Musa Kazım GÜLÇÜR
27 Ağustos/2019
İçindekiler
Allâh’ın (cc) İlmi Ezelî ve Ebedîdir 3
Neticeyi Bilen Allah’ın (cc) İnsanları Sınaması 4
Âyet-i Kerîmedeki (لِنَعْلَمَ) “Bilelim İçin/Diye” Kelimesinin Manası 5
Sadıkların Sıdkının Sınanması 8
Ahiret Konusunda Şüpheye Düşenlerle Düşmeyenlerin Belirlenmesi 8
Allâh’ın (cc) İlminin Sonsuzluğu 9
Her Şeyin Levh-i Mahfuzda Yazılı Olması 10
Ezelî Plan ve Program Kaza ve Kader 11
Rızkın Taahhüd-ü Rabbani Altında Olması 13
Göklerde ve Yerde Zerre Miktarın Allâh’tan Gizli Olmaması 15
Giriş

İnsanlar için, “sınama” ve “imtihan etme” gibi uygulama ve davranışlar gayet normaldir ve bu sınamaların bir geçerliliği vardır. Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarının bu dünyada uygulanması ve sonuçlarının ahirette görülecek olması itibarı ile, söz konusu “sınama” ve “imtihan etme” kelimeleri, Kur’ân-ı Kerîm’de de “Allâh’ın sınaması” şeklinde mecazen hakikî / gerçek anlamı ile kullanılmıştır.
Ancak hemen belirtelim ki “imtihan etme” ve “deneme” fiillerinin, biz insanlar arasındaki geçerli anlamı ile Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri için kullanılması ve anlaşılması doğru değildir. Çünkü biz insanlar, sınama öncesi sınav sonucunu bilemezken, Allah Teâlâ, insanları sınasa da sınamasa da ezelden ebede kadar her şeyi, nihayetsiz tafsilatı ve bütünü ile bilmektedir.
Cenâb-ı Hakk’ın ezelî ve ebedî ilmi konusunda geçmişte de günümüzde de bir takım boş iddialar olmuştur. Ancak bu boş iddiaların hiçbir temeli bulunmamaktadır ve boş iddialar hak hakikat tarafından bütünüyle yok edilir. Cenâb-ı Hak Celle ve Alâ Hazretleri Kur’ân-ı Mübîn’de şöyle buyurur:

(بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَاِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ)
“Hayır, biz hakkı/gerçeği, batılın üzerine atarız da o hak/gerçekler, batılın/boş iddiaların beynini parçalar. Bir de bakarsın, batıl/boş iddialar yok olup gitmiştir. Allah’a karşı yakıştırdığınız yanlış nitelemelerden ötürü yazıklar olsun size!” (Enbiya, 21/18)
Bu âyet-i kerîme, gerçek düşüncelerin üstün gelmesi, batıl safsataların ise yok olup gitmesi kanununu beyan etmekte, bu kanunu somut, canlı ve hareketli bir tablo şeklinde bizlere beyan etmektedir. Gerçek düşünce, ilâhî kudret ile batıl ve boş safsataların üzerine atılmakta, ne kadar asılsız iddia varsa, onların merkezlerini ve dimağlarını paramparça etmektedir.

(وَيَمْحُ اللّٰهُ الْبَاطِلَ وَيُحِقُّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهٖ اِنَّهُ عَلٖيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ)
“Allah batılı yaşatmaz, mahveder. Sözleriyle hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O, kalplerde olan sırları dahi bilendir.” (Şura, 42/24)
Değişmez bir kanun, evrende köklü bir unsur, mevcudatın yapısında en etkin bir gerçek, hakikatin bizzat kendisi olduğudur. Batıl ise, varoluş açısından temelsiz bir unsurdur, kesinlikle geçicidir, herhangi bir aslı ve etkinliği bulunmamaktadır. Allah’ın (cc), kâhir kudreti tarafından tarafından parçalanan bir düşüncenin, varlığını sürdürmesi kesinlikle mümkün değildir. Tarih, boş “izm”ler çöplüğü ile doludur. Bakî ve ebedî olan ise, hak ve hakikatin bizzat kendisidir.
Allah’a iman edenler, Allâh kelâmının gerçekliğinden, varlık binası ve düzeni içerisindeki vazgeçilmezliğinden, yüce Allah’ın gerçeği batılın üzerine gönderip, onunla batılın merkezini parçalaması zaferinden asla kuşku duymazlar. Eğer yüce Allah, kimi zaman batıla mühlet vermek suretiyle inananları sınıyorsa, bunun bir imtihan olduğunu kavrar, zihinlerinde şu ayet-i kerimenin tulu ettiğini görürler:
(لَا يَغُرَّنَّكَ تَقَلُّبُ الَّذٖينَ كَفَرُوا فِى الْبِلَادِ)
“(Allah’ı ve Peygamberi) tanımayanların (refah içinde) diyar diyar dönüp dolaşmaları zinhar seni aldatmasın!” (Ali İmran, 3/196)
İnananlar, bu ayet-i kerimenin kılavuzluğunda, içlerinde bulunan bir zaaf veya bir eksiklikten dolayı Rabb’lerinin kendilerini eğittiğini fark ederler.
Allâh’ın (cc) İlmi Ezelî ve Ebedîdir

Allah Teâlâ, geçmişte, şu anda ve gelecekteki bütün mahiyetleri ve hadiseleri en ince ayrıntıları ile bilir. Bu mahiyetlerin ve hadiselerin meydana geliş ve varlık âlemine girişlerini de yine ezeli ve ebedi ilmi ile bilir.
Bu ezelî ve ebedî ilmin naklî delillerinden birisi Bakara, 2/124 ayet-i kerimesidir:
وَاِذِ ابْتَلٰى اِبْرٰهٖيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَاَتَمَّهُنَّ قَالَ اِنّٖى جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ اِمَامًا قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتٖى قَالَ لَا يَنَالُ عَهْدِى الظَّالِمٖينَ
“Şunu da hatırda tutun ki: Bir vakit Rabbi, İbrâhim’i birtakım emirlerle sınamıştı. O da onları hakkıyla yerine getirdiğinden, Rabbi kendisine: “Seni insanlara önder (İmam) yapacağım.” dedi. İbrâhim: “Ya Rabbî, neslimden de önderler çıkar!” deyince, Allah: “Zalimler ahdime (nübüvvete) nail olamazlar” buyurdu. (Bakara, 2/124)
Allah Teâlâ kullarını imtihan edip denemekte, ancak insandaki fiiller meydana gelmezden önce de bu fiillerin meydana geleceğini bilmektedir. Müslümanların cumhuru, Allah Teâlâ’nın, hadiseler ve fiiller meydana gelmeden önce onları bildiğinde ittifak etmişlerdir.
Çünkü mümkünü’l-vücut olan bizler, bazı konularda onlar henüz meydana gelmezden önce de olacağı bilgisine sahibiz. Mesela, güneşin yarın ve hatta seneler sonra da doğudan ve hangi saatte doğacağını bugünden tam bir kesinlikle bilebiliyoruz.
Bu şekilde bazı parçalara ait bilgilerin, gelecekteki durumunu bizler bile görebiliyorsak ve bu durum değil bizler, çocuklar için dahi mümkün ise, Allah’ın (cc) bütün parçalar ile ilgili bilgiyi önceden ve sonsuz bir şekilde biliyor olduğu, sorgusuz sualsiz itikadi bir gerekliliktir.
Neticeyi Bilen Allah’ın (cc) İnsanları Sınaması

Neticeyi bilmesine rağmen Allâh (cc) insanları niçin sınamakta, imtihan etmektedir? Bu sınamayı beyan eden ayet-i kerimeler nasıl anlaşılmalıdır? Ezelî plan ve programın yani kaza ve kaderin varlığının, insanın fiilleri üzerinde cebrî bir etkisi bulunmakta mıdır?
Şimdi bu hususlarla ilgili olduğunu düşündüğümüz dört kadar ayet-i kerimeyi, Cenab-ı Hakk’ın izni ve inayeti ile tafsilatlı bir şekilde sunmaya çalışacağız.
Cenâb-ı Hakk’ın, neticeyi bilmesine rağmen insanları sınamasını beyan eden ve anlamaya çalışacağımız ilk ayet-i kerime şu şekildedir:

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهٖيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتٖى كُنْتَ عَلَيْهَا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيْهِ وَاِنْ كَانَتْ لَكَبٖيرَةً اِلَّا عَلَى الَّذٖينَ هَدَى اللّٰهُ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُضٖيعَ اٖيمَانَكُمْ اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُفٌ رَحٖيمٌ
“Ve işte böylece Biz sizi vasat (adaletli ve dengeli) bir ümmet kıldık ki insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şahit olsun. Senin arzulayıp da şu anda yöneldiğin Kâbe’yi kıble yapmamızın sebebi, sırf Peygamberin izinden gidenlerle ondan ayrılıp gerisin geriye dönecekleri meydana çıkarmaktır. Gerçi bu oldukça ağır bir iştir, fakat Allah’ın doğru yola erdirdiği kimseler için yine de bir problem değildir. Çünkü Allah imanınızı zayi edecek değildir. Allah insanlara karşı kesinlikle pek şefkatli ve çok merhametlidir.” (Bakara, 2/143)
Âyet-i kerimedeki “vasat” kelimesi, “adaletli ve dengeli” demektir. Bu kelimenin âyet-i kerîmede gelişinin asıl sebebi ise, her şeyin en övüleninin dengeli olmasından dolayıdır. Ebu Said el-Hudrî’den gelen bir rivâyete göre, Peygamber (sas); “vasat” kelimesinin “adaletli/dengeli” anlamına geldiğini açıklamıştır.[1]
Ayrıca “vasat” kelimesi, aşırılıklardan ve kusurlardan uzak olduğu için de övülmüştür. Müslümanlar, Hristiyanların peygamberleri hakkında aşırıya kaçtıkları gibi aşırı gitmemişlerdir. Diğer taraftan Yahudilerin peygamberlerine karşı yaptıkları çok ağır kusurları, Müslümanlar kendi peygamberlerine karşı yapmamışlardır. Bir hadis-i şerifte de: “İşlerin en hayırlısı en vasat olanlarıdır”[2] buyurulmaktadır.
Şimdi, bilhassa da ayet-i kerimede yer alan (لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيْهِ) “Peygamberin izinden gidenlerle ondan ayrılıp gerisin geriye dönecekleri meydana çıkarma” kısmının ne şekilde anlaşılması gerektiği ile ilgili yorumları ve ayet-i kerimeden maksut olan anlamları görmeye çalışacağız.
Âyet-i Kerîmedeki (لِنَعْلَمَ)”Bilelim İçin/Diye” Kelimesinin Manası

1) Bakara, 2/143’teki (لِنَعْلَمَ) “Bilelim için/diye…” terkibinin manası, “olmayan şey ortaya çıksın, böylece mevcut hale gelsin” demek olabilir. Allah (cc), mevcut hale gelen o şeyi böylece varlık dünyasındaki hali ile de bilir. Çünkü, o şey varlığa bürünmeden önce, henüz varlık kategorisinde değildir. Bu durumda, (لِنَعْلَمَ) “Bilelim için/diye…” terkibinin manası, “Biz onu meydana gelmiş hali ile, varlık dünyasındaki şekli ile bilelim diye…” olur.
2) (لِنَعْلَمَ)’nin bir başka anlamı, “Biz, kalplerdeki ihlâsın veya nifakın ortaya çıkmasını, şunların şunlardan ayırt edilmesini bilelim, görelim diye…” şeklinde olabilir. Böylece, müminlerle münafıklar, dostlarla düşmanlar ortaya çıkmış olurlar. İşte bu sebeple “ayırt etme” işi, “ilim” olarak isimlendirilmiştir.
3) (لِنَعْلَمَ) “Bilelim için/diye…” terkibinin bir diğer manası, “Biz görelim için/diye…” şeklinde düşünülebilir. Çünkü Arapçada, ifadeye kuvvet ve güzellik vermek için, “bilme” kelimesi “görme”, “görme” kelimesi de “bilme” kelimesi yerine kullanılabilmektedir.
Tıpkı Cenâb-ı Hakk’ın, (اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفٖيلِ) “Rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?” (Fil, 105/1) ayetinde olduğu gibi. Elbette bu ayette (اَلَمْ تَرَ) “görmedin mi?” kelimesi (اَلَمْ تَعْلَمْ) “bilmez misin?” kelimesi yerine ve anlamına kullanılmıştır. Bu açıdan Arapçada (عَلِمَ) “bildi” ve (رَآى) “gördü” kelimeleri, birbirinin yerini tutan kelimeler olarak kabul edilir.
4) Bu hususta meşhur Arap dilbilimcisi ve müfessir Ebû Zekeriyyâ Yahya b. Ziyâd b. Abdillâh el-Absî el-Ferrâ’nın (ö. 207/822) kabul ettiği bir görüş bulunmaktadır. Buna göre ayette, sonradan meydana gelen “ilim”, muhataplardaki “bilgi” itibariyledir. Cenab-ı Hakk’ın (لِنَعْلَمَ) “Bilmemiz için/diye…” şeklindeki beyanındaki maksat, “bilgi” kelimesini kendine izafet ile, hitapta bir yumuşaklık oluşturma, gönülleri yumuşatma ve cezbetme arzusudur. Tıpkı, Cenâb-ı Hakk’ın şu ayet-i kerimesinde olduğu gibi:
قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ قُلِ اللّٰهُ وَاِنَّا اَوْ اِيَّاكُمْ لَعَلٰى هُدًى اَوْ فٖى ضَلَالٍ مُبٖينٍ
“Söyle onlara: “Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir? (Onların cevaplarını beklemeden:) “Allah’tır” de! O halde ya Biz veya siz, ikimizden biri doğru yol üzerinde veya açık bir yanlışlıktadır.” (Sebe, 34/24)
Böylece Cenâb-ı Hak, şüphe veriyormuş gibi görünen bir sözü, aslında hitabı inceltmek ve muhatabın gönlünü almak için, kendi nefsine nispet etmektedir.
5) “Biz, size sanki hiçbir şey bilmeyen bir imtihan edicinin muamelesi gibi muamele ediyoruz” anlamına da gelebilir.[3]
6) “Peygamber ve ona tabi olanlar bunu bilsin diye…” anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah bu hususu kendi adına haber vermiştir.
7) “Muhammed (sas) bilsin diye…” anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah burada Hz. Peygamber’in bilmesini, Hz. Peygamber’in özelliğini ve faziletini göstermek üzere kendi Yüce Zatına izafe etmiştir. Nitekim Şanı Yüce Rabbimiz bir kudsî hadisinde, kinaye yoluyla hastalanan bir kulunu kendi nefsine izafe etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ey Âdemoğlu, Ben hastalandım, fakat sen Beni ziyarete gelmedin.”[4]
Şanı yüce Allah açıkta olanı da gaybı da bilir. Olmadan önce olacakları da bilir. Değişen sadece bilinen şeylerin halidir. Onun ilminde ise asla bir değişiklik yoktur. Aksine onun ilmi bütün mevcudata tek bir şekilde taalluk eder.[5]
Müminlerin İmtihan Edilmesi

Cenab-ı Hakk’ın, “insanları sınaması” ile ilgili üzerinde imal-i fikir etmeye çalışacağımız diğer ayet-i kerime ise şu şekildedir:
وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللّٰهُ الَّذٖينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبٖينَ
“Biz elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik. Allah elbette şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, samimiyetsiz olanları elbette bilecektir.” (Ankebut, 29/3)
Bu ayet-i kerimeden de anladığımız, Allah’ın (cc), imtihan etmeksizin de doğru söyleyeni ve yalan söyleyeni bildiğidir. O’nun ilmi hiçbir şekilde değişmez. Burada değişen, bilinen şeylerin durumudur.
Ayrıca şu ayet-i kerîmeler de müminlerin sınanması ve imtihan edilmesine açık bir şekilde delalet etmektedirler:
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتّٰى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدٖينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِرٖينَ وَنَبْلُوَا اَخْبَارَكُمْ
“Sizden cihâd edenlerle, sabredenleri bilelim diye sizi imtihan edeceğiz.” (Muhammed, 47/31),
اَلَّذٖى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْغَفُورُ
“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk, 67/2),
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَىْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرٖينَ
“Muhakkak ki sizi korku ve açlık türü bir şeyle imtihan edeceğiz.” (Bakara, 2/155),
فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى
“Siz ikiniz ona yumuşak söz söyleyin, belki o düşünür veya (Allah’tan) korkar.” (Taha, 20/44) ve
يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذٖى خَلَقَكُمْ وَالَّذٖينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin. Umulur ki ittikâ edesiniz.” (Bakara, 2/21)
Sadıkların Sıdkının Sınanması

Üçüncü olarak inceleyeceğimiz, bilhassa da sadıkları sınanması ile ilgili ayet-i kerime ise şu şekildedir:
لِيَسْأَلَ الصَّادِقٖينَ عَنْ صِدْقِهِمْ وَاَعَدَّ لِلْكَافِرٖينَ عَذَابًا اَلٖيمًا
“(Allah, bunu) doğru kimseleri doğruluklarından hesaba çekmek için (yapmıştır.) Kâfirlere de elem dolu bir azap hazırlamıştır.” (Ahzab, 33/8)
Hayat içindeki mücadeleler ve olayların etkisi ile, insanların kişilikleri biçimlenir. Günden güne ve olaydan olaya, kişilikler de olgunlaşır ve gelişir. Bireylerdeki karakteristik çizgiler ortaya çıkar. Bu şekilde sınavdan geçen kişiliklerden oluşan bir topluluk, kendine özgü nitelikleri, değer yargıları, kendisini diğer topluluklardan ayıran özellikleri ile varlık sahnesinde kalmaya devam eder. Bu sınav, tıpkı altının eritilip, saf altın ile değersiz tortunun birbirlerinden ayrılmaları gibi, ruhların gerçek durumlarını ve cevherlerini ortaya çıkarır.
Yüce Allah (cc), insanları fitne ve imtihanlara tabi tutar. Onları, bir tür pratik ve uygulamalı eğitimden geçirir. Kendi halifesi olarak seçtiği varlığın, kişiliklerini olumlu ve istenen yönde biçimlendirir ve olgunlaştırır. Fitne ateşi ile eriyen, imtihanın sıcaklığı ile kızgınlaşan ve biçimlenmeye müsait hale gelen kalpler, Rab ile kendisi arasında doğrudan bağ olduğunun farkına varır.
Bu açıdan, neticeyi bilmesine rağmen Cenab-ı Hak, insanı kendisine göstermek için onu sınamış ve haddehaneden geçirmiş olur. Bu sınavı kazanan çelikleşmiş ve polat bir ruha sahip olmuştur.
Ahiret Konusunda Şüpheye Düşenlerle Düşmeyenlerin Belirlenmesi

İnsanların sınanması ile ilgili anlamaya çalışacağımız, dördüncü ayet-i kerime ise şöyledir:
وَمَا كَانَ لَهُ عَلَيْهِمْ مِنْ سُلْطَانٍ اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يُؤْمِنُ بِالْاٰخِرَةِ مِمَّنْ هُوَ مِنْهَا فٖى شَكٍّ وَرَبُّكَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ حَفٖيظٌ
“Aslında şeytanın onlar üzerinde bir sultası, zorlayıcı gücü yoktu. Ancak âhirete iman edenleri, ahiret konusunda şüphe edenlerden ayırt edelim diye şeytana bu fırsatı verdik. Rabbin her şeyi hakkıyla gözetlemektedir.” (Sebe, 34/21)
Yüce Allah, olup biten her gelişmeyi, bu gelişmeler daha ortaya çıkmadan, insan gözü ile görülmeden önce bilir. Fakat olayların ve davranışların karşılıkları, bu olayların ve davranışların somut olarak insanların dünyasına yansımasına bağlıdır.
Bu geniş alanda, yüce Allah’ın olayları ve gelişmeleri planlayıp yönlendiren iradesi ile, şeytana verilmiş, oldukça zayıf, sınırlı, baş edilebilir ve otoriter olmayan bir insanları ayartma alanı bulunur. Ona insanları ayartma yetkisinin tanınması, yüce Allah’ın bilgisinde saklı olan güzel akıbetlerin veya cezai sonuçların pratikler dünyasında ortaya çıkması içindir.
Bu zayıf ayartma alanına takılmayan, nefis, şeytan ve dünyanın cazibedar davetlerine aldırmayan sağlam ve iradeli ruhlar, sırat köprüsünden geçmiş gibi olurlar. Elbette bu tür sağlam iradeleri, büyük göz aydınlıklarının beklediği aşikardır.
Allâh’ın (cc) İlminin Sonsuzluğu

Cenâb-ı Hakk’ın ilminin sonsuzluğu ile ilgili olarak anlamaya çalışacağımız ilk ayet-i kerime şu şekildedir:
وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَا اِلَّا هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ فٖى ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ
“Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları, O’ndan başkası kesinlikle bilemez. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.” (Enam, 6/59)
Ayette geçen (مَفَاتِحُ) “mefâtîh” kelimesinden, “anahtarlar” ya da “hazineler” manası murat edilmiştir. Birinci manaya göre Cenâb-ı Hak, “gaybın anahtarları” ifadesini, insan zihninin “hazineler” kelimesine rahatlıkla intikali için kullanmıştır. kullanmıştır. Çünkü “anahtarlar” sayesinde, emniyet altına alınmış hazinelerdeki kıymetli eşyaya ulaşılır. Hak Teâlâ her şeyi bildiğini, ayetteki (مَفَاتِحُ) “mefâtîh” kelimesi ile anlatmıştır.
Aklî olan bu hüküm, herkesçe anlaşılabilecek bir hale gelsin diye, o aklî ve külli hükme uygun olan, görülebilen ve bilinebilen bir misalin yani “anahtarlar” kelimesinin yardımı ile konu müşahhas hale getirilmiştir.
Bu kelimenin muhtemel ikinci manasına göre, bu ifade ile, Allah’ın bütün mümkünata kadir olduğu manası kastedilmiştir. Nitekim bu husus, şu ayet-i kerime ile de açıklığa kavuşturulur:
(وَاِنْ مِنْ شَیْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ)
“Hiçbir şey hariç olmamak üzere hepsinin hazineleri bizim nezdimizdedir. Biz onları malûm bir miktar dışında indirmeyiz.” (Hicr, 15/21)
Enam suresi 59 ayet-i kerimesi, Allah Teâlâ’nın, zamanî olan her türlü cüziyyatı ve teferruatı bütün incelikleri ile bildiğini gösteren en kuvvetli delillerdendir. (لَا يَعْلَمُهَا اِلَّا هُوَ) “Onları, O’ndan başkası kesinlikle bilemez…” beyanı ile vahdaniyete bir hasr yapılmış, Allâh’ın (cc) her türlü zıttan, eş ve benzerden münezzeh olduğu gösterilmiştir.
Her Şeyin Levh-i Mahfuzda Yazılı Olması

Allâh’ın (cc) ilminin sonsuzluğunu beyan ettiğini düşündüğümüz diğer bir ayet-i kerime ise şu şekildedir:
مَا اَصَابَ مِنْ مُصٖيبَةٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا فٖى اَنْفُسِكُمْ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَبْرَاَهَا اِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَسٖيرٌ
“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadid, 57/22)
Bu ayet, yeryüzündeki bütün meydana gelen şeylerin, var olmazdan önce, Levh-i Mahfuzda yazılmış ve Allah’ın ilminde malum olduklarına delalet eder. Ehl-i tevhid, Allah Teâlâ’nın, daha meydana gelmezden önce her şeyi bildiğine, bu ayeti delil olarak kabul etmektedirler.
Yüce Allah, mevcudatın bütün hallerini bilir. Varlığın, O’nun ilminin gerektirdiğinin dışına çıkmaları imkânsızdır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bütün mevcudatın hallerini, detaylı bir biçimde bu kitaba kaydedince, bu halleri değiştirmek de imkânsız hale gelmiş demektir. Bütün hallerin bu kitaba kaydedilmesi, sonraya kalan şeyin öne alınmasının, öne geçen şeyin de sona kalmasının imkânsızlığı hususunda tam bir gerekçe ve mükemmel bir sebep olmuş olur. Nitekim, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Kalem, Kıyamete kadar olacak her şeyi yazmış ve kaldırılmış, defterlerin sahifeleri de kurumuştur.”[6]
Ezelî Plan ve Program Kaza ve Kader

اِنَّا كُلَّ شَیْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ
“Haberiniz olsun ki biz her şeyi bir kaderle yaratmışızdır.” (Kamer, 54/49)
Ebu Hüreyre (ra)’nin rivayetine göre Kureyş müşrikleri Resülullah ile kader konusunda tartışmak üzere geldiklerinde Cenâb-ı Hak, “Şüphe yok ki mücrimler, sapıklık ve çılgın ateşler içindedirler. O gün o suçlular yüzleri üstü ateşte sürüklenirler. (Onlara): “Tadın cehennemin dokunuşunu” denilir. Şüphesiz Biz, her şeyi bir kader ile yarattık.” (Kamer, 54/47-49) ayetlerini indirmiştir.[7]
Her şey, hem zatı hem de sıfatları açısından bir miktar ve bir ölçü dahilinde yaratılmıştır. Nitekim Cenab-ı Hak; (فَقَدَرْنَا فَنِعْمَ الْقَادِرُونَ) “İşte biz, bunu bir ölçü ile yaptık. O halde biz ne güzel ölçen/takdir edeniz” (Mürselât, 77/23) buyurmaktadır. Allah Teâlâ, takdir etmeksizin, hiçbir şeyi yaratmaz.
Kader ve kaza kelimeleri genelde bir arada kullanılmakta ve “Allâh’ın (cc) kaza ve kaderi” denilmektedir. Bu cümlenin ifade ettiği anlam ise kazanın, Allah’ın (cc) ilminde, kaderin de Allâh’ın (cc) iradesinde olan bir husus olduğudur.
Bu kaderi programda küçük-büyük her şey kayıtlıdır. Bu kayıt hususu da şu şekilde beyan edilir:
وَكُلُّ شَیْءٍ فَعَلُوهُ فِى الزُّبُرِ وَكُلُّ صَغٖيرٍ وَكَبٖيرٍ مُسْتَطَرٌ
“Onların yaptıkları her şey, defterlerde kayıtlıdır. Küçük, büyük her şey, satır satır yazılıdır.” (Kamer, 54/52 ve 53)
Maddeler “yaratma” ve “takdir” iledir. Bu hususa Hak Teâlâ;
(اَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْاَمْرُ تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَ)
“Dikkat edin, yaratmak da emretmek de yalnızca O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı pek yücedir.” (Araf, 7/54)
beyanı ile işaret etmiştir.
Ruhlar ise “emir” iledir. Bu duruma ise Cenâb-ı şöyle işaret etmektedir:
(وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّٖى وَمَا اُوتٖيتُمْ مِنَ الْعِلْمِ اِلَّا قَلٖيلًا)
“Sana ruhtan sual ederler. De ki: “Ruh Rabbimin emrindendir. Size ise ilimden ancak çok az bir şey verilmiştir.” (İsra, 17/85)
Maddenin yaratılışında, Allah’ın (cc) var ettiği bir tertip bulunmakta, bütün mevcudat için bir takdir, belirleme ve merhale söz konusu olmaktadır. Ancak ruhun, Allah’ın (cc) icat etmesiyle, tek bir anda varlığı söz konusudur.
Mevcudat için, zamana bağlı bir var oluş söz konusu olduğu gibi, onun, belli bir miktarı da vardır. O halde, mevcudatın var oluşu, “kudret-i ilâhiye” ile, yaratılışı için belirli bir zamana tahsis edilişi de “irâdesi” iledir. Bu sebeple, kudret ile olan “halk”, irade ile olan ise, “emr”dir.
( إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ )
“O’nun (cc) emri, bir şeyi dilediği zaman, ona ancak “ol” demesinden ibarettir. O da oluverir.” (YâSîn, 36/82)
Cenab-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin yarattığı varlıkları iki temel kategoride mütalaa edebiliriz:
1. “Akıl” ve “ruh” gibi mümkün olan en hızlı zamanda yarattığı varlıklar ki (جَاءَ اَمْرُنَا) terkibinin geçtiği âyet-i kerîmeler (Hud, 11/40, 58, 66, 82, 94; Müminun, 23/27) bu konuda insan zihnine bir genişlik ve açılım verebilir.
2. Bir de “gökler, insanlar, hayvanlar ve bitkiler” gibi, belirli süreler içinde yarattığı varlıklar. Bakara, 2/29, Araf, 7/54, Yunus, 10/3 ve Hud, 11/7 ayet-i kerimelerinde olduğu gibi.
Bu durumda Kur’ân-ı Kerîm’de, Cenâb-ı Hakk’ın hızlıca yarattığı şeyler için “emr”, belirli süreler ve safhalar içerisinde yarattığı şeyler için de “halk” kelimelerini kullandığı sonucuna ulaşabiliriz.
Rızkın Taahhüd-ü Rabbani Altında Olması

وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ
“Yerde yürüyen hiçbir canlı hariç olmamak üzere rızıklar Allah’ın üstünedir. Onların duracak yerlerini de emanet edilen yerlerini de O bilir. (Bunların) hepsi (ve bütün halleri) o apaçık kitaptadır.” (Hud, 11/6)
Şanı yüce Allah, herkesin rızkını verdiğini ve o kişinin beslenip gelişmesinin kendi taahhüdünde olduğunu beyan etmektedir.
Zeyd b. Eslem’in rivayetine göre, Eşarîlerden olan Ebu Musa, Ebu Malik ve Ebu Âmir, kendi kabilelerinden bir grup ile birlikte hicret edip, Resülullah’ın (sas) huzuruna geldiklerinde azıkları da bitip tükenmişti. Aralarından birisini azık istemek üzere Resülullah’a (sas) gönderdiler.
Bu kişi, Peygamberimizin kapısına ulaştığında Efendimiz’in (sas):
“Yerde yürüyen hiçbir canlı hariç olmamak üzere rızıklar Allah’ın üstünedir. Onların duracak yerlerini de emanet edilen yerlerini de O bilir. (Bunların) hepsi (ve bütün halleri) o apaçık kitaptadır.” (Hud, 11/6) ayetini okuduğunu işitti. Bu ayeti duyan adam içinden şöyle dedi:
“Şüphesiz ki Eşarîler, Allah için diğer canlı varlıklardan daha değersiz değildirler.”
Bu düşünce ile, azık talebi için Resülullah’ın (sas) huzuruna girmeye gerek görmedi ve geri döndü. Arkadaşlarına vardığında şöyle dedi:
“Müjdeler olsun sizlere ki, imdadınıza yetişildi.”
Onlar da bu adamın Resülullah (sas) ile konuştuğunu ve Hz. Peygamber’in ona azık göndermek için söz verdiğini zannettiler. Tam bu sırada içi ekmek ve et dolu bir kabı iki kişinin taşıyarak getirdiğini gördüler. Diledikleri kadar o yemekten yediler. Daha sonra biri diğerine:
“Keşke biz kalan bu yiyeceği, o da ihtiyacını gidersin diye Resülullah’a (sas) geri göndersek” dedi ve iki adama şöyle dediler:
“Haydi bu yemekten kalanını Resülullah’a (sas) geri götürün, çünkü bizler bundan ihtiyacımızı karşıladık.”
Sonra Resülullah’a (sas) varıp, şöyle dediler:
“Ey Allah’ın Resulü! Bize göndermiş olduğun o yiyecekten daha bol ve daha lezzetlisini yemedik.” Hz. Peygamber (sas):
“Ben size yiyecek bir şey göndermedim ki” dedi.
Ona, yemek talebi için kendi arkadaşlarını gönderdiklerini söylediklerinde, Resülullah da (sas) o kimseye bu durumu sordu. Bu kişi de duyduğu ayet-i kerimeyi ve arkadaşlarına rızkın geleceğini söylediğini bildirince Resülullah (sas):
“Bu, Allah’ın size rızık olarak verdiği bir şeydir” diye buyurdu.[8]
Ebu Useyd’e sorulmuş:
“Nasıl ve nereden rızıklanmaktasın?” O da:
“Sübhanallah, Allahu Ekber” diye hayretini belirtmiş ve şöyle demiş: “Şüphesiz Allah köpeğe dahi rızık verir. Ebu Useyd’e mi rızık vermeyecek?”
Hatim el-Asamm’e:
“Rızkın nereden, ne yersin?” diye sorulmuş. O da:
“Rızkım Allah’tan gelendir” diye cevap vermiş. Kendisine:
“Allah semadan senin üzerine dinar ve dirhem mi indiriyor?” diye sorulmuş. Bu sefer şöyle demiştir:
“Semadan başka diğer varlıklar yine O’nun varlıkları değil midir? Ey adam! Şu yerler O’nundur, gökler de O’nundur. Eğer O, benim rızkımı semadan vermeyecek olursa, şüphesiz bana rızkımı bu defa yerden gönderir. Zorlukta da kolaylıkta da bütün bu mahlukatı da beni de rızıklandıran Allah olduğuna göre, nasıl olur fakir düşmekten korkarım? O ki bütün mahlukatın rızkını vermeyi üstlenmiştir. Çöldeki kertenkelenin de denizdeki balığın da…”[9]
Göklerde ve Yerde Zerre Miktarın Allâh’tan Gizli Olmaması

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى لَهُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى الْاٰخِرَةِ وَهُوَ الْحَكٖيمُ الْخَبٖيرُيَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِى الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَاءِ وَمَا يَعْرُجُ فٖيهَا وَهُوَ الرَّحٖيمُ الْغَفُورُوَقَالَ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَا تَاْتٖينَا السَّاعَةُ قُلْ بَلٰى وَرَبّٖى لَتَاْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلَا فِى الْاَرْضِ وَلَا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَا اَكْبَرُ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ
“Göklerde ne var, yerde ne varsa kendisinin olan Allaha hamdolsun. Âhiretde de hamd Onundur. O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir (her şeyden de) hakkıyla haberdardır. Yere ne giriyor, oradan ne çıkıyor, gökten ne iniyor, oraya ne yükselip çıkıyorsa bilir. O, çok esirgeyici, çok yarlığayıcıdır. İnkâr edenler, “Kıyamet bize gelmeyecektir” dediler. De ki: “Hayır, öyle değil, gaybı bilen Rabbime ant olsun ki, Kıyamet size mutlaka gelecektir. Ne göklerde ve ne de yerde zerre ağırlığında bir şey bile O’ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Sebe, 34/1-3)
“Hamd” ile başlayan sureler beş tane olup, Fatiha suresi, Kur’ân’ın ilk yarısında yer alan En’âm ve Kehf sureleri ile, Kur’ân’ın son yarısında yer alan Sebe ve Fâtır (bir diğer adı “Melâike”) sureleridir.
Allah Teâlâ, kemâl ve cemâl sıfatlarıyla muttasıf, ezelde ve ebedde mahmûd, hamd edilmiş, övülmüş ve meşkûrdur. O, kerem ve lütfunu hep izhar etmiş ve nimetlerini bahş edegelmiştir. Binâenaleyh, hamd etmek için, nimetini hatırlamanın dışında, O’nun azametini hatırlamak da hamd etmek yerine geçer. Allâh (cc), göklerdekilerin ve yerdekilerin mâliki ve azamet sahibi mutasarrıfıdır. Bu sebeple hamd, bütünüyle O’na mahsustur.
Sonuç

İnsan, Allâh tarafından yaratılıp zaman ve mekâna gönderildiğinde de irade etme kıvamına gelip irade ettiğinde de bütün bunlar Allâh’ın ezeli ve ebedî ilminde mevcut idi. İnsan neye karar verecekse, hangi ameli işleyecekse, Allâh (cc) bütün bunların hepsini ezelî ilmi ile bilmiş ve bir kitapta satır satır, insanoğlunun fert fert yapacağı bütün amelleri değişmez bir şekilde kayıt altına almıştır. Değişmez bir şekildedir zira, her şey ezel ve ebed açısından çok nettir. Çünkü değişecek bir durum bulunmamaktadır.
Bir örnek ile açmaya çalışalım. Bir insanın A noktasından B noktasına gitmeye ve bu yolculuğu için de belirli bir vasıtaya karar verdiğini farz edelim. Bu kimse son anda fikrini değiştirmiş, ne gideceği yere gitmiş ne de kullanacağını düşündüğü vasıtayı kullanmıştır. İşte böyle bir durumdaki kimsenin kader defterinde, bu kimsenin kararını değiştirerek gitmeyeceği kayıt altına alınmıştır. Farz edelim ki gitmeye karar verdiği yere gitti ve dilediği vasıtayı da kullandı. İşte bu hali için de kaderî programda gideceği yer ve kullanacağı vasıta kayıt altına alınmıştır. Bütün bu durumlar, her fert için tek tek geçerlidir ve değişmezdir. İşte bu açılardan, bir “ezelî plan ve program” yani “kaza ve kader” bulunmaktadır. İnsanın, bu kaderî programın zerre miktar dışına çıkışı söz konusu bile değildir.
“Rızık, ömür, said veya şakî oluş” durumları, bir kişinin kaderî programında ne ise o şekildedir ve değişmezdir. “Öyleyse hiç çalışmayalım, bir kenarda oturup kaderimizi yaşayalım” sözü ise, kişinin kendisini akıllı zannederek ürettiği bir mazerettir. Herkes çalışacak, hangi işe yöneliyorsa yönelecek ve yönelmek istediği iş de kendisine, “Sizler çalışıp amel edin, herkese ameli kolaylaştırılır”[10] sırrınca Allâh (cc) tarafından kolaylaştırılacaktır.
Bu durumda bizlere düşen görev, Allâh’a (cc) dua dua yalvarmak, süedâ zümresine dahil etmesini, şakî olarak kaydetmişse bile bunu saîd olarak değiştirmesini talep etmektir. Neticede böyle bir talep durumu bile, kişinin akıbetinin kendisine bir nevi kolaylaştırılmasıdır.
Cenâb-ı Hakk Celle ve Alâ Hazretlerinden bizleri saîdler zümresine kaydetmesini diler, şakilerden olmaktan azametince Rabbi Rahîmimize sığınırız.
[1] Tirmizî, Tefsir, 2 (Hadis no: 2961); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/9, 32.
[2] Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, C. 8, s. 275 (Hadis no: 5819); İbnu Ebî Şeybe, Musannef, C. 12, s. 71 (Hadis no: 36192); Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I/391, (Hadis no: 1247).
[3] Razi, Fahruddin (h. 604), Tefsiru’l Kebir Mefâtîhu’l-Ğayb, Dâru’l-Fikr-1981, 4/114-115.
[4] Müslim, Birr, 43.
[5] Ebubekir el-Kurtubî (h. 671), El-Camiu Li Ahkâmi’l-Kur’ân, Müessesetü’r-Risale, Beyrut-2006, 2/437-438.
[6] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme, 59; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/293, 303, 307; Hâkim, Müstedrek, 3/541, 542.
[7] Vahidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s. 634; Müslim, Kader, 4 (Hadis no: 2656); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/444 (Hadis no: 9734) ve 2/476 (Hadis no: 10167); Buhari, Halku Efâli’l-İbâd, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-1990, s. 28; Tirmizî, Kader, 19 (Hadis no: 2157).
[8] Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl fî Ma’rifeti Ehâdîsi’r-Rasûl, Mektebetu’l-İmam Buhârî, Kahire-2007, C. 2, s. 791 (216. Asıl).
[9] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’ân, (Tahkik: Abdulmuhsin et-Türkî), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-2006, C. 12, ss. 72-73.
[10] Buhari, Kader, 4 (Hadis no: 6605); Tefsîr, Suratu Velleyli izâ yağşâ, (Hadis no: 4945).
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.