Hucurât Suresinin İncelikleri 1

Musa Kâzım GÜLÇÜR

24 / Temmuz / 2020

İçindekiler

Abstract 1

Hucurât Suresinin İncelikleri 1 Giriş 2

Surede Tekrar Eden Cümle ve Kelimeler 6

“Sebeb-i Nüzûl” Kavramı ile İlgili Ön Bilgiler 7

“Ey iman edenler!” Cümlesi 8

Hz. Peygambere (sas) Karşı Edebin İnce Çizgileri 9

Hz. Peygambere (sas) Karşı Edepten Mahrumiyetin Sonuçları 12

Hz. Peygamber’in (sas) Huzurunda Seslerini Kısanlar 16

Fâsık Kimse Önemli Bir Haber Getirirse 20

Ayet-i Kerimenin Sebeb-i Nüzûlü 24

Surah al-Hujurat, the 49th chapter of the Qur’an revealed in Madinah, encompasses vital societal principles such as inclusivity and awareness, along with guidance on respectful conduct towards the Prophet Muhammad (pbuh). Notably, five of its eighteen verses begin with the phrase “O you who believe!” The surah’s first ten verses generally prescribe commands and advice for ethical conduct and virtue. The last eight verses, from the eleventh to the eighteenth, prohibit negative habits and behaviors.

Upon closer analysis, the surah can be segmented into five distinct sections, complemented by an introductory and concluding appendix.

The introduction section informs us that the deeds, respectful attitudes, and behaviors required towards Allah (Great is His Majesty) and His Messenger (pbuh) can only be actualized through the consciousness of “taqwa.”

The initial segment, comprising the first five verses, instructs us to refrain from disrespecting the Prophet (pbuh), to keep our voices lowered before Him, and to avoid uttering disrespectful words in His presence.

The second chapter, comprising verses 6, 7, and 8, emphasizes the importance of verifying the accuracy of news and narratives. It advises against endorsing rumors and information from unreliable sources and cautions against forming attitudes and behaviors based on false and fabricated news.

The third section, verse 9, emphasizes the proper conduct within Muslim communities, particularly during times of conflict. It highlights the importance of calm behavior in disputes between societies and underscores the significance of guiding conflicting parties back to the teachings of the Holy Book of Allah and the Sunnah of the Prophet.

The fourth section, encompassing verses 10, 11, and 12, highlights the brotherhood fostered by Islam and the duties it entails. Within this framework, it outlines ethical principles for social welfare that discourage harmful conduct, including ridiculing others, harboring ill thoughts, and unjust suspicion.

The fifth section, comprising verses 13, 14, and 15, proclaims the unique origin of humanity, stating that people are created in nations and tribes to know one another. It affirms the truth of faith and Islam and emphasizes the significance of striving with possessions and persons in the path of Allah.

The concluding section of the surah’s last three verses proclaims that Allah’s knowledge encompasses all of existence, with nothing concealed from Him, whether on the earth or in the heavens, and that Allah is aware of and documents every human action.


أعوذ بالله من الشيطان الرجيم

والحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، والصلاة والسلام على عبده ورسوله وأمينه على وحيه وخليله وصفوته من عباده نبينا وإمامنا وسيدنا محمد بن عبدالله، وعلى آله وأصحابه، ومن سلك سبيله، واهتدى بهداه إلى يوم الدين

رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي

ربنا زدنا علما وفهما نافعا يا الله ويا رب العالمين

Hucurât Suresi, baştan sona güzel ahlâkı tavsiye eden, edep ve saygının nirengi noktalarını belirleyen, kötü ve çirkin ahlâktan uzaklaşılmasını temin eden bir suredir. Güzel ahlâk düşünce ve pratiği, günümüzde artan sosyal problemlere çözüm olma adına oldukça önemli bir unsurdur. Güzel ahlâk umdelerinin canlı tutulması, kötü ahlâkın tahribine karşı muhkem bir sığınak ve korunak olacaktır. Son çeyrek asırda bilhassa internet ve sosyal medyanın menfi yönde kullanılması sebebi ile yaygınlaşma eğilimi gösteren kalbî, ruhsal ve zihinsel tıkanıklıklar, güçlü bir ahlâkî beslenmeyi zaruri hale getirmiştir.

Güzel ahlâkı”, en geniş manasıyla “müspet bireysel / toplumsal tutum ve davranışların geliştiği, olumlu çizgide ruhsal değişikliklerin tezahür ettiği bir fıtrat / tabiat-ı sâniye” olarak tanımlayabiliriz. Bireyler arasında gelişecek fıtri ve yüksek davranışlar için güzel ahlâkın muharrik bir güç olarak önemi, bilhassa günümüzde daha belirgin bir haldedir.

Bilgiye hızlıca ve kolaylıkla ulaşılabilen bu modern çağda, istikameti muhafaza etme, sağa sola savrulmadan iffetli ve nezih bir çizgide yürüme ayrı bir çaba gerektirmektedir. Güzel ahlâk nosyonu alamayan fertlerin, sosyal problemlerin devasa ağırlıklarını kaldıramamaları ve bu ağır yük altında manen ezilmeleri ihtimal dahilinde bulunmaktadır.

Ülkelerin hukuk sistemleri ferde bir noktaya kadar yardım edebilir. Bu açıdan, kişinin nefis ve vicdan kontrol mekanizmalarını, insan, tabiat ve çevre ile ilişkilerini sağlıklı bir şekilde işletebilmesi için, güçlü bir dayanak noktasına yani güzel ahlâk tasavvuruna ihtiyaç vardır. Güzel ahlâk düşünce ve pratiği, yasalara ve hukuka destekleyici bir rolü rahatlıkla ifa edebilir ve bireylere daha güçlü bir vizyon kazandırabilir.

Bilhassa gelişmiş ve gelişmekte olan toplumlarda, modern pedagojik ve didaktik metotlar uygulanmasına rağmen, ahlâkî zaaf ve istikametsizlik maalesef en büyük problemlerden birisidir. Yeni yetişen nesillerin psikolojilerinin sarsılmaması, kötü davranışların taklit yolu ile onlarda huy ya da karakter haline gelmemesi için daha çok çaba gerekmektedir. Bu amaçla güzel ahlâk düşüncesi pratikleri ile birlikte gençlere sevdirilebilmeli, istikamette kalabilmelerine yardımcı olunmalı, gençlikteki yüksek potansiyel güzel ahlâka yönlendirilebilmelidir. Çünkü, güçlü bir ruh ve karakter inşası, ancak güzel ahlâkın sağlam ve huzur dolu zemininde mümkündür. Dolayısıyla güzel ahlâk düşünce ve tasavvuru, günümüz modern eğitim sürecini de müspet yönde destekleyebilecek ve etkileyebilecek bir dinamiğe sahiptir.

İslam, güzel ahlâkı ve faziletli davranışları emretmiş, kötü ahlâkı yasaklamış ve çirkin göstermiştir. Bu açıdan İslâm ahlâkı, her zaman ve her yerde insanlara hayrı ve iyi davranışları tavsiye etmesi ile temayüz eder. Güzel ahlâk, insanda fazilet adı verilen hayırları, güzel fiillerle ilgili istidatları ortaya çıkaran bir disiplindir. Ahlâkın temel amacı, Allâh’a (cc) yakınlaşmak, ruh yüceliğine ermek, insanlara faydalı olmak ve kötü huylardan arınmaktır. Böylece bireyden zorlanmaksızın yapabileceği iyi fiiller ve müspet psikolojik kabiliyetler kolaylıkla ortaya çıkar. İnsanın böyle bir seviyeye ulaşabilmesi için öncelikle kendisini tanıması gerekir. Benliğini tanıyan kimse, marifetullah ve muhabbetullah ufkuna yükselir, erdemli bir insan haline gelir. Bütün ahlâkî ve manevî gelişmelerin temeli ise takva dediğimiz yetkinliktir.

Günümüzün küreselleşmiş dünyasında, bilhassa gençlerde meydana gelebilecek sosyal, zihinsel ve psikolojik problemler, ruhsal şifayı en yüksek seviyede gerçekleştiren, istikamette kalma ve etrafına faydalı olmayı tabiat-ı sâniyeye dönüştüren, olumsuz tezahürleri bütünüyle yok eden İslâm’ın güzel ahlâk anlayışının, Allâh’ın izni ve inayeti ile talimi neticesinde çözülebilir. Önemli olan, bu harikulade ve güçlü moral motivasyonun, gençlere hitap eder şekilde sunulabilmesidir ki, aynı zamanda çok yönlü eğitimin temel felsefesini ve esasını oluşturur.

İşte bütün bu açılardan ve daha fazlası itibarı ile, Hucurât Suresi ve muhtevası oldukça önem kazanmaktadır.

Hucurât Suresi, Kur’ân-ı Kerîm’de 49’uncu sırada olup, 18 ayetlidir ve tamamı Medine’de nazil olmuştur. Ancak İbni Abbas Hazretleri, suredeki 13’üncü ayet-i kerimenin Mekke’de indiğini söylemiştir. Sure, adını 4’üncü ayette geçen “Hucurât / Odalar” kelimesinden almıştır. Surelerin isimlendirilmesi tamamen Yüce Rabbimiz’in bildirmesi ile Efendimiz’e (sas) aittir. Dolayısı ile bir sureye şâri’ izni olmaksızın, “filan müfessir böyle diyor” denilerek isim verilemez. Şâri’, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ile Efendimiz’dir (sas). Surelere verilen isimlere dikkat edildiğinde, surenin ele almış olduğu ana fikir, iletilmek istenen mesaj ve işlenen konularla çok sıkı ve yakın bir irtibat görülür.

İnsanlık alemi, zemini ve odaları bulunan büyük bir “ev” gibi düşünülecek olursa, toplum katmanları da bu evin odaları gibidir. Odalar arası iletişim ve davranış şekilleri, bu surede yer alan ayet-i kerimeler tarafından incelikle işlenmektedir. Günümüz Türkçe, Arapça ve İngilizce dillerinde, “oda” kelimesinin kullanım alanlarına kısaca göz gezdirdiğimizde, “mimarlar odası, tabipler odası, esnaf ve sanatkarlar odası, ticaret ve sanayi odaları” şeklinde şubeleşmeleri görürüz. Güzel ahlâkın şubeleri de tıpkı birer oda gibidir. Bu odalar arası sağlıklı iletişimin ve eytişimin, güzel ahlâk evini tesis edip yükselteceği açıktır. Hucurât / Odalar Suresi, bütünüyle ahlâkî hükümleri ihtiva etmektedir.

Sureyi iki ana bölüm halinde düşünmek istersek; 1’inci ve 10’uncu ayet-i kerimelerin yer aldığı ilk bölümde, güzel ahlâka, faziletli davranışlara ait emir ve tavsiyelerin yer aldığını görürüz. 11’inci ve 18’inci ayet-i kerimelerin yer aldığı ikinci bölümde ise, ahlâk-ı zemîme ve ahlâk-ı redîeden kaçınılması, çirkin davranışların terk edilmesi ile ilgili uyarılarla karşılaşırız.

Şayet sureyi daha geniş bir şekilde “giriş, beş fasıl ve sonuç” olarak görmek istersek karşımıza şöyle bir tablo çıkar:

Surenin girişinde, Allâh’a (cc) ve Resulüne (sas) karşı takınmamız gereken edep tavrı, saygılı tutum ve davranışlarımızın ancak “takva” dairesine girme ile hasıl olacağı, gönülden gelen bir inançla Allâh’ın (cc) esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulâsına kendimizi raptetmemizin önemi vurgulanır.

Surenin birinci faslında, Efendimiz’e (sas) saygısızlıktan kaçınmamız, O’na karşı seslerimizi yükseltmememiz, meclisinde yakışıksız sözler söylemememizin emredildiği görülür (Hucurât, 49/1-5).

İkinci fasılda, haber ve rivayetlerin doğruluğunun araştırılması, fasık kimselerden gelen rivayet ve haberlere iltifat edilmemesi, yalan ve yanlış haberlere dayanarak tutum ve davranış geliştirilmemesi istenir (Hucurât, 49/6-8).

Üçüncü fasılda, Müslüman toplumların bilhassa da fitne dönemlerinde takınmaları gereken doğru tavrın ne olduğu, toplumlar arasındaki çatışma durumlarında ıslahçı davranışın ehemmiyeti, çatışan tarafların Allâh’ın (cc) kitabı ve Resulünün (sas) sünnetine dönüşlerinin sağlanmasının önemi üzerinde durulur (Hucurât, 49/9).

Dördüncü fasılda, İslam’ın tesis ettiği kardeşlik, bu kardeşliğin gerektirdiği sorumluluklar ve hukukî yükümlülükler, başkaları ile alay etmeme, kötü düşünüş ve zanlardan uzak durma gibi, haram davranışlardan engelleyen toplumsal güzel ahlâk umdelerine yer verilir (Hucurât, 49/10-12).

Beşinci fasılda, insanlığın kökeninin tek olduğu, insanların birbirleri ile tanışmaları ve diyalog kurmaları için milletler ve soylar halinde yaratılışları, iman ve İslam’ın hakikati, Allâh yolunda mal ve nefis ile cihat etmenin önemi beyan edilir (Hucurât, 49/13-15).

Surenin sonuç faslında ise, Allâh’ın ilminin bütün varlığı kapsadığı, ne yerde ne de göklerde hiçbir şeyin O’na gizli kalmadığı, Allâh’ın (cc) insanın bütün davranışlarını gözlediği ve kaydettiği hakikati beyan edilir (Hucurât, 49/16-18).

Daha öz bir şekilde bakmak istersek Sure, Resülullah’a (sas) karşı âdâb, insanlara karşı âdâb, kişinin kendi benliğine karşı âdâb ve Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine âdâb unsurlarını ihtiva etmektedir denilebilir.

Basiretle düşünüldüğünde, imanî hakikatlerin, aslında ahlâkî hakikatlerin bizzat kendisi olduğu görülür. Bu açıdan sure, iman ve ahlâk unsurlarını yan yana zikretmektedir. İman ve ahlâk arasında bu şekilde güçlü bir irtibatın oluşturulması neticesinde, iman sırf zihinsel bir teori ya da düşünüş tarzı olmaktan çıkmakta, uygulanabilen, pratik, bireylere ve topluma paha biçilemez faydalar üreten yüksek bir değere dönüşmektedir.

İman ve ahlâk arasındaki bu güçlü bağın kuvveti ile bir mümin, başkalarının övgüsü ya da insanlara gösteriş olsun için değil, sırf Allâh’ın (cc) rızasını umarak takva dairesine girer. Sure, önce Allâh’a karşı ahlâk ve edebi, sonra Resulüne (sas) karşı ahlâk ve edebi, sonra da bir müminin içinde yaşadığı topluma karşı imanının gerektirdiği ahlâkî edep ve muamele usullerini öğretmektedir.

Şimdi, surede yer alan ve bazı tekrarlarla kendisini gösteren cümle ve kelimelere kısaca bakmaya çalışacağız:

Surede, (يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا) Ey iman edenler hitabı beş ayette (Hucurât, 49/1, 2, 6, 11 ve 12) tekrar etmektedir. Birinci ayette Allah’a karşı saygılı olma, ikinci ayette Hz. Peygamber’e (sas) karşı saygılı davranma ve küstahça hareketlerden sakınma tavsiye edilir. Altıncı ayette fasık kimselerin sözlerine güvenilemeyeceği ve getirecekleri haberlerin mutlaka araştırılması gereği, içtimai hayatta dürüstlük, açıklık, adalet ve barış ilkelerinin önemi vurgulanır. On birinci ayette, toplulukların birbirlerini aşağılamaması emredilir. On ikinci ayette ise, gıybet ve dedikodunun çirkinliği muhteşem benzetmelerle sunulur.

Surede, (يَا اَيُّهَا النَّاسُ) “Ey insanlar” şeklinde bütün insanlara şamil yüksek belâgatli bir hitap ile, insanların topluluklar halinde yaratılmalarının savaş sebebi değil, tanışma ve anlaşma vesilesi olduğuna dikkat çekilir. Bu ince ve sık dokulu anlam örgüsü sayesinde, yukarıda öz olarak temas etmeye çalıştığımız güzel ahlâk ve iman irtibatındaki temel nirengi noktaları açık bir şekilde gösterilmiş olmaktadır.

Surede, inançlı bireylerin “takva” dairesi içerisinde kalmaları gereği (وَاتَّقُوا اللّٰهَ) Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun (Hucurât, 49/1, 10, 12) cümlesi, (اُولٰئِكَ الَّذٖينَ امْتَحَنَ اللّٰهُ قُلُوبَهُمْ لِلتَّقْوٰى) İşte onların kalpleri, kendisine karşı sorumluluk bilinci hususunda Allah tarafından sınananlardır (Hucurât, 49/3) ve (اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ) Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, O’na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanlarınızdır (Hucurât, 49/13) cümleleri ile beş defa ihtar edilmektedir.

Surede yer alan ve Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulâsından olan tekrarlara da kısaca bakmaya çalışalım. Sure-i celîlede:

(اللّٰه)Allâh” lafza-i celâli yirmi defa,

(عَلٖيمٌ)Alîm / ilmi ezelî ve ebedî” güzel ismi dört defa (Hucurât, 49/1, 8, 13, 16),

(رَحٖيمٌ) Rahîm / âhirette mümin kullarına acıyan, merhamet eden” güzel ismi üç defa (Hucurât, 49/5, 12, 14),

(غَفُورٌ) Ğafûr / çok mağfiret eden, çok şefkat gösteren, bağışlayan, yarlıgayan” güzel ismi iki defa (Hucurât, 49/5, 14),

(حَكٖيمٌ)Hakîm / son bulması tasavvur edilemeyen dâimî ve ezelî en yüksek ilme sâhip olan, künhünü kendisinden başkalarının tam manasıyla bilemeyecekleri bir ilimle bilen, gerçek hikmet sâhibi” (Hucurât, 49/8),

(تَوَّابٌ)Tevvâb / kullarını günahtan vazgeçiren, tövbe yollarını kolaylaştıran ve tövbeleri kabul eden” (Hucurât, 49/12),

(خَبٖيرٌ)Habîr / her şeyden haberdar olan” (Hucurât, 49/13),

(سَمٖيعٌ) Semî / her sözü duyan, her sesi işiten” (Hucurât, 49/1),

(بَصٖيرٌ)Basîr / her şeyi, bütün kâinatı en mükemmel şekilde ve noksansız olarak gören” (Hucurât, 49/18) esmâ-i hüsnâları birer defa geçmektedir.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin Esmâ-i Hüsnâsı ile ilgili ayrıntıları, “Allâh’ın (cc) Esmâ-i Hüsnâsı” yazı serimizde görebilirsiniz.

Surede, Efendimiz (sas) bir yerde “Nebi”, diğer yerlerde de “Resul” kelimesi ile altı defa zikredilmektedir.

Diğer surelere nazaran daha az ayet-i kerime (toplam on sekiz) barındırmasına rağmen, surede yer alan ayet-i kerimelerle ilgili olarak onlarca sebeb-i nüzûl (iniş sebebi) rivayet edilmiştir. Bu sebeb-i nüzûllerin hemen hepsi ya bireysel ya da toplumsal ahlâkın güzelleştirilmesi ile ilgilidir ve surenin güzel ahlâkı tesisi açısından önemini daha da yükseltmektedir.

Sebeb-i nüzûlü bilmenin bazı faydaları şu şekilde özetlenebilir:

1. Ayet-i kerimelerin iniş sebeplerini görme, güzel ahlâk unsurlarının iyi bir şekilde anlaşılabilmesine, bireylerde ve genel olarak toplumda güzel ahlâk umdelerinin özümsenebilmesine yardımcı olmaktadır.

2. Sebeb-i nüzûlün bilinmesi, ayet-i kerimenin özel anlamlarının daha rahat bir şekilde görülebilmesine ve kavranmasına vesile olur.

3. Bazı durumlarda ayet-i kerimenin iniş sebepleri birden fazla olur. Şayet ikinci faydada belirttiğimiz husus, yani ayetin özel bir anlamı kazanmasından daha ziyade genel bir anlamı beyan edilmekteyse, bu gibi durumlarda sebeb-i nüzûl olarak rivayet edilen yaşanmış olayların tamamının, ayet-i kerimenin inişine sebep olmaları söz konusudur.

4. Bazen iniş sebebi, ayet-i kerimede yer alan lafızların, genel anlam beyan etmelerine ve ahkâm itibarı ile şümulüne bir engel teşkil etmez. Kısaca söylersek, sebebin hususiliği, hükmün umumiliğine mâni olmaz.

5. Şurasını da bilmek gerekir ki Kur’ân-ı Kerîm’in bütün âyetleri, çeşitli sebeplere bağlı olarak inmemiştir. Âlimlerimiz sadece beş yüz kadar âyet-i kerimenin iniş sebeplerinin bulunduğunu tespit etmişlerdir.

6. Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’in mutlak, şümullü ve evrensel boyuttaki hükümlerini, emir ve yasaklarını, sadece nüzûl sebepleriyle sınırlama yanlışlığına kapılmama da ayrı bir önemi haizdir.

7. El-Muvâfaḳāt adlı eseriyle tanınan Endülüslü Mâlikî fakihi ve dil âlimi İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî’nin (v. 790/1388) yetkinlikle ifade ettiği gibi, “nüzul sebeplerini bilmemek, şüphe ve çıkmazlar içerisine düşülmesine yol açar. Aslında zahir olan nassların, mücmel şekilde anlaşılmasına sebep olur ve bunun sonucunda da ihtilaflar doğar. Bu ise, anlaşmazlıklara ve ümmetin bölünmesine bile sebep olabilir.”

Şimdi öncelikle, surede beş defa tekrar eden “Ey iman edenler” cümlesi üzerinde biraz durmaya çalışacağız.

Sure, besmele-i şerîften (بِسْـــــــــــــــــــــــــــــــمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ) Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adı ile sonra (يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا) Ey iman edenler! hitabı ile başlıyor. “İman”, insanın en kıymetli sıfatıdır. İnsan, tevhidi bir iman ile, Allâh’ın (cc) vahdaniyetine ve O’nun Şerefli Elçisi Muhammed’in (sas) nübüvvet ışığına muhatap olur. İnsanın ebedi kurtuluşu, azalarının en değerlisi olan kalbinin kendisi ile süslendiği, bireyin ve dolayısı ile toplumun salahını netice veren en önemli hazinesi, onun gönülden gelen, hiçbir şüphe ve tereddüte yer vermeyen imanı sebebiyledir.

Bediüzzaman hazretlerinin ifadeleri içerisinde bakacak olursak, insan nur-u iman sayesinde Allâh’ın izni ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. İnsan, iman ile kendisinde tezahür eden sanat-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir değer kazanır.[1]

Allâh’a (cc) ve Peygamberine (sas) iman sayesinde, insanın manevi kalbi, ruhu ve aklı ışıklı bir hale gelir. HafazanAllâh, şayet manevi kalp ve insan ruhu, iman ile hayatlanamamış ve aydınlanamamışsa, o kişi en değerli cihazı itibarı ile manen bozulmuştur. Numan b. Beşîr (ra), Resülullah’tan (sas) şu hadîs-i şerîfi duyduğunu rivayet etmektedir:

Şüphesiz helal de açık şekilde bellidir, haram da açık olarak bellidir. İkisi arasında şüpheli olanlar vardır ki, insanların pek çoğu onları bilmezler. Şüpheli olanlardan sakınan kimse, dinini ve haysiyetini korumuş olur. Şüpheli olanların içine düşen bir kimse ise, harama düşmüş olur. Tıpkı koruma altına alınmış bir yerin etrafında hayvanlarını otlatan çobanın, hayvanlarını oraya gidip otlamaktan -neredeyse- alıkoyamaması gibi. Şunu bilin ki, her bir hükümdarın koruma altına aldığı bir bölgesi vardır. Yine şunu bilin ki, Allahın koruma altına aldığı bölgesi, haram kılmış olduğu hususlardır. Dikkat ediniz! İnsan vücudunda bir çiğnemlik et parçası vardır ki, o iyi olursa vücudun tamamı iyi olur. O bozuk olursa, vücudun tamamı bozuk olur. Haberiniz olsun ki o kalptir.[2]

Cenab-ı Allâh, Ey iman edenler! hitabı ile müminleri onurlandırmakta, bu hitap, her türlü şeri teklifin ve sorumluluğun beyanından önce, Kur’ân-ı Kerîm’in tamamında seksen dokuz kez yer almaktadır. Kur’an-ı Kerim 114 sure ve 6236 ayet-i kerimeden oluşmaktadır. Ey iman edenler! hitabının, Hucurât Suresi’ndeki tekrar oranı 5/18=%27,7’dir. Bu hitabın Kur’ân-ı Kerîm’deki diğer ayetlere oranı ise 84/6218=%1,3’tür. Bu durum bize, Hucurât Suresi’nde âdâb-ı muaşeret kurallarının çok yoğun olarak yer aldığını, surenin bu açıdan yüksek ehemmiyetini, iman ve güzel ahlâkın ayrılmaz bir bütün olduklarını çok net bir şekilde göstermektedir.

İnsanın aza ve cevarihi ile Rabbe kulluğunun temelinde, kalpte yer alacak imanın çok temel bir fonksiyonu bulunmaktadır. Ey iman edenler! hitabının gösterdiği önemli hakikat, Allâh’ın (cc) lütfu, izni ve inayeti ile, kalbe yerleşen iman sayesinde, bütün dini emir ve yasakların kolaylıkla icra edilebilmesi, muhtemel maddî ve manevî engellerin ve zorlukların yok olmasıdır. Ey iman edenler! hitabı, ancak kalpteki iman ile duyulabilen ve gereği uygulanabilen bir hitaptır. Ey iman edenler! hitabı ile yapılması emredilen hususlar, hep en hayırlı, yasaklanan tutum ve davranışlar da hep en kötü fiiller olmuştur.

بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيِ اللَّهِ وَرَسُولِهِ ۖ وَاتَّقُوا اللَّهَ ۚ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

Ey iman edenler! (Söz ve hareketlerinizle ileri varıp da) Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyin! Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun! Çünkü Allah Semî’dir (her şeyi işitir), Alîm’dir (her şeyi bilir).” (Hucurât, 49/1)

Sure, Ey iman edenler! diyerek hususi bir topluluğa hitapla, Allâh’a (cc) ve Resülüne karşı edebin ince çizgileri ile başlıyor. Tutum ve davranışlarda dikkatli olunmasını, Allâh’a (cc) olan sorumluluğun hatırlanmasını, Allâh’ın (cc) her davranışı izlediğini ve bilgisi dahilinde olduğu ikazı ile ilk ayet-i kerime tamamlanıyor.

(لَا تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيِ اللَّهِ وَرَسُولِهِ) Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyin!Burada emir çok açık. Her Müslümanın tabir caizse kulağına küpe yapması gereken bir uyarı. Adeta, “ben bu yasağı dinlemesem ne olur?” diyemeyeceğimiz trafikteki kırmızı “dur” ışığı. Öyle ya, dünyevi düzenlemelerde yasağa riayet edilmediğinde ceza nasıl kaçınılmaz oluyorsa, buradaki düzenlemede yasağa riayet etmemenin cezası oldukça çetin. İkinci ayet-i kerimede geleceği üzere böyle yasak dinlemez tavır, hafazanAllâh bütün amellerin hâk ile yeksan olması demek.

Ayet-i kerime günümüz Müslümanına yani bizlere neyi emretmektedir? Açıkça anlaşılan husus, ayet-i kerimelerin delalet ettiği emir ve yasakların, Efendimiz’in (sas) yapmış olduğu yönlendirmelerin dikkatlice uygulanması, aykırı ve saygısız beyanlardan kaçınılmasının gayet ehemmiyetli olduğudur. Ancak, geçenler sevap ve mükafatları ile geçtiği, gelecek olanlar da henüz gelmedikleri için, bizlerin hali hazırdaki görünüme bakmamız gerekmektedir. Bilhassa dini sahada kelam serdeden ve yazı yazanların bir kısmının, bu saygı atmosferinin çok uzağında olduklarını, buna rağmen de kendilerini bulunmaz Hint kumaşı gibi addetmelerini görmek ziyadesi ile üzücüdür. Halbuki Şeddâd b. Evs’den (ra) gelen rivâyete göre Efendimiz’in (sas) şöyle buyurmuştur:

Gerçekten zeki ve akıllı kişi, nefsinin kötü arzularına hâkim olup ölümden sonrası için çalışandır. Aciz kişi ise, nefsinin her türlü arzu ve isteklerine uyarak hayatını devam ettirip, Allah’tan her şeyi ve Cenneti temenni eden kişidir.[3]

Nefsine hâkim kişi” demek, kıyamet gününde hesaba çekilmeden önce dünyada iken kendisini hesaba çekip hayatını ayarlayan kimsedir.

Şimdi, Hz. Peygamber’in (sas) amcasının oğlu, tefsir ve fıkıh ilimlerinde otorite ve çok hadis rivayet edenler arasında olan sahâbî Abdullah ibni Abbas’ın (r. anhuma) (v. 68/687-688) bu ayet-i kerimeyi nasıl yorumladığına bakmalıyız. Şöyle diyor:

(لَا تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَیِ اللّٰهِ وَرَسُولِهٖ) Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyinemri ile, “Kitap ve Sünnet’e muhalif bir söz söylemeyin denmektedir.”[4]

Ayet-i kerimenin sebeb-i nüzûlü ile ilgili rivayetler de şu şekildedir:

1. Abdullah ibni Abbas’tan (r. anhuma) nakledilen rivayete göre bu ayet-i kerimenin sebeb-i nüzûlü şöyledir:

Hz. Peygamber (sas), Münzir b. Amr başkanlığında ashabından yirmi dört kişilik bir seriyyeyi Amir oğullarına (eğitimci ve tebliğci olarak) gönderdi (Bu rakam, diğer kaynaklarda yetmiş olarak zikredilmektedir ve Temmuz 625 yılındaki Bi’ri Maûne faciası olarak bilinir). Amir oğulları bu yirmi dört kişiden bir şekilde geride kalmış üç kişi dışındaki herkesi öldürdüler. Bu üç kişi kurtularak Medine’ye döndüler ve Süleym oğullarından iki kişi ile karşılaştılar. Onlara neseplerini sordular. Bunlar (kendilerini güçlü göstermek için, Süleym oğullarından olduklarını gizleyip) “Amir oğullarındanız” dediler. (Amir oğullarının yaptığı katliam sebebi ile) Bu üç kişi (Resülullah’a sormaksızın ve danışmaksızın) Süleym oğullarından olan bu iki kişiyi öldürdüler. Süleym oğullarından bir gurup Resülullah’a (sas) gelerek şöyle dediler: “Bizimle senin aranda bir antlaşma var. Bu antlaşmamıza rağmen bizden iki kişi öldürülmüş bulunuyor.” Hz. Peygamber (sas) onlara diyet olarak yüz deve verdi. İşte bu âyet-i kerime, Süleym oğullarından iki kişinin Efendimiz’e (sas) danışılmaksızın öldürülmesi üzerine inmiştir.[5]

2. Tâbiîn müfessirlerinden Ebü’l-Hattâb Katâde b. Diâme b. Katâde es-Sedûsî el-Basrî’den (v. 117/735) rivayete göre, bazı kimseler, “keşke benim hakkımda şöyle bir vahiy inse, keşke benim hakkımda böyle bir vahiy inse” demekteydiler. Bunun üzerine bu âyet indirildi.[6]

3. Yine tâbiîn neslinin önde gelen müfessirlerinden Ebü’l-Haccâc Mücâhid b. Cebr el-Mekkî el-Mahzûmî’den (v. 103/721) rivayete göre, “Allah (cc) bir konuda Resulü vasıtası ile hükmünü verinceye kadar, siz Allah’ın ve Resulünün önüne geçerek fetva vermeye kalkışmayınız” demektir.[7]

4. Basralı meşhur tâbiî, âlim ve zâhid Ebû Saîd el-Hasan b. Yesâr el-Basrî’den (v. 110/728) rivayete göre, Resülullah (sas) bayram namazını kılmadan önce kurbanlarını kesen kimseler hakkında inmiştir. Bu buyrukla onlara yeni bir kurban kesmeleri emredilmektedir.[8]

5. Vaaz ve nasihatleri, özellikle de tefsir ilmindeki üstünlüğü ile tanınan Ebü’l-Kasım (Ebu Muhammed) Dahhâk b. Müzâhim el-Hilâlî el-Horasânî el-Belhî’ye (v. 105/723) göre de ayette, “müminlerin gerek savaşlarında gerekse diğer işlerinde, dini uygulamalar itibarı ile Allah’ın ve Resulünün emri olmadan karar vermemeleri emredilmektedir.”[9]

Bu hadiselerden hangisinin âyetin inmesine sebep teşkil ettiğini en iyi bilen Yüce Allah’tır. Ayet-i kerime herhangi bir sebep olmaksızın da gelmiş olabilir. Bu emir, Hz. Peygamber’in (sas) sözlerine karşı itirazı terk edip, O’na uyma ve izinden gitmenin vacip oluşu hususunda asli bir dayanaktır. “Biz sadece Kur’an’da yer alan hususlara uyarız” diyenlere de tam bir cevaptır. Aslında böyle söyleyenlerin ve Efendimiz (sas) söz konusu olduğunda gizlice sıvışanların, “Kur’ân’a tabi oluruz, başkasına değil!” sözündeki samimiyetsizlikleri de gün gibi aşikardır. Çünkü “biz sadece Kur’ân’a tabiyiz” diyenlerin, Kur’ân’ın bu açık emri karşısında ne düşündükleri gerçekten de bir merak konusudur.

Bu önemli konuyu müstakil bir şekilde ele almaya çalıştığımız, “Dinimizde Sünnetin Yeri ve “Kur’ân Bize Yeter” Diyenler” başlıklı yazımız ayrıca incelenebilir.

Surenin ikinci ayeti, Efendimiz’e (sas) karşı edep ve nezaketten uzaklaşılmasının vahim sonuçlarını gözler önüne seriyor:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَرْفَعُوا أَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ وَلَا تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ أَنْ تَحْبَطَ أَعْمَالُكُمْ وَأَنْتُمْ لَا تَشْعُرُونَ

Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi, Peygamber’e de öyle yüksek sesle konuşmayın. Yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider.” (Hucurât, 49/2)

Bu ayet-i kerime de “Ey iman edenler!” cümlesi ile başlarken, yine hususi bir topluluğa hitap ediyor. Bu topluluk, kalpleri Allâh’a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, âhiret gününe inançla aydınlanmış bir topluluk. Aynı zamanda kadere, kulların cüzî iradeleri ile kesb ettikleri için hayrı ve şerri Allâh’ın (cc) küllî iradesi ile yarattığına, Allâh’ın (cc) hayra razı olmakla birlikte küfre ve şerre razı olmadığına inanmakla ışık saçan bir topluluk.

(لَا تَرْفَعُوا أَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ) Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin.

Yeni bir edep talimi, yeni bir terbiye çizgisi. Sesi ve soluğu çağları aşan, milyarlarca insanın ebedi kurtuluşuna vesile olan, yirmi üç yıllık peygamberlik görevinde edep toplumunu mucizevi bir tarzda inşa eden, yaratılmışların en hayırlısı Efendimiz’in (sas) sesini ses kabul etme… O’nun (sas), sesinin olduğu yerde fısıltıyı dahi bir edepsizlik kabul etme… Kendi mırıltılarının yerine, O’nun (sas) sesini ses kabul etme ve aykırı bir sesle ortaya çıkmama…

(وَلَا تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ) Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi, Peygamber’e de öyle yüksek sesle konuşmayın.

Beşeriyet muktezası olarak bir mümin sesini yükseltebilir, kaba-saba sözler de söyleyebilir. Ancak Efendimiz’in (sas) sözlerinin olduğu yerde, yani hadis-i şeriflerin okunduğu bir mekânda, bu şerefli sözlere karşı saygısız bir tutum takınamaz. Hadis-i şerif meclislerinde Efendimiz (sas) kendisine nazar ediyormuş gibi bakışlarını kısar, başına bir kuş konmuş da en küçük hareketinde kaçacakmış gibi edep, tevazu ve saygı içerisinde dinler. Ebu Said el-Hudrî (ra)[10] ve Bera b. Azib (ra)[11] gibi sahabiler, “sanki başımızda kuş varmış hassasiyeti ile Efendimiz’i (sas) dinliyorduk” diyorlar.

Bu ayet-i kerimenin sebeb-i nüzûlü ile ilgili rivayetler şu şekildedir:

1. İbn ebî Müleyke’nin (ra) rivayetine göre Abdullah b. Zübeyr (ra) şunu anlatmıştır:

“Temim oğullarından bir heyet Hz. Peygamber’in (sas) yanına gelmişti. Ebu Bekir (ra), Ka’ka b. Ma’bed’i kast ederek: “Ey Allah’ın Resulü! O’nu kendisinin kavmine lider tayin et” dedi. Hz. Ömer (ra) ise: “Hayır, Ey Allah’ın Resulü, bilakis Akra b. Hâbis’i lider tayin et” dedi. Bunun üzerine ikisi de Hz. Peygamber’in (sas) huzurunda karşılıklı tartıştılar. Sesleri yükselmişti. Hz. Ebu Bekir (ra) Hz. Ömer’e (ra) dedi ki: “Senin amacın sadece bana muhalefet etmek.” Hz. Ömer (ra) de “Sana muhalefet etmek istemedim” dedi.[12] Bu hadise üzerine Hucurât suresi ikinci ayeti indirildi: Ey iman edenler! Sesinizi peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyin (şahsi görüş ve tercihleriniz, peygamber buyruklarının üstüne çıkmamalıdır). Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi, Peygamber’e de öyle yüksek sesle konuşmayın. Yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider. (Hucurât, 49/2) Bu ayetin inmesinden sonra Hz. Ömer (ra), Resülullah’ın (sas) huzurunda o kadar sessiz konuşurdu ki, Resülullah (sas) onun sözünü işitemez ve anlamak için tekrar sorardı.”[13]

2. Konu ile ilgili olarak Enes b. Mâlik’ten (ra) şu hadise de rivayet edilmiştir:

“Yüce Allah’ın, Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin ayeti, sonuna kadar inince, Sabit b. Kays evine kapanıp: “Ben, Cehennemliklerdenim” diyerek kendisini Peygamber (sas) ile görüşmekten alıkoydu. Derken Peygamber (sas), Sad b. Muâz’a sordu:

Ey Ebu Amr! Sabit (b. Kays)’ten ne haber? Hasta mı oldu?

Sa’d b. Muâz: “O, benim komşumdur. Bir rahatsızlığı olduğunu bilmiyorum” dedi. Bunun üzerine Sad b. Muâz, Sabit b. Kays’a gidip Peygamber’in (sas) söylediklerini anlattı. Sabit b. Kays:

Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin ayeti indirildi. Bilirsin ki, Resülullah’a (sas) karşı sizin en yüksek sesle hitap edeniniz benim. O halde ben cehennemliklerdenim” dedi.

Sa’d b. Muâz, bu olayı gidip Peygamber’e (sas) anlattı. Resülullah (sas) şöyle buyurdu:

Tam aksine, o Cennetliktir.[14]

Bu hadisi bizlere nakleden Enes (ra) der ki: “Bizler Sâbit’i aramızda yürürken görür, onun cennetliklerden olduğunu bilir ve öyle kabul ederdik.”[15]

Bu ayet-i kerime indikten sonra Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre, Hz. Ebubekir (ra) şöyle demiştir: “Ya Resulallah, sana kitabı indiren Allâh’a yemin olsun ki, bundan sonra Allâh’a mülâkî oluncaya kadar seninle bir sır arkadaşı gibi (fısıltı derecesinde) konuşacağım.”[16]

Endülüslü Mâlikî fakihlerinin önde gelenlerinden, aynı zamanda hadis ve tefsir alanlarında da otorite olan Kadı Ebu Bekir İbnu’l-Arabî (v. 543/1148) şöyle diyor:

“Efendimizin (sas) saygınlığı, hayatta iken nasılsa, vefatından sonra da öyledir. Dâr-ı bekâya irtihalinden sonra Efendimizden (sas) nakledilen sözler, derece itibariyle O’ndan (sas) lafız olarak işitilen sözleri gibidir. O’nun (sas) sözleri okunduğunda huzurda bulunan herkesin sesini, O’na (sas) ait sesten daha fazla yükseltmemesi ve yüz çevirmemesi icap eder. Tıpkı o sözü lafız olarak söylemesi esnasında O’nun (sas) meclisindeymiş gibi davranılması gerekir.”[17]

El-Câmi li-Aḥkâmi’l-Ḳur’ân adlı eseriyle tanınan tefsir, hadis ve fıkıh âlimi Kurtubî’ye (v. 671/1273) göre, “Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin” nehyinden maksat, gösterilmesi gereken tazime uygun düşmeyen yüksek ton ile çıkartılan sestir. Dolayısı ile kişi, sesini kısmaya çalışarak emredildiği saygı ve ihtiramı açıkça ortaya koymalıdır.[18]

(وَلَا تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ) Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi, Peygamber’e de öyle yüksek sesle konuşmayıncümlesi ile Efendimiz’e (sas) “ey Muhammed, ey Ahmed” diye hitap edilmemesi, bunun yerine “Ey Allah’ın Peygamberi, Ya Resülallah” şeklinde saygı ifade eden hitapların yapılması istenmiştir.[19]

Bu ayet-i kerimenin bir benzeri Nur Suresi’nde şu şekildedir:

لَا تَجْعَلُوا دُعَاءَ الرَّسُولِ بَيْنَكُمْ كَدُعَاءِ بَعْضِكُمْ بَعْضًا

Peygambere, kendi aranızda birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyin. (Nur, 24/63)

Mücâhid’e göre ayet-i kerimenin anlamı; “mütevazı ve tatlı bir şekilde, ‘Ya Resulallah’ deyiniz, yüksek sesle ve kaba bir üslûpla, ‘Ya Muhammed’ demeyiniz, Katade’ye göre de “Hz. Peygamber’in (sas) şerefini ortaya koyan ve onu yücelten bir şekilde davranınız” demektir.[20]

Hudeybiye mütarekesi sırasında, Kureyş adına Efendimiz’le (sas) görüşmeye gelen ve Sakîf kabilesinin reislerinden olan Urve b. Mesud (v. 9/630), daha önce elçi sıfatıyla birçok kralın yanına gittiğini, krallarına bu derece sevgi ve saygı gösteren başka bir topluluk görmediğini söylemiş, Kureyşlilere Efendimiz’in (sas) ashabını överken şöyle demiştir:

… Vallahi, Peygamber söz söylediği zaman huzurundaki bütün sahabeler seslerini kısarak cevap veriyorlardı. Onu tazimleri sebebi ile yüzüne dikkatlice bakamıyorlardı…[21]

Daha sonra Urve’nin gönlüne İslâm sevgisi yerleşmiş, Efendimiz’in (sas) Taif’i kuşatmayı kaldırmasının hemen akabinde, Resülullah (sas) daha Medine’ye ulaşmadan ona yetişip, hicrî 9’uncu yılda İslâmiyet’i kabul etmiştir.

إِنَّ الَّذِينَ يَغُضُّونَ أَصْوَاتَهُمْ عِنْدَ رَسُولِ اللَّهِ أُولَٰئِكَ الَّذِينَ امْتَحَنَ اللَّهُ قُلُوبَهُمْ لِلتَّقْوَىٰ ۚ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ عَظِيمٌ

Şurası muhakkak ki Allah’ın Elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, Allah’ın, gönüllerini takvâ (Allah’a karşı gelmekten sakınma) konusunda sınadığı kimselerdir. Onlar için bir bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.” (Hucurât, 49/3)

(لَا تَرْفَعُوا أَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ) Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin (Hucurât, 49/2) ayet-i kerimesi nazil olduğunda Hz. Ebubekir (ra) şöyle demişti:

“Ya Resulallah, sana kitabı indiren Allâh’a yemin olsun ki, bundan sonra Allâh’a kavuşuncaya kadar seninle bir sır arkadaşı gibi (fısıltı derecesinde) konuşacağım.”[22]

İşte bunun üzerine de (إِنَّ الَّذِينَ يَغُضُّونَ أَصْوَاتَهُمْ عِنْدَ رَسُولِ اللَّهِ) Şurası muhakkak ki Allah’ın Elçisinin huzurunda seslerini kısanlar… (Hucurât, 49/3) ayet-i kerimesi nazil oldu.[23]

Hz. Ömer (ra), Resülullah’ın (sas) huzurunda saygıdan dolayı o kadar sessiz konuşurdu ki Resülullah (sas) onun sözünü tam olarak duyamaz ve söylediğini anlamak için tekrarlamasını isterdi.”[24]

Allâh (cc), öncelikle bu ışık şahsiyetlerin (r. anhum), daha sonraki zamanlarda da bu güzel insanların izlerinden giderek Efendimiz’e (sas) saygılı davranan kimselerin kalplerini sınayarak, takvaya müheyya hale getirmiş, onları hulûs-u kalbe muvaffak kılmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm, konuşmalardaki ses tonu ile ilgili olarak şu ikazı yapmaktadır:

وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَ اِنَّ اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَمٖيرِ

Sesini alçalt (bağırıp çağırarak konuşma). Muhakkak ki seslerin en çirkini, elbette ki eşeklerin sesidir.” (Lokman, 31/19)

Hz. Ömer (ra), takatinden daha yüksek sesle ezan okumaya çalışan bir müezzini bu ayet-i kerime ile uyarmıştır.[25]

Eşek sesinin örnek verilmesi yüksek sesi yermek içindir. İnsanlar, sadece adını anmayı bile çok çirkin gördüklerinden dolayı, ondan kinaye yoluyla söz ederler ve açıktan açığa ismini zikretmekten hoşlanmazlar. Mesela “uzun kulaklı” derler, tıpkı pis ve hoş olmayan şeylerden söz ettikleri gibi ondan söz ederlerdi. Saygın insanların bulunduğu bir mecliste adının kullanılması da çirkin ahlâk olarak görülmüştür. Araplar arasında yayan yürümek kendisini çokça yormuş olsa da onuruna yediremediği için eşeğe binmeyenler vardı.[26]

Ayet-i kerimede, seslerini yükseltenlerin eşeğe, seslerinin de eşek sesine teşbihi, yüksek sesin çirkinliğinin bu şekildeki bir istiâre-i temsîliye ile beyan ediliyor oluşu, yüksek sesi aşağılamada ve onun edebe aykırılığını anlatmada en belagatlı bir durumdur.[27]

Bu âyet-i kerime ile Yüce Allah, insanları yüzlerine karşı yüksek sesle bağırmayı ve küçümsemeyi büsbütün terk etme edebini öğretmektedir.[28]

اِنَّا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذٖيرًا لِتُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهٖ وَتُعَزِّرُوهُ وَتُوَقِّرُوهُ وَتُسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَاَصٖيلًا

Gerçekten Biz, Allah’a ve Peygamberine iman edesiniz, O’na yardım edesiniz, O’nu en içten bir saygıyla yüceltesiniz ve Allah’ı da sabah-akşam tesbih edesiniz diye seni (ümmetine) şahid, (Cennet’le) müjdeleyici, (Cehennem’le) uyarıcı bir peygamber olarak gönderdik.” (Fetih, 49/8-9)

إِنَّ الَّذِينَ يُنَادُونَكَ مِنْ وَرَاءِ الْحُجُرَاتِ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ

Hücrelerin (Peygamber’in evine ait odaların) berisinden seni çağıranlar (var ya), onların çoğu aklı ermeyenlerdir.” (Hucurât, 49/4)

Ayet-i kerimenin sebeb-i nüzûlü ile ilgili rivayet şu şekildedir:

Temim oğullarına mensup bedevilerden yetmiş veya seksen kişilik bir heyet Hz. Peygamber’in (sas) yanına gelmiş, mescide girmiş ve Peygamber’e (sas) hücresinin uzağından, “Ya Muhammed, yanımıza çık” diyerek bağırmışlardı. Onların bu şekilde bağırmaları Efendimiz’i (sas) rahatsız etti. Yanlarına geldi. İçlerinden bir tanesi ki Akra b. Habis olduğu rivayet edilir, “şairimize ve hatibimize müsaade et de konuşsunlar,[29] Ey Allah’ın Resulü, benim övgüm yükseltici yergim ise alçaltıcıdır” dedi. Bunun üzerine Resülullah (sas) şöyle buyurdu: O özellikte olan Allah’tır.[30]

Efendimiz (sas), normalde insanlarla görüşmekten uzak değildi. Ancak onun (sas) kendine ait zamanlarının yok sayılarak rahatsız edilmesi elbette edebe uygun olmamıştır. Bu heyet, Efendimiz’in (sas) dışarı çıkmasını bekleselerdi hem din hem de dünyaları için daha faydalı olurdu.

Resülullah (sas), kendisine gelen bu heyetin durumu hakkında soru sorulunca şöyle buyurmuştur:

Bunlar Temim oğullarının görgüden uzak kimseleridir. Şayet onlar, tek gözü kör Deccal’e karşı en çetin şekilde savaşabilecek kimseler olmasalardı, Yüce Allah’a onları helak etmesi için dua edecektim.[31]

Ayet-i kerimede yer alan “hucurât” kelimesi, “hücre” kelimesinin çoğulu olup Resülullah’ın (sas) hane-i saadetleridir ve “odalar” anlamına gelmektedir.

“Tabakat” kitabıyla tanınan hadis, siyer, tarih ve ensâb âlimi Ebu Abdillâh Muhammed b. Sa’d’ın (v. 230/845), Muhammed b. Ömer’den aktardığına göre, Resülullah (sas) Dûme gazvesine gittiği zaman, Ümmü Seleme (r. anhâ) hücresini kerpiçten yaptı. Resülullah (sas) döndüğünde kerpiçlere baktı ve ilk olarak onun hücresine girdi. “Bu bina nedir?” diye sordu. Ümmü Seleme (r. anhâ), “Ya Resulallah, insanların bakışlarına engel olmak istedim” dedi. Bunun üzerine Resülullah (sas) şöyle buyurdu:

Ey Ümmü Seleme, Müslümanların mallarının en kötü şekilde heder olduğu yerler binalardır.

Muhammed el-Ensârî de Resülullah’ın (sas) eşlerinin odalarını şöyle anlatıyor:

İçinde İmran b. Enes’in de olduğu bir mecliste Ata el-Horasanî’den dinlemiştim. Şöyle diyordu: “Resülullah’ın (sas) eşlerinin odalarını gördüm. Kapılarında siyah kıldan yapılmış çullar vardı. Velid b. Abdulmelik’in (v. 96/715, Emevî halifesi) mektubu okunduğunda oradaydım. Mektupta, Resülullah’ın (sas) eşlerinin hücrelerinin, Mescid-i Nebevî’ye dahil edilmesini emrediyordu. O günkü kadar ağlayan insanı bir arada görmedim.”

Said b. Müseyyeb diyor ki: “Vallahi hücrelerin, o halleriyle kalmalarını çok isterdim. Böylece Medine’de yetişen yeni nesil ve dışarıdan gelenler, Resülullah’ın (sas) hayatında nelerle yetindiğini görür, bu durum mal çokluğuyla övünenleri zühde sevk ederdi.”

İmran b. Ebu Enes de Resülullah’ın (sas) eşlerinin hücrelerini şu şekilde tasvir etmiştir:

“O hücrelerden dört tanesi kerpiçten, ancak odaları birbirinden hurma dalları ile ayrılmıştı. Beş tanesi ise çamurla sıvanmış hurma dallarından yapılmıştı. Kapılarında kıldan yapılmış çullar vardı. Hücrelerin büyüklüğü bir zira eninde üç zira boyundaydı. (1 Zira: 54,04 ile 91 santim arasında değişmektedir). Hücrelerin mescide dahil edilmesi emrinin okunduğu gün, Resülullah’ın (sas) ashabının evlatlarından bir grupla beraber oradaydım. Seleme b. Abdurrahman b. Avf, Ebu Ümâme b. Sehl b. Huneyf ve Harice b. Zeyd b. Sabit bunlardan bazılarıydı. Onlar, sakalları gözyaşları ile ıslanıncaya kadar ağladılar. O gün Ebu Ümâme şöyle dedi:

“Keşke bu evler yıkılmasaydı ve öylece bırakılsaydı da böylece insanlar az bina yapsalardı. Ayrıca, dünya hazinelerinin anahtarları elinde olduğu halde, Allâh’ın (cc) Resulü (sas) için neyi layık gördüğünü gözleriyle görselerdi.”[32]

وَلَوْ أَنَّهُمْ صَبَرُوا حَتَّىٰ تَخْرُجَ إِلَيْهِمْ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ ۚ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ

Eğer onlar, sen kendilerine çıkıncaya kadar sabretselerdi, muhakkak ki haklarında hayırlı olurdu. Allah Ğafûr’dur (çok mağfiret eden, şefkat gösteren, bağışlayan ve yarlıgayandır), Rahîm’dir (âhirette mümin kullarına acıyan ve merhamet edendir).” (Hucurât, 49/5)

Burada da yeni bir edep öğretiliyor. O da bilhassa günümüz Müslümanları açısından baktığımızda, herhangi bir konuda çözüm ve başarı isteniyorsa, problemlerin mutlaka Kitap ve Sünnet dairesinde kalınarak çözülmesi gerektiğidir. Çünkü ihtilafların giderilebileceği yegâne platform Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i sahiha çizgisinde yürümektir. Ancak ayet-i kerime bize bu edebin yanı sıra diğer bir edep tavrının tamamlayıcı olacağını bildirmektedir ki o da çözümün sabrederek elde edileceğidir. Günümüz Müslümanı, Kur’ân ve Sünneti rehber kılacak, arkasından da bu yanıltmayan ışık kaynaklarının ruh, akıl ve kalp dünyasında doğuşu için sabır donanımını çalıştıracaktır. Böyle yapacaktır, çünkü Allah Ğafûr’dur, çok mağfiret eden, şefkat gösteren, bağışlayan ve yarlıgayandır. Rahîm’dir, âhirette mümin kullarına acıyan ve merhamet edendir.

Surenin ilk faslında, Efendimiz’e (sas) saygısızlıktan kaçınmamız, O’na karşı seslerimizi yükseltmememiz, meclisinde yakışıksız sözler söylemememiz emredilmiş, Allâh’ın Resulünün (sas) sözlerinin üzerine söz kondurmama edebi talim edilmişti. Arkasından da bu şekilde davrananların, aslında kalplerinin Allâh (cc) tarafından bir sınamaya tabi tutulduğu da beyan edilmişti. İşte bütün bu edep taliminin arkasından, Müslüman topluluk yeniden hitap makamına alınmakta ve İslâmî ve içtimai hayatın ahengini bozabilecek önemli bir tehlikeye karşı şöyle uyarılmaktadırlar:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَإٍ فَتَبَيَّنُوا أَنْ تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَىٰ مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ

Ey iman edenler! Eğer size bir fâsık, önemli bir haber getirirse onu araştırın (doğruluğunu anlayıncaya kadar tahkik edin). Değilse bilmeyerek bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât, 49/6)

Şimdi ayet-i kerimede yer alan temel bazı kavramları açmaya çalışacağız.

Fısk ve Fâsık Kavramları

Dinin emir ve yasaklarına aykırı davranmaya, büyük günah sayılan suçları işlemeye veya küçük günahlara ısrarla devam etmeye “fısk” denmektedir. Ayet-i kerimede geçen (فَاسِقٌ) “fâsık”, Allah’ın (cc) emir ve yasaklarına uymayan, yani “fısk” içerisindeki kimsedir. Allâh’ın (cc) emir ve yasaklarına uymama, yani “fısk” günahını ilk işleyen dolayısı ile ilk “fâsık” damgası vurulan İblis’tir. Kur’ân-ı Kerîm, bu hususu şöyle açıklar:

وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُوا اِلَّا اِبْلٖيسَ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ اَمْرِ رَبِّهٖ اَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُ اَوْلِيَاءَ مِنْ دُونٖى وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّ بِئْسَ لِلظَّالِمٖينَ بَدَلًا

Hani biz meleklere, “Âdem’e saygı ile eğilin” demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis cinlerdendi. Rabbinin emri dışına çıktı (fâsıklardan ve asilerden oldu). Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini (Cinnî şeytanları ve Rabbin emri dışına çıkmakla şeytanlaşmış insanları), kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin için birer düşmandırlar (İblis’i, yardımcılarını ve Rabbin emri dışına çıkmış insî şeytanları dost edinmek, Rabbi bırakıp bu şerli kimselere ibadet etmek gibidir ve insanı zalim ve vicdansız olmaya götürür). Zalim kimseler için bu ne de fena bir tercih olmaktadır!” (Kehf, 18/50)

Küçük günahlarda ısrar etme de insanı “fıska” götürmektedir. Küçük günahların “fısk” olarak görülmesinin sebebi, dini hassasiyetin bulunmaması anlamına geldiği içindir. Ayet-i kerimede Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri şöyle buyurur:

وَالَّذٖينَ اِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً اَوْ ظَلَمُوا اَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّٰهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّٰهُ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلٰى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ

O müttakiler, bir günah işledikleri veya nefislerine zulüm ettikleri zaman Allah’ı anarak hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenlerdir. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Hem de yaptıklarında (hata ve günahlarında bile bile) ısrar etmeyenlerdir.” (Ali İmran, 3/135)

Efendimiz de (sas) büyük günahlar için istiğfarın ehemmiyetine, küçük hatalarda ısrar etmemenin önemine şu şekilde temas buyurmaktadırlar:

Büyük günah, istiğfar ile büyük kalmaz. Küçük günah, ısrar ile, onu küçük olmaktan çıkarır.[33]

Kur’ân-ı Kerîm’de; zulmün neticeleri (Bakara, 2/59), ayetlerin yalanlanması (Enam, 6/49), Allâh’a (cc) itaat dairesinden çıkılması (Araf, 7/163, 165; Yunus, 10/33, İsra, 17/16) “fısk” kelimesi ile beyan edilmiştir. Müslümanların günaha girmeleri (Bakara, 2/197), borçlanmalarında adil bir şekilde kayıt tutmamaları (Bakara, 2/282), haram kılınan yiyecekleri yemeleri de (Maide, 5/3; Enam, 6/121, 145) “fısk” olarak nitelendirilmiştir.

Efendimiz (sas), “Müslümana sövmek fısktır[34] buyurmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’de; haktan sapmış olanlar (Bakara, 2/99; Ali İmran, 3/82), iman etmeyen kitap ehli (Ali İmran, 3/110), İncil ile gereği gibi amel etmeyen Hristiyanlar (Maide, 5/47), münafıklar (Tevbe, 9/67, 80, 84, 96; Münafikûn, 63/6), iffetli Müslüman kadınlara iftira yapanlar (Nur, 24/4), Allah’ı unutan ve bu yüzden de Allah’ın kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler (Haşir, 59/19) “fâsıklar” olarak nitelendirilmiş, fâsıkların varacağı yer de Cehennem olarak belirlenmiştir (Secde, 32/20). Müslüman hanımlara asılsız iftiralarda bulunan fasıkların şahitliklerinin ebediyyen kabul edilmeyeceği Kur’ân-ı Kerîm’de sübut bulmuştur (Nur, 24/4).

Abdullah b. Mesud’dan (ra), bizlere ulaşan şu şekilde bir rivayet bulunmaktadır:

Muhakkak ki şeytan bazen bir insanın şekline girer. Bir topluluğa gelir ve onlara yalan bir söz söyler. Topluluk birbirlerinden ayrıldıktan sonra içlerinden birisi şöyle der: “Yüzünü tanıyorum, ama ismini hatırlayamadığım bir kimse şunları şunları söylemişti.[35]

Ayet-i kerime, fâsıkın sözüne itimat edilmemesi gerektiğini, fasık kimselerin aslı araştırılmayan haberlerinin, yanlış hükümlere sebep olacağı beyan edilmektedir.

(اَلَنَبَاُ) “HaberKavramı

Ayet-i kerimede geçen (اَلَنَبَاُ) kelimesi, “önemli haber” anlamına gelmektedir. Arapça’da çok önemli olmayan bilgiler için “haber” kelimesi kullanılmaktadır.

Bilhassa günümüzde, sözün doğrusunun yalan olanından ne şekilde ayrılabileceği ne tür bir metot ile doğrunun ve hakikatin vücut bulabileceği konularında gayret göstermek elzem hale gelmiştir. İnançlı bireyler boş sözlerden, önemli gibi lanse edilen ancak ehemmiyetsiz haberlerden, boş ilgi ve düşüncelerden kaçınırlar. Çünkü insanın kalbini lüzumsuz haberlerden, gereksiz ve yakışıksız ilgilerden alıkoyan temel ahlâkî sorumlulukları ve uğraşları vardır. Allah’ı anmak, O’nun yüceliğini tasavvur etmek, iç ve dış alemde, afakta ve enfüste yer alan ayetlerini kavramaya çalışmak, kalbi arındırmak, ruh ve vicdanı temizlemek gibi önemli çalışmalar vardır. Yerine getirilmesi gereken bireysel ve toplumsal sorumluluklar, imanın öngördüğü mazbut hayat ahengini koruma çabaları vardır. İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, toplumsal hayatı bozulmaktan ve sapıklıktan korumak gibi yükümlülükler vardır.

Kur’ân-ı Kerîm’in en önemli özelliklerinden birisi de onun “çok büyük bir haber” olmasıdır. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu hususu şöyle beyan etmektedir:

(قُلْ هُوَ نَبَٶٌا عَظٖيمٌ اَنْتُمْ عَنْهُ مُعْرِضُونَ) De ki: “Bu (Kur’an) çok büyük (ve çok mühim) bir haberdir. (Ama gafletinizden dolayı) Siz ondan yüz çeviriyorsunuz. (Sad, 38/67-68)

Bu açıdan nazarlarımızın Kur’ân-ı Kerîm’e çevrilmesi, içerisindeki ilahi hakikatlerin kavranmaya çalışılması ve dikkatli bir inceleme faaliyetine merkez olması, dünya ve ahiret saadeti adına çok ehemmiyet taşımaktadır.

(فَتَبَيَّنُوا) Tebeyyün Ediniz Emri

Hucurât, 49/6’da geçen (تَبَيَّنُوا) “araştırınız” emri, “takip fâsı” ile geldiğinden, bize ulaşan bir haberin doğru olup olmadığını zaman geçirmeden araştırma gereğini ifham etmektedir. “Tebeyyün” kelimesi lügatte, “belli olma, meydana çıkma, mananın ya da herhangi bir eşyanın görülüp hakikatinin anlaşılması” demektir.

Istılahta ise, özellikle “bilginin, insan zihninde ve ruhundaki derecesini, safhalarını ya da ulaştığı mertebeyi” göstermektedir. Şöyle ki: Önce “şuurlanma” derecesi, sonra da sırası ile “anlama, ezberleme, hatırlama, anlatma ve görüş oluşturma”, sonra da “tebeyyün” yani “bir konuyu etraflıca anlama ve ortaya koyma” safhası gelir.

Tebeyyünden sonraki basamakta ise “basîretle bakıp bir işin esasını kavrama, künhüne varma, bir şeyin gerçekliğini anlamak için dikkatlice ve kalp gözüyle bakma” safhası gelir. Bu terimin zıt anlamları ise, “cahillik, akılca hafiflik, acelecilik, gaflet, ifrat ve tefrittir”.

Konu ile ilgili şu ayet-i kerîme oldukça önemlidir:

وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهٖ عِلْمٌ اِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ اُولٰئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُلًا

Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın bir şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra, 17/36)

Kur’an-ı Kerîm, “kalp, göz ve kulağa” beraberce verdiği sorumluluk ile; kişi ne zaman bir söz söylese ne zaman bir olayı anlatsa veya hüküm verse, bu söz, olay ya da hükmün doğruluğunu kesin olarak tespit etmiş olmasını istemektedir. Bu, söylenen bir söz, aktarılan bir haber, yorumlanan bir olay, sebepleri belirlenen bir gerçeklik, dini bir hüküm veya inançla ilgili bir mesele olabilir. Bu açıdan bir kimsenin, görmediği halde gördüğünü, duymadığı halde duyduğunu, bilmediği halde bildiğini iddia etmesi sorumsuzluk olmaktadır.

Bu ayette “kulak, göz ve kalp” ile ilgili olarak; Arapça’da “akıllı” varlıklar için kullanılan ve “bunların her biri” anlamına gelen (كُلُّ اُولٰئِكَ) “ulâike” zamirinin getirilmiş olması, ayet-i kerimede sayılan azaların, idrak duyuları oluşlarından ve sorumlu azalar olarak beyan edilmelerinden dolayıdır. Bu açıdan “fuâd” yani “kalp”, düşündüğü ve inandığı şeylerden, “kulak ve göz” de görüp duyduklarından sorumlu tutulacaklardır.

Birçok müfessir Hucurât 6 ayet-i kerîmesinin Velid bin Ukbe bin Ebi Muayt hakkında nazil olduğunu beyan etmiştir. Hadise şöyle cereyan eder:

Hz. Peygamber (sas), Benu Mustalik kabilesi İslam’ı kabul ettikten sonra, zekât tahsili için Velid bin Ukbe’yi gönderir. Velid oraya gider. Ama korktuğu için geri dönerek, Hz. Peygamber’e Benu Mustalik kabilesinin zekât vermeyi reddettiklerini ve kendisini de öldürmeye kalkıştıklarını söyler. Bu haberi duyan Hz. Peygamber (sas) bir ordu göndermeye niyetlenir. Fakat tam bu esnada, Benu Mustalık’ın reisi Haris bin Dırar (Ümmü’l-Mü’minin Hz. Cüveyriye’nin babasıdır), yanında bir heyetle Hz. Peygamber’e (sas) gelir ve:

“Allah’a yemin ederiz ki, değil zekât vermeyi reddedip zekât görevlisini öldürmeye kalkışmak, biz Velid’i görmedik bile! Biz iman üzerindeyiz ve zekât vermeye de hazırız” der.[36]

Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olur ve Efendimiz (sas) de; Teenni Rahmân’dan, acele etmek ise şeytandandır buyurur.[37]

Hâris b. Dırâr’ın anlatımı ile ise hadise şu şekilde gerçekleşmiştir:

“Resülullah’ın (sas) yanına gelmiştim. Beni İslâm’a davet etti. Kabul ettim. Zekât vermemiz gerektiğini de söyledi. Onu da kabul ettim ve şöyle dedim:

“Ya Resulallah, ben kavmimin yanına döneyim. Onları İslâm’ı kabul etmeye ve zekât vermeye davet ederim. Davetimi kabul edenlerin zekâtlarını toplarım.”

Allâh’ın Elçisi (sas) ile belli bir gün için antlaştı. O gün geldiğinde Allâh’ın Elçisi (sas) Mustalık oğullarının zekatlarını teslim almak için memurunu gönderecekti. Günler sonra Hâris b. Dırâr, kavminin zekâtlarını topladı. Allâh’ın Elçisi (sas) ile belirledikleri gün gelmişti. Fakat zekâtları alması gereken görevli memur gelmedi. Hâris, Allâh’ın Resulünü (sas) öfkelendiren bir hadisenin yaşandığını düşündü. Hemen kavminin önde gelenlerini toplayarak şöyle konuştu:

“Allâh Resulü (sas), bana zekât için belirli bir gün tayin etmişti. Söz konusu günde memurunu gönderip topladığım zekât mallarını aldıracaktı. Allâh Resulü (sas) asla sözünü tutmamazlık etmez. Eğer kendisini öfkelendiren bir durum olmasaydı, memurunu göndermekten vazgeçmezdi. Haydi Allâh Resulüne (sas) gidip işin aslını öğrenelim.”

Halbuki Allâh Elçisi (sas), Velid b. Ukbe’yi zekât mallarını teslim alması için Hâris’e göndermişti. Velid, yola çıkıp bir müddet ilerledikten sonra, Mustalık oğulları ile arasındaki cahiliyye döneminden kalan düşmanlığı hatırladı. Şeytan, Mustalık oğullarının kendisini öldüreceği yönünde kalbine vesvese vermişti. Velid, korkup yarı yoldan geri döndü. Resülullah’ın (sas) yanına varıp:

“Ya Resulallah, Hâris zekât mallarını bana vermedi ve beni öldürmeye kalktı” dedi.

Bu duruma öfkelenen Allâh Elçisi (sas), derhal Mustalık oğulları üzerine bir askeri birlik gönderdi. Derken Hâris, kabilesinin temsilcileri ile birlikteyken, Medine’den hareket etmiş olan bu askeri birlikle yolda karşılaştı. Hâris birliği görünce:

“Kim üzerine gönderildiniz?” diye sordu.

“Senin üzerine” denilince,

“Niçin?” diye sordu.

“Allâh Resulü (sas), sana Velid b. Ukbe’yi gönderdi. Velid geri dönüp, senin kendisine zekât mallarını teslim etmediğini ve onu öldürmeye kalktığını bildirdi.”

Hâris:

“Muhammed’i (sas) hak ile gönderen Allâh’a yemin ederim ki Velid’i ne gördüm ne de yanımıza geldi” dedi.

Sonra Hâris, Allâh Resulünün (sas) yanına geldi. Allâh’ın Elçisi (sas):

Sen zekât vermeyi reddedip, elçimi de öldürmeye kalktın, öyle mi? diye sordu.

Hâris işin aslını anlattı:

“Asla. Seni gönderen Allâh’a yemin ederim ki memurunu ne gördüm ne de bize geldi. Memurun gecikince, Allâh ve Resulünü kızdıran bir durum olmuştur korkusu ile bizzat çıkıp geldim.”

Neticede Hucurât Suresi’nin 6, 7 ve 8’inci âyet-i kerimeleri nazil oldu.[38]

Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde, fasıkların getireceği haberlerin yalan olması ihtimalini nazara vererek, bu tür kimselerin verecekleri haberlerin araştırılmasını istiyor. İmam Kurtubi, ayet-i kerime ile ilgili olarak şöyle diyor:

“Fâsık olduğu kat’i olarak tespit olunan kimsenin haberleri geçersiz olur. Çünkü haber emanettir. Fısk, fasıkın verdiği haberin iptal edilmesi gerektiğinin bir delilidir.”[39]

Aynı konuda İmam Cessas ise, ayetteki “tahkik edin” ifadesini, fâsıkın şahitliğinin yasaklanmasına bir delil olarak görmektedir. Çünkü şahitlik, doğru bildiğini haber vermekten ibarettir. Fâsıkın şahitliği kabul edilmediği gibi, diğer hususlardaki haberleri de kabul edilmez. Hülasa, herhangi bir mevzuda, fâsıkın getireceği habere itibar edilmez.[40]

Ancak normalde, dürüst kişilerin birbirlerine iletmiş oldukları haberler konusunda bir şüphe bulunmaması gerekir. Çünkü diğer türlü bilgi akışı adeta felç olmaya yüz tutar. Dolayısıyla asıl olan, fertlerin güvenilir ve birbirlerine iletmiş oldukları haberlerin inanılır ve kabul edilir olmasıdır. Fasıkın haberinin kontrol edilmesi prensibi ile, toplumdaki ahenk sürdürülebilir halini korumuş olur.

Ayet-i kerîme, fasık olan birinin getirdiği haber karşısında, o haberi süzgeçten geçirmeyi ve tedbirli davranmayı içermektedir. Görevlerini tam olarak yapan doğru kimselerin getirdikleri haber ise alınır. Çünkü asıl olan bu prensiptir, fasıkın getirdiği haber bunun istisnasıdır. Bütün kaynaklardan ve bütün haberlerden şüphe etmek ise, toplumda uyulması gereken güven prensibine aykırıdır. Hayatın akışına ve toplum içinde düzenin sağlanmasına engeldir. Allâhu a’lem, ayet-i kerime haber kaynakları ile ilgili olarak doğruluğu genellemekte, ancak fasıkın getireceği haberleri bu genellemeden istisna etmektedir denilebilir.

Şu ana kadar, Allâh’a (cc) ve Resulüne (sas) karşı takınmamız gereken edep tavrı, saygılı tutum ve davranışlarımızın ancak “takva” dairesine girme ile hasıl olacağı, gönülden gelen bir inançla Allâh’ın (cc) esmâ-i hüsnâsı ve sıfât-ı ulâsına kendimizi raptetmemizin önemine vurgu yapılmış oldu. Ayrıca, Efendimiz’e (sas) saygısızlıktan kaçınmamız, O’na karşı seslerimizi yükseltmememiz, meclisinde yakışıksız sözler söylemememizin emredildiğini mütalaa ettik. Diğer taraftan, haber ve rivayetlerin doğruluğunun araştırılması, fasık kimseden gelen rivayet ve haberlere iltifat edilmemesi önemini hatırlamış olduk.

İnşâAllâh “Hucurât Suresinin İncelikleri II” başlıklı yazı ile, ayet-i kerimeleri anlama çabalarımıza devam etmeye çalışacağız.


[1] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler (Yirmi Üçüncü Söz), s. 289, Tenvir Neşriyat, İstanbul-1990.

[2] Buhari, İman, 39 (52); Müslim, Müsakat, 20 (1599).

[3] Tirmizi, Kıyame, 25 (2459); İbn Mâce, Zühd, 31 (4260).

[4] Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (v. 310/923), Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, (Tahkik: Abdulmuhsin et-Türkî), 21/335, Dâru Hicr, Kahire-2001; Ebû Muhammed Abdurrahmân b. Muhammed b. İdrîs er-Râzî (v. 327/938), Tefsîru’l-Kur’âni’l-’Azîm Müsneden an Rasûlilâh (sas) ve’s-Sahâbeti ve’t-Tâbi’în, 10/3302, Riyad-1997; Ebû Nuaym el-İsfahânî (v. 430/1038), Hilyetü’l-Evliyâ ve Tabakatu’l-Asfiyâ, 10/398, Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut-1988; Ebü’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Habîb el-Basrî el-Mâverdî (v. 450/1058), En-Nüket ve’l-’Uyûn, 5/325, Dârü’l-Kütübi’l-’İlmiyye, Beyrut, trsz.

[5] Ebû Bekir Beyhakî, Şuabü’l-Îman, (Thk. Abdulali Abdulhâmid Hamid), 3/99-100 (1430), Mektebetü’r-Rüşd, Riyâd-2003; Mâverdî, En-Nüket ve’l-Uyûn, 5/326.

[6] İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân, 21/336; İdrîs er-Râzî, Tefsîru’l-Kur’âni’l-’Azîm, 10/3302; Mâverdî, En-Nüket, 5/325.

[7] Tefsîru’l-İmâm Mücâhid b. Cebr, s. 610, (Thk: Dr. Muhammed Abdusselam), Dâru’l-Fikr, Medinetü Nasr-1989; Taberi, ay.; Mâverdî, En-Nüket, 5/325; Beyhakî, Şuabü’l-Îman, 3/98-99 (1429).

[8] Taberi, ay.

[9] Taberi, Câmiu’l-Beyân, 21/337; Beyhakî, Şuabü’l-Îman, 3/99 (1430).

[10] Buhari, Cihad, 37 (2842).

[11] İbni Mâce, Cenâiz, 37 (1549).

[12] Ebü’l-Hasen Alî b. Ahmed b. Muhammed en-Nîsâbûrî (v. 468/1076) (Vahidî), Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 611, Daru’l-Meyman, Riyad-2005; Ebû Ya‘lâ Ahmed b. Alî b. el-Müsennâ et-Temîmî el-Mevsılî (v. 307/919), Müsnedü Ebu Ya‘lâ el-Mevsılî, (Thk. İrşâdu’l-Hakk), 6/197 (6783), Daru’l-Kıble, Cidde-1988. (Bu kaynaklarımızda yer alan rivayetler, hadiseyi birinci ayet-i kerimenin sebeb-i nüzûlü olarak kaydetmişlerdir. Ancak 10 no’lu dipnotta yer alan hadis kaynaklarımız ise, hadiseyi ikinci ayet-i kerimenin sebeb-i nüzulü olarak aktarmaktadırlar.)

[13] Tirmizi, Tefsir, 50 (3266); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/6 (16232); Buhari, Meğâzî, 68 (4367); Tefsir, 49, 1 (4845); Nesai, Âdâbu’l-Kudât, 6 (5386).

[14] Müslim, İman, 52 (119); Buhari, Tefsir, 49, 1 (4846); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/137 (12426); Ebu Ya’lâ, Müsned, 3/345 (3331, 3427); İbn Hibbân, Sahîh, 16/128-129 (7168).

[15] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/137 (12426); Ebu Ya’lâ, Müsned, 3/345 (3331, 3427); İbn Hibbân, Sahîh, 16/128-129 (7168).

[16] Beyhakî, Şuabü’l-Îman, 3/101, 102 (1430, 1431); Ebu Abdullah el-Hâkim en-Nîsâbûrî (v. 405/1014), El-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, (Thk. Mustafa Abdülkadir Ata), 2/462 (3720), Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-2002.

[17] Ebû Abdillah el-Kurtubî, El-Câmi’u li-Ahkâmi’l-Kur’ân, (Thk. Abdülmuhsin et-Türkî), 19/361-362, Müessesetü’r-Risâle, Beyrût-2006.

[18] Kurtubî, Ahkâmü’l-Kur’ân, 19/362.

[19] Kurtubî, Ahkâmü’l-Kur’ân, 19/360; Beyhakî, Şuabü’l-Îman, 3/99 (1429); Celaleddin es-Suyuti, Ed-Dürrü’l-Mensur fi’t-Tefsir Bil-Me’sûr, (Thk: Abdulmuhsin et-Türkî), 13/531, Merkezu Hicr, Kahire-2003.

[20] Tefsîru’l-İmâm Mücâhid b. Cebr, s. 495; Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 15/360.

[21] Buhari, Şurut, 15 (2731-2732).

[22] Ebü’l-Hasen Nûrüddîn Alî. b. Ebî Bekr b. Süleymân el-Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid ve Menbau’l-Fevâid, (Thk: Abdulkadir Ata), 7/170 (11349), Dâru’l-Kütübi’l_İlmî, Beyrut-2001; Suyuti, Dürrü’l-Mensur, 13/530-531; Beyhakî, Şuabü’l-Îman, 3/101, 102 (1430, 1431); Hâkim, Müstedrek, 2/462 (3720).

[23] Vahidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân , s. 613.

[24] Tirmizi, Tefsir, 50 (3266); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/6 (16232); Buhari, Meğâzî, 68 (4367); Nesai, Âdâbu’l-Kudât, 6 (5386).

[25] Kurtubî, Ahkâmü’l-Kur’ân, 16/483.

[26] Cârullah Zemahşerî, El-Keşşâf ‘an Hakâiki’t-Tenzîl ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl fî Vucûhi’t-Te’vîl, 5/18, Mektebetu’l-Abîkan, Riyad-1998; Kurtubî, Ahkâmü’l-Kur’ân, 16/483-484.

[27] Zemahşerî, Keşşâf, 5/18.

[28] Kurtubî, Ahkâmü’l-Kur’ân, 16/484.

[29] İbn Hişâm, Es-Sîretü’n-Nebeviyye, (Thk. Abdüsselam Tedmürî), 4/205, Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrut-1990.

[30] Tirmizi, Tefsir, 50 (3267).

[31] Ebû İshâk Ahmed Sa’lebî, El-Keşf ve’l-Beyân, (Thk: Ebu Muhammed b. Aşûr), 9/77, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut-2002; Zemahşerî, Keşşâf, 5/364; Suyuti, Dürrü’l-Mensur, 13/542.

[32] Ebu Abdillâh Muhammed b. Sa’d b. Menî’ ez-Zührî, Kitâbu’t-Tabakâtü’l-Kebîr, (Thk: Dr. Ali Muhammed Ömer), 1/429-430, Kahire-2001.

[33] Ali el-Muttaki el-Hindi, Kenzü’l-Ummâl, 4/217 (10232).

[34] Buhari, İman, 36 (48); Müslim, İman, 28 (64); İbn Mace, Mukaddime, (69).

[35] Müslim, Mukaddime, 17.

[36] Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn b. Alî el-Beyhakî (v. 458/1066), Es-Sünenü’l-Kübrâ, (thk. Muhammed Abdulkâdir Atâ), Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, C. 9, s. 54–55 (17975), Beyrut-2003; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/279 (18650); Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 618. Bazı kelime farklılıklarıyla bu hadise, İbn Ebi Hatim, Taberani ve İbn Cerir; İbn Abbas, Haris bin Dırar, Mücâhid, Katade, Abdurrahman bin ebi Leyla, Yezid bin Ruman, Dahhak ve Mukatil bin Hayyan’dan nakledilmiştir. Heysemî’de ise konu oldukça ayrıntılı bir şekilde işlenmiştir. Bkz.: Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 7/108-111. Hz. Ümmü Seleme rivayetinde ise, tüm hadise aynen nakledilmiş olmasına rağmen, Velid’in adı açıklanmamıştır.

[37] Tirmizî, Birr ve’s-Sıla, 66 (2012); Beyhakî, Es-Sünenü’l-Kübrâ, C. 10, s. 178 (20270); Beyhakî, Şuabü’l-İman, C. 6, s. 211 (4058); Ebu Ya’lâ, Müsned, C. 4, s. 206 (4240).

[38] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/279 (18650); Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 619-620.

[39] İmam-ı Kurtubi, El Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, Kahire–1967, C: 16, s. 316.

[40] İmam-ı Cessas, El Ahkâmü’l Kur’an, Beyrut–1335, C: 3, s. 398.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Hucurât Suresinin İncelikleri 1” için 4 yorum

    1. Estağfirullah, Eksik ve kusurlarımızdan dolayı Cenâb-ı Erhamürrâhimîn’in afv u mağfiretini diler, Zât-ı alinize de selam, sevgi ve saygılarımı sunarım. Fakîr ilAllâh Musa

      Beğen

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.