Mazeret Beyanı

Musa Kâzım GÜLÇÜR

19 Şubat/2019

Giriş

Mazeret kelimesi, lügat anlamı itibarı ile genel olarak, yanlış ve hatalı bir davranışın, elde olmadan veya mecbur kalındığı için yapıldığını bildirmek ve affedilmesini istemek üzere öne sürülen bir sebep olarak anlaşılmıştır. Bu açıdan mazeret beyan eden kimse, daha önceden yapmış olduğu yanlışlığı düzeltmeye ve söz konusu yanlışlığından dönmeye çalışmakta, bir anlamda yapılan hatalardan ve günahlardan pişmanlık duyup tevbe etmek istemektedir.

Makalemizde sırasıyla peygamberler ve salih insanların meşru bir temele dayanan, kâfir, zalim, müşrik ve münafıkların ise herhangi bir asıl ve temele dayanmayan, sadece kendilerini ve karşılarındakini aldatmaya yönelik özür ve mazeret çabalarının Kur’ân-ı Kerîm’de nasıl tasvir edildiğini görmeye çalışacağız.

Âyet-i kerîmelerde –binlerce anlayış derecesine hitap ettiği hakikatini de göz önünde tutarak- genel anlamda beş çeşit özür/mazeret bulunduğunu söyleyebiliriz. Şimdi bu âyet-i kerîme gruplarına yakından bakmaya çalışalım:

1. Peygamberlerin ve Salih İnsanların Özür ve Mazeret Beyanları

İlk sırada peygamberlerin ve salih insanların özür dilemesini görmeye çalışacağız. Mesela, Musa (as) Hızır (as)’a karşı şöyle demektedir:

“Eğer bundan sonra sana bir şey hakkında soru sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme.  Doğrusu, tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın (bu son özür dileyişim)” (Kehf, 18/76)

Musa (as)’ın böyle söylemesinin sebebi, bilindiği üzere Hızır (as)’ın Musa (as)’a, kendisi herhangi bir izahta bulunmadıkça “bunu niçin böyle yaptın?” sorusunun sorulmaması idi. Musa (as) Hızır (as)’a ilk defa “bunu neden böyle yaptın?” diye sorduğunda Hızır (as): “benimle arkadaşlık yapmaya sabredemezsin demedim mi?” şeklinde almış olduğu sözü hatırlatmış, Musa (as) ise verdiği sözü unuttuğunu belirterek mazeret beyan etmiştir. Hızır (as) ilk olması münasebeti ile bu mazereti kabul etmiştir. Zaten Efendimiz (sas):

“Ümmetimden hata, unutma ve zorlandıkları şeyin hükmü kaldırıldı”[1]

buyurarak hata ve unutkanlıkla yapılan işlerin mazur görüldüğünü beyan etmiştir. Diğer türlü, insanlardan hatasız olmaları beklenir ki bu aslen mümkün değildir. Çünkü yine Efendimiz (sas)’in mübarek beyanları içerisinde;

“İnsanoğlunun hepsi hatalıdır. Ancak hatalıların en hayırlısı ise tevbekâr olanlarıdır.”[2]

Dolayısıyla da insan hata ve unutkanlığa dayalı davranışlar sergileyebilmekte, hatalardan dönme ise büyük bir erdem olmaktadır. İnsan hatalarından dönmeye çalışırken Rabbine özür ve af dilekleri ile yönelir. İşte tam da bu sebeple istiğfar, yani kişinin zulüm, unutkanlık ve haksızlıklarını Cenab-ı Hakk’a itiraf edip, bir anlamda hatalarını anladığını ifade eden mazeret ile Rabbine yönelip O’nun şefkat ve merhametini talep etmesi “tevbe ve istiğfar” olarak adlandırılan önemli bir davranıştır.

Salih insanların mazeretleri ise Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde beyan buyurulur:

“Hani onlardan bir cemaat (ya da peygamber/peygamberler): ‘Allah’ın yerle bir edeceği veya şiddetli bir felaket göndereceği şu gürûha ne diye boşuna öğüt verip duruyorsunuz?’ demişti. O salih kişiler (ya da peygamberler) de: ‘Rabbinize mazeret arz edebilmek için! dediler. O mücrimler kendilerine hatırlatılanı unutunca, biz de kötülükten alıkoymaya çalışan kimseleri kurtardık. Nefislerine zulmedenleri ise yoldan çıkmaları sebebiyle, şiddetli bir azapla yakaladık.” (A’râf, 7/164-165)

Bu âyet-i kerîmenin mealinde “ümmet” kelimesini “peygamberler ya da salih kişiler olarak yorumlamaktayız. “Ümmet” kelimesinin hem peygamberler hem de salih insanlar şeklinde anlaşılabileceğine ulaşabildiğimiz tefsirlerde rastlayamamış olsak da bu manayı Kur’ân-ı Kerîm’den istidlal etmekteyiz. Nahl suresinde: “Şüphe yok ki İbrahim, tek başına bir ümmetti” (Nahl, 16/120) buyurularak “ümmet” kelimesi İbrahim peygamberin (as) bir vasfı olarak zikredilmektedir. Bu sıfatın anlamı konusunda İmam Taberî, “İbrahim, hayır öğreten bir muallimdi” demektedir.[3]

2. Mazeret Öne Süren Kâfirler

“Bize kavuşacaklarını ummayanlar, “Bize melekler indirilseydi yahut Rabbimizi görseydik ya!” dediler. And olsun, onlar kendi benliklerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir taşkınlık gösterdiler. Fakat melekleri görecekleri gün suçlulara hiçbir müjde yoktur. “Eyvah! Biz Allah’ın rahmetinden tamamen uzaklaştırılmışız” diyecekler.” (Furkan, 25/21-22)

“Bize kavuşacaklarını ummayanlar” cümlesi, bu inkârcıların ahirete inanmayan kimseler olduklarını göstermektedir. Âyet-i kerimede geçen “utuvven” kelimesi, “yeryüzünde üstünlük taslamak, küfrün en şiddetli hali, zulmün en kötü vaziyeti” şeklinde anlamlandırılmıştır[4].

Kıyamet gününün çeşitli durumları ve safhaları vardır. Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinden açıkça anlaşılan, hesap gününün belli bir safhasında bilhassa kâfir/zalim/müşrik ve münafıkların mazeret ifadelerinin kesinlikle kabul edilmeyeceği, konuşma gücünü dahi kendilerinde bulamayacaklarıdır (Neml, 27/85; Tahrim, 66/7; Mürselat, 77/35-37). Dolayısıyla zalim, kâfir, müşrik ve münafıkların mazeretler öne sürüp kendilerini kurtarma yönündeki çaba ve konuşmalarına kesinlikle izin verilmeyeceği, kendilerinde konuşma gücü bulamayacakları bir safha, bir zaman dilimi bulunmaktadır denilebilir.

İbnu’l-Ezrak Abdullah b. Abbas’a: “Bu onların konuşamayacakları bir gündür” (Mürselât, 77/35) buyruğu ile “Kıpırdanan du­dakların fısıltısından başkasını duyamayacaksın” (Ta-Ha, 20/108) ayeti ve “Onların (kâfir, zalim, müşrik ve münafıklardan) bir kısmı diğer bir kısmına yönelip, birbirlerine sorarlar” (Saffat, 37/27) ayetlerinin telifini sordu. İbn Abbas ona şu cevabı verdi:

“Şüphesiz Rabbinin nezdinde bir gün, sizin saydığınız bin yıl gibidir” (Hac, 22/47) ayetinden anlıyoruz ki her günün farklı bir durumu ola­caktır.”[5] İbn Abbas hazretleri, Mürselat, 77/35’te geçen “gün” kelimesine işaret etmektedir.

Bu âyet-i kerimeden Allah Teâlâ’nın, kâfirler için şu çeşit azaplarının olacağı anlaşılmaktadır:

a) Mahcup olma azabı. Bütün insanların ve cinlerin huzurunda rezil ve rüsvay olacaklar, kusur ve ayıplarının tamamı ortaya çıkacaktır. Akl-ı selîm sahibi herkes, mahcup olma azabının, ölümden daha çetin ve zor olacağını bilir.

b)  Kaçak birinin, sahibinin kapısına gelmesi ve sonunda O’nun eline düşmesi azabı. Yakalanması öyle bir vaziyette olmaktadır ki O’nun (cc) azap sözü tam bir gerçekliktir ve O (cc); “Benim huzurumda söz (hüküm) değişmez” (Kaf, 50/29) diye meseleyi bağlamıştır,

c) Daha önce alay ettiği, önemsemediği kimselerin, mükâfata ulaştıklarını ve kendilerine her türlü ihtiramın yapıldığını görmesi, kendisinin de rezilliği ve ilahi cezayı hak ettiğini anlaması azabı.

d) Buraya kadar sayılanlar manevi-ruhani azap cinsindendi. Ama bir de maddi azap vardır ki bu da kâfirlerin cehennemi ve onun dehşetini madden görüp yaşamalarıdır.

Bunların hepsinden Allah’a sığınırız. Binâenaleyh bu kimseler hakkında, bu tür ve hatta künhünü sadece Allah’ın (cc) bilebileceği türden azaplar meydana geleceği için, Allah Teâlâ bu kimseler hakkında “Yalanlayanların o gün vay hallerine…” buyurmuştur.[6]

3. Mazeret Öne Süren Zalimler

İslam ve Kur’ân karşıtı zalimlerin hesap gününde bulabildikleri her mazerete kolayca sığınmaya çalışacakları, onlardaki şüphe ve tereddüdün had safhada olduğu, mazeret beyanlarının kendilerine asla fayda vermeyeceği anlaşılmaktadır:

“O gün zalimlere, mazeret öne sürmeleri hiçbir fayda sağlamaz. Artık lânet de kötü yurt da onlarındır!” (Mümin, 40/52).

Allah Teâlâ, Mümin, 40/51’de, iyilerin ve kötülerin bir arada olacağı mahşer gününde, iyilere yardım edeceğini şöyle beyan buyurmaktadır:

“Biz, peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında da, şahitlerin ayağa kalkacağı kıyamet günü de zafer verecek/yardım edeceğiz.” (Mümin, 40/51)

Binâenaleyh, iyilerin derecelerinin o günde âli ve yüce olacağı açıktır. Ama iyilere düşman olan zalimlerin durumlarına gelince, onlar için şu üç şey söz konusudur:

a) O gün zalimlere, mazeret dâhil hiçbir husus fayda vermeyecektir.

b) Ayetteki; “lanet, o gün sadece onların üzerinedir” cümlesi, lanetin bütünü ile zalimlere ait olduğunu göstermektedir. Lanet, bir kimsenin hakir ve zelil kılınması demektir.

c) Ayetteki, “kötü yurt” ifadesi de “çetin azap” anlamındadır ve yine zalimi işaretlemektedir.

Binâenaleyh, işte o günde zalimler bu üç vahşeti, yalnızlığı ve belâyı tadacaklardır.

Allah Teâlâ, o büyük mahşerin içinde meydana gelecek çeşitli şeref ve ikramı, sadece peygamberlerine ve dostlarına tahsis edecektir. İşte böyle bir anda, Allâh dostları müminlerin sevinçlerinin ne kadar yüksek, zalimin kederlerinin de ne derece büyük olacağı açıktır.

Ayetteki, “O gün zalimlerin özür dilemeleri bir fayda vermeyecek” cümlesinden, zalimlerin de ahirette mazeret beyanında bulunacakları, fakat bunun kendilerine fayda vermeyeceği anlaşılmaktadır. Ancak diğer taraftan Cenâb-ı Hakk’ın, “Onlara özür dilemeleri için herhangi bir izin verilmeyecek” (Mürselat, 77/36) ayeti de bulunmaktadır. Bu iki yüksek beyan nasıl yorumlanmalıdır?” sorusuna müfessirler yukarıda geçen İbn Abbas (ra) hazretlerinin yaklaşımı (Allahu a’lem) ile cevaplamışlardır. Şöyle ki: Kıyamet günü çok uzun bir gündür. Binâenaleyh bu beyandan zalimlerin, Kıyamet gününün herhangi bir safhasında mazeret beyanında bulunabilmiş, diğer safhalarında ise bulunamamış olabilecekleri anlaşılabilir[7] şeklinde cevap vermektedirler.

Zalimlerin, mazeretlerinin faydasızlığı, suçlarını silip ve Allâh’ı hoşnut edecek amel işleme taleplerinin kabul edilmeyeceği bir başka âyet-i kerimede şöyle belirtilir:

“O gün zalimlere mazeret öne sürmeleri fayda sağlamaz. Allah’ı razı edecek amelleri işleme istekleri de kabul edilmez.” (Rum, 30/57)

4. Mazeret Öne Süren Müşrikler

Müşriklerin Ahirette sorgu-sual esnasındaki bir mazeret şekli de saptıranlara bağlılıklarının sonucu kendilerinin yanlış yönlendirilmiş oldukları, bu yönelişlerinden dolayı da kendilerinin suçlu sayılamayacakları, suçlu olsalar bile saptıranlara daha fazla ceza verilmesi gereğini iddia etmeleri ve bu mazeretlerinin aklen ve mantıken geçersizliğidir.

“O gün yüzleri ateşte evirilip çevrilirken (kendi kendilerine): “Eyvah bize! Keşke Allaha itaat etseydik, peygambere itaat etseydik” diyeceklerdir. (Sonra da): Ey Rabbimiz! Biz önderlerimizin ve büyüklerimizin dediklerine uyduk, ama onlar bizi yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânete uğrat” derler” (Ahzab, 33/66-68)

Ayetteki “itaat” kelimesini Katade “şerde ve şirkte itaat”, İbnu Zeyd ise “saptıran devlet başkanlarına itaat” şeklinde anlamaktadır[8]. Alûsî de “sâdât”a itaati, yönetimi ve devlet gücünü elinde tutan başkanlar ve valilere itaat, “küberâ”ya itaati de halka küfrü telkin edip süslü gösteren ilim adamlarına itaat olarak anlamaktadır[9].

5. Mazeret Öne Süren Münafıklar

Kur’an-ı Kerîm’de münafıkların dini emir ve yasaklara uymama konusunda özür ve mazeretler ürettikleri ve bu özürlerini kendilerini iyilerden gösterme adına bir kalkan gibi kullandıkları, samimi olmadıkları ve bahanelerinde yalana yeltendikleri farklı yerlerde gayet ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır:

“Eğer kendilerine ettikleri alay hakkında soracak olursan, yaptıklarını gizler ve: “Ciddi bir şey konuşmuyorduk, sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk!” derler. Sen onlara kanmayıp, suçlarını itiraf etmişlercesine de ki: “Demek, siz Allah ile O’nun ayetleri ile ve Resulü ile eğleniyordunuz öyle mi? Ey münafıklar! Hiç boşuna özürler öne sürmeyin! Gerçek şu ki: Siz iman ettiğinizi açıkladıktan sonra, içinizdeki inkârı açığa vurdunuz. Sizden bir kısmınızı affetsek de bir kısmını suçlarında ısrar etmelerinden dolayı cezalandıracağız.” (Tevbe, 9/65-66)

Bu âyet-i kerimede bir kısım insanların inanır görünmekle birlikte aslında inkâr ve istihza yolunu seçtikleri, bu inkâr ve istihzalarını gizledikleri, inananlarla karşılaştıklarında da inanır görünüp, asıl durumları kendilerine sorulduğunda da mazeretler öne sürdükleri anlaşılmaktadır. “Bir kısmını affetsek…” beyanından, tenkit ve alay etme hususunda ileri gitmeyip diğerlerine uymadığı için küfrü hafifleyen, dini hükümleri önce alaya almakla birlikte bu yanlış tutumunu düzeltme gayretine giren, Cenab-ı Hakk’ın tövbesini kabul ettiği, iman etmeye ve küfürden çıkmaya muvaffak kıldığı kimseler anlaşılmıştır.[10]

Bir kısım ikiyüzlü münafıklar ise mazeret beyanına dahi lüzum hissetmeyen, yalana sıklıkla başvuran talihsizlerdir. Bu tür kimselerle ilgili olarak da şöyle buyurulmaktadır:

“(Göçebe/Bedevî) Araplardan savaşa katılmamak için mazeretler uyduranlar kendilerine izin verilsin diye geldiler. Ancak Allah’a ve Resulüne bağlılık iddiasında olan yalancılar ise oturdular. Ne geldiler ne de özür dilediler. O bedevîlerden bu şekilde kâfir olanlar, gayet acı bir azaba mâruz kalacaklardır.” (Tevbe, 9/90)

Aynı surede, Efendimiz (sas) ve O’nun şahsında bütün müminler ikaz edilerek yalancı münafıklar konusunda dikkatli olunması emir ve tavsiye buyurulmuştur:

“Savaş dönüşü kendileriyle karşılaşınca, savaşa katılmamaları hakkında mazeretler, bahaneler ileri sürerler. De ki: ‘Boşuna bahaneler öne sürmeyin. Zira size inanmayacağız. Çünkü sizin aleyhimizde çevirdiğiniz hilelerden bir kısmını Allah bize bildirdi. Bundan böyle, yapacağınız her şeyi Allah da Resulü de görüp değerlendirecek, daha sonra da gizli olsun açık olsun her şeyi bilen Allah’ın huzuruna götürüleceksiniz. O da bütün yaptıklarınızı bir bir önünüze koyacaktır.” (Tevbe, 9/94)

Sonuç

Efendimiz (sas) ahiretteki sorgulama esnasında kişilerin mazeret ve özür beyan edebilecekleri iki safhadan söz etmektedir:

“Kıyamet günü insanlar sorgulama için üç kere Allah’a arz edilirler. İlk iki sorgulama esnasında kişiler savunma haklarını kullanabilmekte ve özürlerini beyan edebilmektedirler. Ama üçüncüsü son sorgulamadır. Bu üçüncü sorgulamadan sonra defterler ellerde uçuşur. Bir kısım insanlar amel defterlerini sağ elleriyle, diğer bir kısmı da sol elleriyle alırlar.”[11]

Hadîs-i şerîflerde, geçerli özür ve mazeret ile ilgili olarak nakledilen bir olay şu şekildedir: “Bera’dan rivayet edildiğine göre ‘Müminlerden oturanlarla Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir olmaz’ (Nisa, 4/95) ayeti nazil olduğu zaman Hz. Peygamber (sas) Zeyd (ra)’i çağırdı. Zeyd, ayeti yazmaya geldi. Bu sırada İbnu Mektum gözlerinin ama oluşundan yakınıyordu. Bunun üzerine ayetin devamında özür sahipleri şu şekilde istisna edildi: “Müminlerden özür sahibi olmaksızın (cihattan geri kalıp) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihat edenleri, derece itibariyle, cihattan geri kalanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah (müminlerin) hepsine de en güzel olanı (cenneti) vaat etmiştir. Ama mücahitleri büyük bir mükâfat ile kendi katından dereceler, bağışlanma ve rahmet ile cihattan geri kalanlara üstün kılmıştır. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[12]

Geçerli mazeret ya da özür için bir örnek teşkil eden bir başka hadise ise şu şekildedir:

“Ebu Said İbnu’l-Mualla şöyle anlatıyor: Ben Mescid-i Nebevi’de namaz kılıyordum. Resülullah (sas) beni çağırdı. Fakat (namazda olduğum için) icabet edemedim. Sonra yanına gelerek:

“Ey Allah’ın Resulü namaz kılıyordum (bu sebeple cevap veremedim diye özür beyan ettim). Bana:

“Allahu Teâlâ Kitabında: “Ey iman edenler, Allah ve Resulü sizi çağırdıkları zaman hemen icabet edin” buyurmuyor mu?” (Enfal, 8/24) dedi ve arkasından ilave etti:

“Sen mescidden çıkmazdan önce, sana Kur’an-ı Kerim’in (sevapça) en büyük suresini öğreteyim mi?” dedi ve elimden tuttu. Mescidden çıkacağı sırada ben:

“Sana en büyük sureyi öğreteceğim” demiştiniz? dedim. Bana:

“O sûre Elhamdü lillahi Rabbi’l Alemin’dir (ki namazlarda tekrar tekrar okunan) yedi ayet (es-Seb’u’l-Mesani) ve bana verilen yüce Kur’an’dır” buyurdu.”[13]

Bir başka rivayette ise özür ve bahanenin geçerliliğini yitirdiği yaş söz konusu edilmiştir. Ebu Hüreyre’den rivayete göre Resülullah (sas) buyurdular ki: “Ecelini altmış yaşına kadar uzattığı kimselerden Cenab-ı Hakk, her çeşit özür ve bahaneyi kaldırmıştır.”[14]

Yalandan uzak, nifak düşüncesinden herhangi bir iz içermeyen, meşru bir temele dayanan ve gerçek anlamdaki özür beyanlarının bazı temel faydalarından söz edilebilir. Özetle:

  • Özür dileme ile günahlar silinir.
  • Özür istenilen kişiden fayda görülür.
  • Asıl olan, kişinin özür dilemeye sebep olabilecek hususlardan sakınmasıdır. Ancak yine de özür dilenecek bir hata yapılmışsa özür ile kalplerin yumuşaması gerçekleşmiş olur.
  • Özür beyan eden kişi, Cenâb-ı Hakk’ın sevgi ve rahmeti ile mukabele görür. Çünkü Allâh (cc) kendisine en fazla özür beyan edilen ve bu özürlerin neredeyse tamamını kabul edip hataları affedendir.
  • Karşısındaki kişinin özrünü kabul etmekle o kişiyi yeniden hayırlı işler yapma yolunda teşvik edilmiş olur.
  • Özür, insanların daha büyük yanlışlıklara girmelerine karşı koruyucu bir vesile gibidir.

Ancak yalana dayalı, nifak düşüncesinden kaynaklanan, meşru bir temeli olmayan, aldatma amaçlı özür beyanlarının çok temel bazı zararlarından söz etmek gerekirse;

  • Herhangi bir sahih temeli bulunmayan mazeret beyanları kesinlikle bir sonuç vermeyecektir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri; “Âyetlerim size okunuyordu da siz onları yalanlıyordunuz, değil mi?” der. Onlar da: “Ey Rabbimiz! Biz azgınlığımıza yenik düştük ve sapık bir toplum olduk. Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer (tekrar günaha) dönersek şüphesiz kendimize zulmetmiş oluruz” derler. Allah Teâlâ: “Kesin sesinizi, sakın bir daha Bana bir şey söylemeye kalkışmayın!” (Mü’minûn, 23/105-109) buyurarak Cehennemi her azgın zalim, kâfir, müşrik ve münafığın üzerine kapatır.
  • Ahiretteki hesap gününde, dünyevi yanlışlıkların sonuçlarına katlanma cezası asla değiştirilemeyecektir.
  • Ahiretteki hesap gününde, başkalarınca aldatıldığını ve suçlu olamayacağını öne süren beyanların hiçbir faydası olmayacaktır.
  • Akla ve sahih düşünceye dayanmayan temelsiz yargı ve suçlamalar, bilhassa da ahiret hayatında kişinin yakasına yapışacak, böyleleri Cehennem azabı ile cezalandırılacaklardır.
  • Dünyada iken yüksek dini ve ahlâkî metotlardan uzaklaşan kişilerde -Cenâb-ı Hakk’ın bazı sebeplerle istisna kıldıkları hariç- âhirette ebedî hasret ve ceza farz hale gelecektir.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden bizleri her türlü şirk, küfür, zulüm ve nifak tavır, tutum ve düşüncesinden uzak tutmasını, dünyayı âhiret hesabına müspet şekilde imara muvaffak kılmasını, kalplerimizi İman, İslam ve İhsan şuurundan bir an bile uzaklaştırmamasını dileriz…


[1] Buhari, hudûd 22; talâk II; Ebu Davud, hudûd 17; Tirmizî, hudûd 1; İbn Mâce, talâk 15.

[2] Tirmizî, kıyâmet 50; İbnu Mâce, zühd 30.

[3] İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, 14/393, Dâru Hicr, Kahire-2001.

[4] Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 15/392-393, Müessesetü’r-Risale, Beyrut-2006.

[5] Kurtubî, age., 21/513.

[6] Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, 30/279, Dâru’l-Fikr-1981.

[7] Râzî, age., 27/78.

[8] Taberî, Câmiu’l-Beyân, 19/188-189, Dâru Hicr, Kahire-2001.

[9] Alûsî, Rûhu’l-Meânî, 22/93, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, trsz.

[10] Razi, Mefâtîhu’l-Ğayb, 16/128, Dâru’l-Fikr-1981.

[11] Tirmizi, Kıyamet 11.

[12] Buhari, cihad 31.

[13] Buhari, tefsir 1.

[14] Buhari, rikak 4.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.