi! Bu ne?” diye sordu. Ekin sahibi:

Ey Allâh’ın resulü! Ona yağmur isabet etti” dedi. Resulullah (sas) şöyle buyurdu:

O ıslak kısmı, insanlar görsün diye ekinin üstüne koysaydın ya! Aldatan benden değildir.[2]

Kusurlu bir malın, bu durumunu gizleyerek hileli bir şekilde satmanın helâl olmadığı, böyle hareket eden kişilerin Allâh’ın (cc) öfkesine maruz kalabilecekleri, hilenin haram, kötü ve yanlış bir davranış olduğu, dünyevî ve uhrevî sorumluluk doğurduğu açıktır.

3. Kibir

Kibir, genellikle dikkate alınmama ile birlikte ortaya çıkan, öyle olmadığı halde kendini önemseme ve hak ediş duygusunun kaba bir biçimde ifade edilmesidir. Kibir, kendini övme, baskıcı davranış veya tevazu eksikliği gibi çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Açık şekilde olumsuz bir özelliktir. Başkaları ile kötü iletişime, öz farkındalık eksikliğine ve öğrenerek ilerleme yetersizliğine yol açar.

Kibir, kötü karar vermelere de sebep olur. Çünkü bireyler, kibir duygusuna kapıldıklarında, kendi yeteneklerini abartabilir, başkalarının bakış açılarını da beğenmez hale gelirler. Kibir, hem bireysel hem de toplumsal bağlamda çatışmalara, kızgınlıklara ve yabancılaşmalara yol açabilir. İşbirliği ve ekip çalışmasının pörsümesine, grup ve organizasyonlar bağlamında, etkinliklerin zayıflamasına sebep olabilir.

Kibir, güvensizliğin veya düşük benlik saygısının bir sonucudur. Kibrin en ileri derecesi, gerçeği kabule yanaşmayarak Allâh’a karşı büyüklenmek ve O’na (cc) boyun eğip kulluk etmeyi reddetmektir. Kişinin kendini büyük, başkalarını küçük görmesi kibir olurken, kendini ve yaptıklarını beğenerek böbürlenmesi ise ucb adını alır. Kibir, ancak kendini tanımaya çalışarak, empati kurarak ve başkalarından öğrenmeye istekli olunarak düzeltilebilir.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ وَلَا تَمْشِ فِى الْاَرْضِ مَرَحًا اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ

İnsanları küçümseyip yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü Allâh, büyüklük taslayan ve övüngen kimseleri sevmez.”(Lokman, 31/18)

Bir başka ayette Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

وَلَا تَمْشِ فِى الْاَرْضِ مَرَحًا اِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْاَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولًا

Yer yüzünde kibir ve azametle yürüme. Şüphe yok ki, sen ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara yetişebilirsin.” (İsra, 17/37)

Abdullah b. Mes’ud’dan (ra) rivayete göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

لاَ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مَنْ كَانَ فِي قَلْبِهِ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ مِنْ كِبْرٍ‏ ‏.‏

:‏ قَالَ رَجُلٌ إِنَّ الرَّجُلَ يُحِبُّ أَنْ يَكُونَ ثَوْبُهُ حَسَنًا وَنَعْلُهُ حَسَنَةً ‏.‏ قَالَ

إِنَّ اللَّهَ جَمِيلٌ يُحِبُّ الْجَمَالَ الْكِبْرُ بَطَرُ الْحَقِّ وَغَمْطُ النَّاسِ ‏‏.‏

Kalbinde, hardal tohumu ağırlığınca kibre sahip olan kişi, Cennete giremez.

Bu nebevî ikaz üzerine bir sahabi, “İnsan elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır!” diyerek bu durumun kibir olup olmadığını anlamak istedi.

Resülullah (sas) şöyle buyurdular:

Şüphesiz Allâh güzeldir ve güzeli sever. Kibir, (kendini beğenmişlik sebebi ile) gerçekleri yok saymak ve insanları küçümsemektir.[3]

Kibir, kişilerin Allâh’ın (cc) rızasına ulaşmalarına, Cennete girmelerine en büyük engellerden birisidir. Kibir, insanın güzel ahlâka yönelik davranışları iktisabını önler. Kibirli kişi, kendisi için istediğini başkaları için isteyemez, empati ruhundan mahrum kalır.

4. Eziyet

Eziyet, canlının ruhî veya bedenî varlığına yahut çevresine sıkıntı, üzüntü, acı ve zarar vermedir. En temel insan hakkının ihlalidir. Bireylere kötü muamelenin son derece kötü, acımasız ve insanlık dışı bir yoludur. Oldukça ciddi fiziksel ve psikolojik zararlara neden olur. Eziyet, bilgi edinme aracı olarak da görülemez. Çünkü insanlar, doğru olup olmadığına bakmaksızın, acıyı durdurmak için yalan yanlış her şeyi gerçekmiş gibi kabul edeceklerdir. Eziyetin hiçbir gerekçesi yoktur.

Eziyet, sadece ahlâkî olarak değil aynı zamanda yasal olarak da yanlıştır. Şiddetli fiziksel ve psikolojik acılara neden olan, acımasız, insanlık dışı ve aşağılayıcı bir yöntemdir. Eziyet, uluslararası hukuka göre de yasaktır. Eziyet, asla cezalandırma aracı olarak kullanılmamalıdır. Eziyet, insanın onuruna karşı işlenmiş bir suçtur.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

وَالَّذٖينَ يُؤْذُونَ الْمُؤْمِنٖينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِغَيْرِ مَا اكْتَسَبُوا فَقَدِ احْتَمَلُوا بُهْتَانًا وَاِثْمًا مُبٖينًا

Mümin erkeklere ve mümine kadınlara işlemedikleri şeyler yüzünden eziyet edenler, bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” (Ahzab, 33/58)

Çok yönlü Mu’tezile âlimi Zemahşerî’nin (v. 538/1144), el-Keşşâf adlı eserinde bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak naklettiğine göre, Horasan’ın ilk büyük sûfîlerinden Fudayl b. İyâz (v. 187/803), şöyle demiştir: “Hayvanlara dahi eziyet etmen caiz değildir. O halde, Allâh ve Resulüne, mümin kadınlara ve erkeklere eziyet etmenin ne demek olduğunu, varın siz düşünün!”

Ebu Hüreyre’den rivayete göre Allâh Resulü (sas) şöyle buyurmuştur:

مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَلْيَقُلْ خَيْرًا، أَوْ لِيَصْمُتْ، وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَلاَ يُؤْذِ جَارَهُ، وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَلْيُكْرِمْ ضَيْفَهُ ‏‏‏.‏

Allâh’a ve ahiret gününe iman eden kişi mutlaka ya hayır söylesin ya da sussun. Allâh’a ve ahiret gününe iman eden kimse, komşusuna eziyet etmesin. Allâh’a ve ahiret gününe iman eden kişi misafirine ikramda bulunsun.[4]

5. Alay Etmek

Alay etmek, “insanların söz ve davranışlarını kusurlu göstererek onları küçük düşürmek” demektir. Alay etmek, zihnî ve ahlâkî bakımdan gelişmemişliğin bir göstergesidir. Alay etmek, dostluk ilkeleriyle bağdaşmayan, insanların mânevî kişiliğine saygısızlık ifade eden, onur ve haysiyetlerini zedeleyen bir davranış biçimidir.

Başkaları ile alay etmek, duygusal sıkıntılara ve kişinin benlik algısına zararlar verir. Başkaları ile alay etmek, kişinin zihinsel sağlığı üzerinde uzun vadeli olumsuz etkilere yol açar. Ayrıca, düşmanca ve hoş karşılanmayan ortamlar meydana getirir. Başkaları ile dalga geçmek, ahlâkî olarak yanlıştır, saygısız bir davranıştır ve mutlaka böyle bir tavırdan kaçınılmalıdır.

Başkalarına nezaket, saygı ve empati ile davranmak, sözlerimizin ve eylemlerimizin başkaları üzerindeki etkisinin farkında olmak önemlidir. Başkaları ile dalga geçen birisini görürseniz, davranışlarının yanlış olduğunu bilmelerini temin etmeniz yararlı olacaktır.

Başkaları ile dalga geçme, bir tür zorbalık şeklidir. Herkesin saygı ve haysiyet dairesinde muamele edilme hakkı vardır. Sözlerimizin ve eylemlerimizin başkalarını nasıl etkileyebileceğinin farkında olmak, hiç kimseyi ırkı veya başka bir özelliği nedeni ile alaya almamak gerekir. Başkalarına karşı nazik ve empatik olmak en doğrusu ve en iyisidir.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا يَسْخَرْ قَوْمٌ مِنْ قَوْمٍ عَسٰى اَنْ يَكُونُوا خَيْرًا مِنْهُمْ وَلَا نِسَاءٌ مِنْ نِسَاءٍ عَسٰى اَنْ يَكُنَّ خَيْرًا مِنْهُنَّ

Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasınlar! Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler.”(Hucurat, 49/11)

Ebu Hüreyre (ra), Allâh Resulü’nün (sas) şöyle buyurduğunu bildirmiştir:

بِحَسْبِ امْرِئٍ مِنَ الشَّرِّ أَنْ يَحْقِرَ أَخَاهُ الْمُسْلِمَ كُلُّ الْمُسْلِمِ عَلَى الْمُسْلِمِ حَرَامٌ دَمُهُ وَمَالُهُ وَعِرْضُهُ‏ ‏.‏

Bir Müslüman için, diğer Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, o kişiye kötülük olarak yeter. Her Müslümanın insanî değeri, kanı ve malı diğer Müslümana haramdır.[5]

Alay etmek, insanların idrak ve anlayışlarını aşağılayıp küçümsemektir. İnsanların nezaket ve hoşgörülerini istismar etmek demektir. Alay etmeyi âdet haline getiren kişilerin kalplerinde dinî ve ahlâkî değerler boy atıp gelişemez. Alay etme davranışı, kibirlenerek ilâhî emre boyun eğmeyen İblîs’in küfrüne benzer.

6. İsraf

İsraf, söz ve davranışlarda, dinin, aklın ve örfün dışına çıkma, meşrûdan, mâkulden ve itidalden sapmadır. İsraf, yıkıcı davranışlar sergilemedir. İsraf, isyankarlığa sapmak, günahlar içerisinde boğulmaktır. İsraf, Allâh’ın (cc) verdiği malı ve mülkü, dine isyan vadilerinde harcamaktır. İsraf, dinî ahkâma şuursuzca muhalefettir.

Mal ve imkânlar açısından israf, kaynakların verimsiz veya aşırı kullanılması, bilinçsizce tüketimi eylemidir. Bilhassa gıda, su ve enerji gibi kaynakların büyük oranda israf edildiği bilinmektedir. Bu durum, çevre, toplum ve ekonomiler üzerinde olumsuz etkiler meydana gelmektedir. Örneğin, gıda israfı tarımsal sistemler üzerinde baskı oluştururken, enerji israfı bireyler ve işletmeler için yüksek maliyetlere yol açmaktadır. İsraf, aynı zamanda yoksulluk, eğitim eksikliği veya ayrımcılık nedeni ile insan potansiyellerinin boşa harcanmasını da ifade etmektedir. Bireyler ve toplumlar, yaşamın sürdürülebilirliği ve gelecek nesillerin refahı için israfı azaltmaya yönelik gayret göstermelidir.

Eylemlerimizin hem kendimiz hem de başkaları üzerindeki etkisini göz önünde bulundurmak, kaynakları sorumlu ve dikkatli bir şekilde kullandığımızdan emin olmamız önemlidir. İsraf, çevre üzerinde de olumsuz bir etkiye sahiptir. Bu nedenle israfa dayalı tutumlarımızın ekoloji üzerindeki etkisini de göz önünde bulundurmamız önemlidir.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

يَا بَنٖى اٰدَمَ خُذُوا زٖينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُوا اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفٖينَ

Ey Âdemoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının (güzel ve temiz giyinin). Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü O (cc), israf edenleri sevmez.” (Araf, 7/31)

Amr b. Şuayb (r.a) babasından ve dedesinden aktararak şöyle diyor: Resülullah (sas) şöyle buyurdular:

كُلُوا وَتَصَدَّقُوا وَالْبَسُوا فِي غَيْرِ إِسْرَافٍ وَلاَ مَخِيلَةٍ‏ ‏.‏

Yiyiniz, sadaka veriniz, kibir ve israfa kaçmadan da giyininiz.[6]

Gösteriş ya da lüks tüketimi, hem israftır hem de ahlâk-ı seyyiedendir. Tutumluluk ve itidal ise, İslâm’ın temel ilkelerindendir. İslâm’da hedef insanî kemâlâta ulaşmaktır. Bu da ancak erdem ahlâkını geliştirmekle mümkündür. Çünkü erdem ile tutumluluk birbirleri ile mebsuten mütenasiptir. Bu husus, kişinin malını ne şekilde kazandığı ve nerelerde harcadığı ile ilgili sorgudan haber veren hadîs-i şerîf ile de doğrudan bağlantılıdır (Tirmizî, 2416).

7. İftira

İftira, “bir kimseye asılsız olarak suç, günah yahut kusur sayılan bir söz, davranış veya nitelik isnat etmek” gibi anlamlara gelmektedir. Bu kelime, Kur’ân-ı Kerîm’de öncelikle, “Allâh hakkında yalan uydurma, O’nun birliği, yetkinliği ve aşkınlığı ile bağdaşmayan iddialar ileri sürme” anlamlarında kullanılmıştır (Âl-i İmrân 3/94; En’âm 6/21, 93, 144).

Başkalarına iftirada bulunmak, mesela bir mümine “küfür” isnat etmek, o kişilerin itibarlarına zarar verdiği, bireysel ve toplumsal yaşamları için olumsuz sonuçlar meydana getirdiği için çok ciddi bir hak ihlalidir. İftira, insanların itibarlarına kast eden yanlış ve kabul edilemez eylemler, sözler ve davranışlardır. Bir başkası hakkında ister kasıtlı isterse de kasıtsız olarak yalan, yanlış veya yanıltıcı bilgiler yaymak, oldukça ciddi sonuçlar doğurabilir. Başkalarına iftira etmek kötü bir ahlâktır, yasal olarak da yasaktır. Bu tür davranışlardan kaçınmak, bunun yerine güven ve saygıya dayalı olumlu ilişkiler kurmaya çalışmak daha doğrudur ve iyi bir ahlâktır. İslam, doğruluk, dürüstlük ve adaleti emrederken, yalancılık, haksızlık, iftira gibi suç ve kusur isnatlarını da yasaklar.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

قَالَ لَهُمْ مُوسٰى وَيْلَكُمْ لَا تَفْتَرُوا عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا فَيُسْحِتَكُمْ بِعَذَابٍ وَقَدْ خَابَ مَنِ افْتَرٰى

Mûsâ, onlara şöyle dedi: Yazıklar olsun size! Allâh’a karşı yalan uydurmayın, yoksa sizi azap ile yok eder. Allâh’a karşı yalan uyduran mutlaka hüsrana uğramıştır.” (TâHê, 20/61)

Vasile b. Eska’dan (ra) rivayet olunduğuna göre Allâh Resulü (sas) şöyle buyurmuştur:

إِنَّ مِنْ أَعْظَمِ الْفِرَى أَنْ يَدَّعِيَ الرَّجُلُ إِلَى غَيْرِ أَبِيهِ، أَوْ يُرِيَ عَيْنَهُ مَا لَمْ تَرَ، أَوْ يَقُولُ عَلَى رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم مَا لَمْ يَقُلْ ‏‏‏.‏

İftiranın en büyüğü, kişinin kendi babasından başkasına nesep (soy) iddiasında bulunması, görmediği rüyayı gördüğünü iddia etmesi, Allâh Resulü’nün (sas) söylemediği bir sözü ona nispet etmesidir.[7]

İslâm’da iftira haramdır. Asılsız iftiraları yayanlar, dünyada ve ahirette ağır bir şekilde cezalandırılmayı hak edenlerdir (Nur, 24/19). İslâm ahlâkı, insanlar aleyhinde incitici her tür konuşmayı yasaklamaktadır. Konu ile ilgili daha geniş bilgiye “Hucurât Suresinin İncelikleri” başlıklı yazı silsilemizde ulaşılabilir.

8. Haksız Kazanç

Haksız kazanç, hukukî ve meşru hiç bir sebebe ve karşılıklı rızaya dayanmadan, bir şahsın mal varlığının diğerleri aleyhine çoğalmasıdır. Haksız kazanç, bu yolla zenginleşen kimselere, zenginleşmeleri oranında iade borcu doğurur. Haksız kazanç, İslam dahil bütün hukuk sistemlerinde reddedilmiştir. Başkalarının rızası olmadan kazançlarının tüketilmesi kesin bir şekilde etik dışıdır. Kârdan adil bir pay vermeden başkalarından faydalanmak kabul edilemez. Bu tutum, kazancı yok edilen kişilerin, maddi sıkıntılar yaşamalarına neden olur.

İş ilişkilerinde adil davranıldığından, herkesin çalışmalarının adil bir şekilde karşılandığından emin olmak önemlidir. Bu şekildeki bir tutum, ilgili tüm taraflar arasında güven ve saygı oluşturmaya yardımcı olabilir, daha adil ve sürdürülebilir bir ekonomik sisteme katkıda bulunabilir. Haksız kazançta bir taraf sebepsiz ve meşru olmayan bir şekilde zenginleşirken, diğer taraf ise haksız ve adaletsiz bir şekilde fakirleşmektedir. Taraflardan birinin mal varlığında haksız ve muteber bir sebebe dayanmayan çoğalma ile, diğerine adaletsizlikle meydana gelen eksilme arasında açık bir sebep-sonuç ilişkisi bulunmaktadır.

İslam, kişilerin izinleri ve rızaları olmadan, mallarından herhangi bir tasarrufta bulunulmasını net bir şekilde yasaklamaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَاْكُلُوا اَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ اِلَّا اَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ وَلَا تَقْتُلُوا اَنْفُسَكُمْ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِكُمْ رَحٖيمًا

Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret dışında, aranızda mallarınızı haksız yollarla yemeyin ve birbirinizi öldürmeyin. Çünkü Allâh, size karşı çok merhametlidir.” (Nisa, 4/29)

Ebu Hüreyre’den rivayete göre Allâh Resulü (sas) şöyle buyurmuştur:

مَنْ كَانَتْ لَهُ مَظْلَمَةٌ لأَحَدٍ مِنْ عِرْضِهِ أَوْ شَىْءٍ فَلْيَتَحَلَّلْهُ مِنْهُ الْيَوْمَ، قَبْلَ أَنْ لاَ يَكُونَ دِينَارٌ وَلاَ دِرْهَمٌ، إِنْ كَانَ لَهُ عَمَلٌ صَالِحٌ أُخِذَ مِنْهُ بِقَدْرِ مَظْلَمَتِهِ، وَإِنْ لَمْ تَكُنْ لَهُ حَسَنَاتٌ أُخِذَ مِنْ سَيِّئَاتِ صَاحِبِهِ فَحُمِلَ عَلَيْهِ ‏‏‏.‏ ‏‏

Kimin üzerinde, herhangi bir kimsenin insanî değeri veya malı ile ilgili bir hak var ise, dinar (lira) ve dirhemin (kuruş) bulunmayacağı gün (kıyamet) gelmeden, o kimse ile helalleşsin. Aksi halde (hesaplaşma gününde), kendisinin salih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır (hak sahibine verilir). Şayet iyilikleri yoksa, zulüm yaptığı kimsenin günahlarından alınır ve kendisine yüklenir.[8]

9. İntikam Duygusu

İntikam kelimesi, şayet Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine izafe ile kullanılırsa, “Allâh’ın (cc), emir ve yasaklarına isyan ile mukabele eden kimselere, gerekli cezaları vermesi ve bu cezaları icra etmesi” anlamına gelir.

Ancak bu kelime, insanlara isnat edilerek de kullanılmaktadır. İntikam duygusu taşımak, birine misilleme olarak zarar vermeye veya cezalandırmaya çalışmak zararlı ve yıkıcı bir psikolojidir. İntikam duygusu, saldırganlık ve şiddet gibi yıkıcı ve zararlı suçlara ve davranışlara yol açabilmektedir. Diğer taraftan, intikam arayan kişinin, intikamın hedefi haline gelebilmesi de mümkündür. İntikam duygusu bu şekilde, zararlara ve ıstıraplara kaynaklık eden kısır bir döngüye de yol açmaktadır.

İntikam duygusu peşinde koşmanın, kaybedilenleri geri getirmeyeceğini veya yaraları iyileştirmeyeceğini görmek önemlidir. İntikam duygusu, sadece daha fazla zarara ve ıstıraba yol açacaktır. Herkesin hata yaptığını ve insanların değişip büyüyebileceğini anlamak önemlidir.

İntikam duygusu taşıma yerine, affetmeye ve iyileşmeye odaklanmak gerekir. İslam, iyilikle kötülüğün bir olmadığını, kötülüklerin en güzel şekilde önlenmeye çalışılması durumunda, düşmanlıkların sımsıcak dostluklara dönüşeceğini, bu güzel ahlâka da ancak sabredenlerin ve büyük mükafat sahiplerinin (Cennetliklerin) ulaşabileceğini beyan eder (Fussılet 41/34-35). Bu güzel ahlâk, öfke ve kızgınlığı söndürmeye, hayatı daha fazla incinmeden idameye yardımcı olabilir. Birini affetmenin, negatif düşüncelerin duygularınızı kontrol etmeye devam etmesine izin vermemeyi seçmiş olmanız anlamına geldiği görülmelidir.

İslam, bütün müminlerin kardeş olduğunu (Hucurat, 49/10), insanların tamamının Adem (as) ve Havva validemizin evlâtları ve torunları olarak aslında bir ve eşit konumda bulunduğu ilkesini (Hucurat, 49/13) vaz etmiştir. Bu ilkelerle, bireysel ve toplumsal muamelelerin, düşmanlık üzerine değil, karşılıklı saygıya dayanan muarefe üzerine kurulmasını, anlaşmazlıkların adalet ölçülerine göre çözümlenmesi gerektiğine dikkat çekmiş, konunun ahlâkî ve hukukî alt yapısını muhkem bir şekilde tesis etmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

وَمَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُضِلٍّ اَلَيْسَ اللّٰهُ بِعَزٖيزٍ ذِى انْتِقَامٍ

Allâh kimi doğru yola iletirse, kimse onu (doğru yoldan) saptıramaz. Allâh, mutlak üstün, intikam sahibi değil midir?” (Zümer, 39/37)

Müminlerin annesi Hz. Aişe (r. anhâ) şöyle söylemektedir:

مَا خُيِّرَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم بَيْنَ أَمْرَيْنِ إِلاَّ أَخَذَ أَيْسَرَهُمَا، مَا لَمْ يَكُنْ إِثْمًا، فَإِنْ كَانَ إِثْمًا كَانَ أَبْعَدَ النَّاسِ مِنْهُ، وَمَا انْتَقَمَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم لِنَفْسِهِ، إِلاَّ أَنْ تُنْتَهَكَ حُرْمَةُ اللَّهِ فَيَنْتَقِمَ لِلَّهِ بِهَا‏.‏

Resülullah sallAllâhu aleyhi ve sellem, iki şeyden birini yapma konusunda serbest bırakıldığı zaman, günah olmadığı takdirde mutlaka onların en kolayını seçerdi. Yapılacak şey günah ise, ondan en uzak duran kendisi olurdu. Allâh’ın yasakları çiğnenmediği sürece, şahsı adına hiçbir şeyden dolayı intikam almamış, Allâh’ın yasağı çiğnenmişse, mutlaka onun cezasını vermiştir.[9]

Bu beyandaki “intikam” kelimesinin, “yasal ceza” anlamında kullanıldığı görülmektedir.

10. Aşağılamak

Aşağılamak, bir kimsenin başkalarını bedensel, psikolojik, ekonomik, sosyal statü vb. yönlerden zayıf görmek, onların etkisizliklerini sözel ya da yazınsal türlerle ifade etmektir. Birini aşağılamaya, küçük düşürmeye izlâl de denir.

Sözel, yazınsal veya duygusal şekilde başkalarını aşağılamak, kişilerin zihinsel ve fiziksel refahları üzerinde ciddi sonuçlar meydana getirebilir. Aşağılama, insanların kendilerinden şüphe duymalarına neden olur. Kişilerde düşük benlik saygısı oluşturur. Depresyon, anksiyete ve diğer zihinsel sağlık sorunlarına da yol açar.

Başkalarını aşağılamak, memnuniyetsizliği iletmek veya ifade etmek için yanlış bir yoldur. İnsan, kendi saygınlığını koruduğu oranda başkalarının da saygınlığını korumakla mükelleftir. Gerçek hürriyeti önemseyen kimseler, başkalarının eksik ve kusurlarını, onları aşağılamak için bir vesile yapmazlar. Bir başkasını aşağılamak için çirkin kelimeler kullanmak ise asla kabul edilemez. Herkes, saygı ve haysiyetle davranılma hakkına sahiptir. Sözlerimizin ve eylemlerimizin, başkalarını ne şekilde etkileyebileceğinin farkında olmak önemlidir.

Başkalarını sürekli aşağılamak yerine, aynı fikirde olmasanız bile, o kişiyle yapıcı ve saygılı bir şekilde iletişim kurmanız, o kişinin bakış açısını dinlemeniz ve anlamaya çalışmanız faydalı olacaktır.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı (el, kaş ve göz işaretleriyle) aşağılamayı adet edinen her kişinin vay haline!” (Hümeze, 104/1)

Hümeze”, İbn Abbas’a göre arkadan çekiştirmeyi, gıybet etmeyi alışkanlık hâline getiren kimseyi, “lümeze” ise, ötekini berikini çokça ayıplayan, kınayan kimseyi betimleyen bir kelimedir.

Ebu Hüreyre, Allâh Resulü’nün (sas) şöyle buyurduğunu bildirmiştir:

لاَ تَحَاسَدُوا وَلاَ تَنَاجَشُوا وَلاَ تَبَاغَضُوا وَلاَ تَدَابَرُوا وَلاَ يَبِعْ بَعْضُكُمْ عَلَى بَيْعِ بَعْضٍ وَكُونُوا عِبَادَ اللَّهِ إِخْوَانًا ‏.‏ الْمُسْلِمُ أَخُو الْمُسْلِمِ لاَ يَظْلِمُهُ وَلاَ يَخْذُلُهُ وَلاَ يَحْقِرُهُ ‏.‏ التَّقْوَى هَا هُنَا‏ ‏.‏ وَيُشِيرُ إِلَى صَدْرِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ

Birbirinize haset etmeyiniz. Sırf müşteri kızıştırmak için almayacağınız bir malın fiyatını artırmayınız. Birbirinize kin ve nefret beslemeyiniz. Birbirinize darılıp yüz çevirmeyiniz. Birinizin satışı üzerine başka biriniz satış yapmasın. Ey Allâh’ın kulları, kardeş olunuz. Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulüm / haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu aşağılamaz.” Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki, “Takvâ buradadır.[10]

11. Aşırılık

Aşırılık, “itidal çizgisini önemsememek, Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet-i Sahiha’nın belirlediği genel İslâm anlayışının sınırlarını benimsememek ya da bu sınırların dışında kalmak” olarak tarif edilebilir. Aşırılık, sözde, davranışta ve düşüncede, mâkul sınırların ötesine geçmedir.

Geçmiş ümmetlerin bir kısmı aşırılıkları sebebi ile helak olmuşlardır. Aşırı uçlara eğilimli olmak veya işleri aşırıya götürme eğiliminde olmak, önemli bir sorundur. Kötü sonuçlara ve pişmanlığa neden olan dürtüsel ve aceleci kararlara, dengesiz bir yaşam tarzına yol açar.

Dengeli olmaya çalışmak, insiyakî olarak duygulara dayalı şekilde kararlar vermekten kaçınmak gerekir. Karar vermeden önce eylemlerin potansiyel sonuçlarını göz önünde bulundurmak gerekir. Düşüncede ve duyguda aşırılığa dikkat etmek, aşırı davranışlara yol açabilecek tutumları veya tetikleyicileri anlamaya çalışmak önemlidir.

İnsani duyguların çeşitliliğinin ve seviyelerinin farklı olduğu unutulmamalıdır. Ancak tek bir duygunun egemenliğine bağlı şekilde sıkışıp kalmak da sağlıklı değildir. Duygularımızı nasıl yöneteceğimizi ve düzenleyeceğimizi öğrenmek, stres, endişe ve diğer zor duyguları dengeleyebilmek için, sağlıklı başa çıkma mekanizmaları geliştirmek önemlidir.

Aşırılıklara; anlayışlardaki farklılıklar, çevre ve muhitlerin tesirleri, kültürlerin birbirlerini etkilemesi ve çeşitli telakkilere bağlı olarak ortaya çıkan psiko-sosyolojik saiklar sebep olabilmektedir. Genel ahlâk kuralları ile bağdaşmayan tutum ve davranışlar da aşırılıkların doğmasında etken olabilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

قُلْ يَا اَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فٖى دٖينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ وَلَا تَتَّبِعُوا اَهْوَاءَ قَوْمٍ قَدْ ضَلُّوا مِنْ قَبْلُ وَاَضَلُّوا كَثٖيرًا وَضَلُّوا عَنْ سَوَاءِ السَّبٖيلِ

De ki: Ey Kitap ehli! Dininiz konusunda, gerçek dışına çıkarak sınırları aşmayın! Bundan önce yoldan çıkıp birçoklarını da yoldan çıkaran, doğru yoldan sapan toplumların, temelsiz isteklerine tabi olmayın!” (Maide, 5/77)

Allâh Resulü (sas) şöyle buyurmuştur:

هَلَكَ الْمُتَنَطِّعُونَ‏ ‏.‏ قَالَهَا ثَلاَثًا ‏.‏

Aşırılığa kapılanlar mahvoldular.” “Resulullah (sas) bu sözünü üç defa tekrarladı.[11]

Aşrılıklar, beşerî arzuların peşinden koşulması, bilgisizlikle hareket edilmesi ve anlık duygusallıkların doğurduğu anomalilerdir. İnsanın kendisine eziyeti salıklayan, bedenin hazlarını asli maksat yaparak ruhsal ihtiyaçlarını terk eden, varlığı sadece maddi yapısı ile materyalist bir şekilde değerlendiren anlayışlar da aşırılıkların ortaya çıkmasındaki temel amillerdir.

12. Tartışmak

Tartışmak, muhatapların amaçlamadıkları anlamları onlara izafe etmek, ileri sürmedikleri görüşleri isnat etmek, bu yolla kişileri mağlûp etmeye çalışmak, onurlarını zedelemek, kesin delile dayanmadan hüküm vermek, gerçeğin ortaya çıkmasından sonra dahi indî düşüncesinde ısrar etmek, hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde göstermeye uğraşmak demektir. Bu şekildeki tartışmaların ahlâkî olmadığı açıktır.

Bilhassa nefreti körükleyen tartışmalarda, muarızların aşağılanması, söylenilenlerin haklılığı ya da haksızlığı belli bile olmadan yeni itirazlarla susturulmalarının sağlanması, sözlerin gereksiz bir şekilde uzatılması, muhataplara konuşma fırsatının dahi çok görülmesi, muhaverelerde nezaket ve saygıdan uzak bir tutumun sergilenmesi amaçlanır.

Çok sık tartışmalara girmek, etkili bir şekilde iletişim kurmada veya duyguları yönetmede zorluk gibi ciddi sorunların işareti olabilir. Sürekli tartışmak, çözülmemiş iç çatışmaları, yanlış anlamaları veya karşılanmamış duygusal ihtiyaçları ifade edebilir. Çok fazla tartışmaya girmek, kızgınlık duygularına, hayal kırıklıklarına ve iletişimin bozulmasına yol açabileceğinden, bireyler arası ilişkilere zarar verir.

Etkili bir şekilde iletişim kurmayı, kendini açık ve saygılı bir şekilde ifade etmeyi öğrenmek önemlidir. Aktif olarak dinlemek, diğer kişinin bakış açısını anlamaya çalışmak, duyguları yönetebilmek ve tartışma eğiliminizi nasıl azaltabileceğinizi öğrenmek önemlidir.

Kendinizi çok sık tartışmalara girerken bulursanız, yardım ve destek almanız gerekebilir. İyi bir ahlâkî danışman, altta yatan ruhsal sorunları tanımlamanıza, etkili iletişim ve çatışma çözme becerilerini öğrenmenize yardımcı olabilir.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فٖى هٰذَا الْقُرْاٰنِ لِلنَّاسِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ وَكَانَ الْاِنْسَانُ اَكْثَرَ شَیْءٍ جَدَلًا

Ant olsun, Biz bu Kur’an’da, insanlar için, her türlü örneği ayrıntılı olarak açıklamışızdır. Buna rağmen insan, tartışmaya çok düşkündür.” (Kehf, 18/54)

Enes bin Malik (ra), Resülullah’ın (sas) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

مَنْ تَرَكَ الْكَذِبَ وَهُوَ بَاطِلٌ بُنِيَ لَهُ فِي رَبَضِ الْجَنَّةِ وَمَنْ تَرَكَ الْمِرَاءَ وَهُوَ مُحِقٌّ بُنِيَ لَهُ فِي وَسَطِهَا وَمَنْ حَسَّنَ خُلُقَهُ بُنِيَ لَهُ فِي أَعْلاَهَا‏ ‏.‏

Kim, yalan söylemeyi terk ederse, çünkü batıldır, ona Cennetin eteklerinde bir köşk yaptırılır. Kim haklı olduğu halde, münakaşayı ve tartışmayı terk ederse, ona Cennet’in ortasında bir köşk yaptırılır. Kim ahlâkını güzelleştirirse, ona da Cennet’in en yüksek bölgesinde bir köşk yaptırılır.[12]

13. Korkaklık

Korkaklık, “cesaret ve atılganlık gösterilmesi gereken durumlarda ileri atılmaktan korkup çekinmeye yol açan ruhî zaaf, aklıselimin cesaretli olmayı gerektirdiği hallerde korku ve telâşa kapılma, zor veya zorlayıcı durumlarla yüzleşmede aşırı korku veya cesaret eksikliği” anlamlarına gelir. Korkaklık, bir kişinin doğru hareket etmesini veya düzgün karar vermesini engelleyebilir, hedeflerine ulaşma yeteneklerini sınırlayabilir. Korkaklık, kişinin kendisinde yersiz şüphe ve yetersizlik duygularına yol açabilir.

Korku ve korkaklık, kısmen normal duygular olmakla birlikte, insani eylemlerimizi kontrol etmelerine izin vermek sağlıklı değildir. Korku duygusu ile yüzleşerek, korkaklığın nasıl yönetilebileceği ve üstesinden gelinebileceğinin öğrenilmesi esastır. Korkaklık duygusuna mağlup olmuş bir kimse, korkaklık ve başarısızlıklar ile ilgili küçük adımlar atarak kendine güven duygusunu yeniden inşa edebilir. Korku duygusu ve başarısızlıklar, yeniden öğrenmek ve ruhsal gelişim için bir fırsat olarak görülebilir. Cesaretin, korkaklığın yokluğu değil, korkaklığa rağmen hareket etme yeteneği olduğunu anlamak gerekir. Dikkat ve korku arasında bir denge bulmak, gerektiğinde hesaplanmış riskler almak, korkaklık duygusunun üstesinden gelmeye yardımcı olabilir.

Korku duygusu, hayatınızı dolu bir şekilde yaşamanızı engelliyorsa veya sıkıntılara neden oluyorsa, iyi bir danışmandan yardım istemeniz gerekebilir. İyi bir ahlâkî danışman, altta yatan sorunları tanımlamanıza, korku duygunuzu yönetmenize ve korkunun üstesinden gelme stratejilerini öğrenmenize yardımcı olacaktır.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

اَللّٰهُ نَزَّلَ اَحْسَنَ الْحَدٖيثِ كِتَابًا مُتَشَابِهًا مَثَانِىَ تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذٖينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ ثُمَّ تَلٖينُ جُلُودُهُمْ وَقُلُوبُهُمْ اِلٰى ذِكْرِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُدَى اللّٰهِ يَهْدٖى بِهٖ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ

Allâh, kelâmının en güzelini (ayetleri birbiriyle) ahenktar, katmerli (tıklım büklüm hakikatlerle dolu) bir kitap halinde indirmiştir. Rablerine derin saygı göstermekte olanların derileri ondan ürperir. Sonra hem derileri, hem kalpleri Allâh’ın zikrine (yatışıp) yumuşar. İşte bu (kitap), Allâh’ın (gönderdiği) hidayet rehberidir ki, kimi dilerse bununla hidâyet verir. Allâh kimi de saptırırsa, artık ona rehberlik yapacak (hiç kimse) yoktur.” (Zümer, 39/23)

Bu ayet-i kerime, inanmış bireylerdeki şuurlu korku ve endişeyi, Allâh’ın (cc) emir ve yasaklarına bilerek ya da bilmeyerek karşı gelmekten, O’nun (cc) koyduğu yasaları ihlâl etmekten ve bunun sonucunda cezalandırılmaktan duyulan korkuyu, bu anlamda Rab Teâlâya duyulan iç saygıyı beyan etmektedir. Bu ayet-i kerime, bireylerde sadece Yüce Yaratıcıya karşı korku duygusunun normal olduğu çok açık bir şekilde belirlemektedir.

Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

شَرُّ مَا فِي رَجُلٍ شُحٌّ هَالِعٌ وَجُبْنٌ خَالِعٌ‏ ‏.‏

İnsanda bulunan huyların en kötüsü, hırslı bir cimrilik ve şiddetli bir korkaklıktır.[13]

Bu hadîs-i şerîfte yer alan korkaklık, genelde dört temel fazîlet arasında zikredilen şecaat (diğerleri hikmet, iffet ve adalettir) davranışının zıttıdır. Bu durumda korkaklık, bir tür manevi / ahlâkî hastalıktır ve mutlaka tedavi edilmesi gerekir.

14. Aşırı Endişe

Endişe, “hoşlanılmayan bir durumun başa gelmesinden veya arzulanan bir şeyin elde edilememesinden duyulan kaygı” halini ifade eder. Endişe, insanın asılsız, vâhî, manasız ve abes tahminlerine dayanarak, başına kötü bir hal geleceğinden kaygılanmasıdır. Bu duruma, kötü bir durumla karşılaşılacağı beklentisinin insan ruhunda sebep olduğu elem ve huzursuzluk da diyebiliriz.

Aşırı endişeli olmak, kişinin günlük yaşamına müdahale eden sürekli bir gerginlik hissini ifade eder. Aşırı endişeli olmak, ümitsizlik ve karamsarlığa, hatta psikolojik rahatsızlıklara yol açar. Anksiyete bozukluğu, panik atak, sosyal anksiyete ve spesifik fobiler gibi birçok şekillerde ortaya çıkar. Aşırı endişeli olmak, kas gerginliği, yorgunluk ve konsantre olma zorluğu gibi fiziksel semptomların yanı sıra, sinirlilik, huzursuzluk ve uyku zorluğu gibi duygusal semptomları da muhtevi olabilir.

Doğal bir stresin ve bir miktar kaygının kabul edilebilir olduğunu anlamak önemlidir. Ancak aşırı veya kalıcı kaygı ve endişeler, kişinin duygusal, ruhsal ve zihinsel atmosferini zayıflatıcı olabilir. Endişe duyguları aşırı veya kronik hale gelmişse, günlük aktiviteleri zorlaştırabilir ve genel refahı olumsuz yönde etkileyebilir. Böyle bir durumun, akıl ve beden sağlığına zarar veren ve mutlaka tedavi edilmesi gereken bir hastalık olduğu kabul edilmelidir. Anksiyete günlük yaşama müdahale ediyorsa, iyi bir ahlâk danışmanından yardım istemek yararlı olacaktır.

İnsanların anlamlı hayatları, ancak ilim, marifet ve iyi bir ahlâk çerçevesinde yaşayabilecekleri yadsınamaz bir gerçektir. İlim ve marifet, kişiye hem kendi kusurlarını hem de Allâh’ın celâl ve kudretini gösteren bir ışıktır.

Kur’ân-ı Kerîm, insanın aşırı endişeye kapılma sebeplerinden birisini şöyle beyan eder:

اِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ جَزُوعًا

“(İnsan) Kendisine bir zarar dokundu mu, (aşırı endişe ile) feryat eder.” (Mearic, 70/20)

İnsana fakirlik veya hastalık gibi herhangi bir zarar isabet ettiğinde, sızlanmaya ve endişeli bir şekilde halinden şikâyet etmeye başlar. Ama, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, bu kişinin halini aksine döndürdüğünde, normalde yapması gerekenleri yapmaz, kendisini üstünlük psikolojisine salar ve insanlara hakir bakar.

15. Önyargı

Önyargı, “yakînin zıddı, kuşku, kesinleşmemiş ve zayıf emarelere dayanan kanaat, iyice bilgi edinilmeden ulaşılan peşin hüküm” olarak tarif edilebilir. Bu durumu “vehim, kuruntu” olarak da adlandırabiliriz. Bir kimse hakkında, kesin bilgiye dayanmayan iyi kanaate “hüsn-i zan” denilirken, bilgi sahibi olmadan insanlar hakkında kötü düşünce ve kanaate sahip olmaya ise “önyargı” ya da “sû-i zan” denmektedir. Önyargı, bir şeyin sadece dış görünüşüne bakarak hüküm vermedir. Önyargının temelinde bilgisizlik bulunur.

Olumsuz önyargılara sahip olmak, başkaları hakkında kötü düşünmeye, zararlı ve ayrımcı davranışlara yönelmeye sevk edebilir. Önyargılar, insanların olumlu ilişkiler kurmasını engelleyebilir, izolasyon ve yalnızlık duygularına yol açabilir. Bir kişinin ırkına, dinine veya daha başka faktörlere dayanan olumsuz önyargılar, ayrımcılığa ve kötü muamelelere sebep olabilir.

Herkeste bir miktar önyargı olduğunu anlamak, önyargıların farkında olmak ve bunların üstesinden gelmek için aktif olarak çalışmak gerekir. Olumsuz düşüncelere ve klişelere meydan okumak, bunları daha doğru ve adil bakış açılarıyla değiştirmek de önemlidir. Bu nedenle birey, kendini bu konuda eğitmeli, farklı kültürleri ve bakış açılarını düşmanlık sebebi yapmamayı, bunun aksine Kur’ânî bir emir olarak, teâruf ahlâkını (Hucurat, 49/13) anlamayı hedeflemelidir.

Başkaları hakkında önyargılara sahip olmanın ve kötü düşünmenin öğrenilmiş bir davranış olduğunu, doğru yaklaşımla öğrenilmiş davranışların üstesinden gelinebileceğini anlamak da çok önemlidir. Olumsuz önyargılar sebebi ile kişiler zararlı davranışlar sergiliyorsa veya hayatlarında sorunlar meydana geliyorsa, söz konusu kimselerin yardım istemeleri önemlidir. İyi bir ahlâkî danışman, altta yatan sorunların tanımlanmasına, önyargıların yönetilebilmesine ve negatif duyguların üstesinden gelinebilmesi için stratejiler üretilebilmesine yardımcı olabilir.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثٖيرًا مِنَ الظَّنِّ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخٖيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللّٰهَ اِنَّ اللّٰهَ تَوَّابٌ رَحٖيمٌ

Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli durumlarını araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Sizden birisi ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan tiksindiniz! Öyleyse Allâh’tan korkun. Kuşkusuz Allâh tövbeyi çok kabul eder, çok merhametlidir.” (Hucurat, 49/12)

Ebu Hüreyre’den rivayete göre Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:

إِيَّاكُمْ وَالظَّنَّ، فَإِنَّ الظَّنَّ أَكْذَبُ الْحَدِيثِ، وَلاَ تَجَسَّسُوا، وَلاَ تَحَسَّسُوا، وَلاَ تَبَاغَضُوا، وَكُونُوا إِخْوَانًا‏ ‏.‏

Zandan sakının. Zira zan, sözün en yalanıdır. Başkalarının mahremiyetlerini araştırmayın. (Merak saikası ile) Başkalarının sözlerini dinlemeyin. Birbirinize öfke beslemeyin. Kardeş olun.[14]

Bu ayet-i kerime ve hadîs-i şerîfte, bilhassa önyargı ya da diğer bir tabir ile suizan yasaklanmış, insanlar hakkında hüsn-ü zanda bulunma, önyargısız olma gereğine dikkat çekilmiştir. Bu ayet-i kerime ve hadîs-i şerîfin getirdiği ahlâkî kural, insanlar hakkında önyargının ve temelsiz kötü zanlar beslemenin haram olduğudur. Bu haramlığın illeti, önyargıların ve kötü zanların gerçeğe götürmemesi, bireysel ve toplumsal anlamda kötü sonuçlar doğurmasıdır. Bu tür davranışlar, şeytana tabi olma anlamına gelecektir. Makul bir mümin insanları hataları sebebi ile mazur görürken, nifak düşüncesine kendisini salmış kirli zihinler ise önyargılarına uyacak, daima kusur arama peşinde olacaklardır.

16. Şüphecilik

Sinizm olarak da bilinen şüphecilik ya da kuşkuculuk, hemen herkesin mutabık olduğu gerçeklerin geçerliliğinden şüphe etmeyi veya reddetme eğilimini ifade eder. Şüphecilik, vesvese, zan ve şek kavramları ile de anlam birliği içindedir. Şüphecilik, kapalılık, belirsizlik, muğlaklık sebebiyle zihnin kesin ve açık bir bilgiye ulaşamaması halidir. Şüphecilik, eleştirel düşünmeyi teşvik ettiği ve gerçeği kurgudan ayırmaya yardımcı olduğu durumlarda sağlıklı bir tutum olsa da, aşırı şüphecilik, güvensizliği tetikleyebileceği, yeni fikirleri kabul etmeyi reddetmeye yol açabileceği için sorunludur.

Aşırı şüphecilik, bireylerin kapalı ve dar fikirli bir tutum geliştirmelerine yol açar, başkalarıyla anlamlı bağlantılar kurmalarını zorlaştırır. Şüphecilik, bir kişinin yeni fikirlere ve deneyimlere açık olmasını engelleyebileceğinden, öğrenmeyi ve gelişmeyi zorlaştırabilir. Şüphecilik, dinmeyen ruhi korkulara, devamlı şekilde dışsal unsurları suçlama, suizan ve töhmet altında bırakma ahlâkının gelişmesine sebebiyet verebilir. Şüphecilik, ruhsal ve zihinsel sıkıntıların, bir şeyin doğruluğu ya da yanlışlığı konusunda kuşkulu ve tereddütlü ruh hallerinin yaşanmasını netice verebilir.

Şüphecilik ve netlik arasında bir denge kurmak önemlidir. Fikirleri eleştirel şekilde değerlendirebilmek, ama aynı zamanda yeni fikirlere ve bakış açılarına açık olmak önemlidir. Şüpheciliğin depresyon, anksiyete veya daha derin psikolojik sorunların bir işareti olabileceğini görmek gerekir. Şüphecilik, kişinin hayatında sorunlara neden oluyorsa, bu kişinin yardım istemesi gerekir. İyi bir ahlâkî danışman, altta yatan psikolojik sorunları tanımlamaya, aşırı şüpheciliği yönetmek ve üstesinden gelmek için stratejiler öğretmeye yardımcı olabilir.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

اَلْقِیَا فٖى جَهَنَّمَ كُلَّ كَفَّارٍ عَنٖيدٍ مَنَّاعٍ لِلْخَيْرِ مُعْتَدٍ مُرٖيبٍ اَلَّذٖى جَعَلَ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَ فَاَلْقِيَاهُ فِى الْعَذَابِ الشَّدٖيدِ

(Ey iki melek! Hakka karşı) Alabildiğine inat eden, hayra bütün hızı ile engel olan, azgın, şüpheci her nankörü atın Cehennem’e! Ki o, Allâh ile beraber diğer bir Tanrı daha edinendir. Haydi ikiniz birden, onu en çetin azabın içine atın.” (Kâf, 50/24-26)

Kur’an-ı Kerîmin muhtevasından ve Allâh katından gönderilmiş hak kitap olduğundan, iman ve İslam rükünlerinin gerçekliğinden şüphe etmek, bireylerdeki inanç ve ibadetlerle ilgili kuşkularının ve zihin karışıklığının açığa çıkmış halidir. Böylesi mütehayyir ve muannidler, vehimlerine, hayallerine ve zanlarına mağlup olmuş kimselerdir. Halbuki eşyanın hakikati sabittir.

Hasan bin Ali’den rivayete göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:

دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلَى مَا لاَ يَرِيبُكَ فَإِنَّ الصِّدْقَ طُمَأْنِينَةٌ وَإِنَّ الْكَذِبَ رِيبَةٌ‏ ‏.‏

Seni şüphelendireni bırak, şüphe vermeyene bak. Çünkü doğruluk gönül rahatlığı, yalan ise kuşkudan ibarettir.[15]

Bu hadîs-i şerif, aynı zamanda, cisimler dünyasının varlığını ancak bir ihtimal olarak gören, aklın varlığın hakikatini hiçbir zaman kesinlikle ispatlayamayacağını ileri süren şüpheci ve inkarcı sofestâîlere de bir cevap olmaktadır.

17. Yalan Beyan

Yalan, “doğruluğun (sıdk) karşıtı, bir konuda gerçeğe aykırı haber veya bilgi vermek, söz vâkıaya uygun olmamak, olmayanı olmuş, olanı olmamış gibi göstermek” gibi anlamlara gelir. Kasıt unsuru taşısın ya da taşımasın, gerçeğe aykırı her türlü bilgi ve haber yalan kapsamına girer.

Yalan beyanda bulunmak ciddi bir suçtur. Yalan beyan, hukuk sisteminin bütünlüğünü baltalar, masum insanların mahkum edilmesine veya suçlu insanların serbest bırakılmalarına yol açar. Yalan, her türlü kötülüğün aslıdır ve Allâh’ı (cc) inkâr etme de onun dehşetli bir türüdür. Kibir duygusu ve yönetme tutkusu, yalanın uğursuz ve derin kaynaklarındandır.

Dil ve konuşma yeteneği, insanı diğer canlılardan ayıran en büyük özelliktir. Dolayısı ile Allâh’ın (cc) lütfettiği bu çok büyük nimetin yalan beyanlarda kullanılması, kişideki insani değeri yok edeceğinden, aklı başında kimseler yalan beyana asla tevessül etmezler. Ayrıca yalan beyan, suçun ciddiyetine ve hukuk sisteminin yaptırımlarına bağlı olarak para veya hapis cezaları ile de sonuçlanabilir.

Yalan beyan, güveni ve sosyal dokunun bütünlüğünü baltaladığı için kesin bir şekilde etik dışıdır. Bilhassa yemine dayalı bir şekilde yalan beyanda bulunmanın, sadece yalan beyanda bulunan kişi için değil, aynı zamanda adaletin dağıtımı için de ciddi sonuçlar doğurabileceğini görmek önemlidir. Yaygınlığı, insanları şirke kadar götüren ağır negatif etkileri, savaşlar ve anlaşmazlıklar gibi çok kötü sonuçlar doğurması vb. sebeplerle yalan, her devirde insanlığın en büyük problemlerinden biri olmuştur.

Hureym b. Fatik’ten (ra) rivayete göre Resülullah (sas) sabah namazını kıldı. Bitirdiğinde ayağa kalktı ve üç defa şöyle buyurdu:

عُدِلَتْ شَهَادَةُ الزُّورِ بِالإِشْرَاكِ بِاللَّهِ‏ ‏.ثَلاَثَ مِرَارٍ ثُمَّ قَرَأَ ‏{‏ فَاجْتَنِبُوا الرِّجْسَ مِنَ الأَوْثَانِ وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِ * حُنَفَاءَ لِلَّهِ غَيْرَ مُشْرِكِينَ بِهِ ‏}‏ ‏.‏

Yalancı şahitlik, Allâh’a ortak atfetmeye eşdeğer kılınmıştır.” Daha sonra ise; “Artık putlara tapınma pisliğinden kaçının ve yalan sözden sakının. Allâh için halis Müslümanlar ve O’na ortak koşmayanlar olun. (Hac, 22/30) ayet-i kerimesini okudu.[16]

18. Acımasızlık

Acımasızlık, şefkat eksikliğini ve başkalarına zarar verse bile, kişinin kendi hedeflerine ulaşmak için ne gerekiyorsa yapmaya istekli olmasını ifade eder.

Acımasızlık kötü bir ahlâktır. Çünkü başkaları için zararlara ve ıstıraplara yol açar. Aynı zamanda güven, saygı ve işbirliğine sekte vurur. Acımasızlık, şayet yasaların ihlal edilmesini içeren eylemler halini almış ise, cezâi sonuçlara da yol açar. Muhtaç, kimsesiz ve çaresizler karşısında ilgisiz kalan ve acımasız davrananlar Kurân-ı Kerîm’de açık bir şekilde yerilir (Yâsîn, 36/47; Fecr, 89/17-26; Leyl, 92/8-11; Mâûn, 107/1-7).

Başarı ve güce, ancak başkalarına saygı duyarak, insanlara nezaket ve şefkatle davranarak, adil ve etik bir şekilde davranışla ulaşılabileceğini anlamak önemlidir. Gerçek liderliğin ve başarının güven, karşılıklı saygı ve işbirliği üzerine kurulu olduğunu görmek önemlidir.

Başkalarına karşı acımasızlık dürtüsü hisseden bireylerin, iyi ahlâk danışmanlarından yardım istemeleri önemlidir. Çünkü bu duygu, bireylerde daha derin ruhsal sorunların işareti olabilir.

Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

وَاِذَا بَطَشْتُمْ بَطَشْتُمْ جَبَّارٖينَ

Hem (cezalandırmak için) yakaladığınız vakit, merhametsizce / zorbaca yakalıyorsunuz (dövüyor, işkence ediyor, öldürüyorsunuz). “ (Şuara, 26/130)

Abdullah b. Amr b. As’tan (ra) rivayete göre Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

مَنْ لَمْ يَرْحَمْ صَغِيرَنَا وَيَعْرِفْ حَقَّ كَبِيرِنَا فَلَيْسَ مِنَّا‏ ‏.‏

Küçüğümüze acımayan, büyüğümüzün hakkını tanımayan bizden değildir.[17]

19. Zulüm

Zulüm, bir kişiyi veya bir grup insanı, ırkları, dinleri veya diğer özellikleri nedeniyle düşmanlığa, ayrımcılığa veya zarara maruz bırakmaktır. Fiziksel şiddet, korkutma veya soykırım gibi birçok biçimde ortaya çıkabilir. Zulüm ağır bir insan hakları ihlalidir ve uluslararası hukuka göre de yasa dışıdır.

Zulüm bir ayrımcılık biçimidir. Hem mağdurlar hem de toplumlar için ciddi sonuçlar doğurur. Bireylerde travmaya, yerlerinden edilmeye, korku ve güvensizlik atmosferinin büyümesine, sosyal uyumun bozulmasına ve sivil özgürlüklerin aşınmasına yol açabilir.

“Zulüm” kelimesinin Arapça’da iki temel anlamı vardır, bunlardan ilki, “ışık” kelimesinin tam aksidir. İkincisi ise, “bir şeyi, hak ettiği yerden başka bir yere koymak” anlamına gelir. Kişi ya kendisine verilen nimetlerden dolayı nankörlük ederek Allâh’a karşı ya da haramlara yönelerek nefsine karşı zalim bir konuma düşmektedir.

Genel olarak, “zulüm” kelimesini üç anlamda görebiliriz:

a) İnsanın, Yüce Yaradan’a ortaklar ilişkilendirerek zulmün koyu karanlığına dalmasıdır. Bu anlam, Kur’an-ı Kerim’de şöyle yer alır:

وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِهٖ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَیَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظٖيمٌ

Hani, Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti: Ey yavrucuğum! Allâh’a ortak koşma. Çünkü ortak koşmak, büyük bir zulümdür.” (Lokman, 31/13)

b) İkincisi, insanlar arasındaki zulümdür. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan edilmektedir:

اِنَّمَا السَّبٖيلُ عَلَى الَّذٖينَ يَظْلِمُونَ النَّاسَ وَيَبْغُونَ فِى الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ اُولٰئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ

Ceza yolu, ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenler içindir. İşte onlar için elem dolu bir azap vardır.”(Şura, 42/42)

c) Üçüncüsü, insanların kendi benliklerine zulmetmeleridir. Bu husus, Kur’an-ı Kerim’de şöyle aydınlatılır:

وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّٰهِ فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُ

Her kim, Allâh’ın sınırlarını aşarsa, (bilsin ki) o, kendisine zulmetmiş olur.”(Talak, 65/1)

Zulmün zararları oldukça geniş kapsamlıdır. Zulmün en yaygın etkilerinden bazıları şunlardır:

1. Hak ve özgürlüklerin kaybı: Baskı, bir grup insanın ifade ve örgütlenme özgürlükleri dahil olmak üzere hak ve özgürlüklerinin bastırılmasını içerebilir.

2. Ekonomik dezavantaj: Zulüm, ayrımcılık gibi faktörler nedeniyle bireylerin işgücü piyasasında kaynaklara erişiminde ekonomik dezavantajlar doğurabilir.

3. Psikolojik ve duygusal zarar: Zulüm, öfke, korku, endişe ve depresyon duyguları dahil olmak üzere bireylere psikolojik ve duygusal zararlar verebilir.

4. Fiziksel zarar: Bazı durumlarda zulüm, fiziksel şiddet içerebilir. Bu ise, fiziksel zararlara veya yaralanmalara neden olabilir.

5. Sosyal ve kültürel marjinalleşme: Zulüm, sosyal ve kültürel marjinalleşmeye yol açabilir. Böyle bir durumda hedef alınanlar, toplumdan dışlanabilir, sosyal ve kültürel izolasyona maruz kalabilir.

Genel olarak zulüm, hedef alınanlar için ciddi ve kalıcı sonuçlar doğurabilir, toplum üzerinde olumsuz bir etki meydana getirebilir.

Kur’an-ı Kerim’de, dünyada haksızlık yapanların ahirette cezalandırılacağı, mazlumların ise ödüllendirileceği beyan edilmektedir. Allâh’ın (cc), “en zalim” olarak tanımladığı davranışlar şunlardır:

1. Camilerde Allâh’ın adının zikredilmesinin yasaklamak (Bakara, 2/114),

2. Tanıklığı gizlemek (Bakara, 2/140),

3. Allâh adına yalan uydurmak veya O’nun ayetlerini inkâr etmek (Enam, 6/21),

4. Allâh’ın ayetleri okunduğunda yüz çevirmek (Kehf, 18/57).

Ukbe b. Amir (ra) anlatıyor:

“Bir gün Resülullah (sas) ile karşılaştım, koştum, ona ulaştığımda elimi tuttu ve şöyle dedi:

يَا عُقْبَةُ ، أَلا أُخْبِرُكَ بِأَفْضَلِ أَخْلاقِ أَهْلِ الدُّنْيَا وَأَهْلِ الآخِرَةِ ؟ تَصِلُ مَنْ قَطَعَكَ ، وَتُعْطِي مَنْ حَرَمَكَ ، وَتَعْفُو عَمَّنْ ظَلَمَكَ . ألا ومن أراد أن يمد في عمره ويبسط في رزقه فليصل رحمه .

Ey Ukbe! Sana dünya ve ahiret ehlinin en faziletli ahlâkını haber vereyim mi? Seninle alakasını kesenlere karşı alakanı kesmezsin. Seni mahrum edenlere mahrum etmez verirsin. Sana zulmedenleri bağışlarsın. Dikkat edin! Kim ömrünün uzun, rızkının bol olmasını isterse akrabaları ile irtibat kursun.[18]

İnşâAllâh, “Mesâvi-i Ahlâk Unsurları II” yazısıyla devam etmeye çalışacağız.

Not: Bu yazıda, tashih esnasında fark ettiğimiz manidar bir tevâfuk ile, latinize Lafza-i Celâl, “Resülullah” kelimesindekiler ile birlikte 99 defa geçmiştir. Bu rakam, Esmâ-i Hüsnâ rivayetindeki sayı ile de tetâbuk etmektedir.


[1] Tirmizi, Birr, 2012.

[2] Müslim, İman, 189.

[3] Sahih Müslim, İman, 171.

[4] Buhari, Rikak, 6475.

[5] Müslim, Birr, 2564.

[6] Nesaî, Zekât, 2559.

[7] Buhârî, Menâkıb, 3509.

[8] Buhari, Mezâlim, 2449.

[9] Buhârî, Menâkıb, 3560.

[10] Müslim, Birr, 2564.

[11] Müslim, İlim, 2670.

[12] Tirmizi, Birr, 1993.

[13] Ebu Davud, Cihad, 2511.

[14] Buhari, Nikah, 5143.

[15] Tirmizi, Kıyamet, 2518.

[16] Ebu Davud, Akdiye, 3599.

[17] Ebu Davud, Edeb, 4943.

[18] Hakim, Müstedrek, 4/161-162, 7285.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.