Musa Kâzım GÜLÇÜR
10 / 11 / 2020
İçindekiler
Cenâb-ı Hakk’a Ait Haberî Sıfatlar 2
A. Cenâb-ı Hakk’ın Arş’a İstivâsı 4
D. Cenâb-ı Hakk’ın Nüzûl, İtyân ve Mecî Sıfatları 13
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى عَيْنِ الرَّحْمَةِ الرَّبَّانِيَةِ وَاليَاقُوتَةِ المُتَحَقِّقَةِ الحَائِطَةِ بِمَرْكَزِ الفُهُومِ والمَعَانِي وَنُورِ الأَكْوَانِ المُتَكَوِّنَةِ الآدَمِي صَاحِبِ الحَقِّ الرَّبَّانِي، البَرْقِ الأَسْطَعِ بِمُزُونِ الأَرْبَاحِ المَالِئَةِ لِكُلِّ مُتَعَرِّضٍ مِنَ البُحُورِ وَالأَوَانِي وَنُورِكَ اللاَّمِعِ الذِي مَلأْتَ بِهِ كَوْنَكَ الحَائِطِ بِأَمْكِنَةِ المَكَانِي
اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى عَيْنِ الحَقِّ التِي تَتَجَلَّى مِنْهَا عُرُوشُ الحَقَائِقِ عَيْنِ المَعَارِفِ الأَقْوَمِ صِرَاطِكَ التَّامِّ الأَسْقَمِ
اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى طَلْعَةِ الحَقِّ بَالحَقِّ الكَـنْزِ الأَعْظَمِ إِفَاضَتِكَ مِنْكَ إِلَيْكَ إِحَاطَةِ النُّورِ المُطَلْسَمِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ صَلاَةً تُعَرِّفُنَا بِهَا إِيَّاهُ
رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي
ربنا زدنا علما وفهما نافعا يا الله ويا رب العالمين
Cenâb-ı Hakk’a Ait Zâtî ve Sübûtî Sıfatlar 2 başlıklı daha önceki yazımızda, Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî ve Sübûtî sıfatlarından; Hayat, İlim, İrâde, Kudret, Tekvin, Sem’, Basar ve Kelâm konularına Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i sahîha çerçevesinde ışık tutmaya çalışmıştık.
Şimdi de yine O’nun izni ve inayeti ile, Cenâb-ı Hakk’a ait “haberî sıfatlar” konusunu “İstiva, Vech, Yed, Nüzul, İtyân ve Mecî” başlıkları çerçevesinde görmeye çalışacağız.
Cenâb-ı Hakk’a Ait Haberî Sıfatlar

Kur’an-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde haber verilen, “Vech (yüz), Ayn (göz), Yed (el), Nüzûl (inme), İstivâ (oturma) ve Mecî (gelme) gibi kelimelerle beyan buyurulan ilâhî sıfatların tamamına birden haberî sıfatlar denilmektedir.
Bir kısım âlimlerimiz bu sıfatları yorumlama yoluna giderken, alimlerimizin büyük bir kısmı ise yorumlamaktan kaçınmış, Hakk’ı niteleyen bu kelimelerin asıl anlamlarını ve ifade ettikleri gerçek manalarını ancak Cenâb-ı Allah’ın bildiğini ve niceliklerinin akılla bilinemeyeceğini söylemişlerdir. Çünkü, aklî çıkarımlarla elde edilen beşere ait zihinsel verilerin, ayet-i kerimede beyan edilen ilahi bir sıfata yüklenmesi, çoğu zaman nassın, lafzî çerçevesinin dışına çıkılmasını da beraberinde getirmektedir.
Bu açıdan, Allah’ın (cc) haberî sıfatları konusunda, Kur’an-ı Kerîm ve hadis-i şerîflerde yer alan açıklamaları olduğu gibi kabul etmek, birtakım akli ya da delilsiz görüşleri öne sürmemek, bu ayet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri müteşabih kapsamında kabul etmek en salim yol olarak görünmektedir.
Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, kemâl sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan da münezzehtir. Allâh Teâlâ, kendi Zâtını hangi sıfatlarla vasıflandırmış, Efendimiz (sas) Allâh Teâlâ için hangi sıfatları kullanmışsa, bu beyanları bir yoruma tabi tutmadan, olduğu şekilde kabul etme daha sâlim bir yoldur. Bu sıfatların keyfiyetini, Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden başka hiç kimse bilmemektedir. Cenâb-ı Allâh’ın (cc) varlığına ve birliğine nasıl inanıyorsak, O’nun sıfatlarının ve fiillerinin hakikatine ve varlığına da aynı şekilde inanmamız gerekir.
Cenâb-ı Allah’ın (cc) sıfatları hakkında, zanna dayanarak birtakım görüşler ileri sürmek caiz değildir. Şayet Allah’ın (cc) sıfatlarını yorumlamak normal olsaydı, insanların en hayırlısı olan Sahabe ve Tabiûn bu işle meşgul olurlardı. Haberî sıfatları yorumlamak, tutarlı bir yol değildir. Çünkü teşbihe (benzetme), tecsime (cisimleştirme) ve ta’tîle (işlevsizleştirme) düşme sakıncası bulunmaktadır.
Cenâb-ı Hakk’ın sıfât-ı ulâsı konusundaki metodumuz, İmam Gazali Hazretlerinin İlcâmu’l-Avâm adlı eserinde belirlediği sınırlarda kalarak, “tasdîk, takdîs, aczi itiraf, yorumlamaya karşı sükût, imsâk, keff ve teslim”[1] gibi ilkelerdir.
Bu ilahî haberî sıfatlar, teolojik içerikleri doğru anlaşılması gereken son derece önemli kavramlardır. İlâhî haberî sıfatlardan bazıları sadece Kur’an’da, bazıları sadece hadislerde, bazıları ise hem Kur’an-ı Kerîm ve hem de hadîs-i şerîflerde geçmiş olup başlıcaları şunlardır: “İstivâ, Vech, Yed, İsba’, Ayn, Kabza, Sâk, Nüzûl, Kurb, İtyân ve Meci.”
İlâhî sıfatlarla ilgili olarak İslam tarihi içerisinde dört akımın oluştuğunu söyleyebiliriz:
1. Teşbîh ve tecsîme karşı çıkmalarına rağmen ilâhî sıfatları inkâr ederek, nefy ve ta’tîl görüşünü kabul eden ve “İlâhî sıfatları kaldıranlar / işlevsizleştirenler” anlamında “Muattıla” olarak da adlandırılan Cehmiyye, Kaderiyye ve Mu’tezile gibi fırkalar,
2. Allah’ı (cc), yaratılmışlara benzeterek teşbih ve tecsime giden, Müşebbihe, Mücessime, Haşeviyye ve Kerramiyye gibi gruplar,
3. İlâhî sıfatları müteşâbihattan kabul edip asla yorumlamayan, ilk üç asırda yaşayan sahabe, tabiîn, mezhep imamları, büyük fukaha ve muhaddislerin içinde bulunduğu Selef ya da “mütekaddimûn Eş’ariler” olarak tanınan, “ashâbu’l-hadis” ve İslâm âlimleri,
4. İlâhî sıfatları, benzetme mantığı ile yorumlayan Halef, yani sonraki dönem bazı İslam âlimleri.
Selef (Allâh hepsinden razı olsun), haberi sıfatları hem kabul ediyor hem de bu âlî sıfatları tevil etmeyip olduğu gibi iman ediyorlardı. Selefin bu tutumunu İbn Teymiyye Tevhid kitabında, “keyfiyetlendirme (tekyîf), benzetme (temsîl), değiştirme (tahrîf) ve işlevsizleştirme (ta’tîl) olmaksızın, Allâh’ın kendisi hakkında ispat ettiği sıfatları kabul etmek (ispat bilâ teşbih, tenzih bilâ ta’til) olarak formüle etmektedir.[2]
Kur’an-ı Kerîm, Allâh’ın (cc) selbî, sübûtî, haberî ve fiilî sıfât-ı ulâsına gönülden inanan müminleri, mukaddes ve münezzeh Allah anlayışına yükseltmiştir. Ashâb, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn hazeratı, Allah’ın (cc) varlığına ve sıfatlarına, Kur’an’daki şekli ile iman etmiş, bu sıfatları tevil etmemiş, kendilerine ait bir görüş ifade etmemiş ve daha sonra gelen müminlere de bu tarz bir imanı tavsiye etmişlerdir.
Şimdi, bu haberî sıfatlardan “istivâ” konusuna kısaca bakmaya çalışalım.
A. Cenâb-ı Hakk’ın Arş’a İstivâsı

اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى
“Rahman, Arş’a istivâ etmektedir.” (TâHê, 20/5)
Kur’ân-ı Kerîm’de, yedi âyette “علي” harf-i ceri ile Cenâb-ı Hakk’ın “arşa istivası” (Araf, 7/54; Yunus, 10/3; Rad, 13/2; TâHê, 20/5; Furkan, 25/59; Secde, 32/4; Hadid, 57/4), iki ayette ise “الي” harf-i ceri ile “semaya istivası” beyan edilmektedir (Bakara, 2/29; Fussilet, 41/11). İstiva kelimesinin, bu iki harf-i cer ile kullanımında anlam farklılığı bulunmaktadır.
Ayet-i kerimede geçen “arş” kelimesinin sözlüklerdeki asıl anlamı, “yükseklik, yüksek yer ve yüksek şeydir.” Kur’an-ı Kerîm’de “arş” kelimesi, iki yerde Hz. Yusuf’un (Yusuf, 12/100) ve Sebe Kraliçesi Belkıs’ın (Neml, 27/23, 38, 41, 42) tahtı için, on sekiz ayet-i kerimede ise Cenâb-ı Allâh’a (cc) ait bir keyfiyet olarak kullanılmıştır. Bu on sekiz ayet-i kerimenin altısında, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri (رَبُّ الْعَرْشِ) “Arşın Rabbi”, ikisinde ise (ذُو الْعَرْشِ) “Arşın Sahibi” olarak vasfedilmekte, “arş” kelimesi de “azîm / büyük, kerîm / şerefli” olarak nitelenmektedir.
İstivâ, Cenâb-ı Allah’a (cc) ait haberî-zâtî sıfatlardandır. Arş kavramı, beşere ait zaman ve mekân kayıtlarının bütünü ile dışındadır. Cenâb-ı Hakk’ın “istivâ” kelimesini “arşa” tahsis etmesi, arşın, yaratıkların en büyüğünü oluşturması ve bütün mahlukatı kuşatması sebebiyledir.
“Arş’ı yüklenen melekler ve arşın etrafındaki melekler, Rablerini hamd ile tesbih ederler. O’na iman ederler ve iman eden kimseler için de şöyle mağfiret dilerler: “Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Bunun için tevbe edenleri ve senin yoluna koyulanları bağışla, onları cehennem azabından koru.” (Mümin, 40/7) ve “Melekler de semanın etrafındadırlar. O gün Rabbinin arşını, üstlerinde (boyunlarında) sekiz melek taşır” (Hakka, 69/17) beyanlarında buyurulduğu üzere, arş, melekler tarafından taşınmakta ve bu melekler aynı zamanda müminler için Allâh’tan (cc) bağışlama dilemektedirler.
İmam Eşari’ye göre ayetteki istivânın anlamı, diğer varlıklardan ayrı ve Arş ile sınırlı olan istivadır.[3] Kur’an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde, Allah (cc) hakkında kullanılan “istiva” kelimesinin gerçek manasının, -“arş” kelimesinde olduğu gibi- beşere ait zaman ve mekân kayıtlarının dışında ve müteşâbihâttan olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü hem arş hem de istivâ kavramlarını cismani bir şekilde anlamanın, akla dayanarak “kelamı / lafzı” hakikatinin dışına çıkarmanın şeri hiç bir delili yoktur. Tam aksine buradaki istivânın, Cenâb-ı Hakk’a ait bir keyfiyet olup beşer tarafından bilinemeyeceğini, Kur’ân-ı Kerîm’deki, (لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَیْءٌ) “O’na benzer hiçbir şey yoktur” (Şura, 42/11) nassı iktizasınca, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin Yüce Zâtı, Yüksek Sıfatları ve insan idraki ötesi icraatının, beşer aklı ile tam olarak kavranamayacağını görmek gerekir.
Bir gün Ebu Zer (ra) mescide girer ve Efendimiz’in (sas) orada tek başına oturduğunu görür. Efendimiz (sas) ona:
“Ya Ebu Zer, mescid için tahiyye (namaz) gerekir. Kalk ve iki rekât namaz kıl” buyurur.
Ebu Zer (ra) hazretleri iki rekât tahiyyetü’l-mescid namazını kıldıktan sonra Efendimiz (sas) ile aralarında uzun bir sohbet başlar. Biz bu sohbetten konumuzla ilgili olan kısa bir kesitini nakledeceğiz. Efendimiz (sas) akli mukayeseye imkân verecek bir tarzda arş, kürsi ve yedi kat göklerle ilgili olarak Ebu Zer Hazretlerine (ra) şöyle buyururlar:
“Yâ Eba Zer! Yedi göğün Kürsî’ye olan nispeti, geniş bir çöle atılmış yüzük halkası gibidir. Arşın, Kürsî’ye olan nispeti de bu geniş çölün, yüzük halkasına olan büyüklüğü gibidir.”[4]
Allah’ın (cc), Zâtına lâyık olacak şekilde arşa istivâ ettiğine inanmak ve bu konuda herhangi bir yoruma gitmemek en isabetli yoldur. Yukarıdaki hadis-i şerîf açısından da baktığımızda, istivaya cismani bir anlam vermek, ya da konuyu dilbilimsel ve mantıksal bir yaklaşım ile izaha yeltenerek “istiva” lafzını, “istilâ” ve “galebe” gibi yorumlamak, kelamı / lafzı sadece Allâh’ın (cc) bildiği asıl anlamın dışına almak, Cenâb-ı Hakk’a mekân izafe etmek, tamamen şeri şerifin dışına çıkmak demektir.
Mâlikî mezhebinin büyük müçtehidi ve muhaddis İmam Mâlik (v. 179/795) hazretleri, kendisine istivânın keyfiyetini ve nasıl olduğunu soran bir kimseye, “İstivâ, (naslar itibarı ile) bilinen bir husustur. Nasıllığı (keyfiyeti) ise meçhuldür. İstivanın gerçekliğine iman farz, niceliğini sormak ise bidat çıkarmaktır. Ben senin zındık olduğunu düşünüyorum. Çıkarın bu adamı mescidden” diyerek soru soran kişiyi kovdurmuş, müteşâbihât türü ayet-i kerimelere anlam verilmesi yolunu tam bir kesinlikle kapatmıştır.[5]
Bu soruyu soran kişi, Ebu’l-Muîn en-Nesefî’nin belirttiğine göre Cehm b. Savfan’dır.[6] Buna göre İmam Malik, istivayı te’vil ederek işlevsizleştiren Muattıla ve Mufavvidaya karşı, “istivâ malum” diyerek istivanın gerçekliğini ifade etmiş, Allah’ın istivasını insanlara benzeten Mücessime ve Mümessileye karşı da “nasıllığı meçhuldür” diyerek cevap vermiştir.
Dolayısı ile, Allah’ın (cc) istivasını, lafzın delaletinin dışına çıkararak yorumlamak ya da istivasını insanlarınkine benzeterek anlamak yanlıştır. Doğru olan yaklaşım, Allah’ın (cc) kendisine özel, yücelik ve azametine uygun bir şekilde Arşa istiva ettiğini kabul etmektir. Bu tıpkı, Allah’ın her şeyi bilen Alîm, her şeyi gören ve işiten Basîr ve Semî’ sıfatlarının, canlı varlıklarda bulunan “görme, işitme, vb.” sıfatlardan farklı olması gibidir.
Mâtürîdiyye mezhebinin kurucusu, müfessir ve fakih Ebu Mansur el-Maturidî de (v. 333/944) Te’vîlâtu’l-Kur’ân’ında şöyle söylemektedir:
“Rahman, Arş’a istivâ etmektedir” (TâHê, 20/5) mealindeki beyanı, Kur’ân’ın Allah hakkında verdiği bilgilere göre açıklamak, ayrıca vahyin ona nispet ettiği sıfatlarda, yarattıklarına benzemesinden münezzeh olduğunu söylemek gerekir. Allah Teâlâ hakkında, zatı ve fiilleri açısından benzeri bulunmaktan yüce olduğuna inanmak gerektiğine göre, O’na nispet edilen kavramları, yaratılmış varlıklarda anlaşılanlar gibi anlayıp yorumlamak yanlıştır.”[7]
Ehl-i Sünnet’in en önde gelen temsilcisi ve Eş‘ariyye mezhebinin kurucusu Ebü’l-Hasen el-Eş‘arî de (v. 324/935-36), Makâlâtü’l-İslâmiyyîn adlı eserinde, “Biz, bu ayet-i kerime hususunda Allah’ın önüne geçmeyiz. Bilakis O’nun keyfiyetsiz olarak istivâ ettiğini söyleriz”[8] demekte ve kelime / lafız ile ilgili bir yorum yapmamaktadır.
Müfessir, Eş‘arî kelâmcısı ve Şâfiî fakihi Kâdî el-Beyzâvî de (v. 685/1286), Tavâliu’l-Envâr’da, “Cenâb-ı Hakk’a ait İstivâ istilâ, Yed kudret, Vech varlık, Ayn ise görme olarak yorumlanmıştır. Ancak bu konuda Selef’e tâbi olmak ve bu tür sıfatların gerçek anlamlarını Allah’a havale etmek gerekir” demektedir.[9]
Biraz yorum taraftarı gibi görünse de Hanefî mezhebinin klasik sonrası döneminde çok etkili bir âlim olan Ebü’l-Berekât Hâfızüddîn Mahmûd en-Nesefî de (v. 710/1310), El-Umde fi’l-Akâid’inde, “Allâh’ın muradının, yorumladığımız gibi olduğunu iddia etmiyoruz. Sıfatları yorumlamama konusunda selefin tutumu daha tutarlıdır” demektedir.[10]
B. Cenâb-ı Hakk’ın Vech’i

وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ
“Doğu ve batı (her yer), Cenâb-ı Allâh’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın Vech’i (Yüzü) oradadır. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/115)
وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ
“Celâl ve ikram sahibi olan Rabbinin Vech’i (Yüzü) bâki kalacaktır.” (Rahman, 55/27)
Kur’ân-ı Kerîm’de beş âyette Allah, üç ayette Rab, üç ayette de Hüve kelimesine muzaf olarak Cenâb-ı Hakk’a nispet edilen Vech (Yüz) lafzı, Allah’ın (cc) haberî-zâtî sıfatlarındandır. Çünkü hem Kur’ân-ı Kerîm ayetleri hem de sünnet-i sahiha, Cenâb-ı Hakk’ın Vech’inin bir nasıllık ve nicelik belirlenmeksizin, haberî-zâtî bir sıfatı olarak kabul edilmesini zorunlu hale getirmektedir. Allah’ın Vechi; ezelî, zâtî, ekmel, sınırsız, bütün varlık ve olayları kuşatıcıdır.
Ebu Musa’dan (ra) rivayete göre Efendimiz (sas), ayağa kalkıp şu beş cümleyi söylemiştir:
إنَّ اللّهَ تَعالى لا ينَامُ وَﻻَ يَنْبَغِي لَهُ أنْ يَنَامَ. يَخْفِضُ الْقِسْطَ وَيَرْفَعُهُ، وَيُرْفَعُ إلَيْهِ عَمَلُ اللَّيْلِ قَبْلَ عَمَلِ النَّهَارِ. وَعَمَلُ النَّهَارِ قَبْلَ عَمَلِ اللَّيْلِ. حِجَابُهُ النُّورُ. لَوْ كَشَفَهُ لَأَحْرَقَتْ سُبُحَاتُ وَجْهِهِ مَا انْتَهَى إلَيْهِ بَصَرُهُ مِنْ خَلْقِهِ
“Şüphesiz ki yüce Allah uyumaz. Zaten O’na uyumak da yakışmaz. Adalet terazisini indirir ve kaldırır. Gündüzün amelinden önce O’na gecenin ameli, gecenin amelinden önce de gündüzün ameli arz olunur. O’nun hicabı (perdesi), Nur’dan ibarettir. Eğer perdeyi kaldıracak olsa, Yüzü’nün (Vech’inin) parıltıları, gözünün ulaştığı bütün mahlukatını yakardı.”[11]
Hanefî mezhebinin büyük imamı ve müctehid Ebu Hanife Hazretleri (v. 150/767), “O’nun yüzü, yarattıklarının yüzü gibi değildir. O, bütün yüzleri yaratandır” demektedir.[12]
Sünnî kelâm hareketinin doğuşuna zemin hazırlayan büyük âlim Abdullah b. Küllâb (v. 240/854), Cenâb-ı Hakk’ın Vech (Yüz) ve diğer sıfatları ile ilgili olarak şöyle söylemektedir:
“Allah’ın Yüzü (Vech), Allah değildir, O’ndan başkası da değildir. O’nun bir sıfatıdır. Aynı şekilde, iki eli (yedeyn), gözü (‘ayn), basarı (görmesi), O’nun sıfatlarıdır. Bunlar, O değildir. O’ndan başka da değildir.”[13]
Eş‘arî kelâmcısı ve Şâfiî fakihi İmâmü’l-Harameyn el-Cüveynî de (v. 478/1085) Kitâbu’l-İrşâd’ında aynı itikadî çizgiye şöyle sahip çıkar:
“Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları, O’nun zatından ayrı olmadıkları gibi, bu sıfatların Zâtın kendisi olduğu da söylenemez. Bütün sıfatlar hakkındaki görüşümüz bu şekildedir.”[14]
İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri de el-Vasiyye adlı eserinde, “sıfatlar, zatın ne aynı ne de gayrıdır” demektedir.[15]
Mutasavvıf, kelâm âlimi, Şâfiî fakihi ve şair Aynülkudât El-Hemedânî (v. 525/1131), Zübdetü’l-Hakâik’te, Cenâb-ı Allâh’ın sıfatlarının ne aynı ne de gayrı olduğu hususunu şöyle ayrıntılandırmaktadır:
“Bil ki bizim, ‘sıfatlar, Zâtın ne aynısıdır ne de başkasıdır’ önermemiz, hakikattir ve doğrudur. Hiçbir Müslümanın bunun hilafına bir sonuca ulaşması câiz değildir. Aksi sonuca ulaşan biri, boynundaki İslâm bağını koparmış olur. Bu, selef-i sâlihinin imamlarının mezhebidir. Onlarda bizim için güzel örnek ve razı olunan model vardır. Onlar, zâhir ehli âlimlerin değil, büyük muhakkik âlimlerin bildiği bir zaruretten dolayı, bu hususta kesin bir şekilde icmâ etmişlerdir. Sıfatları kabul etmeksizin Zâtı kabul eden kimse, cahil ve bidatçıdır. Sıfatları, Zâtın dışında, ayrı bir şey olarak kabul eden kimse senevîdir (dualist) ve kâfirdir, küfrünün yanı sıra cahildir.”[16]
Eş‘ariyye mezhebinin kurucusu Ebu’l-Hasan el-Eş’ârî (v. 324/935-36), yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, Mu’tezile’nin haberî sıfatları yorumlama tutumuna karşılık, yorumdan uzak durmuştur. Kendisi, El-İbâne adlı eserinde şöyle diyor:
“Şimdi eğer birisi bize, “siz Allah’ın bir yüzü olduğunu mu söylüyorsunuz?” diye sorarsa, ona şöyle diyoruz: “Biz, bidatçıların söylediklerinin aksine, (evet) bunu söylüyoruz. Allah’ın şu sözü, söylediğimiz hususa işaret eder: “Celâl ve ikram sahibi olan Rabbinin Vech’i (Yüzü) bâki kalacaktır.” (Rahman, 55/27)[17]
Ebu Hanife Hazretleri de talebesi Ebu Yusuf’un rivayetine göre şöyle demiştir:
“Hiçbir kimseye, Allah’ın zatıyla ilgili bir şey söylemek uygun değildir. Kişi ancak O’nu, kendini vasıflandırdığı şeylerle vasıflandırabilir. O’nun hakkında kendi reyi ile bir şey söyleyemez. Âlemlerin Rabbi Allah, şanına layık olmayan vasıflardan yücedir.”[18]
Kâdı Abdü’l-Cebbâr Şerhu’l-Usûli’l-Hamse’sinde[19] ve Fahreddin Râzî Esâsu’t-Takdîs fî İlmi’l-Kelam’ında[20] ve daha başka bazı alimlerimiz yazmış oldukları bazı kelâmi eserlerde, “vech” (ﻭﺟﻪ) kelimesini Allah’ın (cc) “Zâtı” olarak yorumlamaktadırlar.
Bu şekilde bir yorum için, şerî delil gerekmektedir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’inde kendisine “Vech” (Yüz) gibi insanların keyfiyetini bilemeyeceği yüksek bir sıfat atfederken, bizim bu kelimeyi asıl anlamından alıp yorumlamamızı gerektiren bir zorunluluk bulunmamaktadır. Şayet, “biz bu yorum ile tenzihi kast ediyoruz” denilirse, bu defa “aynı tutumu niçin Cenâb-ı Hakk’ın “sem’, basar, kelâm, vb.” diğer sıfatlarına da uygulamıyorsunuz?” sorusunu sorma hakkımız doğar.
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, bazı yüksek sıfatları keyfiyetsiz bir şekilde ve yaratılmışlara benzetilmeksizin kabul edilirken, diğer bazı yüksek sıfatlarında kelime / lafız niçin asıl anlamından koparılarak, ulvî sıfata bambaşka bir anlam yüklenmektedir? Bunun bildiğimiz kadarı ile tatmin edici bir cevabı yoktur.
Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde, Allah’a (cc) nispet edilen, “vech, yed, ayn, kadem, ısbâ‘, istivâ, nüzûl” gibi sıfatları, Allah ve Resulünden (sas) başka hiç kimse tefsire ve tevile yetkili değildir.
Tam bu noktada, İmran b. Hüseyn’in (r. anhümâ) rivayeti ile Efendimiz’in (sas) sahabe, tabiîn ve tebe-i tâbiîn neslini övdüğü şu hadîs-i şerîfe bakalım:
“İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenlerdir, sonra da bunları takip edenlerdir. Bu sonuncuları takiben öyle insanlar gelir ki, kendilerinden şahitlik istenmediği halde şahitlikte bulunurlar, onlar ihanet içindedirler, itimat olunmazlar. Nezirlerde (adak) bulunurlar, yerine getirmezler. Aralarında şişmanlık zuhur eder. Yemin talep edilmeden yemin ederler.”[21]
Efendimiz’in (sas) niçin böyle bir teveccühte bulunduğu şimdi daha rahat anlaşılmaktadır. Çünkü bu üç nesil, hidayet kaynağı olan Kur’ân ve Nübüvvet ışığına en yakın temasta olanlardır. Bilebildiğimiz kadarı ile bu üç güzel nesil, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulâsını asla yorumlamamış, olduğu gibi kabul etmiş ve inanmışlardır. Bu üç nesil içerisinde en faziletlileri ise ashab hazeratıdır. Efendimiz (sas) sahabeleri (r. anhum) şöyle övmektedir:
“Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz.”[22]
C. Cenâb-ı Hakk’ın Yed’i
وَقَالَتِ الْيَهُودُ يَدُ اللّٰهِ مَغْلُولَةٌ غُلَّتْ اَيْدٖيهِمْ وَلُعِنُوا بِمَا قَالُوا بَلْ يَدَاهُ مَبْسُوطَتَانِ يُنْفِقُ كَيْفَ يَشَاءُ
“Yahudi’ler, ‘Allah’ın eli bağlıdır’ dediler. Bu dedikleri söz sebebiyle, elleri bağlandı ve lânetlendiler. Doğrusu Allah’ın her iki eli de açıktır, dilediği gibi ihsan eder.” (Maide, 5/64)
وَاَنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللّٰهِ يُؤْتٖيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللّٰهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظٖيمِ
“Muhakkak ki lütuf Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah, çok büyük lütuf sahibidir.” (Hadid, 57/29)
“Yed, yemîn ve kabz”, Cenâb-ı Allah’ın keyfiyeti bilinmeyen zâtî sıfatlarıdır. Bu Zâtî sıfatlar, zâhirî anlamları dışında “kudret, nimet, yardım” gibi mecazi anlamlar yüklenerek tevil edilemezler. Bu sebeple, Allah’ın (cc), sonradan olma varlıkların uzuvlarına benzemeyen ve organ anlamına gelmeyen iki elinin bulunduğuna inanmak gerekir. Ebu Hanîfe ve Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî gibi alimlerimiz bu görüştedirler.
Ebu Hüreyre’den (ra) rivayetle Efendimiz (sas) şöyle buyurmuşlardır:
“Allâh’ın yeri ve gökleri yarattığı günden beri infak ve inam ettiği nimetlerin mahiyetini bana bildirebilir misiniz? Şüphesiz bunca harcama, O’nun elindeki nimetlerden hiçbir şey eksiltmemiştir. Çünkü O’nun Arşı, su üzerine kuruludur.” (Hud, 11/7)[23]
İbni Ömer’den (r. anhümâ) rivayetle Efendimiz (sas) şöyle buyurmuşlardır:
“Şüphesiz Allâh, kıyamet gününde bütün arzı avucuna alır, gökler de O’nun sağ elinde olur. Sonra, “Melik, ancak Benim” buyurur.”[24]
Abdullah ibni Mesud’dan (ra) rivayete göre, Efendimiz’e (sas) bir Yahudi gelerek şöyle demiştir:
“Ya Muhammed! Allah, gökleri bir parmağında, yerleri bir parmağında, bütün ağaçları bir parmağında, suları ve toprakları bir parmağında, öbür mahlukları da bir parmağında tutar, sonra, “Melik, ancak Benim” der.”
Bunun üzerine Resülullah (sas), ağzının sonundaki dişleri görülünceye kadar güldü. Sonra da “Allâh’ın kadrini, O’na layık olacak şekilde hakkıyla takdir edemediler” (Enam, 6/91; Hac, 22/74; Zümer, 39/67) ayetini okudu.[25]
İmam Buhari’nin belirttiğine göre, bu hadisin rivayet zincirinde bulunan Yahya b. Said, hadis-i şerif ile ilgili olarak Abdullah b. Mesud’un (ra) şu sözünü nakletmektedir:
“Resülullah (sas), Yahudi aliminin bu sözünden hoşlanarak ve onu tasdik ederek sondaki dişleri görülünceye kadar güldü.”[26]
Efendimiz’in (sas) hoşlanarak ve tasdik ederek gülmesi, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine izafe edilen, “tutmak, parmak” gibi kelime ve fiillerden, sadece Beyan ulemasının anlamış olduğu şeyi anlamasındandı. Bu anlama, idrak ve zihinlerin şaşkına düştüğü, muhayyilelerin künhüne eremediği çok büyük fiillerin, Allah’ın yüce kudretine nispetle, son derecede basit olduğunu gösteren sözün öz ve hülâsasına yönelik bir anlamadır.
Hz. Enes (ra) anlatıyor: Resülullah (sas) şu duayı çok yapardı:
“Ey kalpleri çeviren Allahım! Kalbimi, dinin üzerine sabit kıl!”
Ben (bir gün kendisine): “Ey Allah’ın Resulü! Biz sana ve senin getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?” dedim. Bana şöyle cevap verdi:
“Evet! Kalpler, Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği gibi çevirir.”[27]
Allah’a (cc) parmak nispeti, müteşâbih bir ifadedir. Dolayısı ile bu beyan alınmalı, ancak, “parmak, burada Allah’ın meşiet ve iradesini ifade etmek için kullanılmıştır” şeklinde bir yoruma gidilmemelidir. Çünkü böyle bir yorum için şeri delil gerekir. Bu hususta ne Efendimiz’den (sas) ne de sahabe ya da tabiîn hazeratından herhangi bir tevcih bilmiyoruz. Bu sebeple muhakkik âlimler, bu konuda bir şey söylemeyip işi Allah’ın ilmine havale etmenin daha uygun olduğu görüşünü benimsemişlerdir.
Ebu Hanîfe Hazretleri el-Fıkhu’l-Ekber’inde, “Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de belirttiği üzere keyfiyetsiz olarak ‘Yed, Vech ve Nefs’ sıfatları vardır” demektedir.[28] Ebu Hanîfe Hazretleri devamla, “Allâh’ın yed’i (eli), ‘kudreti veya nimetidir’ denilemez. Çünkü bu şekilde söylemede sıfatın iptali (ta’tîl / işlevsizleştirme) söz konusudur. Bu, Kaderiye ve Mutezile mensuplarının görüşüdür. Fakat Allah’ın Yed’i (eli), keyfiyetsiz olarak O’nun sıfatıdır” demektedir.[29]
Sünnî kelâm mezhebini geliştiren önemli âlim Ebü’l-Muin en-Nesefi (v. 508/1115), Bahru’l-Kelâm adlı eserinde, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen ve Rabbimize izafe edilen “Yed” (el) kelimesinin varlığına inandıklarını, anlamını sadece Cenâb-ı Allâh’ın bileceğini, sonradan yaratılmış varlıklarda bulunan el kelimesine de benzetmeksizin, “Sem’, Basar, Kudret, Kelâm, İlim, Hayat ve İrade” gibi, Cenâb-ı Hakk’ın ezeli bir sıfatı olduğunu kabul ettiklerini ifade etmektedir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’deki “Yed” kelimesinin “kuvvet” ya da “kudret” olarak yorumlanmasını doğru bulmadıklarını söylemektedir.[30]
Hadîs-i şerifteki, “Kalpleri, istediği gibi çevirir” beyanı, hak ve hidayet üzere sabit kalabilmek için her zaman Mukallibu’l-Kulûb Allah’a (cc) sığınmanın önemini göstermektedir.
D. Cenâb-ı Hakk’ın Nüzûl, İtyân ve Mecî Sıfatları

هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا اَنْ يَاْتِيَهُمُ اللّٰهُ فٖى ظُلَلٍ مِنَ الْغَمَامِ وَالْمَلٰئِكَةُ وَقُضِىَ الْاَمْرُ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ
“Onlar (böyle davranmakla), bulut gölgeleri içinde Allah’ın ve meleklerin kendilerine gelmesini ve işin bitirilmesini mi bekliyorlar? Hâlbuki bütün işler Allah’a döndürülür.” (Bakara, 2/210)
هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا اَنْ تَاْتِيَهُمُ الْمَلٰئِكَةُ اَوْ يَاْتِىَ رَبُّكَ اَوْ يَاْتِىَ بَعْضُ اٰيَاتِ رَبِّكَ يَوْمَ يَاْتٖى بَعْضُ اٰيَاتِ رَبِّكَ
“Onlar (iman etmek için) ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini ya da Rabbinin bazı ayetlerinin gelmesini mi gözlüyorlar?” (Enam, 6/158)
وَجَاءَ رَبُّكَ وَالْمَلَكُ صَفًّا صَفًّا
“Rabbin geldiği, melekler de saf saf dizildiği zaman.” (Fecr, 89/22)
Yukarıda da naklettiğimiz üzere, Ebü’l-Muin en-Nesefi, Cenâb-ı Allâh’ın “yed” (el) sıfatını, mahlukata benzetmeme kaydı ile kabul ederken, aynı tavrı “ityan” ve “nüzul” gibi sıfatlar konusunda göstermemekte ve Cenâb-ı Allâh’ın bu sıfatlarla sıfatlanamayacağını öne sürmektedir. Ona göre bu iki sıfat yaratılmışların özelliğidir.[31]
Ebü’l-Muin en-Nesefi, Cenâb-ı Allâh’ın “İtyân” (Gelme) sıfatını da asıl anlamının dışına alarak tevil eder. Mesela, Nahl Suresi 26’ncı ayet-i kerimede yer alan Cenâb-ı Allâh’ın (اَتَى) “geldi” fiilini, “onları helak etti, köklerini kazıdı” şeklinde anlar.[32]
Ebü’l-Muin en-Nesefi, yine Hicr Suresi 9’uncu ayet-i kerimede yer alan, (نَزَّلْنَا) “Biz indirdik” beyanını da kelimenin gerçek anlamının dışına alarak “Kur’ân’ı öğretme ve anlaşılır kılma” manasında olduğunu öne sürer.[33]
Halbuki, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de beyan edilen “Yed” (el) sıfatı da neticede yaratılmışlar için kullanılan bir sıfattır. Ebü’l-Muin en-Nesefi’nin, Cenâb-ı Allâh’ın “Nüzûl” (İnme), “Mecî” ve “İtyân” (Gelme) sıfatları söz konusu olduğunda “Yed” (el) sıfatı ile ilgili imsâk tutumunun aksine, bu sıfatları yorumlamasının geçerli bir sebebi bulunmamaktadır.
Allah’ın (cc), Kur’an’da Zat’ına nispet ettiği “İstivâ”, “Yed”, “Vech” vb. sıfatları, beşerî ve cismanî şekilde anlamama, tenzih çizgisini koruma başka, bu sıfatları şeri bir delil bulunmaksızın yorumlamaya kalkma daha başka bir şeydir.
Gerek Mutezile ve gerekse de Ehl-i Sünnet’teki bazı halef ulemasının, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ait haberî-Zâtî sıfatları hem müteşâbihâttan kabul edip hem de yorum metodunu benimsemelerini onlara yakıştıramamaktayız. Çünkü “yorum / tevil” kelimesinin anlamı, “sözü ya da kelamı, hakiki delâletinden çıkarıp, mecâzî delâletine götürmek” demektir. Ali İmran, 2/7’nci ayet-i kerimesinde Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:
“Sana Kur’an’ı indiren O’dur. Bunun bir kısım âyetleri açık ve kesindir. Bunlar Kur’ân’ın esasıdır. Diğer bir kısım âyetler de vardır ki, (onların manası sizce anlaşılmaz) müteşâbihtirler. İşte, kalplerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve teviline gitmek için Kur’ân’ın müteşâbih âyetlerine uyarlar. Halbuki, o müteşâbihin tevilini yalnız Allah bilir. İlimde kökleşmiş kimseler ise: “Biz ona (manası anlaşılmayan müteşâbih ayetlere) inandık. Hepsi Rabbimiz katındandır” derler. Bunları ancak akılları tam olanlar iyice düşünür.” (Ali İmran, 2/7)
Dolayısı ile müteşâbih ayetleri bu şekilde yorumlamaktan ve yorum / tevil metodunu benimsemekten uzak durmak gerekmektedir. İlgili ayet-i kerime, ancak kalpleri manen hasta olanların, kelamın hakiki anlamını terk edip yorum / tevil peşinde olacaklarını haber vermektedir.
Kur’an-ı Kerîm’de Cenâb-ı Allah, kendisine “Vech, Ayn, Cenb, Yed ve Sâk” gibi sıfatlar izafe etmiştir. Kur’an’da bulunan müteşâbihâtı, yani soyut âleme ait varlık ve kavramları anlamanın tek yolu yorum / te’vil midir, yoksa bu sıfatları keyfiyetsiz ve müteâl bir şekilde kabul müdür?
Tarihte, müteşabih kelamın yoruma / tevile götürülmesi, bilhassa Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının metodu olmuştur. Yahudilikte müteşâbihâtı yorum / tevil hareketini başlatan ilk şahıs, Philo’dur (M.Ö. 20 / M.S. 50). “Mecâzî Yorumlama I, II ve III” kitaplarını yazmıştır. Mukaddes metinleri asrının felsefesi ile uzlaştırmak için alegorik yöntemi (istiare-mecaz) kullanmıştır. Bu metot, istiare yoluyla ele aldığı konulara mecazi bir mana atfetmek, sembolik bir tarzda ortaya koyarak bâtınî yorumlama tekniğini ileri derecede kullanmaktır.
Hıristiyanlıkta ise yorum / tevil hareketinin öncülerinden İskenderiyeli Klement (v. 150/215), eşyanın, Tanrının organları olduğunu söyleyecek kadar tecsîme gitmiş, felsefeyle sıkı bağlar kurmuştur. Ona göre Tanrı, Yahudilere yasa, Yunanlılara felsefe ve Hristiyanlara da iman vermiştir. İskenderiyeli Klement’in öğrencisi Origenes de (v. 185/254) Hristiyanlığı, mistik ve felsefi karaktere büründürmüş, senkretik ve eklektik bir anlayışla birçok gelenekten öğretileri Hristiyanlığın bünyesine katmıştır.
Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının, Cenâb-ı Allâh’ın haberî sıfatlar konusunda uyguladıkları ve batınî / ezoterik yapının ifadesi olan teosofik metot, daha sonraları İslâm dünyasında bazı Kelâm alimlerince taklit edilmiştir. İslâm dünyasında bu metodu müteşâbih âyet-i kerîmelere uygulayan ilk kişi, Ca’d b. Dirhem’dir (v. 124/742). Bu şahıs, “istivâ” kelimesine “istilâ”, Kur’an’a da “mahlûk” diyen kişidir.
Ca’d b. Dirhem’den sonra bu metodu, Cehmiyye fırkasının kurucusu Cehm b. Safvan (v. 128/745-6) kullanmış, ilâhî sıfatların yorumu / te’vili, kader ve halku’l-Kur’ân gibi konularda, Kûfe’de karşılaştığı Ca‘d b. Dirhem’den etkilenmiştir. Hanbelî mezhebinin büyük imamı, muhaddis ve fakih Ahmed b. Hanbel (v. 241/855), er-Red ʿale’z-Zenâdıka ve’l-Cehmiyye adlı kitabında, Cehm’in bu konularla ilgilenmeye başlamasını, Allah’ın varlığı ve sıfatları hususunda Hint felsefesine bağlı, Tibet Budistleri veya Şamanlar olarak da kabul edilen Sümenîler ile yaptığı bazı münazaralara bağlamaktadır.
İslâm’ın bilhassa ilk asırlarında, dini inancın henüz taze olduğu, bir takım yanlış düşüncelerle etrafının kuşatılmadığı dönemlerde, müteşâbihâtı yoruma / tevile kalkışma büyük bir yanlış olarak görülmüş ve dinin sahihliğine karşı yapılmış oldukça ağır bir kusur olarak kabul edilmiştir.
Salât u Selâm
Allâhım! Secde hâlindeki kalp huşusu ile sana sığınıyoruz. Allâhım! Nurlu ve azametli Kürsîden itibaren Yüce ve Şerefli Arşına kadar neler varsa, onların hatırı ve Arşını taşıyan meleklerinin hakkı için, dileklerimizi sadece Sana arz ediyor ve sadece Senden yardım istiyoruz. Allâhım! Nurların nuru, sırların sırrı, şerefli resullerin süsü, en kerem sâhibi efendimiz Muhammed’e, Vâhid ve Kahhâr Allâh’ın mülkü devam ettikçe devam eden salât ve selam ile salât ve selam eyle. Mahlukatının ve Arşının ağırlığı, kelimelerinin sayısınca ve tam hoşnutluğunla, bütün âlemlerde efendimiz İbrahim’e salât, merhamet ve bereket ihsan ettiğin gibi, efendimiz Muhammed’e ve onun âline de salât eyle. Şüphesiz sen methedilmeye layık azamet ve şeref sâhibisin.
Ya Allâh! Ya Allâh! Ya Allâh! Ya Allâh! Ya Allâh! Ya Allâh! Ya Allâh! Ya Allâh! Ya Allâh! Ya Allâh! Ya Allâh! Ya Ze’l-Celâli ve’l-İkrâm.
وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِهٖ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ
“İlimde kökleşmiş kimseler: ‘Biz ona (manası anlaşılmayan müteşâbih ayetlere) inandık. Hepsi Rabbimiz katındandır’ derler. Bunları akılları tam olanlar iyice düşünür.”
(Ali İmran, 3/7)
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَوَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلٖينَوَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ
“Kudret ve izzet sahibi Rabbin, insanların her türlü tasavvurunun üstünde (bir yüceliğe sahip)tir. O’nun bütün elçilerine selam olsun. Hamd, bütün alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”
(Saffât, 37/180-182)
وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
“Onların duaları, ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur’ sözleri ile sona erer.”
(Yunus, 10/10)
[1] İmam Gazzali, İlcâmu’l-Avâm an İlmi’l-Kelâm (Halkın Kelâmî Tartışmalardan Korunması), s. 17-18, (Çev. Sabit Ünal), İzmir İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İzmir-1987.
[2] İbn-i Teymiyye, Tevhid Risalesi, s. 13-14, (Terc. Ulvi Murat Kılavuz), İz Yayıncılık, İstanbul-2005.
[3] Ebü’l-Hasen el-Eş’arî, El-İbâne ‘an Usûli’d Diyâne, (Dinin İnanç İlkeleri), Terc. Mustafa Çevik, s. 51, İlahiyat Yayınları, Ankara-2005.
[4] Ebu Nuaym el-Isfahânî, Sünenü Isfahânî, 1/137, Mektebetü’r-Rüşd, Riyad-2004; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 1/167; İbn Hibban, Sahih, 2/77 (361), (Thk. Şuayb Arnavut), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-1993; Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummâl, 16/132 (44158), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-1985.
[5] Ebû Nasr Tâcüddîn Abdülvehhâb b. Alî b. Abdilkâfî es-Sübkî (v. 771/1370), Tabakatu’ş-Şâfiiyyeti’l-Kübra, (Thk. Mahmûd Muhammed et-Tanâhî – Abdülfettâh Muhammed el-Hulv), C. 4, s. 287, Dâru İhyai’l-Kütübi’l-Arabî, trsz.
[6] Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s. 46, (Terc. Ramazan Biçer), Gelenek Yayınları, İstanbul-2010.
[7] Ebu Mansur el-Maturidî, Te’vilâtu’l-Kur’ân, 9/242, (Çev. Bekir Topaloğlu), Ensar Neşriyat, İstanbul-2015.
[8] Ebü’l-Hasen el-Eş’arî, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn, s. 310, (Hazırlayanlar: Ömer Aydın, Mehmet Dalkılıç), Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul-2019.
[9] Kâdî Beydâvî, Tavâliu’l-Envâr (Kelam Metafiziği), (Metin-Çeviri: İlyas Çelebi, Mahmut Çınar), s. 198, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul-2014.
[10] Ebü’l-Berekât Hâfızüddîn Mahmûd en-Nesefî, El-Umde fi’l-Akâid (İslâm İnancının Ana Umdeleri), s. 34, (Çev. Temel Yeşilyurt), Malatya-2000.
[11] Müslim, İman, 293 (179); İbn Mâce, Mukaddime, 195, 196; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/395 (19759), 401 (19816); İbn Hibbân, Sahih, 1/499 (266).
[12] Beyazîzade Ahmed Efendi, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin İtikadî Görüşleri, s. 100, (Terc. İlyas Çelebi), İFAV Yayınları, İstanbul-2017.
[13] Ebü’l-Hasen el-Eş’arî, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn, s. 254.
[14] İmâmü’l-Harameyn el-Cüveynî, Kitâbu’l-İrşâd (İnanç Esasları Kılavuzu), s. 122, (Mütercimler: A. Bülent Baloğlu vd.), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara-2010.
[15] Beyazîzade Ahmed Efendi, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin İtikadî Görüşleri, s. 95.
[16] Aynülkudât El-Hemedânî, Zübdetü’l-Hakâik (Hakikatlerin Özü), s. 112, (Çev. Ahmet Kâmil Cihan vd.), Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul-2016.
[17] Ebü’l-Hasen el-Eş’arî, El-İbâne ‘an Usûli’d Diyâne, (Dinin İnanç İlkeleri), s. 56.
[18] Beyazîzade Ahmed Efendi, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin İtikadî Görüşleri, s. 95.
[19] Kâdî AbdülCebbâr b. Ahmed, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, 1/366, (Çev.: İlyas Çelebi), Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul-2013.
[20] Fahreddin Razi, Esâsu’t-Takdîs fî İlmi’l-Kelam (Allâh’ın Aşkınlığı), s. 143, (Çev. İbrahim Coşkun), İz Yayınları, İstanbul-2006.
[21] Buharî, Şehâdât, 9 (2651, 2652); Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 214, (2535); Tirmizî, Fiten, 45 (2222), Şehâdât 4, (2303); Ebu Dâvud, Sünnet 10, (4657); Nesâî, Eymân 29, (7, 17, 18).
[22] İbnu’l-Esîr, Câmiu’l-Usûl Fî Ehâdîsi’r-Rasûl, 8/556 (6369); İbn-i Abdilber, Câmiu Beyâni’l-İlmi ve Fadlih, 2/898; Âcurrî, Şerîa, 2/423 (1226).
[23] Buhari, Tevhid, 19 (7411).
[24] Buhari, Tevhid, 19 (7412).
[25] Buhari, Tevhid, 19 (7414).
[26] Buhari, ay.
[27] Tirmizi, Kader 7, (2140); İbn Mâce, Dua, 2 (3834).
[28] Beyazîzade Ahmed Efendi, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin İtikadî Görüşleri, s. 99.
[29] Beyazîzade Ahmed Efendi, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin İtikadî Görüşleri, s. 100.
[30] Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s. 39-40.
[31] Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s. 42.
[32] Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s. 43.
[33] Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s. 43.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.