Muhbitler (Allâh’a Muhabbet, Huşû ve Tezellül İçerisinde Olanlar) ve Özellikleri

Musa Kâzım GÜLÇÜR

22 Mayıs 2020

İçindekiler

Giriş 1

Kur’ân-ı Kerîm’de Muhbitler 2

Muhbitlerin Kalplerinin Vecel (Ürperti) Halinde Olması 4

Allah’a Yönelen Muhbitler 6

Kur’ân-ı Kerîm’in Allâh Kelamı Olduğunu Kalben Tasdik Eden Muhbitler 6

Muhbitlerden Olma ile İlgili Efendimiz’den (sas) Gelen Bir Dua 9

Sonuç 10

Giriş

Allâh’a hamd, Yüce Nebisine, âl ve ashabına salât ve selâm olsun.

Muhbit” kelimesi “habete” kökünden olup, mütevazı ve alçakgönüllü olma, Allâh’a muhabbet, huşu, tevazu, tezellül ve itminan içerisinde yönelmenin bir unvanı olarak kabul edilmiştir.

Muhbit olma; itminan, sekine ve yakin’in giriş kapısı, sâlikin gaflete ve i’raza düşebileceği tereddütler ağından kurtulup uzaklaşabildiği ilk makam olarak kabul edilmiştir.

Muhbitlerden olabilmenin ilk merhalesi; şehvetin ismete, gafletin iradeye, istek ve arzuların gönül rahatlığı ve teselliye dönüşmesidir.

İkinci merhalesi ise; kalbinde korkuya yer vermeme, Allâh’a yönelişinde tek başına kalma durumunun dahi kendisinde herhangi bir tedirginlik hâsıl etmemesidir. Çünkü, kişinin yolda kalmaktan tedirginlik duymaması ve gerektiğinde yola tek başına devam etme iradesini göstermesi, o kişinin Cenâb-ı Hakk’a yöneliş talebindeki sadakate bir işaret olarak kabul edilmiştir.

Üçüncü merhalesi ise; salikin nazarında nefsine ait övgü ya da eleştirilerin eşit seviyede olması, nefsini levme/kınamaya devam etmesidir. Bu seviyedeki mümin bir muhbit, Rabbe ibadette huzura ulaşmış, kalbi esmâ ve sıfât nurları ile hayat bulmuş, imanın zevkine ermiş ve yakîni alabildiğine artmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’de Muhbitler

Yukarıda da ifade edildiği gibi “muhbit” kavramı, “kalbi Allah’ın zikrine ve hükümlerine karşı yumuşamış, mutmain hale gelmiş kimseler” anlamındadır. Ancak bu kavram, kişinin Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine karşı alabildiğine “huşu, tevazu ve tezellül” içerisinde olması anlamına da gelmektedir.

Muhbit” kavramı, çoğul hali olan “muhbitîn” şeklinde Kur’an-ı Kerîm’de şu şekilde yer alır:

وَلِكُلِّ اُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنْسَكًا لِيَذْكُرُوا اسْمَ اللّٰهِ عَلٰى مَا رَزَقَهُمْ مِنْ بَهٖيمَةِ الْاَنْعَامِ فَاِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌ فَلَهُ اَسْلِمُوا وَبَشِّرِ الْمُخْبِتٖينَ

Biz her ümmete kurban ibadeti koyduk ki Allah’ın kendilerine erzak olarak verdiği hayvanları keserken Allah’ın adını ansınlar. Şunu unutmayın ki hepinizin ilahı bir tek İlahtır. Öyleyse yalnız O’na teslim olun. O muhbitleri (alçak gönüllü, samimi, mütevazı ve ihlâslı olanları) müjdele!” (Hac sûresi, 22/34)

Peki “bu muhbitlerin özellikleri nelerdir?” sorusuna, Kur’ân-ı Kerîm hemen bir sonraki ayet-i kerimede şu özellikleri sıralayarak cevap verir:

اَلَّذٖينَ اِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَالصَّابِرٖينَ عَلٰى مَا اَصَابَهُمْ وَالْمُقٖيمِى الصَّلٰوةِ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

Bunlar (muhbitler), o kimselerdir ki Allah anılınca kalpleri titrer (vecel). Kendilerine gelen musibetleri sabırla karşılarlar. Namaza devam ederler. Verdiğimiz rızıklardan bir kısmını (hayır yolunda) infak ederler.” (Hac sûresi, 22/35)

Bu ayet-i kerimede ilk bakışta, muhbitlerin görülebilen dört kadar özelliği yer almaktadır. Bu özellikler ayet-i kerimedeki sırası ile;

1) Kalpleri Allâh korkusu ile titreyen,

2) Kendilerine gelen musibetleri sabırla karşılayan,

3) Namazlarında devamlı olan ve

4) Allâh yolunda infakı kendilerine şiar edinen kimseler olmalarıdır.

Said b. Mesruk, tabiinden Rebi b. Hasyem es-Sevrî (künyesi Ebu Yezid’dir) hakkında şunu anlatıyor:

Abdullah b. Mesud, Rebi b. Hasyem’e; “Eğer, Resülullah (sas) seni görseydi, seni çok severdi. Seni gördüğüm zaman, ihlaslı ve mütevazı insanları hatırlıyorum” derdi. Rebi, Abdullah b. Mesud’a geldiği zaman, birbirlerine doymadan başka ziyaretçilere izin verilmezdi. Rebi, Abdullah b. Mesud’u ziyarete geldiği zaman, hizmetlisine: “Kapıdaki kimdir?” dediğinde hizmetlisi: “A’ma ihtiyar geldi” derdi. (Hizmetlisi, Rebi b. Hasyem hep yere baktığı için onu a’ma zannederdi).

Hammad b. Ebi Süleyman’dan diyor ki: Abdullah b. Mesud (ra), Rebi b. Hasyem’e baktığı zaman: “Merhaba” der ve “Ey Ebu Yezid, eğer Resülullah (sas) seni görseydi seni sever ve sana yanından yer açardı” der, sonra da: “O muhbitleri (alçak gönüllü, samimi, mütevazı ve ihlaslı olanları) müjdele!” (Hac, 34) ayetini okurdu.

Alkame b. Mersed diyor ki: “Zühd, sekiz tâbiînde zirveye çıkmıştır. Rebi b. Hasyem de onlardan birisidir.[1]

Muhbitlerin, yukarıdaki ayet-i kerimede yer alan özelliklerinden “musibetlere karşı sabır” konusunu “Hz. Eyyûp (as) ve Sabrı”, “namazlarda devamlılık” konusunu “Namazın Önemi”, “Allâh yolunda infak” konusunu “infak, zekât” başlıkları ile “Müttakîlerin Özellikleri” ve “Meâric Suresinin Yorumu II (Müminlerin Özellikleri)” yazılarında tahlil etmeye çalışmıştık.

Şimdi, yukarıdaki ayet-i kerimede, muhbitlere has bir özellik olarak ilk sırada beyan edilen “vecel / Allâh anıldığında kalplerin titremesi” hususunu kısaca açmaya çalışacağız.

Muhbitlerin Kalplerinin Vecel (Ürperti) Halinde Olması

Muhbitlerin kalpleri, Allâh anıldığı zaman önce “vecel / ürperti” sonra da “itminan / yatışma” halindedir.

Vecel”, “kalben korkma ve ürperme” demektir. “Vecel” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de şu ayet-i kerimelerde “korku ve ürperti” anlamlarında kullanılmıştır:

وَنَبِّئْهُمْ عَنْ ضَيْفِ اِبْرٰهٖيمَ اِذْ دَخَلُوا عَلَيْهِ فَقَالُوا سَلَامًا قَالَ اِنَّا مِنْكُمْ وَجِلُونَ قَالُوا لَا تَوْجَلْ اِنَّا نُبَشِّرُكَ بِغُلَامٍ عَلٖيمٍ

 “Onlara, İbrahim’e misafir olarak gelenlerden (meleklerden) haber ver. Hani melekler, İbrahim’in yanına varıp “selam” demişlerdi. (İbrahim, hazırladığı yemeği misafirlerin yemediğini görünce) “biz, sizden cidden korkuyoruz” dedi. Melekler de: “Korkma, gerçekten biz, sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz” dediler.” (Hicr, 15/51-53)

İşte, Allâh’ı (cc) anma halinde de müminin kalbinde bir “ürperti / korku” hasıl olur. Allâh’tan gelebilecek ceza korkusu bütün bedenini sarar. Ancak bu daimî bir hal değildir. Şayet daimî olsaydı, müminler Allâh’ı (cc) andıkları zaman nefesleri kesilir ve ölürlerdi. Bu açıdan, kalben “vecel” yani haşyet ve korku haline karşı, -tıpkı yukarıdaki ayet-i kerimede İbrahim’in (as) meleklerden önce korkup sonra da müjde ile kalbinin yatışmasında olduğu gibi- Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin esma-i hüsnasının anılması halinde “kalp itminanı / yatışması” lütfedilerek bir denge oluşturulmuştur. Kalbin, ancak Allâh’ı (cc) anma ile yatışmasını beyan eden ayet-i kerime şu şekildedir:

اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللّٰهِ اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

Bunlar, Allah’ın zikri ile kalpleri huzura kavuşarak iman edenlerdir. Evet, bilin ki kalpler, ancak Allah’ı anmakla yatışır ve huzur bulur.” (Rad, 13/28)

 Allâh’ı anan mümin bir kalbin “ürpermesi, haşyet duyması ve korkması” ile, Allâh’ı (cc) anarak “kalbin itminanı ve bedenin huzur bulması” arasında bir çelişki de söz konusu değildir. Nitekim Cenâb-ı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu iki hususu şu ayet-i kerimede bir arada zikretmektedir:

اَللّٰهُ نَزَّلَ اَحْسَنَ الْحَدٖيثِ كِتَابًا مُتَشَابِهًا مَثَانِىَ تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذٖينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ ثُمَّ تَلٖينُ جُلُودُهُمْ وَقُلُوبُهُمْ اِلٰى ذِكْرِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُدَى اللّٰهِ يَهْدٖى بِهٖ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ

Allah, sözün en güzelini, ayetleri (güzellikte) birbirine benzeyen ve (hükümleri, öğütleri, kıssaları) tekrarlanan bir kitap olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların derileri (vücutları) ondan dolayı gerginleşir. Sonra derileri de (vücutları da) kalpleri de Allah’ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu Kur’an Allah’ın hidayet rehberidir. Onunla dilediğini doğru yola iletir. Allah, kimi saptırırsa artık onun için hiçbir yol gösterici yoktur.” (Zümer, 39/23)

Bu durum, yani kalbin hem “korkması / ürpermesi” hem de “itminana / huzura kavuşması”, insanın manevi hayatiyetinin sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi için adeta bir zorunluluktur. Çünkü biyolojik kalbin hayatiyeti de onun kapanması ve genişlemesi ile mümkündür. İşte manevi kalp de hem “korku / ürperti” hem de “itminan / inşirah” yani kapanma ve açılma halleri ile hayatiyet kazanır, kişinin maneviyatı daha sağlıklı bir şekilde devam eder. Bu durum aynı zamanda, “kabz-bast, heybet-üns, cem-fark, gaybet-huzur, mahv-isbat, setir-tecelli, telvin-temkin ve kurb-bu’d” gibi manevi hallere ayrı bir işarettir.

Kur’ân-ı Kerîm’de “vecel / korkma” fiilinin kullanıldığı diğer bir ayet-i kerime ise şu şekildedir:

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذٖينَ اِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَاِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ اٰيَاتُهُ زَادَتْهُمْ اٖيمَانًا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ اَلَّذٖينَ يُقٖيمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman, bu onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden, Allah yolunda harcayan kimselerdir.” (Enfal, 8/2-3)

Bu ayet-i kerimede, müminlerin beş kadar özelliği;

1) Allâh (cc) anıldığı zaman kalplerin ürpermesi (vecel),

2) Allâh’ın (cc) ayetleri okunduğu zaman imanın artması,

3) Başka bütün güç/kuvvet sahibi sanılan faniyat ve zailâttan uzak kalarak sadece Allâh’a (cc) tevekkül edilmesi,

4) İnanmış bir gönülle namazlarda devamlı olunması ve

5) İnfakı kendilerinde adeta temel bir tabiat haline getiren kimseler şeklinde beyan edilmiştir.

Bu durumda, Kur’ân-ı Kerîm’de benzer özellikleri daha önce yukarıda sayılmış olan “muhbit” kavramı ile “mümin” kavramının -ince farklılıklar mahfuz- neredeyse özdeş durumda olduğu söylenebilir.

Müminlere ait sayılan bu özelliklerden “imanın artması” konusu daha önce “İmanın Yenilenmesi ve Güçlenmesi”, “tevekkül” konusu “Tasavvufta Makam ve Mertebeler IV”, “namazlardaki devamlılık” konusu “Namazın Önemi” “infak, zekât” konusu ise kısmen “Müttakîlerin Özellikleri” ve “Meâric Suresinin Yorumu II (Müminlerin Özellikleri)” başlıklı yazılarımızda tahlil edilmeye çalışılmıştı.

Allah’a Yönelen Muhbitler

اِنَّ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَاَخْبَتُوا اِلٰى رَبِّهِمْ اُولٰئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ

İman edip salih amellerde bulunanlar ve itminan (ya da huşû, tevazu ve tezellül) ile Rablerine itaat edenler (var ya), işte bunlar cennetliktirler. Orada onlar ebedî olarak kalacaklardır.” (Hûd sûresi, 11/23)

Ayet-i kerimede yer alan “ihbat” kelimesini, “itminan” manasına alırsak, Rabbine yönelen ve O’nda mutmain olan, O’nun emir ve takdirlerine gönülden boyun eğen, ibadetlerini eda ederken Allah’tan başkasını hatıra getirmekten tamamen uzak olan, böylece kalbi ve gönlü Allah’ın zikri ile yatışarak Allah’a ibadet eden kimseler anlaşılır. İman edip salih ameller işleyenlerin kalpleri, Allah’ın (cc) vaad ettiği sevap ve mükâfat, vaîdinde bulunduğu ceza ve ikabın doğruluğuna kesin bir şekilde inanmaktadır. Şayet “ihbat” kelimesi, huşu, tevazu ve tezellülanlamlarına alınırsa, “iman edip salih ameller işleyenler, ibadet ve Cenâb-ı Hakk’a tazarrularında kendilerini hep kusurlu ve eksik görerek salih amellerini yaparlar” anlamına gelir.

Kur’ân-ı Kerîm’in Allâh Kelamı Olduğunu Kalben Tasdik Eden Muhbitler

وَلِيَعْلَمَ الَّذٖينَ اُوتُوا الْعِلْمَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَيُؤْمِنُوا بِهٖ فَتُخْبِتَ لَهُ قُلُوبُهُمْ وَاِنَّ اللّٰهَ لَهَادِ الَّذٖينَ اٰمَنُوا اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ

Kendilerine ilim verilmiş olanlar, Kur’an’ın muhakkak Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilsinler, Kur’ân’a iman etsinler ve kalpleri de Kur’ân’a saygı duysun. Muhakkak ki Allah, iman edenleri, doğru bir yola (İslâm dinine) iletir.” (Hac sûresi, 22/54)

Diğer anlamlarının yanı sıra bu ayet-i kerîmeden açıkça görülen husus şudur:

Ayet-i kerimede, Cenâb-ı Allâh’ın izni ve lütfü ile “İslâmî bilgi kendilerine Allâh’tan bir lütuf şeklinde verilmiş, böylece ilme/bilgiye vakıf olmuş” kimselere (الَّذٖينَ اُوتُوا الْعِلْمَ) “Kendilerine ilim verilmiş olanlar” cümlesi ile işaret edilmektedir. Müminlerin, Kur’ân-ı Kerîm’in, Efendimiz’e (sas) Allâh katından vahyedilmiş kitap olduğu gerçeğini ve ışığını kalplerinde görmeleri ve tasdik etmelerinin bir sonucu olarak, “Kitab’ın Allâh kelâmı olduğuna iman etme” şeklinde bir imânî duruş gereği ve lüzumuna ise “O (kitap, Kur’ân) Rabbinden (vahyedilmiş) tam bir gerçekliktir” (اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ) cümlesi işaret etmektedir.

Mümin bireyin, zamansal açıdan fevt yaşamaksızın, bütünlüklü bir şekilde Kur’ân’a imanına sahip çıkmasına, bu imanını korumasına ve muhafaza etmesine, Kur’ân-ı Kerîm’in Allâh’ın kelâmı olduğu hususunda en küçük bir tereddüt yaşamamasına ise “Ona (Kur’ân’a) iman ederler” (فَيُؤْمِنُوا بِهٖ) cümlesi işaret etmektedir. Ancak bu durum, Kitab’a (Kur’ân’a) imandaki temel ve ilk aşamadır.

Böylesine sarsılmaz ve güçlü bir şekilde “Kitab’ın Allâh kelâmı olduğuna iman etme” halinin hemen arkasından ve beklemeksizin ikinci temel aşamaya, “tevazu, tezellül, huşu ve itminan içerisinde, yani “muhbit” bir halde Kitab’ın Allâh katından olduğuna saygı” hususunu içselleştirmeye ve inanç durumuna geçilmesi gereğine, “kalplerin, Kur’ân’a karşı tevazu, tezellül ve itminan ile saygı duyma” haline ise, (فَتُخْبِتَ لَهُ قُلُوبُهُمْ) “Kalpleri Kur’ân’a saygı duysun” cümlesi işaret etmiş olmaktadır (vallahu a’lem bi’s-savâb).

Ukbe b. Âmir (ra) anlatıyor:

“Biz Suffa’da iken Resülullah (sas) gelerek şöyle sordu:

Hanginiz, her gün Allâh’a karşı hiç günah işlemeden ve akrabalık bağlarını da kesmeden Buthân’a veya Akik’e gidip oradan iri hörgüçlü, semiz ve gösterişli iki dişi deve tutup getirmeyi ister?

Biz: “Ey Allah’ın Resulü, bunu hepimiz isteriz” dedik. Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurdular:

O halde, birinizin mescide gidip orada Allah’ın kitabından iki ayet öğrenmesi veya okuması, kendisi için iki deveden daha hayırlıdır. Üç âyet, onun için üç deveden, dört âyet, onun için dört deveden ve okunacak ayetler kendi sayılarınca develerden daha hayırlıdır.[2]

“Buthan” ve “Akîk”, Medine-i Münevvere’de iki vadinin isimleridir. Resülullah’ın (sas) bu iki vadiyi söz konusu etmesi, buraların o dönemde deve satılan en yakın pazarlar olması sebebiyledir. Hadis-i şerifteki, “Allah’a karşı günah işlemeden ve akrabalık bağlarını kesmeden…” kaydından maksat, alınan develerin ister akrabaya ister yabancıya ait olsun, gasp veya hırsızlık gibi günaha götüren, akrabalık bağlarını kesen haram bir yolla değil, helâl bir şekilde olmasıdır. Akrabanın malını çalmak veya gasp etmek, akrabalık bağlarının kesilmesine sebeptir.

Efendimiz (sas) bu hadis-i şerifinde, benzetme metodu kullanarak, Kur’ân-ı Kerîm’den iki, üç, dört ve daha fazla ayet-i kerimeyi öğrenmenin, adeta kıyas kabul etmeyecek derecedeki önemi ve kıymetine işarette bulunuyor. Bu büyük önem ve kıymet, Kur’ân-ı Kerîm’in, Allâh’ın (cc) ebedi ve ezeli kelamı olmasından kaynaklanıyor. Kişi Kur’ân okur ya da öğrenirken doğrudan Allâh’a (cc) muhatap oluyor.

Hâris (ra)’den rivâyete göre, şöyle demiştir:

“Mescide uğradım. Cemaati bazı dedikodulara dalmış buldum ve Hz. Ali’nin (ra) yanına girerek şöyle dedim:

“Ey Müminlerin emiri! İnsanların lüzumsuz dedikodulara daldıklarını görmüyor musunuz?” Bunun üzerine Hz. Ali (ra):

“Gerçekten böyle yapıyorlar mı?” diye sordu. Ben de “evet” dedim. Bunun üzerine Hz. Ali (ra) şöyle dedi:

“Resülullah’tan (sas) işittim, şöyle buyurmuştu:

Dikkat edin, büyük bir fitne olacaktır.

Ben de “bu fitneden kurtuluş nasıl olacaktır, Ey Allah’ın Resulü?” dedim. Şöyle buyurdular:

Allah’ın Kitabına sarılmakla. Çünkü onda, sizden öncekilerin haberi, sizden sonrakilerin haberi, aranızdaki meselelerin hükmü vardır. O, hak ile batılı birbirinden ayıran kesin bir hüküm olup, saçmalama değildir. Her kim zorbalık yaparak, ondan uzaklaşırsa, Allah onun işini bitirir. Her kim de doğru yolu, o Kur’ân’dan başkasında ararsa, Allah onu sapıklığa düşürür. O, Allah’ın sağlam ipidir ve hikmet dolu sözleridir. O, Sırat-ı müstakimdir. O Kur’ân, arzu ve isteklerin bozamadığı, dillerin karışıklığa düşüremediği, ilim adamlarının kendisinden doyamadığı, fazla tekrarlamakla eskimeyen ve bıkkınlık vermeyen, hayranlık veren yönleri bitip tükenmeyen öyle bir kitaptır ki, cinlerden bir gurup onu dinleyince şöyle demek mecburiyetinde kalmışlardır: “Biz ne güzel bir Kur’ân dinledik. Doğruyu eğriden ayırt etme bilincine ulaştıran bir Kur’ân. Ve böylece ona iman ettik. Bundan sonra Rabbimizden başkalarına ilahlık yakıştırmayacağız.” (Cin, 72/1-2) Ona dayanarak konuşan, doğru söz söylemiştir. Onunla amel eden, sevap kazanır. Onunla hükmeden adaletli davranmış, ona davet eden doğru yola iletilmiş olur.

“Ey A’ver, bu sözleri kendine rehber et.”[3]

Enes b. Mâlik’in (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas) şöyle buyurur:

Sizden biri Rabbi ile konuşmak istediği vakit, Kur’an okusun.[4]

Kur’ân-ı Kerîm, takva dairesinde kalabilme için bir delil ve yol gösterici (Bakara, 2/3; 185), faydası ve bereketi sayılamayacak derecede çok (Enam, 6/155), başkentler ve çevresi için mühim bir uyarı (Enam, 6/92), müttakîler dairesinde kalabilme için mevize ve öğütler bütünüdür (Nur, 24/34). Kişiyi Allâh’a karşı takvalı olmaya, hadiselerden ibret almaya, ruhsal ve zihinsel uyanışa götüren (Taha, 113), kendisinde en güzel kıssaların beyan edildiği (Yusuf, 12/3), insanları afakta ve enfüste tefekküre teşvik eden (Nahl, 16/44), bireyleri düşünmeye ve akıl sahiplerini ibret almaya çağıran kutsal bir kitaptır (Sad, 38/29). İlâhî hüküm ve kuralların tebliğ edildiği (Nisa, 4/105), meydana gelebilecek ihtilafların tek çözüm mercii (Nahl, 16/64), madden ve manen şifa kaynağı (Yunus, 10/57; İsra, 17/82; Fussilet, 41/44) muhteşem, mucizevi ve ilahi bir hitaptır.

Muhbitlerden Olma ile İlgili Efendimiz’den (sas) Gelen Bir Dua

Dua etmekten maksat, kulluğu, zilleti, kalbin tazarrusunu ve bütünüyle Allah’a yönelişi ortaya koymadır. Hz. Peygamber (sas), Enes’in (ra) rivayeti ile duada iradi olmayı ve tereddütlü davranmamayı şu şekilde tavsiye eder:

Sizden birinizin “Allah’ım, dilersen beni bağışla” diye dua etmesi doğru değildir. O kimse, kesin ifade kullanır ve “Al­lah’ım, beni bağışla” der.[5]

Ayrıca Efendimiz (sas), Numan b. Beşir’in (ra) rivayetine göre de “dua ibadetin ta kendisidir” buyurmuş ve “bana dua edin ki duanızı kabul edeyim” (Mümin, 40/60) ayetini okumuştur.[6]

İşte dua konusunda bizlere bu hatırlatmaları yapan Efendimiz (sas), İbn-i Abbas’tan (ra) rivayetle “muhbitlerden olma” talebini de barındıran şu kapsamlı cümlelerle dua etmiştir:

            رَبِّ أَعِنِّي وَلاَ تُعِنْ عَلَىَّ وَانْصُرْنِي وَلاَ تَنْصُرْ عَلَىَّ وَامْكُرْ لِي وَلاَ تَمْكُرْ عَلَىَّ وَاهْدِنِي وَيَسِّرِ الْهُدَى لِي وَانْصُرْنِي عَلَى مَنْ بَغَى عَلَىَّ رَبِّ اجْعَلْنِي لَكَ شَكَّارًا لَكَ ذَكَّارًا لَكَ رَهَّابًا لَكَ مُطِيعًا إِلَيْكَ مُخْبِتًا إِلَيْكَ أَوَّاهًا مُنِيبًا رَبِّ تَقَبَّلْ تَوْبَتِي وَاغْسِلْ حَوْبَتِي وَأَجِبْ دَعْوَتِي وَاهْدِ قَلْبِي وَسَدِّدْ لِسَانِي وَثَبِّتْ حُجَّتِي وَاسْلُلْ سَخِيمَةَ قَلْبِي

Rabbim bana yardım et, aleyhime olacak şeylerde yardım etme. Bana yardım et, aleyhime yardımcı olma. Olayları benim iyiliğime gerçekleştir, bana zarar olacak şekilde gerçekleştirme. Beni hidayete erdir ve hidayeti bana kolaylaştır. Bana saldırana karşı benden yardımını esirgeme (Bana zafer ver, bana karşı olanlara zafer verme). Ey Rabbim beni sana çok şükreden, seni çok zikreden, (azabından) çok korkan, sana pek çok itaat eden, tevazu ve tezellül ile sana yönelen (muhbit), sana yönelip yakaran bir kişi kıl. Ey Rabbim tövbemi kabul eyle, hatalarımı temizle, duamı kabul et. Kalbime hidayet eyle, dilimi doğru tut, delilimi sabit kıl, kalbimdeki kin ve hasedi çıkar.[7]

Sonuç

Muhbit kimse, Allâh’a güven ve itimadın, O’na hüsn-ü zan ile yaklaşmanın ve kalben itminanın ilk derecesine ulaşmıştır.

Muhbit bir mümin, masivayı terk ile kalben Allâh’a müteveccih olmuştur.

Muhbitin Allâh’a (cc) karşı tevazu ve tezellülü, o kimsenin bu dünyada izzete, ahirette de kurtuluşa ulaşmasına vesiledir.

Muhbit bir mümin, fitne ve kargaşadan uzak, kalben huzurlu ve mutmain bir atmosferde kalandır.

Muhbit, himmeti yüksek, nefsi övgü ya da yergi karşısında etkilenmeyendir.

Muhbit bir kimse, kalbî imanının ve Allâh’a yakînî tevekkülünün lezzetini duyup hissedendir.

(يَا مَنْ اَطَابَ بِذِكْرِه۪ قُلُوبَ الْمُخْبِت۪ينَ)Zikredilmesi ile mütevazıların ve huşu sahiplerinin kalplerini hoş eden Allâh’tan” (Cevşenü’l-Kebîr, 97. Bâb, 7. cümle), kalplerimize muhbitlerin huşûsunu, yakîn sahiplerinin ihlasını, sabredenlerin şükrünü, sadık kullarının tevbesini, inşirah-ı sadırlarını lütfetmesini, dini, sırat-ı müstakîmi, hidayeti üzere sabit tutmasını, sıdk, takva, yakîn ve tevazu ile süslemesini dileriz.


[1] İbnu’l-Cevzî (v. 597/1201), Sıfatu’s-Safve, ss. 702-703, (Çeviren: Abdulvehhap Öztürk) Kahraman Yayınları, İstanbul-2006.

[2] Ebu Davud, Salat, 349 (1456); Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn, 41 (251).

[3] İbnu Ebi Şeybe (v. 235/849), Musannef, 10/482 (30629); Ahmed b. Hanbel (v. 241/855), Müsned, 1/91 (704); Dârimî (v. 255/869), Fedâilü’l-Kur’ân, 1 (3374); Tirmizi (v. 279/892), Sevâbu’l-Kur’ân, 14 (2906); Beyhaki (v. 458/1066), Şuabu’l-İman, 3/335-336 (1788); Beğavî (v. 516/1122), Şerhu’s-Sünne, 4/437-438 (1181).

[4] Deylemî (v. 509/1115), Firdevs bi Me’sûri’l-Hitâb, 1/302 (1195); Suyuti (v. 911/1505), Câmiu’s-Sağîr, 1/147 (883); Ali el-Müttaki (v. 975/1567), Kenzu’l-Ummâl, 1/510 (2257).

[5] Buhari, Tevhid, 31 (7464); Müslim, Zikr, 3 (7).

[6] Tirmizi, Daavât, 1 (3372); Ahmed İbn Hanbel, 4/267 (18542).

[7] Tirmizi, Deavat, 103 (3551); İbn Mace, Dua, 2 (3830); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/227 (1997); Ebu Davud, Salat, 360 (1510).

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.