Bireycilik, Yalnızlık ve Uzlet

Musa Kâzım GÜLÇÜR

23 / 3 / 2021

İçindekiler

Individualism, Loneliness and Seclusion (Abstract) 1

Bireycilik, Yalnızlık ve Uzlet Giriş 2

Bireycilik. 3

Yalnızlık 8

Uzlet 13

Sonuç 17

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

والحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، والصلاة والسلام على عبده ورسوله وأمينه على وحيه وخليله وصفوته من عباده نبينا وإمامنا وسيدنا محمد بن عبدالله، وعلى آله وأصحابه، ومن سلك سبيله، واهتدى بهداه إلى يوم الدين

(مريم – 95) وَكُلُّهُمْ ءَاتِيهِ يَوْمَ ٱلْقِيَٰمَةِ فَرْدًا

رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ، وَبِهِ الْعَوْنُ

“What is individualism?” The basis of being human is having the capacity to manage one’s life through consciousness. If we are the kind of being that initiates our own behavior, consciousness performs a critical task for individuation. The fact that people can use their conscious capacities and choose and manage their actions based on consciousness is the feature that makes it the most distinguished among the world of beings. In simpler terms, if we have free will, our actions are the dynamics that make us unique. Our fingerprints, sounds, shapes, abilities, and, above all, our choices are the features that make us most unique and individual.

In all these respects individualism can be defined as the vision of seeing oneself as separate, private, and independent from others of its kind. This is the core of the individualism thesis. One of the defining characteristics of human beings is that it has a distinctive potential with their individuality based on both autonomy and personal preference. Autonomy, independence, and the assumption that we are different entities from groups is a phenomenon at the center of the concept of individualism and rather shaped by intellectual Liberalism.

“What does loneliness mean?” This is a simple question, but it does not have a simple answer. Loneliness is a universal experience of human life and is therefore difficult to describe. However, we must admit that being human brings with it the risk of being unwanted alone. From the beginning of our lives, individuality and loneliness are almost a constitution of our ego. Loneliness is a state of spiritual isolation, particularly motivated by the noisy hustle and bustle of modern life, distractions, and relatively patience-requiring occupations.

In our infinite universe, under harsh physical and social conditions, self-alienation, a feeling of emptiness, and meaninglessness are almost inevitable. Loneliness is a recessive, non-dominant trait experienced under several difficult conditions. Sometimes loneliness can also indicate dramatic situations such as an insufficiently felt love, an incompletely experienced sense of belonging, an unmet need for intimacy, or being away from loved ones, country, or children.

“What is seclusion?” Seclusion means such as moving away, stepping aside, and leaving society to increase the purity of the heart. Seclusion is like a tool to remember the one who gives the blessings, to get away from sins physically or spiritually by aiming to be close to Allah and to understand the value of the gifts given. Sometimes it is seen that the Truth is denied, it is worthless to express the truth, and when strife appears, the person turns to seclusion in order not to lose his/her religious purity.

Those who care about the deep calmness of seclusion prefer to live in secluded places to worship Allah (SWT), to leave the place where they are, physical and spatial separation from the life of society. “Escape to Allah (Trust in Him)” (Zariyat, 51/50) verse and “I abandon you and those you worship other than Allah, I worship my Lord. I hope that I will not be unhappy to worship my Lord” (Maryam, 19/48) verses can be thought that indicate seclusion.

Bireycilik nedir? İnsan olmanın temelinde, bilinç yoluyla kendi yaşamını yönetme kapasitesine sahip olması yer alır. Tür itibarı ile, kendi davranışlarının başlatıcısı bir varlık isek, bireyleşme için bilinç çok önemli bir vazife icra eder. İnsanların, bilinçli kapasitelerini kullanmaları, bilince dayalı eylemlerini seçebiliyor ve yönetebiliyor olmaları, onu varlık dünyası arasında en seçkin hale getirir. Daha basit bir ifadeyle, eğer özgür iradelere sahipsek, eylemlerimiz bizleri benzersiz yapan dinamiklerdir. Parmak izlerimiz, seslerimiz, şekillerimiz, yeteneklerimiz ve hepsinden önemlisi seçimlerimiz, bizleri diğer canlılara nispeten eşsiz yapan ve bireyselleştiren özelliklerdir.

Bütün bu açılardan bireycilik, kendini türündeki diğerlerinden bütünüyle ayrı, özel ve bağımsız görme vizyonu olarak tanımlanabilir. Bireycilik tezinin özü budur. İnsanın temel özelliklerinden biri hem özerkliğe hem de kişisel tercihe dayalı bireysellik yönü ile ayırt edici potansiyele sahip olmasıdır. Özerklik, bağımsızlık ve gruplardan farklı varlıklar olduğumuz varsayımı, bireycilik kavramının merkezinde yer alan ve daha çok düşünsel Liberalizm tarafından şekillendirilmiş bir olgudur.

Yalnızlık ne demektir? Bu basit bir soru, ancak basit bir cevabı içermemektedir. Yalnızlık, insan yaşamının evrensel bir deneyimidir ve bu sebeple tarif etmek zordur. Bununla birlikte insan olmanın, istenmeyen bir şekilde yalnız olma riskini de beraberinde getirdiğini kabul etmemiz gerekmektedir. Hayatımızın başlangıcından itibaren bireysellik ve yalnızlık, benliğimizin adeta bir anayasasıdır. Yalnızlık, bilhassa da modern yaşamın gürültülü koşuşturmacasının, dikkat dağıtıcı unsurlarının ve nispeten sabır gerektiren uğraşlarının harekete geçirdiği ruhsal bir yalıtım durumudur.

Sınırsız evrenimizde, zorlu fiziksel ve sosyal şartlar altında, kendine yabancılaşma, boşluk ve anlamsızlık hissi adeta kaçınılmazdır. Yalnızlık, bir takım zor şartlar altında deneyimlenen, çekinik, baskın olmayan bir özellik olarak görülebilir. Bazen de yalnızlık, yeterince hissedilememiş bir sevgi, tam olarak deneyimlenememiş aidiyet hissi, karşılanamamış bir yakınlık ihtiyacı ya da sevdiklerinden, ülkesinden veya çocuklarından uzaklaşmış olma gibi dramatik durumlara işaret ediyor da olabilir.

Uzlet nedir? Uzlet, uzaklaşmak, bir kenara çekilmek, kalbî safiyetini artırmak için bulunduğu toplumu terk etmek gibi anlamlara gelir. Uzlet, nimetleri vereni hatırlamak, Allah’a yakınlık maksadı güdülerek bedenen ya da ruhen günahlardan uzaklaşmak ve verilen nimetlerin kıymetini anlamak için bir araç gibidir. Bazen de Hakk’ın inkâr edildiği, doğruları ifade etmenin kıymetinin kalmadığı, fitnelerin baş gösterdiği zamanlarda, kişinin dini safiyetini kaybetmemek için uzlete yöneldiği görülmektedir.

Uzletin o derûnî sükûnet halini önemseyen kimseler, Allâh’a (cc) ibadet için tenha yerlerde yaşamayı, bulundukları yeri terk etmeyi, fiziksel ve mekânsal ayrılığı, cemiyet hayatına tercih etmektedirler. “Allah’a kaçın (O’na güvenip sığının)” (Zariyat, 51/50) ayet-i kerimesi ve “Sizi ve Allah’tan başka taptıklarınızı terk ediyor, Rabbime ibadet ediyorum. Rabbime ibadet etmekle, mutsuz olmayacağımı umuyorum.” (Meryem, 19/48) ayet-i kerimelerinin uzleti işaret ettiği düşünülebilir.

Şimdi, bu her üç terimi de çeşitli açılardan görmeye ve ayrıntılandırmaya çalışacağız.

Bu bölümde, “bireycilik” konusunu bilhassa da kolektivite ile mukayese ederek tanımlayacağız.

Bireycilik, toplumdaki her bireyin, başkalarının haklarını ihlal etmeden kendi çıkarlarını sürdürme hakkı iken, kolektivizm bireyin gruba tabi kılınması faaliyeti, düşüncesi ve felsefesidir. Bireyciler, kendilerini başkalarından özerk olarak düşünürlerken, kolektivistler kendilerini başkalarıyla son derece bağlantılı görürler. Bireycilik ve kolektivizm, insanların kendilerini bağımsız olarak düşünmelerinden, çok yüksek oranda birbirlerine bağlı olmaya kadar farklılık gösteren kültürel değerler manzumesidir.

Bireysel kültürlerde insanlar, birbirlerinden bağımsız şekilde düşünmeye teşvik edilirler. Böyle bir kültür, öncelikle kendi tercihleri, ihtiyaçları ve hakları ile motive olan sosyal bir kalıptır. Bu kültür, kişisel hedeflerini, başkalarının hedeflerine göre daha öncelikli görür ve başkalarıyla irtibat kurma ya da kurmamanın avantaj ve dezavantajlarını daha akılcı bir şekilde analiz eder.

Buna karşılık kolektivist kültürler, insanların birbirleriyle son derece bağlantılı olduklarını düşünmeyi onaylar. Bireyci kültürler, kendini ifade etmeyi önemser ve grup hedefleri yerine bireysellik arayışını vurgularken, kolektivist kültürler bireysellik iddiasından ziyade, sosyal uyumun sürdürülmesini destekler. Bireyci kültürler, farklılaşma açısından keskin bir yükselme grafik çizgisine, benzeşme için ise düz bir eğim grafiğine sahipken, kolektivist kültürlerde bunun tam zıttı geçerlidir.

Toplum ve kitle psikolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Fransız sosyolog ve antropolog Gustave Le Bon (v. 1931), The Psychology Of Revolution (Devrimin Psikolojisi) adlı kitabında, “Kalabalıkların Genel Özellikleri” başlığı altında şu hususları tespit etmektedir:

“İnsan, bir çokluğun parçası olduğunda, izole bir bireyden çok daha farklı bir varlığa dönüşür. Bilinçli kişiliği, kalabalığın bilinçsiz kişiliğinde yok olur. Kolektif zihnin başlıca özelliği, tamamen bilinçsiz unsurların hakimiyetine girmesi ve kendine özgü kolektif mantığa tabi olmasıdır. Kalabalıkların diğer özellikleri arasında, sonsuz saflıkları ve abartılı duyarlılıkları, kısa görüşlülükleri ve aklın etkilerine cevap vermedeki yetersizlikleri bulunmaktadır. Gerçeklik ve deneyimin, onlar üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Çokluk, hemen her şeyi onaylayabilir. Kalabalığın gözünde hiçbir şey imkansız değildir.”[1]

Le Bon, devamla şöyle söylüyor:

“Kalabalığın aşırı duyarlılığından dolayı, duyguları ister iyi isterse de kötü olsun her zaman abartılıdır. En az heyecan, kalabalığın en büyük öfkeyle hareket etmesine yol açabilir. Normal durumda zaten yüksek olan saflıkları, daha da artar. En olmayacak ifadeler bile kabul görür. Bu özellikler, kalabalıktaki insanın, medeniyet ölçeğinde çok düşük bir dereceye kadar indiğini gösterir. Bir yabanînin, tüm hataları ve nitelikleriyle, tüm anlık şiddeti, coşkusu ve kahramanlığı ile yabanileşir. Entelektüel açıdan kalabalık, her zaman izole bireyden daha aşağıdır. Ahlâkî ve duygusal alanda ise, daha üstte yer alabilir. Kalabalıkta, kişisel özellikler kaybolur ve bu da onu oluşturan bireyler üzerinde olağanüstü bir etki yapar. Cimri biri cömert, şüpheci biri inanan, suçlu bir adam dürüst, korkak da kahraman olur. Bir kolektivitenin, onu oluşturan bireyler üzerindeki etkisinin en dikkate değer sonuçlarından biri, duygularının ve iradelerinin birleşmesidir. Bu psikolojik birlik, kalabalıklara olağanüstü bir güç verir. Bu şekilde zihinsel birliğin oluşması, esas olarak kalabalıkta, jestlerin ve eylemlerin son derece bulaşıcı olmasından kaynaklanır. Nefret, öfke veya sevgi tutumları hemen onaylanır ve tekrarlanır.”[2]

Kolektivistler, doğrudan grubun hedefleriyle ilgilenirler. Ancak bu tür hedefler bir taraftan bireyle de bağlantılı olduğu için, bireyler grubun iradesine karşı gelmeden beklenilen veya talep edilen şeyi yapar, kolektif bakış açısına göre davranmaktan da hoşlanırlar. Bireycilerin ise, kendi gruplarının hedefleriyle tutarsız kişisel hedefleri vardır. Bireyci kültürlerde, grup ve birey arasında çatışma olduğunda, bireyin hedeflerine ulaşmaya çalışacağı, grubun hedeflerini görmezden geleceği, buna mukabil kolektivist kültürlerde ise, grubun amaçlarının bireyin hedeflerini geçersiz kılacağı açıktır.

Bireysellik, bireylerin akıl yürütme ve özgür iradeye sahip özerk varlıklar olduğunu savunur ki bu aynı zamanda, kişinin aklî yetilerini tam bir şekilde kullanıp kullanmamaları seçimidir. Uyum yönündeki yaygın sosyal baskının ağırlığına rağmen, bireyciler benliklerini zenginleştirebilmeli, değerlerini içselleştirebilmeli ve kendi yargılarını geliştirebilmelidirler. Böyle bir kimse, artık tam bağımsız, ayrı, özerk ve kendi kendine yetendir.

Tecrübeye önem veren, pragmatizmi mantıksal ve ahlâkî bir analiz teorisi olarak geliştirmiş, işlevsellik felsefî akımının kurucusu ünlü filozof John Dewey (v. 1952), Individualism Old and New adlı eserinde, bireyciliği eski ve yeni olmak üzere ikiye ayırdı. Ona göre eski bireycilik, yasal kısıtlamalardan kurtulmayı içerirken, yeni bireycilik daha çok kişinin kendisini yetiştirmesi üzerine odaklanmaktadır. Şöyle diyor:

“Eski bireyciliğin Avrupa versiyonunun bir değeri ve zamanına göre bir kıymeti vardı. Çünkü yeni teknoloji, can sıkıcı yasal kısıtlamalardan kurtulmaya ihtiyaç duyuyordu. Makineleşme ve sanayileşme öncü bir durumdaydı. Onu, uyuşukluğun, şüpheciliğin ve siyasi engellerin önüne geçirenler, özel bir ödülü hak ediyorlardı. Üstelik sermaye birikimi, bugün küçük sayılabilecek işletmeler açısından düşünülüyordu. Hukuki ve siyasi düzeni belirleyecek büyüklüğe ulaşabilecekleri hayal bile edilmiyordu. Yoksulluk daha önceleri, doğanın kaçınılmaz bir gereği gibi görülürken, yeni endüstri, en azından enerjiye ve maddi birikim iradesine sahip olanlara başka bir çıkış yolu vaat etti. Ancak, makine teknolojisinin geliştirilmesinin, herkese makul bir rahatlık, kapsamlı boş zaman üretebileceği hiçbir zaman beklenmemişti.”[3]

Yeni bireyciler arasında en etkili görünenlerden birisi de bireysellik kavramının yeniden tanımlanmasına öncülük eden ve bütüncül bir felsefi bireysellik savunması geliştiren filozof romancı Ayn Rand’tır (v. 1982). Rand’ın felsefi sisteminin can alıcı yönü, onun bireyciliği, önceki düşünürlerden çok daha derin bir düzeye yerleştirmiş olmasıdır. İlk kitabı The Fountainhead’de şöyle söylüyor:

“İnsan, beyni olmadıkça hayatta kalamaz. Silahsız olarak dünyaya gelir. Beyni, onun tek silahıdır. Hayvanlar, yiyeceklerini güçlerini kullanarak elde ederler. İnsanın, hayvanlar gibi pençeleri, dişleri, sivri boynuzları, büyük kas gücü yoktur. Ekmeğini ya ekim yaparak ya da avlanarak elde edebilir. Ekim yapması için bir düşünce sürecine ihtiyacı vardır. Avlanmak için silaha ihtiyacı vardır ama, silahları da neticede bir düşünce süreci ile meydana getirebilir. En basit zorunluluktan en yüksek dini soyut düşüncelere, tekerlekten gökdelenlere kadar, sahip olduğumuz her şey, insanın tek bir özelliğinden, zihninin muhakeme işlevinden doğar. Zihin, bireyin temel bir niteliğidir. Ama kolektif beyin diye bir şey yoktur. Kolektif düşünce diye de bir şey yoktur. Bir grup insanın ulaştığı antlaşma, ya bir uzlaşmadır veya birçok bireysel düşünceye dayalı bir ortalamadır. İkincil bir sonuçtur. Akıl sürecinin birincil eylemi, her insan tarafından tek başına gerçekleştirilendir. Bir yemeği birçok kişiye paylaştırabiliriz. Ama o yemeği, kolektif bir midede sindiremeyiz. Hiç kimse, ciğerlerini başka birisinin nefes alması için kullanamaz. Hiç kimse, beynini başkasının düşünmesi için de kullanamaz. Beden ve ruhun tüm işlevleri özeldir. Paylaşılamazlar veya devredilemezler.”[4]

Kolektivizm, bu konularda tam zıt bir görüşe sahiptir. Kolektivizmin düşünsel kökenleri, insanların asli karakterinin seçilmediğini, doğumla belirlendiğini iddia eden antik Yunan filozofu Eflatun (v. MÖ. 348/7) tarafından oluşturuldu. Eflatun, duyuların bizi aldattığını, algıladığımız tek tek nesnelerin gerçek olmadığını, sadece hakikatin yansımaları ve bir insanın tek biçimi olduğunu iddia etti. Eflatun’a göre bireyler, tek bir birimin veya süper organizmanın, yani devletin parçasıdırlar. Bu görüş, daha sonra “devletin organik teorisi” olarak adlandırıldı. Bu organik görüşün savunucuları, Nazizm ve Komünizm gibi totaliter hareketlerin yolunu açan Alman düşünürleri Johann Gottlieb Fichte (v. 1814) ve Wilhelm Friedrich Hegel (v. 1831) oldu. Kolektivistler, düşünmenin bireyin eylemi olduğunu reddederler. Eflatuncular için, birey tam bir gerçeklik değildir. Bu nedenle düşünce de bireysel bir faaliyet değildir. Eflatun, Türkçemize Yasalar olarak çevrilen kitabında şöyle söylüyor:

“Şu eski deyiş, kentte olabildiğince gerçekleştiği zaman, birinci sınıf devlet, yönetim biçimi ve en iyi yasalar ortaya çıkmış demektir: “Dostların malı, aslında ortaktır.” Bu ister bugün bir yerlerde görülsün ister ileride bir gün ortaya çıksın -yani kadınların, çocukların ve bütün malların ortak olması-, özel mülkiyet denen şey her yerde insan yaşamından her yolla silinecek, doğal olarak kişisel olan şeyler bile bir biçimde elden geldiğince, ortak kılınmaya çalışılacak, sözgelişi gözler, kulaklar ve eller, sanki ortak olarak görüp, işitiyorlarmış duygusunu verecektir. Böylece herkes, aynı sevinçleri ve üzüntüleri duyarak, bir ağızdan övecek ve yereceklerdir. Olabildiğince ortak bir kent oluşturan yasalar için, hiç kimse erdem üstünlüğü açısından daha doğru ve daha iyi bir tanım getirip koyamaz. Eğer tanrılar ve onların bir sürü çocuğu böyle bir kentte yaşıyorlarsa, böyle yaşamaktan mutludurlar. Bu nedenle, örnek bir yönetim biçimini başka yerde aramak gerekmiyor. Buna en çok benzeyen bir devleti amaçlayarak, elden geldiğince gerçekleştirmeye çalışmalı. Şimdi ele aldığımız devlet, gerçekleştiğinde ölümsüzlüğe en yakın ve değer açısından ikinci sırada bir devlet olacaktır.”[5]

Kolektivizmin düşünsel esaslarını oluşturanlardan bir diğeri de yakın tarihli filozof Kant’tır (v. 1804). Kant, gerçeğin toplumsal ya da kolektif öznelcilik olarak kabul edilmesi gerektiğini öne sürdü. Kant için gerçek dünya bilinemezdi ve algıladığımız şey, tüm insanlarda ortak olan, doğuştan gelen zihinsel yapılar tarafından dikte edildi. Bu şüpheci bilgi görüşü, doğuştan gelen yapıları kolektif duygularla değiştiren postmodernistler de dahil olmak üzere, hemen hemen tüm halefleri tarafından kabul edildi.

Kanadalı filozof Onkar Ghate, “Postmodernism’s Kantian Roots” (Postmodernizmin Kant’çı Kökenleri) adlı çalışmasında, akılcıların (rasyonalistler), mutlak ahlâkî görevleri ve Tanrı’nın varlığını göstermeye çalıştıklarını ama bunu yapmayı başaramadıklarını, deneycilerin de (empiristler, özellikle Hume ve takipçileri), duyusal-algısal gözlemlerimizde, hiçbir zaman ahlâkî görevlerle veya Tanrı ile karşılaşmadığımızı öne sürdüklerini belirtmektedir. Ghate’e göre, bu nedenle hem akılcılık hem de deneycilik şüpheciliğe zemin oluşturmuştur. Her iki yaklaşım, insan bilgisi hakkında aynı yanlış varsayımı yapmaktadır. Akılcılar ve deneyciler, bilgi edinmek için zihnin kendisinin, ondan bağımsız şekilde var olan gerçekliğe uygun hale gelmesi gerektiğini varsaymaktadırlar. Ancak her iki yaklaşım da insan zihninin bu uygunluğa nasıl ulaştığını açıklayamamaktadırlar.[6]

Konunun bir de bireysel kültürlerin hakim olduğu coğrafyaların maddi yönden daha zengin, kolektivist kültürlerin hakim olduğu coğrafyaların ise daha fakir olmaları gibi ekonomik boyutu bulunmaktadır ki bu kısma değinmeyeceğiz.

Şimdi, “yalnızlık” konusunu tahlile çalışacağım.

“Yalnızlık”, yalnız olma, yanında kimse bulunmama, ıssızlık ve tenhalık durumuna verilen bir addır. Yalnızlığın karşılığı olarak İngilizcede daha çok “loneliness, solitude, desolation ve privacy” gibi kelimeler kullanılırken, Arapçada ise yalnızlık için “uzlet, halvet ve infirad” gibi kelimeler kullanılmaktadır.

Yalnızlık bir durum ve aynı zamanda bir duygudur. Yalnızlık, sosyal ilişkilerimizde bazı önemli eksikliklerde hissettiğimiz öznel bir rahatsızlıktır. Bu eksiklik sayısal olabilir. Mesela hiç arkadaşımız olmayabilir veya istediğimizden daha az sayıda arkadaşımız olabilir. Ya da yalnızlık nitelik açısından olabilir. Mesela, ilişkilerimizin yüzeysel veya istediğimizden daha az tatmin edici olduğunu düşünebiliriz.

Yalnızlık ve tek başına olmak da aynı şeyler değildir. Yalnızlık bir insanın içinde devam eder ve sadece birinin dış görünüşüne bakılarak tespit edilemez. Tek başına olma ise, diğer insanlardan ayrı olmanın nesnel bir halidir ki buna uzlet de diyebiliriz. Uzlet, bazen kişinin tercihi olan bir durumdur ve ‘geçici yalnızlık’ olarak adlandırılabilir. Kişinin sosyal ilişkilerinde mesafeli davranma isteğidir. Uzlet, bireyin kendini günlük yaşamdan özgür iradesi ile soyutlaması ve bir anlamda pozitif yalnızlıktır.[7]

Bazen yalnızlık, kişiyi çevresinden ve arkadaşlarından uzaklaştıran bir yaşam değişikliğinden kaynaklanır. Bu tür yalnızlığa neden olan durumlara örnek olarak; yeni bir şehre taşınmak, farklı bir okula gitmek, yeni bir işe başlamak ve bu gibi sebeplerle arkadaşlarından ve sevdiklerinden ayrılmak sayılabilir. Çoğu insan, sonunda bu durumsal yalnızlıktan kurtulur ve tatmin edici bir sosyal yaşamı yeniden kurar.

Ancak bazı insanlar, hayatlarındaki önemli değişikliklerden bağımsız olarak da yıllarca kronik yalnızlık yaşayabilirler. Bu duygu durumunu çözümleyebilmek, geçici yalnızlığı aşmaya göre daha zordur. Böyle bir birey, kendisini hayatın bir döneminde yalnız olan biri olarak değil, “yalnız bir kişi” olarak tanımlayabilir. Bu tür bir yalnızlık, düşünce ve duyunun ağır oranda etkilendiği durumların varlığına işaret edebilir. Negatiftir, insana acı çektirir, yapıcı değil ayrıştırıcı niteliktedir. Böyle bir yalnızlık duygusu, kişinin kendini yabancı hissettiği, diğer bireyler tarafından reddedildiğini düşündüğü durumlarda ortaya çıkan, olumsuz bir duygu durumudur. Kaygı verici, rahatsız edici, hoş olmayan ve üzüntü verici bir deneyimdir.

Bu durumda yalnızlığın, sosyal ilişkilerde samimiyet, bağlanma eksikliği, boşluk ve terk edilmişlik gibi yoksunluk boyutu, bir de üzüntü, hayal kırıklığı ve çaresizlik gibi duygusal boyutu bulunmaktadır.

Modern psikoloji kuramları üzerinde büyük etkileri olan akademisyen ve psikolog Abraham Maslow’a (v. 1970) göre, kendini gerçekleştirebilmiş insanlar, kişilerarası ilişkilerde diğer yetişkinlerden daha derin ve daha kalitelidirler. Bu kişiler, daha fazla kaynaşma, daha büyük sevgi yayma, daha mükemmel özdeşleşim gösterme, ego sınırlarını ortadan kaldırma yeteneğine sahiptirler.[8]

Maslow, yalnızlığı geçmişe duyulan özlemle eşleştiriyor ve şöyle diyor:

“Gelişim, yalnızca ödüllendirici ve haz verici olmakla kalmaz, pek çok acıyı da beraberinde getirir. İleri doğru atılan her adım, bilinmeze yönelir ve muhtemelen tehlikelidir. Tanıdık, iyi ve doyurucu bir şeyi bırakmak anlamına da gelir. Genellikle geçmişe özlem, korku, yalnızlık ve yasla yüklü bir ayrılış ve uzaklaşma, hatta yeniden doğuştan önceki bir tür ölümdür. Daha çok çaba ve sorumluluk gerektiren zor bir yaşam için, daha sıradan, kolay ve az çaba gerektiren bir yaşamı bırakmak şeklinde de tanımlanabilir. İleriye yönelik gelişim, bu kayıplara karşın yaşanır ve bu nedenle de özellikle çocukta, çevrenin sağlayacağı koruma, onay ve yüreklendirme kadar, bireyde yüreklilik, istenç, seçim ve güç gerektirir.”[9]

Yine Maslow’un, bireyin nihai yalnızlığına yaptığı vurgu, karar verme, sorumluluk, seçim, kendini yaratma, özerklik ve kimlik kavramlarına dikkatimizi çekmekle kalmaz; yalnızlıkların arasında, sezgi ve empati, sevgi ve özgecilik, başkaları ile özdeşleşme ve genelde eş erklik yolu ile kurulan iletişimin gizemini, daha sorunsal ve büyüleyici bir biçime sokar.[10]

Neo-Freudyen ekol olan “ego psikolojisinin” temsilcisi, psikanalist Karen Horney (v. 1952), birey davranışlarının, çevreyle etkileşim sonucu ortaya çıktığını savunur. Şöyle diyor:

“Çoğumuz beğenilmek ister ve beğenilmiş olmaktan büyük mutluluk, beğenilmemekten de kırgınlık duyarız. Daha önce dediğimiz gibi, bir çocuğun sevildiğini, istendiğini hissetmesi, onun uyumlu bir gelişme göstermesi açısından, yaşamsal bir önem taşır.”[11] Horney’e göre birey, temel kaygıdan korunmak için sevecenlik, boyun eğme, güç ya da insanlardan uzaklaşma yollarından birini seçmek zorunda kalır.[12]

Varoluşçu psikiyatrist ve yazar Irvın Yalom, bireyin varlığı karşısında, yalnız ve sorumlu olduğunu anladığı an karşılaştığı ve mutlaka halletmesi gereken dört ana kaygısı (anksiyete) olduğunu söyler. Bunlar; ölüm, özgürlük, anlam ve yalnızlıktır.[13]

Psikanalist, sosyolog ve filozof Erich Fromm (v. 1980) yalnızlığın, esaslı bir anksiyate kaynağı olduğuna inanmaktadır. Özellikle insanoğlunun yalnızlığının yapısında bulunan çaresizlik duygusunu şu şekilde vurgular:

“Ayrılık deneyimi endişe uyandırır. Gerçekten de tüm kaygıların kaynağıdır. Ayrı olmak, insan gücünü kullanma kapasitesinden ayrı kalma demektir. Dolayısıyla ayrı olmak, çaresiz olmak, dünyayı -şeyleri ve insanları- aktif olarak kavrayamamak demektir. Bu, dünyanın, tepki verme yeteneğim olmadan beni işgal edebileceği anlamına gelir. Bu nedenle ayrılık, yoğun kaygının kaynağıdır.”[14]

Fromm, bir başka eserinde de birey haline gelmenin tam bir yalnızlığı netice vermesini şu şekilde izah eder:

“Çocuk, yaşadığı dünyadan çıktığı ölçüde, diğerlerinden ayrı, tek başına bir varlık olduğunun farkına varır. Kişinin kendi bireysel varoluşuna kıyasla son derece güçlü, çoğu zaman tehdit edici ve tehlikeli olan dünyadan ayrılış, güçsüzlük ve endişe duygusu yaratır. Kişi, dünyanın ayrılmaz bir parçası olduğu, bireysel eylemin olanak ve sorumluluklarının farkında olmadığı sürece, bundan korkması gerekmez. Kişi, bir birey olduğunda, tek başına ayakta durur ve dünyanın tüm tehlikeli ve ezici yönleriyle yüzleşir.”[15]

İnsancıl ve klinik psikoloji alanında önde gelen uzmanlardan Clark Moustakas (v. 2012), yalnızlık üzerine yazdığı Loneliness isimli kitapta, yalnızlığın doğal bir fenomen olduğunu şöyle açıklıyor:

“İnsan varoluşu için, kalbe kan gerekli olduğu kadar, yalnızlık da gereklidir. Yalnızlık, tarihi, sosyolojik, psikolojik türevleri veya biçimleri ne olursa olsun, insan yaşamının varoluşsal bir boyutudur, yaşamın bir gerçeğidir. Korku, kaçınma, inkar ve beraberindeki yalnızlık deneyiminden kaçma girişimleri, kişiyi sonsuza dek kendi varlığından izole edecek, onu kendi kaynaklarından uzaklaştıracak ve ayıracaktır. Böylece gelişme, yaratıcılık, farkındalık ve duyarlılığı da kaybolacaktır. Birey, yalnızlığını gerçekleştiremezse, insan olmanın önemli bir kapasitesi ve boyutu gelişmemiş, reddedilmiş olarak kalacaktır. Umutsuzluk korkusu ve yalnızlık acısı, gerçek deneyimin yerini alır, ancak, kaçış ve yabancılaşma stratejileri, gerçek bir hayati yalnızlık deneyiminin, büyümeye neden olan derinleştiren değerlerinin yerini asla alamaz.”[16]

Fransız romancı, sanat tarihçisi ve devlet adamı André Malraux (v. 1976), Man’s Fate (İnsanın Kaderi) adlı romanında, hiç kimsenin birbirini tanımadığı, hiç kimsenin bir başkası tarafından bir araya getirilemeyeceği, her insanın benzersiz şekilde izole edildiği yasaklanmış bir yalnızlıktan bahseder:

“Her şeyden önce yalnızlık vardı. Tıpkı, gecenin ilk karanlığı arkasındaki yoğun karanlık gibi, ıssız sokaklardan oluşan bu şehrin beklediği karamsar bir gece, bu yaşayan kalabalığın arkasında kaçınılmaz bir yalnızlık vardı.”[17]

Kaçınılmaz yalnızlık, insan iletişiminin yararsızlığı ve imkansızlığı, İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni ekspresyonist T. S. Eliot’un (v. 1965), The Waste Land (Kayıp Toprak) adlı eserinde de güçlü bir temadır. Eliot, yalnızlık ve ayrılık için bir şiirinde, “kapıdaki anahtar” metaforunu kullanıyor.[18] Bu şiirdeki kapalı kapı veya kilitli oda, Eliot için ayrılığı simgeliyor. Anahtar, kilidin içinde oynamaktadır, ancak diğer kişiyi görmüyoruz, kapı açılmıyor, kimse girmiyor ve bu nedenle kimse bizimle boş odamızı paylaşmak için konuşamıyor.

Neden bazı insanları sevip, bazılarını sevmiyoruz? Arkadaşımız olarak, kimi seçtiğimizi belirleyen faktörler nelerdir? Belki de en genel yanıt, bizi ödüllendiren ve ihtiyaçlarımızı karşılamamıza yardımcı olan insanları sevdiğimizdir. Önemli bir ödül türü, sosyal onaydır ve birçok çalışma, bizi olumlu değerlendiren insanları sevme eğiliminde olduğumuzu göstermiştir.[19]

Ancak, daha zor olan sorun hala önümüzde: İnsanın yalnızlığını nasıl açıklayacağız? Ayrılık bilincimizi mümkün kılan ve gerekli kılan koşulları nasıl belirleyeceğiz? İnsan, metafiziksel ve psikolojik olarak neden yalnızdır? Neden yabancılaşmıştır ve diğer bilinçli varlıklardan neden farklılaşmıştır?

Muhtemelen yalnızlık, bilinçte hem bir anlam hem de bir his / duygudur. Bir anlam olarak yalnızlığın özü, henüz ilgisiz egonun, kendisini diğer egolarla (hatta hayvan egoları ve evcil hayvanlarla) veya nesnelerle (hobilerle ve eğlencelerle) ilişkili olarak konumlandırma, birleştirme, bağlantı kurma veya bağlama konusundaki ezici arzusudur.

Bir duygu olarak yalnızlık, bilinçte kendi farkındalığı, hiçliği ve anlamsızlığıyla bir yüzleşme olarak tezahür eder. Ancak bu boşluk, yalnızlıkla özdeş olduğu için, başka hiçbir şeyle ilişkisi olmayan, kendi içinde mükemmel bir varlığa sahip olan, hemen hissedilen bir nitelik gibi görünür.

Aslında yalnız olmadığını, başkalarının varlığı ile var olduğunu düşünen kimse, kendisinin kesinlikle gerçekler aleminde yaşadığını düşünmektedir. Karşılaştığı bir fenomen sebebiyle, bu defa bir önceki halinin hayal, yeni halinin ise gerçek olduğunu düşünür. Bu kimse, artık hayal perdesinin kalktığını, şimdi gerçeğe ulaştığını tasavvur etmektedir. Fakat, bu kişinin bilmediği, ama sizin kesin bir şekilde bildiğiniz yeni bir fenomen gösterseniz, bu defa gerçekliğe ulaştığını da düşünemeyecek, hatta bu ağırlığı kaldıramayacak, neredeyse bütün dengesi bozulacaktır. Çünkü, yeni gerçeklere artık tahammülsüzdür. Dolayısıyla, bizler hakikate sadece kendi içimizde tam bir şekilde işaret edebilir, muhataplarımızın gerçeklik deneyimine sahip olduklarını varsayabilir, ima edebilir, ama kavramsal olarak daha öteye gidemeyiz.

Hegel felsefesinde bireysellik, kişinin diğerlerinden keskin bir şekilde ayrı bir varlık olduğunun farkına varması anlamında kullanılmaktadır.[20] Hegel’in, bireyin bilincine içkin olan iki “an” yani yapılar ve zamansal ilişki biçimleri olduğu konusunda hemfikiriz. İlki saf, boş bir benlik ilişkisi ve diğeriyle katıksız ilişkisizlik, ikincisi ise dışa doğru ve diğerine yönelik bir özgürlük. Şöyle diyor:

“İrade olarak adlandırılan şey, tam olarak kendi içinde önceki her iki anı içerir. Bu haliyle ego, her şeyden önce saf bir faaliyet ve yalnız başına olan evrenseldir. Ancak bu evrensel, kendini belirledikten sonra, artık yalnız başına değildir. Böylece, kendisini bir öteki olarak kabul eder ve evrensel olmayı kendisine kolaylaştırır. Şimdi, kendi sınırlılığındaki bu üçüncü an, bu diğerindeki, kendi kendini belirleyen irade, hala yalnız başınadır ve evrensel olmayı bırakmamıştır. Öyleyse bu an, önceki iki anın tamamen soyut ve tek taraflı oluşunun aksine, somut özgürlük kavramıdır. Bu anlamda özgürlüğe, örneğin dostluğu ve sevgiyi hissetme biçimine zaten sahibiz. Burada, doğası gereği tek taraflı değiliz. Kendimizi memnuniyetle bir başkasıyla ilişkilendirirken, aslında kendimizi sınırlıyoruz. Fakat bu kısıtlamada da kendimizi, kendimiz olarak tanıyoruz.”[21]

Netice olarak, yukarıdan beri sıraladığımız bilgiler çerçevesinde tahlile çalıştığım yalnızlığı, birkaç kategoride ele alabilirim:

Birinci yalnızlık çeşidi, bireyin diğerlerinden uzamsal ve / veya zamansal ayrılığı ile oluşan fiziksel yalnızlıktır.

İkincisi, tek başınalığa zıt olarak, esasen bireyin diğerleri tarafından dışlandığı, müşterek faaliyetlerden uzak tutulduğu duygusuyla koşullanan zihinsel yalnızlıktır. Bu yalnızlık çeşidinde birey, çevresi tarafından organizasyonlara dahil edilmek ve kabul hissi yaşamak ister.

Üçüncüsü, kendini yalıtılmış hissetme durumudur. Örneğin, falanca ırktan, mezhepten ya da görüşten bir kimse, topluluk içindeki üyelere garanti edilen belirli etkinliklere katılmaktan izole edilmiştir.

Dördüncüsü, pozitif değer atfedilen yalnızlıktır. Buna göre yalnızlık, bir nevi dinginlik ya da dini değerlerle zenginleştirilmiş bir durumdur.

Yalnızlığı, modern ve hatta sadece çağdaş bir fenomen olarak görme yönünde güçlü bir eğilim var. Yalnızlık, çoğu zaman, örneğin teknolojik, bürokratik, ekonomik veya toplumsal organizasyonlarımızın neden olduğu bir tür yabancılaşma olarak tanımlanır. Bu görüş kanaatimce yanlıştır. Aksine, insanın her zaman ve her yerde, şiddetli yalnızlık duyguları yaşadığına ve tüm varlığının kaderinden kaçma mücadelesiyle tüketildiğine inanıyorum. Bu bağlamda, kimsesizlik duygusunun, insanın varoluşunun özünü oluşturduğunu ve radikal izolasyonun farkındalığının, insanın öz bilincindeki ilkel ve yadsınamaz bir yapıdan oluştuğunu düşünmekteyim. Dolayısıyla yalnızlık, başka bir reflektif varlıkla, iletişim yoluyla sığınma arayarak, zihinsel bariyerlerimizi aşmak için, her birimizin ayrı ayrı umutsuz çabalarına dayanan, öz bilincin kaçınılmaz bir yapısıdır.

Şimdi, bu dördüncü yalnızlık biçimini, “uzlet” başlığı altında ayrıntılandırmaya çalışacağım.

İslam düşünce tarihinde, “uzlet” konusunda telif edilen ilk eserin, İbn Ebî Dünyâ künyesiyle meşhur Abdullah b. Muhammed’e (v. 281/894) ait El-Uzle ve’l-İnfirâd adlı eserin olduğu düşünülür. Bu eser, Zekeriya Yıldız tarafından Hadislerde Uzlet ve Yalnızlık adıyla Türkçe’ye de tercüme edilmiş, Ocak Yayınları tarafından basımı yapılmıştır.[22] Daha sonraları ise İbnü’l-Vezîr adı ile meşhur Zeydî-Selefî âlimi Muhammed b. İbrâhîm’in (v. 840/1436) El-Uzle adlı kitabını görürüz.

Arap dil âlimi ve ahlâk felsefecisi Ragıb el-Isfahânî (v. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği) uzleti, “beden veya kalp ile, bir şeyden ister karşılıklı ister karşılıksız ya da başka bir şekilde olsun kaçınmaktır” diye tarif eder.[23] Dil âlimi, edip ve fakih İbn Manzur’a (ö. 711/1311) göre de uzlet, “beraberliğin sona ermesi (Duhan, 44/21), yalnız kalınacak bir yere ayrılma” gibi anlamlara gelmektedir.[24]

Istılahta ise uzlet (yalnızlık), “belirli bir ruhsal olgunluğa ulaşmak amacıyla, dünya hayatından ve sosyal çevreden uzaklaşma, arzuları sınırlamaya çalışma, münzevi bir yaşam sürmedir.”

Tasavvufta uzlet, bir zâhidin veya sûfînin, Allah’a daha fazla ve daha ihlaslı şekilde ibadet için, dünyevî işlerden kendini soyutlayarak, bütün varlığıyla Hakk’a yönelmesini ifade eder.

Uzlet kavramı için, “tebettül (Müzzemmil, 73/8), hicret (Ankebut, 29/26), inzivâ, infirâd ve inkıtâ” gibi terimler de kullanılır. Bu anlamda bir müminin, Hakk’a yakın olmak maksadıyla yalnızlığı tercih edip kendisini dinlemesi, zihin ve kalp temizliğiyle uğraşması uzlettir.

Ebu Said el-Hudrî’den (ra) gelen rivayete göre, bir kimse Resülullah’a (sas) gelerek şöyle sordu:

“İnsanların hangisi hayırlıdır?”

Efendimiz (sas) cevap buyurdular:

Canıyla ve malıyla (Allah (cc) yolunda) cihat eden kimsedir. Bir de vadilerden bir vadi içinde (uzlete çekilip) Rabbine (cc) ibadet ederek, insanları kendi şerrinden uzak tutan kimsedir.[25]

Tâbiîn devrindeki zühd hareketinin başlıca temsilcileri olan sekiz zâhidden dördü; Herîm b. Hayyan, Âmir b. Abdülkays, Hasan-ı Basrî ve Ebû Müslim el-Havlânî Basra’da, diğer dördü, Mesrûk b. Ecda‘, Rebî‘ b. Hüseyin, Üveys el-Karanî ve Esred b. Yezîd ise Kûfe’de bulunuyorlardı.

Hadis, kelâm, tasavvuf âlimi ve tarihçi Ebu Nuaym el-Isfahanî’nin (v. 430/1038), Hilyetü’l-Evliya adlı eserinde naklettiğine göre, Herîm b. Hayyan (v. 70/690), Yemenli zâhid Üveys el-Karanî (v. 37/657) hazretlerini görme amacı ile Kufe’ye gelir. Onu Fırat kıyısında elbiselerini yıkarken bulur. Birbirlerini gördüklerinde uzun bir süre ağlamaktan konuşamazlar. Daha önce hiç karşılaşmadıkları halde, Üveys el-Karanî ona ismi ile hitap eder. Aralarında ilginç bir muhavere geçer. Herim b. Hayyan, bu anısının bir yerinde, Üveys el-Karanî’nin kendisine şunları tavsiye ettiğini anlatıyor:

“Ey Herîm b. Hayyân! Allah sana merhamet etsin. Ben şöhreti sevmem. Yalnızlık bana daha sevimlidir. Çünkü, dünyada canlı olarak bulunduğum müddetçe, bu insanlarla beraber olursam gamım çoğalır, kederim şiddetlenir. Bundan sonra beni arayıp sorma. Bununla beraber görüşmesek bile, seni devamlı hatırlayacağımı bil. Sen de beni hatırla ve bana dua et. İnşaAllâh ben de seni hatırlayacak ve sana dua edeceğim. Şimdi, sen şu yoldan git, ben de şu yoldan gideceğim…”[26]

Rivayete göre, Herim b. Hayyan’a ölmek üzere iken, “Bir vasiyette bulunsanız” denilmiş, o da “Vasiyet maldan yapılır. Benim ise hiç malım yok. Ben size Nahl suresinin son ayetlerini vasiyet ediyorum” demiştir.[27]

Mâlikî mezhebinin imamı, büyük müctehid ve muhaddis İmam Mâlik’in (v. 179/795) önde gelen talebelerinden, muhaddis Abdullah b. Vehb (v. 197/813), El-Câmi adlı eserinde, Bükeyr b. Abdullah rivayeti ile (veya Yakub b. Eşec’den), aşere-i mübeşşereden iki büyük sahabi Sad b. Ebî Vakkas ve Said b. Zeyd’in, kendilerini nasıl uzlete tabi kıldıklarını şöyle nakletmektedir:

“Sad b. Ebî Vakkas ve Said b. Zeyd, Akik’teki (Medine’nin güneybatısında bulunan bir vadi) evlerine çekildiler. Ölene kadar da Akik’teki evlerinde kaldılar. Medine’ye, Cuma namazı dahil hiçbir şey için gitmediler.”[28]

Sûfî müfessir Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (v. 283/896), “Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim!” (Furkan, 25/28) âyetinin tefsirinde, “gerçek dostluğun, nedamet ve pişmanlık doğurmayan, sadece Allah’a yakınlıkla (üns) ve halktan ayrı kalmakla (uzlet) mümkün” olduğunu belirtir.[29]

Kûtü’l-Kulûb adlı eseriyle tanınan mutasavvıf Ebû Tâlib el-Mekkî de (v. 386/996), tevbeyi yalnızlıkla ilişkilendirerek şöyle der:

“Tevbe, mezmum (kötü) olan davranışları, mahmud (güzel) olanlarıyla değiştirmek, nefsi yalnızlığa ve sürekli sükûta alıştırmaktır.”[30]

Yine el-Mekkî’nin aktardığına göre, müfessir, muhaddis ve zâhid Süfyan es-Sevri (v. 161/778) ve zâhid sûfîlerden Bişr b. Haris’den (v. 227/841) şu söz rivayet edilmiştir:

“Tek kalmaktan dolayı, yalnızlık hissine kapılarak insanlarla beraber olduğunuzda, sizin için riyadan emin olamam.”[31]

İlk tasavvuf klasiklerinden el-Lümaʿ adlı eserin müellifi Ebû Nasr es-Serrâc (v. 378/988), Ömer el-Hayyât’tan (Mîzan adlı eserin müellifi) dinlediği bir vakayı şöyle naklediyor:

“Altmış yıl sonunda, kelime-i şehadetin anlamına talip oldum. İnsanları, altmış yıl boyunca Allâh Teâlâ’ya davet için çalışmıştım. Daha sonra, dağda uzlete çekildim. İnsanlar arasında iken her zaman yaptığım gibi, evradıma yönelince, bunu yapamadığımı fark ettim. Kalbimde, o ana kadar Allâh Teâlâ’ya tam olarak inanmadığımı hissettim. Bunun üzerine, hemen imanımı yeniledim. Yalnızlık anında da insanlar arasında olduğu gibi evradımdaki lezzeti alana kadar, uzlette on yıl kadar kaldım.”[32]

Zâhirî mezhebinin en büyük temsilcisi, usulcü, fakih, muhaddis, tarihçi, edip ve şair İbn Hazm el-Endelüsî el-Kurtubî (v. 456/1064) Kitâbu’l-Ahlâk ve’s-Siyer’inde şöyle söylüyor:

“Bazen topluma karışan kimse bile, kendisini inciten sıkıntılardan, ahiret hayatında pişman olacağı günahlardan, içini kavuracak kızgınlıklardan, iradesini felç edebilecek zilletten kurtulamayacağına göre, toplumla haşir neşir olan kimsenin durumunu siz düşünün! Şu halde saygınlık, huzur ve selamet kalabalıklardan uzak yaşamaktadır. Toplumu bir ateş gibi bilmelisin. Onunla ısınacaksın ama içine düşmemeye dikkat edeceksin.”[33]

Muhaddis Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî (v. 458/1066) Ez-Zühdü’l-Kebîr isimli eserinde, zâhid, sûfî ve muhaddis İbrahim b. Ethem’in (v. 161/778) şu tavsiyesini nakletmektedir:

“Vahşi hayvanlardan kaçar gibi, insanlardan kaçın. Ancak Cuma ve cemaat hassasiyetinizi muhafaza edin.”[34]

El-Beyhakî, ilk sûfî müelliflerden Ebu Bekir el-Verrak’ın (v. 280/893) şu tespitini de naklediyor:

“Dünya ve ahiretin hayrını, yalnızlıkta ve uzlette buldum. Her ikisinin kötülüğünü de çoklukta ve insanlar arasına karışmada buldum.”[35]

Mekke-i Mükerreme’nin önde gelen alimlerinden Vüheyb b. Verd’den (153/770) gelen bir rivayette şöyle denilmektedir:

“Hikmet on kısımdır. Bunlardan dokuzu susmak, onuncusu ise insanlardan uzaklaşmaktır.”[36]

Bireycilik, insan yaşamının öznelci bir açıklamasıdır. Bireycilik, bağımsız, barışçıl ve üretken sosyal varoluşumuz için, topluluk yaşamının istikrarlı ve temel ilkelerini kabul eder. İnsanın sosyal yapısı, kendi davranışlarının mimarı olarak, enfüsî bireyselliğini netice verebilir. Makul derecede güvenilir bulduğumuz bir ispat kaynağı olmamakla birlikte, iç gözlem, kendimizi izleme kapasitesine sahip olduğumuza dair kanıtlar içermektedir. İnsan beyni, tabiri caizse, kendimizi yönetmemize izin veren bir yapıya sahiptir. Hayatlarımızı inceleyebilmekte, nereye gittiğimizi tayin edebilmekte ve rotamızı istediğimiz gibi değiştirebilmekteyiz. Bu, bireydeki özgür iradeyi açık bir şekilde ispatlamaktadır.

Planlar yapıyoruz ya da yeniden gözden geçiriyoruz. Alternatifleri araştırıyor ve bunlardan birini izlemeye karar veriyoruz. Başladığımız bir davranış tarzını değiştiriyor veya devam ediyoruz. Başka bir deyişle, açıkça görülen bireysel öz sorumluluk alanına sahibiz. Bundan dolayı, bireysel davranışlarımızın sorumluluğu da bize ait olmaktadır.

Bireyciliğin esaslarından birisi, her insanın tek başına ve ayrı bir birey olmasıdır. Bir diğer esas, insanın kendi kendini yönetme unsurudur. Bu unsur, insan hayatının sosyal ve psikolojik boyutlarında yatmaktadır. Bireylerin inisiyatifleri, seçimleri, kararları, eylemleri, kendi kaderlerini tayinleri ve özgür iradeleri, onların ayrılmaz özellikleridir. Bireycilik, bağımsızlık, gruplardan uzak olma ve rekabet fikirleri içeren, ancak yine de herkesi kendi konumunda kabul etmekten başka bir şeyle sonuçlanmayan bir bakış açısıdır. Son tahlilde, iyi bir zihinsel sağlığın hem bireyci hem de kolektivist eğilimleri kabul etmeye, bazı durumlarda bireyciliği, diğer durumlarda da kolektivist davranışı gerçekleştirebilmeye dayalı olduğu söylenebilir.

Yalnızlık ise, bazen bir motivasyon süreci, bazen insanlardan korunmak, bazen de ibadet için uygun ortamın önemli bir vasfı olmaktadır. Yalnızlık, doğru yolda olmanın ve ihlasa ermenin başlangıcı olarak kabul edilmiş, Allâh’a (cc) ünsiyetin önemli bir koridoru olarak görülmüştür. Ayrıca yalnızlık, yumuşak huylu olmaya, akıllıca hareket etmeye, başkaları ile uğraşma gibi lüzumsuz davranışlara bir set çekmeye vesile olarak görülmüştür. Yalnızlık bazen de Allâh’ın (cc) sevdiği, ama kulların gözünden kaçan güzel bir davranış olarak telakki edilmiştir.

Yalnızlığın, kişiyi insanlara güzel görünmeye çalışmaktan ve riyadan kurtardığı, tartışmalara dalmaktan koruduğu, lider olma saplantısından muhafaza ettiği anlaşılmaktadır. Yalnızlık, kişinin nimetlere olan şükrünü edaya, asıl nimet veren Münim-i Hakîkiyi görmesine, ibadetlerden lezzet almasına vesile olmakta, huşu ve ihlası netice vermektedir. Yalnızlık sayesinde kişinin benliği dünyadan yüz çevirmekte, Allâh’a (cc) kavuşmayı ummakta ve Allâh’a (cc) hüsn-ü zannı ziyadeleşmektedir.

İnsanların gerçeklere yabancı kaldığı, ıslah faaliyetlerinin anlamsızlaştığı zamanlarda, uzlet bir çıkış noktası gibidir. Ayrıca bireylerin, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ihlaslı bir şekilde yönelme, O’na ibadetlerinde yüksek seviyede samimiyete ulaşma ve her türlü gösterişten sakınma gibi amaçlar için uzleti tercih edebildikleri görülmektedir. İnsanların, kendilerini dünyevi tasa ve meşgalelerden uzak tutacak şekilde sükunet arayışı içinde olmaları da uzletin ayrı bir boyutu olmaktadır.

اللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا البَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ

Allâhım, bizlere gerçeği gerçek olarak göster ve ona tabi olmakla rızıklandır. Bâtılı da bâtıl olarak göster, ondan kaçınmakla rızıklandır.Amin.

(وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ)

Onların duaları, ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur’ sözleri ile sona erer.

(Yunus, 10/10)


[1] Gustave Le Bon, The Psychology Of Revolution, ss. 88-89, The Floating Press, Auckland, New Zealand-2013.

[2] Gustave Le Bon, The Psychology Of Revolution, s. 89.

[3] John Dewey, Individualism Old and New, ss. 75-76, Prometheus Books, New York-1999.

[4] Ayn Rand, The Fountainhead, s. 679, Penguin Books USA Inc., New York-1993.

[5] Platon, Yasalar, s. 202-203, (Türkçesi: C. Şentuna – S. Babür), Kabalcı Yayınevi, İstanbul-1998.

[6] Edwin A Locke (Editor), Postmodernism and Management: Pros, Cons, and the Alternative Research in the Sociology of Organizations, Volume 21, ss. 227–245, By Elsevier Science Ltd.-2003.

[7] S.E. Taylor, L.A. Peplau, D.O. Sears, Social Psychology, s. 234, Pearson Education, New Jersey-2003.

[8] Abraham H. Maslow, Motivation and Personality, s. 166, Harper & Row Publishers Inc., New York-1970.

[9] Abraham H. Maslow, İnsan Olmanın Psikolojisi, s. 217, (Türkçesi: Okhan Gündüz), Kuraldışı Yayıncılık, İstanbul-2001.

[10] Abraham H. Maslow, İnsan Olmanın Psikolojisi, s. 20.

[11] Karen Horney, Çağımızın Nevrotik Kişiliği, s. 91, (Çev. Selçuk Budak), Öteki Yayınevi, İstanbul-2007.

[12] Karen Horney, Çağımızın Nevrotik Kişiliği, s. 75.

[13] Irvın Yalom, Varoluşçu Psikoterapi, s. 19-20, (Çev. Zeliha İyidoğan Babayiğit), Kabalcı Yayınevi, İstanbul-1999.

[14] Erich Fromm, The Art of Loving, s. 8, Harper & Row, Publishers, New York-1962.

[15] Erich Fromm, Escape from Freedom, s. 45, Avon Books, New York-1969.

[16] Clark E. Moustakas, Loneliness, ss. 47-48, Pickle Partners Publishing, 2016.

[17] André Malraux, Man’s Fate, ss. 53-54, Random House, New York-1984.

[18] T. S. Eliot, The Waste Land, s. 19 (410), (Edited by Michael North), W. W. Norton & Company, Inc., New York-2001.

[19] David A. Kenny, “Using The Social Relations Model to Understand Relationships”. R. Erber & R. Gilmour, Theoretical Frameworks for Personal Relationships, ss. 111-127, Hillsdale, NJ-1994.

[20] G. W. F. Hegel, Philosophy of Right, s. 208, (Translated With Notes By T. M. Knox), New York-1978.

[21] G. W. F. Hegel, Philosophy of Right, s. 228.

[22] İbn Ebî Dünyâ, El-Uzle ve’l-İnfirâd, (Terc. Zekeriya Yıldız), Ocak Yayıncılık, İstanbul-2007.

[23] Râgıb el-Isfahânî, Müfredât, s. 434.

[24] İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, ss. 9/190-191.

[25] Buhari, Rikâk, 34 (Hadis no: 6494); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/37 (Hadis no: 11342).

[26] Ebu Nuaym el-Isfahanî, Hilyetü’l-Evliya ve Tabakatu’l-Asfiyâ, 2/84-85, Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-1988.

[27] Cârullah ez-Zemahşerî, El-Keşşâf, 3/490, (Tahk. Adil Ahmet vd.), Mektebetü’l-Übeykan, Riyad-1998.

[28] Abdullah b. Vehb b. Müslim, El-Câmiu fi’l-Hadîs, ss. 502-503 (Hadis no: 389), Dâru İbni’l-Cevzî, Riyad-1995.

[29] Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azim, s. 207, (Tahk. Taha Abdürrauf – Said Hasen), Dâru’l-Harem li’t-Türâs, Kahire-2004.

[30] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), 2/166, (Tahkik ve Terc. M. Tan), İz Yayıncılık, İstanbul-2004.

[31] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), 1/334.

[32] Ebu Nasr es-Serrâc et-Tûsî, El-Lüma’, ss. 277-278, (Tahk. Abdulhalim Mahmud vd.), Dâru’l-Kütübi’l-Hadîsiyye, Kâhire-1960.

[33] İbn Hazm el-Endelüsî el-Kurtubî, Kitâbu’l-Ahlâk ve’s-Siyer, s. 71, (Çev. M. Çağrıcı), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara-2019.

[34] Beyhâkî, Ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 106.

[35] Beyhâkî, Ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 107.

[36] İbn-i Ebi Dünya, El-Uzle ve’l-İnfirad, s. 58.

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.