Musa Kâzım GÜLÇÜR
1 / 10 / 2021
İçindekiler
33. (اَلْحَلِيمُ) “EL-HALÎM” (cc)
34. (اَلْعَظِيمُ) “EL-AZÎM” (cc)
35. (اَلْغَفُورُ) “EL-ĞAFÛR” (cc)
36. (اَلشَّكُورُ) “EŞ-ŞEKÛR” (cc)
37. (اَلْعَلِيُّ) “EL-ALİY” (cc)
38. (اَلْكَبِيرُ) “EL-KEBÎR” (cc)
39. (اَلْحَفِيظُ) “EL-HAFÎZ” (cc)
40. (اَلْمُقِيتُ) “EL-MUKÎT” (cc)
41. (اَلْحَسِيبُ) “EL-HASÎB” (cc)
42. (اَلْجَلِيلُ) “EL-CELÎL” (cc)
43. (اَلْكَرِيمُ) “EL-KERÎM” (cc)
44. (اَلرَّقِيبُ) “ER-RAKÎB” (cc)
45. (اَلْمُجِيبُ) “EL-MÜCÎB” (cc)
46. (اَلْوَاسِعُ) “EL-VÂSİ” (cc)
47. (اَلْحَكِيمُ) “EL-HAKÎM” (cc)
48. (اَلْوَدُودُ) “EL-VEDÛD” (cc)
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم
بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
والحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، اَللّهُمَّ صَلِّ عَلى مُحَمَّدٍ نَّبِيِّكَ وَاِبْرَاهِيْمَ خَلِيْلِكَ وَعَلى جَمِيْعِ اَنْبِيَائِكَ وَاَصْفِيَائِكَ مِنْ اَهْلِ اَرْضِكَ وَ سَمَاوَاتِكَ عَدَدَ خَلْقِكَ وَرِضَاءَ نَفْسِكَ وَزِنَةَ عَرْشِكَ وَمِدَادَ كَلِمَاتِكَ وَمُنْتَهى عِلْمِكَ وَزِنَةَ جَمِيْعِ مَخْلُوْقَاتِكَ صَلوةً وَ سَلَامًا مُّكَرَّرَةً اَبَدًا عَدَدَ مَا اَحْصى عِلْمُكَ وَمِلْأَ مَا اَحْصى عِلْمُكَ وَاَضْعَافَ مَا اَحْصى مَا عِلْمُكَ صَلوةً تَزِيْدُ وَتَفُوْقُ وَتَفْضُلُ صَلوةَ الْمُصَلِّيْنَ وَ سَلَامَ اَلْمُسَلِّمِينَ عَلَيْهِمْ مِنَ الْخَلْقِ اَجْمَعِيْنَ كَفَضْلِكَ عَلى جَمِيْعِ خَلْقِكَ
رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ، وَبِهِ الْعَوْنُ
فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ اِنَّكَ عَلَى الْحَقِّ الْمُبٖينِ اِنَّكَ لَا تُسْمِعُ الْمَوْتٰى وَلَا تُسْمِعُ الصُّمَّ الدُّعَاءَ اِذَا وَلَّوْا مُدْبِرٖينَ وَمَا اَنْتَ بِهَادِى الْعُمْیِ عَنْ ضَلَالَتِهِمْ اِنْ تُسْمِعُ اِلَّا مَنْ يُؤْمِنُ بِاٰيَاتِنَا فَهُمْ مُسْلِمُونَ [سورة النمل 79-81]
Ezelden ebede kadar, bütün olmuş ve olacak hamd ve senalar, tam ve kemaliyle, âlemlerin yegâne Yaratıcısı, yöneteni ve kemale erdiricisi Allâh’ındır. Hüsn-ü âkıbet de müttakîler içindir. Allâhım! Yarattıkların adedince, Zât’ının rızasınca, arşının ağırlığınca, kelimelerinin mürekkebi miktarınca, ilminin sonsuzluğunca ve bütün mahlukatının ağırlığınca, ilminin kuşattığı ve ilminle bildiklerinin katlarınca, sürekli devam eden, Efendimiz Nebi Muhammed’e, Efendimiz dostun İbrahim’e, bütün peygamberlerine, yer ve gök ehlinden seçtiğin asfiya kullarına, Zât’ının bütün varlığa üstünlüğü gibi, bütün kullarından salat ve selam okuyanların salat ve selamlarından daha fazla ve daha üstün bir salât ve selâm ile, salât ve selâm eyle. Âmîn.
Yazımıza, bir önceki kaldığımız yerden devam ediyoruz inşâAllâh.
Allâh’ın (cc) Esmâ-i Hüsnâsı (33-48)
33. (اَلْحَلِيمُ) “EL-HALÎM” (cc)

“Kullarının isyanlarını, emirlerine uymayışlarını gördüğü ve bildiği halde, onları hemen ve şiddetle cezalandırmayıp yumuşak davranan.”
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَیْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْبٖيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلٖيمًا غَفُورًا
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allâh’ı tesbih ederler. Her şey O’nu hamd ile tesbih eder. Ancak, siz onların tesbihlerini anlayamamaktasınız. O, Halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), Ğafûr’dur (hataları, yanlışlıkları ve günahları çok bağışlayandır).” (İsra, 17/44)
Kur’ân-ı Kerîm’de, (وَاللّٰهُ غَفُورٌ حَلٖيمٌ) “Ğafûr Halîm” güzel isimleri, altı ayet-i kerimede (Bakara, 2/225, 235; Âl-i İmrân, 3/155; Mâide: 5/101; İsrâ, 17/44; Fâtır, 35/41), (وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَلٖيمٌ) “Alîm Halîm” güzel isimleri, üç ayet-i kerimede birlikte zikredilmektedir (Nisâ, 4/12; Hac, 22/59; Ahzâb, 33/51). “Halîm” güzel ismi ayrıca birer ayet-i kerimede olmak üzere; Ğani (Bakara, 2/263) ve Şekûr (Teğâbün, 64/17) güzel isimleri ile birlikte gelmektedir. Diğer güzel isimlerle bu kullanılış, “El-Halîm” güzel isminin anlamına daha bir zenginlik ve derinlik kazandırmaktadır.
Hem yukarıdaki ayet-i kerimede, hem de “gök cisimleri, galaksiler ve nebülözlerin (bulutsuların) yörüngelerinden sapmamaları, darmadağın hale gelip yok olmamaları için, Allâh’ın (cc) gökleri ve yeri kurduğu mükemmel düzende tuttuğunu, O’ndan (cc) başka hiçbir varlığın onları böyle bir düzende tutamayacağını” (Fâtır, 35/41) beyan eden ayet-i kerimede, “Halîm” (hemen cezalandırmayan, mühlet veren) ve “Ğafûr”(hataları, yanlışlıkları ve günahları çok bağışlayan) güzel isimlerinin beraberce geliyor olmaları dikkat çekicidir.
Muhaddis ve lügatçi Ebû Süleyman El-Hattâbî (v. 388/998), Kitâbü Şe’ni’d-Duâ Şerḥu’l-Esmâi’l-Hüsnâ adlı eserinde şöyle demektedir:
“El-Halîm, günahları bağışlayan ve cezalandırmada acele etmeyen, öfkesine yenilmeyen, cahillerin cehaleti ve asilerin isyanı kendisini öfkelendirmeyendir. Halîm ismi, gücü olduğu halde bağışlayana verilir. Gücü olmadan bağışlayana bu isim verilmez. Allâh (cc) kullarından hiçbirine, bu güzel isminin tecellisi olan “hilim” sıfatından daha güzelini vermemiştir. Çünkü hiç kimse, “hilim” sıfatına sahip olmadan, “salih” olma vasfına ulaşamaz. İbrahim (as) duasında, (رَبِّ هَبْ لٖى مِنَ الصَّالِحٖينَ) “Ey Rabbim! Bana salihlerden (bir çocuk) ihsan buyur” (Saffât, 37/100) diye dua edince, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, (فَبَشَّرْنَاهُ بِغُلَامٍ حَلٖيمٍ) “Biz de onu pek zarif tabiatlı (halîm) bir oğul ile müjdeledik” (Saffât, 37/101) buyurmuştur. Bu da Allâhu a’lem göstermektedir ki, “hilim” sıfatı salih olmanın en belirgin özelliklerinden birisidir.”[1]
Eş‘arî kelâmcısı ve Şâfiî fakihi Ebû Abdullah el-Ḥalîmî (v. 403/1012), El-Minhâc fî Şuabi’l-İmân adlı eserinde, “El-Halîm” güzel ismi ile ilgili olarak şu yorumu yapmaktadır:
“El-Halîm, günahları sebebiyle kullarına nimet vermeyi ve iyilik yapmayı kesmeyendir. O, kendisine itaat edeni rızıklandırdığı gibi, isyan edeni de rızıklandırır. Kendisinden korkan ve iyilik yapanlara nimet vermeye devam ettiği gibi, günah işlemeye devam eden kullarına da nimet vermeye devam eder. Bela ve musibetlerden koruması için, kendisine dua edeni veya ibadetle meşgul olduğu için bu istekte bulunamayanı koruduğu gibi, dua etmeyen ve kendisinden gafil olan kimseleri de bela ve musibetlerden koruyandır.”[2]
Mutasavvıf, kelâm, tefsir ve hadis âlimi Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî (v. 465/1072) Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ’sında, konu ile ilgili şöyle bir rivayeti naklediyor:
“İbrahim (as), göklerin ve yerin melekutunu gördüğünde, bir kişiyi Allâh’a isyan halinde iken müşahede etti. Bunun üzerine Allâh Teâlâ’ya, ‘Allâhım, onu yok et’ diye dua etti. Allâh Teâlâ da bu asiyi helak etti. Ardından, isyan halindeki başka birisini gördü. Ona da beddua etti. Allâh Teâlâ bu kişiyi de yok etti. Ardından bir üçüncüsünü daha gördü, ona da beddua etti. Allâh Teâlâ bu kişiyi de helak etti. Ardından isyan eden dördüncü bir kişiyi daha gördü. Bu kişi için de beddua edince, Allâh Teâlâ İbrahim’e (as) şöyle vahyetti: ‘Dur ey İbrahim. Gördüğün her isyankarı yok edersem, mahlukattan hiç kimse kalmaz. Biz, hilmimiz ile onlara azap etmemekteyiz. Kullarımız ya tevbe ederler veya yanlışlıklarında ısrar ederler. Ancak, Bizden hiçbir şey gizli kalmaz.”[3]
Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî (v. 505/1111), El-Maḳṣadü’l-Esnâ fî Şerḥi Meʿânî Esmâillâhi’l-Hüsnâ adlı eserinde, bu güzel isimle ilgili olarak şöyle söylemektedir:
“O, kullarının isyanını, onların kendi emrine muhalif olan davranışları görür, bilir de öfkeye kapılıp hemen onları cezalandırmaya kalkışmaz. Onları yok etmeye gücü olduğu halde Halim davranır. Şayet insanları günahlarından dolayı hemen cezalandırsaydı, ayet-i kerime delaletince yeryüzünde hareket eden bir tek canlı varlık bırakmazdı:
وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلٰى ظَهْرِهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ اِلٰى اَجَلٍ مُسَمًّى فَاِذَا جَاءَ اَجَلُهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِعِبَادِهٖ بَصٖيرًا
“Eğer Allâh, insanları işledikleri (günahlar) yüzünden (hemen) hesaba çekseydi, yer yüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat Allâh, onları, muayyen bir vakte kadar geciktirmektedir. Süreleri sona erdiğinde ise, muhakkak ki Allâh kullarına Basîr’dir (onları hakkıyla görmektedir).” (Fatır, 35/45)
Bir kimsenin hilim sahibi olabilmesi için, öfkesini yenebiliyor olması, kendisine kötülük yapanları dahi affedebilme yetisine ulaşması gerekir. Böyle bir karakter ve kişilik, güzel huya sahip olur. Biiznillâh varlıklara şefkat ve merhametle muamelenin sırrına ulaşır.
34. (اَلْعَظِيمُ) “EL-AZÎM” (cc)

“Aklın ve hayâlin alamayacağı, gözün göremeyeceği kadar sonsuz büyük ve azametli.”
وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظٖيمُ
“O (Allâh), her şeyden yücedir, her şeyden büyüktür.” (Bakara, 2/255; Şura, 42/4)
Kur’ân-ı Kerîm’in üç ayetinde, (فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظٖيمِ) “Rabbini, El-Azîm ismi ile tesbih et (Sübhane Rabbiye’l-Azîm de)” emri yer alır (Vâkıa, 56/74, 96; Hâkka, 69/52).
عَنْ عُقْبَةَ بْنِ عَامِرٍ، قَالَ لَمَّا نَزَلَتْ { فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ } قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم اجْعَلُوهَا فِي رُكُوعِكُمْ . فَلَمَّا نَزَلَتْ { سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الأَعْلَى } قَالَ اجْعَلُوهَا فِي سُجُودِكُمْ .
Ukbe b. Amir’in (ra) rivayetine göre, (فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظٖيمِ) “Rabbini, El-Azîm ismi ile tesbih et” âyet-i kerimesi inince, Resülullah (sas); “Bu cümleyi rükularınızda söyleyiniz” buyurdu. (سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْاَعْلٰى) “Rabbinin çok yüce adını tesbih et” (Ala, 87/1) ayeti inince, “Bu cümleyi de secdelerinizde söyleyiniz” buyurdu.[4]
Tam bir tevazudan ibaret olan rükularda, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin mutlak azametini ifade eden (الْعَظٖيمِ) “El-Azîm / Sonsuz büyük” güzel ismi, tevazuun son haddi olan secdeye ise, (الْاَعْلٰى) “El-A’lâ / Sonsuz yüce” güzel ismi tahsis edilmiştir.
Abdullah İbn Abbâs’ın (r.anhümâ) rivayeti ile, Efendimiz’in (sas) şöyle bir tembihi de bulunmaktadır:
أَلاَ وَإِنِّي نُهِيتُ أَنْ أَقْرَأَ الْقُرْآنَ رَاكِعًا أَوْ سَاجِدًا فَأَمَّا الرُّكُوعُ فَعَظِّمُوا فِيهِ الرَّبَّ عَزَّ وَجَلَّ وَأَمَّا السُّجُودُ فَاجْتَهِدُوا فِي الدُّعَاءِ فَقَمِنٌ أَنْ يُسْتَجَابَ لَكُمْ .
“Dikkat edin ki! Ben, rüku veya secde halinde Kur’an okumaktan nehy olundum. Rükuda, yüce Allâh’ı tazim edin. Secde halinde ise dua etmeye çalışın. Çünkü secde halindeki dualarınız, kabule pek şâyandır.”[5]
İbn Abbas’tan (ra) rivayete göre, Efendimiz (sas) bir sıkıntı hissettiğinde şöyle dua ederdi:
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ ـ رضى الله عنهما ـ قَالَ كَانَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم يَدْعُو عِنْدَ الْكَرْبِ
لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ الْعَظِيمُ الْحَلِيمُ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ رَبُّ السَّمَوَاتِ وَرَبُّ الأَرْضِ وَرَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِ.
“Allâh’tan başka ilah yoktur, El-Azîm ve El-Halîm’dir. Allâh’tan başka ilah yoktur, büyük Arş’ın Rabbidir. Allâh’tan başka ilah yoktur, göklerin ve yerin, Kerîm Arş’ın Rabbidir.”[6]
Hattâbî, “El-Azîm güzel ismi, azamet ve celal sahibi demektir. Şanının azameti, kadrinin yüceliği anlamına gelir. Cisimlere ait büyüklükle karıştırılmamalıdır”[7] der.
Hanefî fakihi ve Mâtürîdî kelâmcısı Ebû İshâk İbrâhîm b. İsmâil es-Saffâr (v. 534/1139), Telḫîṣü’l-Edille li-Kavâʿidi’t-Tevḥîd’inde Allâh’ın “El-Azîm” güzel isminin, O’nu tevhidde, O’na ibadette ve O’nu övmede ihlaslı olmayı gerekli kıldığını belirtir.[8]
Kulun üzerine düşen, Rabbini her daim yüceltmesi, şanını tazim etmesi, O’nu (cc) heybet ve büyüklüğü ile zikrederek, yanlış faaliyetlerden uzak durmasıdır. Aynı şekilde dinin şeairini, emir ve yasaklarını, müminlerin saygınlıklarını, El-Azîm Rabbini tazim ederek kalbî takvaya biiznillâh ulaşabilmelidir. Böyle davranan bir kimsenin, Allâh’ın (cc) hizbine dahil olacağı umulur.
35. (اَلْغَفُورُ) “EL-ĞAFÛR” (cc)

“Süre bir kimse bu ism-i Ğafûr’u, yüzünde berk ura Ğafûr nûru,
Ederse her günaha her gün ahı, Ğafûr’un afvına ol bula râhı,
Bu nâm ile gele rahmet minAllâh, bununla bula râhı Hakk’ı gümrâh,
Sürüp bu ismi ettikçe duayı, Ğafûr’dur, yarlıgar eder atâyı.” (İbn Îsâ Saruhânî)
Ebu’l-Kâsım Abdurrahman b. İshâk ez-Zeccâcî (v. 340/949), İştikâku Esmâillah adlı eserinde “El-Ğafûr” güzel ismini, “kulların birçok günahını, birçok defa bağışlayan, suçlarını ve hatalarını affeden, çok şefkat gösteren, bağışlayan ve yarlıgayan”[9] şeklinde açıklamaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de “Ğafûr” güzel ismi doksan bir ayet-i kerimede geçmektedir.
“El-Ğafûr” güzel ismi sadece iki ayette tek başına kullanılmış (İsra, 17/25; Sebe, 34/15), altmış dört yerde belirlilik takısı almadan (غَفُورٌ رَحٖيمٌ) şeklinde, yedi ayet-i kerimede belirlilik takısı almış olarak (الْغَفُورُ الرَّحٖيمُ) “El-Ğafûr Er-Rahîm” şeklinde (Yunus, 10/107; Yusuf, 12/98; Hicr, 15/49; Kasas, 28/16; Zümer, 39/53; Şura, 42/5; Ahkâf, 46/8’dir), bir yerde (وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِ) “Rabbin, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet sahibidir” ayetinde “zü’r-rahme” terkibiyle (Kehf, 18/58), bir yerde de (الرَّحٖيمُ الْغَفُورُ) “Er-Rahîm El-Ğafûr” (Sebe, 34/2) olarak tekrarlanmıştır.
Bir ayet-i kerimedeki hariç (Sebe, 34/2), diğerlerinin tamamında “El-Ğafûr” ismi, “Er-Rahîm” isminden önce gelmiştir. Bu durum, Allâhu a’lem taḫliyenin (ﺗﺨﻠﻴﻪ: çirkin olan şeylerin izalesi), taḥliyeden (ﺗﺤﻠﻴﻪ: süsleme, bezeme, donatma) önce olması gerektiğine bir işaret olarak görülebilir.
Allâh (cc), bağışlaması en boldur. Hem daha önce geçen “El-Ğaffâr” güzel ismi hem de “El-Ğafûr” güzel ismi, her ne kadar benzer olsalar da her bir güzel ismin kendisine has ulvi tecellilerinin bulunduğunu düşünmeli ve talep de ona göre olmalıdır. Çünkü her bir güzel ismin kendine has anlam zenginliği mevcuttur.
Hattâbî, “El-Ğaffâr” güzel isminin Allâhu a’lem, kullarının bilhassa da dünyadaki yanlışlıklarını çokça örten, onları rezil etmeyen, onları günahları ile baş başa bırakmamaya yönelik bulunduğunu, “El-Ğafûr” güzel isminin ise, kullarının günahlarını ve yanlışlarını bilhassa ahirette bağışlamaya, cezalandırmaktan vazgeçmeye yönelik olabileceğini söylemektedir.[10]
Abdullah İbni Ömer (ra), müminin günahlarının, yanlışlıklarının ve hatalarının, Kıyamet günü Cenâb-ı Allâh tarafından örtülmesi ve affedilmesi ile ilgili Efendimiz’den (sas) işittiği Kudsî hadîsi, şu şekilde rivayet etmektedir:
إِنَّ اللَّهَ يُدْنِي الْمُؤْمِنَ فَيَضَعُ عَلَيْهِ كَنَفَهُ، وَيَسْتُرُهُ فَيَقُولُ
أَتَعْرِفُ ذَنْبَ كَذَا أَتَعْرِفُ ذَنْبَ كَذَا
فَيَقُولُ نَعَمْ أَىْ رَبِّ. حَتَّى إِذَا قَرَّرَهُ بِذُنُوبِهِ وَرَأَى فِي نَفْسِهِ أَنَّهُ هَلَكَ قَالَ
سَتَرْتُهَا عَلَيْكَ فِي الدُّنْيَا، وَأَنَا أَغْفِرُهَا لَكَ الْيَوْمَ.
فَيُعْطَى كِتَابَ حَسَنَاتِهِ، وَأَمَّا الْكَافِرُ وَالْمُنَافِقُونَ فَيَقُولُ الأَشْهَادُ هَؤُلاَءِ الَّذِينَ كَذَبُوا عَلَى رَبِّهِمْ، أَلاَ لَعْنَةُ اللَّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ .
“Muhakkak Allâh kıyamet günü mümini yaklaştırır ve onun üstüne şefkat kanadını ve koruma perdesini koyar da onu (hesap için bekleşen halktan) uzaklaştırır ve:
“Şu günahını biliyor musun, şu günahını biliyor musun?” der.
(Mümin): “Evet, biliyorum ya Rab” der. Böylece bütün günahlarını ona söyletir ve itiraf ettirip, adam zihninde helak olduğuna kanaat getirdiği anda Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“(Aleyhindeki bu günahları) Dünyada halktan gizledim. Bugün de senin lehine bunları mağfiret ediyorum!”
(Müminin) Hasenat defteri (sağından) kendisine verilir. Kâfirlere ve münafıklara gelince (onlar için de peygamberlerden, meleklerden birçok) şahidler: ‘İşte bunlar Rablerine karşı (ortak isnat etmek sureti ile) yalan söyleyenlerdir. Biliniz ki, Allâh’ın lâneti zalimler üzerinedir’ (Hud, 11/18) derler.”[11]
(وَاللّٰهُ غَفُورٌ حَلٖيمٌ) “Ğafûr Halîm” güzel isimleri altı ayet-i kerimede beraber gelmektedir. (Bakara, 2/225, 235; Âl-i İmrân, 3/155; Mâide: 5/101; İsrâ, 17/44; Fâtır, 35/41)
(اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ شَكُورٌ) “Ğafûr Şekûr” güzel isimleri üç ayet-i kerimede beraber gelmektedir. (Fâtır, 35/30, 34; Şûrâ, 42/23)
(وَهُوَ الْغَفُورُ الْوَدُودُ) “Ğafûr Vedûd” güzel isimleri bir ayet-i kerimede beraber gelmektedir. (Burûc, 85/14)
اِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ
“Şüphesiz, Rabbinin bağışlaması çoktur.” (Necm, 53/32)
“Mağfiret” kavramı, Allâh’ın (cc)“El-Ğafûr” güzel ismi ile birlikte, engin merhamet ve bağışlayıcılığını ifade eder. Allâh’ın (cc) sonsuz mağfireti, kişinin hayata umutla bağlanmasını sağlamakta, ahiret âlemi ve ahvâli ile ilgili hususlarda umutsuzluğa kapılmasına bir set çekmekte, kişiyi üst bir halet-i ruhiyeye ve psikolojiye yükseltmektedir. Allâh’tan (cc), samimi bir mağfiret talebi, şirk ve kul hakkı dışındaki bütün günahların silinmesine vesile olabilmektedir.
فَاِنْ كَذَّبُوكَ فَقُلْ رَبُّكُمْ ذُو رَحْمَةٍ وَاسِعَةٍ وَلَا يُرَدُّ بَاْسُهُ عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِمٖينَ
“Eğer (getirdiğin hükümlerde) seni yalanlarlarsa (Allâh’ın rahmetinin geniş olduğunu, dolayısıyla azgınlara da ceza vermeyeceğini iddia ederlerse, onlara) şöyle de: “Rabbiniz, geniş rahmet sahibidir. (Ancak) Mücrimler (günahkârlar) topluluğundan, O’nun şiddetli azabı geri çevrilemez (Bu sebeple, O’nun rahmetini yanlış değerlendirip, azabından korkma ve sakınma hususunda kendinizi aldatmayınız!).” (Enam, 6/147)
Allâh’ın (cc), iman, İslâm, nübüvvet, Kur’an, mağfiret ve Cennet gibi manevî rahmet tecellileri bulunduğu gibi, yağmur, rızık, dünyadaki yaşayış imkanlarının bahşedilmesi gibi maddî rahmet tecellileri bulunmaktadır. İlahî rahmet bütün mevcudatı kuşatmış (A‘râf, 7/156; Mümin, 40/7), Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, rahmeti kendisine kesin bir gereklilik yapmıştır (Enam, 6/12, 54).
36. (اَلشَّكُورُ) “EŞ-ŞEKÛR” (cc)

“Yapılan küçücük bir iyiliği dahi çok daha büyük iyiliklerle karşılayan, kulun çok az itaati karşısında sayısız nimetler ve büyük dereceler veren.”
وَاللّٰهُ شَكُورٌ حَلٖيمٌ
“Allah çok Şekûr’dur, çok Halîm’dir.” (Tegabün, 64/17)
Ḥalîmî, Allâh’ın (cc) “Eş-Şekûr” güzel ismini, “itaati küçük ya da büyük, her hakka tabi olan kimseye, iyiliği devamlı ve umumi” şeklinde anlamlandırmaktadır.[12]
“Eş-Şekûr” güzel ismi üç âyet-i kerimede “El-Ğafûr” güzel isminden sonra (Fâtır, 35/30, 34; Şura, 42/23), bir ayet-i kerimede ise “El-Halîm” güzel isminden önce yer almaktadır (Tegabün, 64/17).
Ebu Hüreyre’nin (ra) Efendimiz’den (sas) yaptığı bir rivayete göre, bir adamın susamış hayvanı sulaması, onun bu davranışına Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin “Eş-Şekûr” güzel ismi ile muamelesi şu şekildedir:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ ـ رضى الله عنه ـ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم قَالَ
بَيْنَا رَجُلٌ يَمْشِي فَاشْتَدَّ عَلَيْهِ الْعَطَشُ، فَنَزَلَ بِئْرًا فَشَرِبَ مِنْهَا، ثُمَّ خَرَجَ فَإِذَا هُوَ بِكَلْبٍ يَلْهَثُ، يَأْكُلُ الثَّرَى مِنَ الْعَطَشِ، فَقَالَ لَقَدْ بَلَغَ هَذَا مِثْلُ الَّذِي بَلَغَ بِي فَمَلأَ خُفَّهُ ثُمَّ أَمْسَكَهُ بِفِيهِ، ثُمَّ رَقِيَ، فَسَقَى الْكَلْبَ فَشَكَرَ اللَّهُ لَهُ، فَغَفَرَ لَهُ .
قَالُوا يَا رَسُولَ اللَّهِ، وَإِنَّ لَنَا فِي الْبَهَائِمِ أَجْرًا قَالَ
فِي كُلِّ كَبِدٍ رَطْبَةٍ أَجْرٌ
“Bir zamanlar bir adam yolda yürürken çok susadı (bir kuyu buldu). Kuyuya indi ve su içti. Daha sonra kuyudan dışarı çıktı. Çıkar çıkmaz, sıcaklıktan dilini çıkarmış şiddetli nefes alan ve susuzluktan nemli toprağı yalayan bir köpekle karşılaştı. Kendi kendine, ‘benim başıma gelen susuzluk bu köpeğin de başına gelmiş’ dedi. (Tekrar kuyuya indi) Ayakkabısını çıkarıp, su doldurdu. Ağzı ile tutarak kuyudan dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allâh (cc), adama “Şekûr” güzel ismi ile muamele etti.”
Bunun üzerine ashab: “Ey Allâh’ın Resulü! Hayvanlara yapılan iyiliklerde bizim için sevap var mı?” deyince Resülullah (sas) şöyle buyurdular:
“Her canlı varlık için yapılan iyilikte sevap vardır.”[13]
Bu hadîs-i şerifte Efendimiz (sas), Cenâb-ı Allâh’ın, kullarının iyi davranışlarını ödüllendirmesini, “kuluna teşekkür eden” anlamında “Şekûr” güzel ismini beyan ederek açıklamıştır.
Hattâbî, “kulun Allâh’a (cc) yönelmesinin, Allâhu a’lem, kulun az bile olsa itaatine razı olup kabul etmesi ve Eş-Şekûr” güzel ismi ile o kulun sevabını çoğaltması anlamına geldiğini belirtmektedir. Bu durumda, Allâh’ı (cc) “Eş-Şekûr” güzel ismi ile sena etmenin anlamı, güzel ameller kişinin kendisini zorladığı durumlarda, küçük görerek diğer amellerini de terk etmemesi ve itaatlerinin devamına teşvik içindir.[14]
İnsan bazen, iyiliğe karşı sadece teşekkür etmekle, bazen de gördüğü iyiliğe karşı daha fazla iyilik yapmakla Cenâb-ı Hakk’ın “Eş-Şekûr” güzel isminin tecellisini yansıtmış olur. Çünkü, Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır:
مَنْ لاَ يَشْكُرِ النَّاسَ لاَ يَشْكُرِ اللَّهَ
“İnsanlara teşekkür etmeyen, Azîz ve Celîl Allâh’a da şükretmez.”[15]
Şükür hususunu genel olarak iki kısımda düşünebiliriz:
a. Nimeti vereni verdiği nimetten dolayı tazim etme. Bu şekildeki teşekkür kalp, dil yahut azalar ile olur. Şükrün bu kısmı, bilhassa kulun Allâh’a (cc) şükrünü ifade eder. Allâh’ın (cc) “Eş-Şekûr” güzel ismi ile kuluna tecellisi ise, onun ibadet ü taatini kabul etmesi, karşılığında ona ikram ve ihsanlarda bulunmasıdır.
b. Allâh’ın (cc) vermiş olduğu nimetleri gayesine uygun şekilde kullanmadır. Şükrün bu kısmı, daha kapsamlı bir anlam taşır.
Kuşeyrî Er-Risale’sinde, ikinci kısımda yer alan bu daha kapsamlı şükür ile ilgili olarak şöyle söylemektedir:
“Gözlerin şükrü, arkadaşında gördüğün kusuru örtbas etmek, kulakların şükrü, arkadaşların hakkında duyduğun kusur ve ayıpları gizlemek suretiyle olur.”[16]
Allâh (cc), insanın önüne ya şükür ile ya da şeytan gibi nankörlükle yürüyebileceği iki yol açmıştır. Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan buyurulur:
اِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّبٖيلَ اِمَّا شَاكِرًا وَاِمَّا كَفُورًا
“Şüphesiz biz insanı (ömür boyu yürüyeceği bir) yola koyduk. O bu yolu ya şükrederek ya da nankörlük ederek kat eder.” (İnsan, 76/3)
Cenâb-ı Hak, (فَاذْكُرُونٖى اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لٖى وَلَا تَكْفُرُونِ) “Beni (itaat ve ibadet ederek) anın ki Ben de sizi anayım. Bana şükredin, (verdiğim nimetlere karşı) nankörlük yapmayın (Beni ve nimetlerimi inkâr edip küfre düşmeyin).” (Bakara, 2/152) buyurarak, Allâh’ı anmakla şükretmek arasında bir bağ olduğuna işaret etmiştir.
Annemiz Hz. Âişe’den (r. anhâ) gelen rivayete göre, Resülullah (sas) namaz kıldığı vakit ayakları patlayacak derecede ayakta dururdu. Annemiz Hz. Aişe (r. anhâ):
“Ya ResulAllâh! Niçin böyle yapıyorsun? Allâh senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını sana bağışlamıştır!” deyince Efendimiz (sas) şu cevabı vermiştir:
“Ya Aişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?”[17]
Efendimiz’in (sas) bu beyanı, namazın aynı zamanda en güzel şükür ifadesi olduğuna dikkat çekmektedir.
Yüce Allâh, samimiyetle çalışanları, emek harcayanları asla karşılıksız bırakmaz. Allâh (cc), Kur’ân-ı Kerîm’inde iyilik yapanlara on ila (Enam, 6/160) yedi yüz kat (Bakara, 2/261) sevap ve mükafat vereceğini müjdelemiş, hoşnutluğunu gözleyerek amel işleyenlere hiçbir aklın hayal bile edemeyeceği nimetleri lütfedeceğini[18] vaat etmiştir. O’nun (cc) üzerimizdeki nimetlerini asla sayamayız. Dolayısı ile kişinin önünde iki yol var. Ya şükür yolunu tutar ve iki âlemde bahtiyar olur, ya da (hafazanAllâh) küfran karanlıklarında hem dünya hem de ukbâ hüsranına düşer (İnsan, 76/3).
37. (اَلْعَلِيُّ) “EL-ALİY” (cc)

“Yücelik itibarı ile kendisine eş ya da daha üstün bir varlık bulunmayan, mutlak anlamda en yüce derecede, üstünde hiçbir derece bulunmayan.”
“Gel ey tâlib, mübarek ada geldim, tarîk-ı sa’de erdim ada geldim,
Ululanmak dilersen halk içinde, anılmak istersen halk içinde,
Dolasın iyi ad ile cihâne, vere adın işiten müjde gâne,
Şehadet edeler cümle halâyık, diyeler Hakk ne derse buna layık.” (İbn Îsâ Saruhânî)
“El-Aliy” güzel ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de beş yerde (وَاَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْعَلِىُّ الْكَبٖيرُ) “Şüphesiz Allâh çok yücedir, sonsuz büyüktür” (Nisa, 4/34; Hac, 22/62; Lokman, 31/30; Sebe, 34/23; Mümin, 40/12) şeklinde “El-Kebîr” güzel ismi ile, iki yerde (وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظٖيمُ) “O, çok yücedir, sonsuz büyüktür” “El-Azîm” (Bakara, 2/255; Şura, 42/4), bir yerde de (اِنَّهُ عَلِىٌّ حَكٖيمٌ) “O, çok yücedir, sonsuz hikmet sahibidir” (Şura, 42/51) “El-Hakîm” güzel isimleriyle beraber yer alır.
Allâh (cc), her türlü derece ve yüksekliğin üstünde, mutlak kahredici sonsuz bir güç ile bütün varlığı düzene koyan ve idare edendir. Akıllar, O’nun yüksekliğini ve yüceliğini tam olarak anlamak ve kavramaktan men edilmişlerdir. Bütün varlıklar üzerinde ve onların yaratıcısıdır. Allâh (cc), diğer güzel isimlerinde olduğu gibi bu güzel ismi ile de sonsuz durumdadır. Allâh’ın (cc) yücelik ve yüksekliği akli kıstaslar ile kavranamayacağı gibi, yücelik ve yüksekliği cihetlerden ve mekanlardan da münezzehtir. Her şey O’nun kudret ve iktidarı dahilindedir.
Endülüslü Mâlikî fakihlerinin önde gelenlerinden muhaddis Ebû Bekir İbnü’l-Arabî El-İşbilî (ö. 543/1148) El-Emedü’l-Aḳṣâ fî Şerhi Esmâʾillâhi’l-Hüsnâ ve Sıfâtihi’l-ʿUlâ’sında, “El-Aliy” güzel ismi ile ilgili olarak on kadar tevcih aktarmaktadır:
“1. Allâh (cc), mekân itibarı ile sonsuz yüksektir.
2. Mâliki bulunduğu mülkü itibarı ile sonsuz yüksektir.
3. Emirleri ve yasakları itibarı ile yüksektir.
4. Sınırlaması ile yüksektir.
5. Malların ve hakların istenildiği gibi kullanılmasını men etmede, kısıtlamada yüksektir.
6. Bütün ihtiyaçlardan münezzehliği itibarı ile yüksektir.
7. Herhangi bir eşitlikten bütünü ile yüksektir.
8. Bütün idraklerin ötesinde ve yüksektir.
9. Bütün yükselişler O’ndandır (cc). Çünkü şöyle buyurmaktadır: (وَالَّذٖينَ اُوتُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍ) “Kendilerine ilim verilenler için dereceler vardır.” (Mücadele, 58/11)
10. Yaptıklarından asla sorulamayandır.”[19]
Efendimiz’in (sas) haber verdiği ve bildirdiği şekilde Allâh’ın yüceliğine, üstünlüğüne ve diğer güzel isimlerine gönülden ve şeksiz bir şekilde inanan, hayatında bu güzel isimlerin tecellilerini içtenlikle arzu eden kimselere, Allâh (cc) mülkünü gösterdiği gibi melekûtunu da gösterir. Sair kimselere açılmayan ve sır olarak kalan hususlar, Allâh’ın (cc) has kullarına açık hale getirilir. Allâh (cc), böyle bir müşahede lütfuna eriştirdiği kimselerin kalplerini, kendi sonsuz ışığı ile aydınlatır. Böyle bir kimse, salih amellerine iktiran ettirilen güzel sözlerinin Allâh’a (cc) yükseltildiğinin aydınlık bilinci içerisindedir.
“El-Aliy” güzel isminin anlamını kavrayan bir kul, Yüce Yaratıcının sevdiği amelleri işlemeye, O’nun sevmediği söz ve davranışlardan da uzak durmaya çalışır. Bu şekilde, Yüce Allâh’ın sayılamayacak çeşitteki emir ve talimatlarının yer ve gök arasında iniş ve çıkışlarını idrak ve müşahede seviyesine ulaşır. Yüce Allâh’a dostluk mertebelerini, O’nun yüksek izni dairesinde kat eder, marifetullah ve muhabbetullahın yüksek derecelerine ulaşabilen ender-i nadiratlardan olur.
38. (اَلْكَبِيرُ) “EL-KEBÎR” (cc)

“Evveli ve sonu bulunmayan, ezelden ebede devam eden, varlığı noksansız ve mükemmel, zat ve sıfatlarıyla en büyük, kibriya sahibi.”
“El-Kebîr” güzel ismi Kur’ân-ı Kerîm’de, (اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلِيًّا كَبٖيرًا) “Şüphesiz Allâh, çok yücedir, çok büyüktür” (Nisa, 4/34) ve (سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبٖيرًا) “Allâh, onların söyledikleri şeylerden çok büyük bir yükseklikle münezzehtir” (İsra, 17/43) şeklinde geçmektedir.
Ez-Zeccâcî, “El-Kebîr” güzel ismini, “Allâh’ın (cc) azameti ve yüceliği”[20], Hattâbî, “O, celâl ile mevsuf ve şanının büyüklüğü ile nitelenen, O’nun yüceliği karşısında bütün büyükler küçük olan”,[21] Ḥalîmî ise, “kendisini görmedikleri hâlde, kullarına maruf olan” şeklinde açıklar.[22]
Gazzâlî ise, “El-Kebîr” güzel ismini izah sadedinde şunları söyler:
“Kullardan bu isme layık olanlar, kâmil olanlar hatta kemâl sıfatlarının da ötesine giden kimselerdir ki, kimle otururlarsa ona maddi ve manevi yönden faydalı olurlar. Böyle bir kulun kemâli aklı, verası ve bilgisi yönüyledir. Kullardan büyük o kimsedir ki, âlim ve muttaki olduğu gibi halkı da irşat eder. Böyle bir kimse salihtir, çünkü etrafını bilgisi ile aydınlatan ve örnek alınan bir kimsedir.”[23]
Yüce Allâh, bütün üstünlük ve büyüklük sıfatlarına sahip, O’ndan daha üstün ve büyük bulunmayandır. “El-Kebîr” aynı zamanda her türlü zulüm, eksiklik ve noksanlıktan uzak, yüce ve büyük anlamındadır. Büyüklük, O’nun Yüce Zât’ının kemalindendir. O’nun vacip varlığı sonsuz mükemmel, yüce, noksansız, bütün varlıkların kaynağıdır.
Abdullah b. Büreyde (ra) rivayeti ile Efendimiz’in (sas) dualarından birisi şu şekildedir:
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ بُرَيْدَةَ ، عَنْ أَبِيهِ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ، كَانَ يَقُولُ
اللَّهُمَّ اجْعَلْنِي صَبُوراً، وَاجْعَلْنِي شَكُوراً، وَاجْعَلْنِي فِي عَيْنِي صَغِيراً وَفِي أَعْيُنِ النَّاسِ كَبِيراً
“Allâhım, beni çokça sabreden, çokça şükreden, kendi gözünde küçük, insanların nazarında ise büyük eyle.”[24]
“El-Kebîr” güzel isminin Müslüman bir şahsiyetteki yansıması, Allâh (cc) dışındaki her şeyden yüz çevirmesi ve sadece Allâh’a (cc) yönelmesidir. Sadece kendisini varlık alanına çıkaran Yüce Yaratıcısına gönülden gelen bir bağlılıkla O’nu yücelten, büyüklüğüne içtenlikle ve kalbî bir şekilde saygı duyan ve bu şuurla ibadet eden kimseye, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri saygınlık ve büyüklük lütfeder.
39. (اَلْحَفِيظُ) “EL-HAFÎZ” (cc)

“Her şeyden koruyan, saklayan, muhafaza eden.”
“El-Hafîz” güzel ismi Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde şöyle geçmektedir:
(اِنَّ رَبّٖى عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ حَفٖيظٌ) “Hiç kuşkusuz, her şey Rabbimin gözetiminde / denetimindedir” (Hud, 11/57), (وَرَبُّكَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ حَفٖيظٌ) “Her şey, senin Rabb’inin gözetiminde / denetimindedir” (Sebe, 34/21) ve (وَالَّذٖينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهٖ اَوْلِيَاءَ اللّٰهُ حَفٖيظٌ عَلَيْهِمْ وَمَا اَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَكٖيلٍ) “Allâh’tan başka veliler / dostlar edinenlere gelince, onların (söz ve işleri) Allâh’ın gözetiminde / denetimindedir. Sen onlardan sorumlu değilsin.” (Şura, 42/6)
Ez-Zeccâcî, “El-Hafîz” güzel ismini, “Cenâb-ı Allâh’ın, insanları lütuf ve nimetleriyle koruması, yaptıkları amelleri unutmayıp takip etmesi, kullarını muhafaza etmesi”[25] şeklinde, Ḥalîmî ise, “kendisine güvenilen Yüce Zât” şeklinde anlamlandırır.[26]
Gazzâlî “El-Hafîz” güzel ismini, Cenâb-ı Hakk’ın yerdeki ve göklerdeki bütün varlıkların devamını sağlaması, su ve ateş, sıcaklık ve soğukluk, rutubet ve kuruluk gibi zıt unsurların birbirlerini yok etmesinden onları muhafaza etmesi, canlılara hayatlarını koruyucu donanımların verilmiş olması şeklinde geniş bir anlam dairesinde görür.[27]
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, yeri ve gökleri her türlü tehlikeden, felaketten ve kötü sonuçlardan nasıl koruduğunu bizlere Âyet el-Kürsî aracılığı ile şu şekilde haber verir:
(وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَلَا يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظٖيمُ) “O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Göklerin ve yerin gözetiminde / denetimi O’na güç gelmez. O, çok yücedir, çok büyüktür.” (Bakara, 2/255)
Bu makro düzeydeki gözetimin ve denetimin yanı sıra mikro seviyedeki gözetim ve denetim de Cenâb-ı Allâh’ındır. O’nun emri ile melekler, kullarını koruyuculuk görevi üstlenir, insanların bütün faaliyetlerini yazıp kaydeder, kalplerde ve gönüllerde saklı tutulanları dahi kaydını tutarlar.
“El-Hafîz” güzel isminin bu yöndeki tecellileri şu şekilde beyan edilir:
(لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهٖ يَحْفَظُونَهُ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِ) “Her insan için, önünden ve arkasından takip eden Melekler vardır. Onu Allâh’ın emriyle korurlar.” (Rad, 13/11)
Allâh (cc), kullarının hayır, şer, iman, küfür, taat ve masiyet mahiyetinde bütün yaptıklarını kaydettiren, kontrolü altında tutan, hesabını yapandır. O’nun ilmi, kullarının açık-gizli bütün amellerini kuşatandır. Daha varlık alanına çıkmadan her şey Levh-i mahfuz’da tek tek yazılmıştır. Cenâb-ı Allâh, kullarının amellerinin ve her türlü faaliyetlerinin kayıt altına alınması görevini Kirâmen Kâtibîn meleklerine vermiştir:
(وَيُرْسِلُ عَلَيْكُمْ حَفَظَةً) “(Allâh), Üzerlerinize (amellerinizi yazan, koruyucu) Hafaza (meleklerini) gönderendir.” (Enam, 6/61)
İbn Abbas hazretleri henüz gelişme çağında iken Efendimiz’in (sas), kendisine yaptığı tavsiyeyi şu şekilde anlatıyor:
عَنْ ابْنِ عَبَّاسٍ قَالَ كُنْتُ خَلْفَ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَوْمًا فَقَالَ
يَا غُلَامُ إِنِّي أُعَلِّمُكَ كَلِمَاتٍ احْفَظْ اللَّهَ يَحْفَظْكَ احْفَظْ اللَّهَ تَجِدْهُ تُجَاهَكَ إِذَا سَأَلْتَ فَاسْأَلْ اللَّهَ وَإِذَا اسْتَعَنْتَ فَاسْتَعِنْ بِاللَّهِ وَاعْلَمْ أَنَّ الْأُمَّةَ لَوْ اجْتَمَعَتْ عَلَى أَنْ يَنْفَعُوكَ بِشَيْءٍ لَمْ يَنْفَعُوكَ إِلَّا بِشَيْءٍ قَدْ كَتَبَهُ اللَّهُ لَكَ وَلَوْ اجْتَمَعُوا عَلَى أَنْ يَضُرُّوكَ بِشَيْءٍ لَمْ يَضُرُّوكَ إِلَّا بِشَيْءٍ قَدْ كَتَبَهُ اللَّهُ عَلَيْكَ رُفِعَتْ الْأَقْلَامُ وَجَفَّتْ الصُّحُفُ.
“Bir gün Resülullah’ın (sas) yanındaydım. Şöyle buyurdular:
‘Allâh’ı gözet ki Allâh da seni gözetsin. Allâh’ı gözet ki O’nu yanında bulasın. İstediğin zaman Allâh’tan iste, yardım istediğinde de O’ndan talep et. Bilmiş ol ki, bütün ümmet herhangi bir hususta sana fayda vermek için bir araya gelmiş olsa, ancak Allâh’ın senin için takdir ettiği kadar yararlı olabilirler. Sana, herhangi bir hususta zarar vermek için bir araya gelmiş olsalar, ancak Allâh’ın senin aleyhinde takdir ettiği kadar sana zarar verebilirler. Kalemler kalkmış ve sahifeler (mürekkepler) kurumuştur.’[28]
Hadîs-i şerifte yer alan (احْفَظْ اللَّهَ يَحْفَظْكَ احْفَظْ اللَّهَ تَجِدْهُ تُجَاهَكَ) “Allâh’ı gözet ki Allâh da seni gözetsin. Allâh’ı gözet ki O’nu yanında bulasın” cümlesinden maksat, Allâh’ın (cc) emirlerini yerine getirme, yasaklarından kaçma, koyduğu sınırları muhafaza etmedir. Cenâb-ı Hakk’ın çok büyük nimetlerinden olan gözün Allâh’ın yasaklarına nazar etmemesi, kulakların Cenâb-ı Hakk’ı öfkelendiren hususları dinlemekten kaçınması, ellerin ve ayakların Allâh’ın (cc) hoşnut olduğu hususlara yönelmesidir.
Kişi, aza ve cevahirini Allâh’a itaat yolunda, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını muhafaza için kullanıyorsa, Cenâb-ı Hak da kulunu her türlü kötülükten ve yanlıştan koruyacak, dinini, malını, çocuklarını ve fazlı ile lütfettiği nimetlerini muhafaza edecek ve onları selamette tutacaktır. Ayrıca bu şekildeki mutî kullarını, cin ve insan türü düşmanlarına karşı koruyacak, onlara karşı yardım edecek ve düşmanlarının tuzaklarını kesinlikle bu itaatkar kullarından uzaklaştıracaktır. Allâh (cc), bu hususu net bir şekilde şöyle beyan etmektedir:
(اِنَّ اللّٰهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذٖينَ اٰمَنُوا اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ خَوَّانٍ كَفُورٍ) “Muhakkak ki Allâh, inananları savunur. Allâh, hiçbir hain ve nankörü ise sevmez.” (Hac, 22/38)
Bedîüzzaman hem Sözler hem de Şualar[29] adlı eserlerinde ve külliyatının muhtelif yerlerinde, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin “El-Hafîz” güzel ismini, bilhassa yeniden diriltiliş / haşir akidesi ile ilişkilendirerek şöyle söyler:
“Hafîz-i Zülcelâl, birçok suretleri, elvâh-ı mahfuza hükmünde olan hafızalarda ve bir türlü misalî âyinelerde hıfzedip, ekser tarihçe-i hayatını çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor, zâhir ve bâtın âyinelerde ibka ediyor. Meselâ beşerin hafızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, kanun-u Hafîziyetin azamet-i ihatasını gösteriyor…
Evet, şu Hafîziyetin bu suretle tecellisinden anlaşılıyor ki, şu mevcudatın Mâliki, mülkünde cereyan eden her şeyin inzibatına büyük bir ihtimamı var. Hem hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem Rububiyet-i saltanatında gayet ihtimamı gözetir. O derece ki, en küçük bir hadiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdırır; mülkünde cereyan eden her şeyin suretini müteaddit şeylerde hıfzeder. Şu Hafîziyet işaret eder ki, ehemmiyetli bir muhasebe-i a’mâl defteri açılacak ve bilhassa mahiyetçe en büyük, en mükerrem, en müşerref bir mahlûk olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri, mühim bir hesap ve mizana girecek, sahife-i amelleri neşredilecektir.”[30]
“El-Hafîz” güzel ismin kavramanın faydalarından birisi de kişinin bilhassa manevi kalbini, her türlü küfür, nifak, fitne, hevâî arzulardan koruması gerektiğini anlamasıdır. Çünkü ancak bu şekilde doğru yolda kalabilir ve Allâh’ın muhafazası altında olabilir.
40. (اَلْمُقِيتُ) “EL-MUKÎT” (cc)

“Her yaratılmışın rızkını ve azığını veren, gözetleyici, her şeye gücü yeten kudretli tanık / şahid.”
“El-Mukît” güzel ismi, yukarıdaki anlamları itibarı ile Kur’ân-ı Kerîm’de tek bir ayette geçmektedir:
مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَصٖيبٌ مِنْهَا وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَا وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ مُقٖيتًا
“Kim güzel bir (işe) aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işe) aracılık ederse, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allâh her şeye gücü yeten şâhiddir / tanıktır (ya da her şeye maddi-manevi rızkını verendir).” (Nisa, 4/85)
“Eş-şefâ‘atu’l-hasene / güzel aracılık”, bir Müslümanın hakkının gözetilmesi, ondan bir kötülüğün defedilmesi, o kişiye bir faydanın temin edilmesi, yapılan güzel bir işin karşılığında rüşvet alınmaması, böyle bir beklentinin dahi olmaması, yapılan işin sadece Allâh’ın (cc) rızası gözetilerek yapılmasıdır.
“Eş-Şefâ‘atu’s-seyyie / kötü aracılık” ise, yukarıdaki durumların tersine olan aracılıktır.
Ayet-i kerimede geçen (مُقٖيتًا) kelimesi, “kût” (azık, yiyecek) kelimesi ile aynı köktendir. Kişinin ayakta durabilmesi, kudretli olabilmesi ve sağlığını koruyabilmesi ancak azık / yiyecek ile mümkündür. Ebu Hüreyre (ra) rivayeti ile Efendimiz (sas) “kût” kelimesini kullandığı bir hadis-i şerifinde şöyle dua etmektedir:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ ـ رضى الله عنه ـ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم
اللَّهُمَّ ارْزُقْ آلَ مُحَمَّدٍ قُوتًا
“Allâhım, Muhammed ailesine ayakta tutacak kadar rızık ihsan eyle.”[31]
Ḥalîmî’ye göre “El-Mukît” güzel ismi, Allâh’ın (cc) her canlıya rızıklarını devamlı surette göndererek hayatiyetlerini ve varlıklarını devam ettirmesi, böylece yok olmalarının önüne geçmesi anlamına gelmektedir.[32]
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin dünyayı yaratması ve varlık dünyasında canlılar için çok çeşitli gıda imkânlarını lütfetmesini beyan ettiği ayet-i kerimede de “kût” (azık, yiyecek) kelimesinin çoğulu olan “اَقْوَات / akvât” kelimesini kullanmıştır:
وَجَعَلَ فٖيهَا رَوَاسِىَ مِنْ فَوْقِهَا وَبَارَكَ فٖيهَا وَقَدَّرَ فٖيهَا اَقْوَاتَهَا فٖى اَرْبَعَةِ اَيَّامٍ سَوَاءً لِلسَّائِلٖينَ
“Allâh, o yeryüzü üzerinde sabit dağlar ve bereketler yarattı. Yeryüzünde bulunanların rızıklarını da takdir etti. (Yeryüzünün, içindekilerle beraber kaç günde yaratıldığını) soranlar için, tam dört günde.” (Fussılet 41/10).
Kuşeyrî, “El-Mukît” güzel ismini şu şekilde açıklamaktadır:
“Allâh Sübhanehu ve Teâlâ, kullarının ve diğer canlıların yiyeceklerini / besinlerini farklı şekillerde yaratmıştır. Cenâb-ı Hak, yeryüzündeki canlıların gıdasını çeşitli yiyecekler ve içecekler halinde, hem yeryüzünde hem de göklerde meskun meleklerin gıdasını ise tâatler ve tesbihler şeklinde düzenlemiştir. En güzel gıdalar ile beslenme imkanını ise şu ayet-i kerime gereğince insanlara tahsis etmiştir:
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنٖى اٰدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلٰى كَثٖيرٍ مِمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضٖيلًا
“Ant olsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsra, 17/70)
Cenâb-ı Hak, maddi bedenleri yenilecek ve içilecek gıdalarla, ruhları ise kıymetlendirilmelerini ve yüksek rütbelerini netice veren hususlarla gıdalandırmıştır. Kalplerin ve ruhların gıdalarından birisi de bütün güzelliklerin motor gücü olan akıldır. Allâh Teâlâ kimi güçlü bir akılla rızıklandırmışsa, onu daha süslü ve daha şerefli hale getirmiştir. Kimi de akıldan mahrum bırakmışsa, onu aşağılık ve zelil bir hale getirmiştir.
Hz. Adem’in (as), akıl konusundaki dikkat çekici davranışı, Mekke’li Hammâd (ra) adlı sahabenin rivayeti ile şu şekildedir:
عَنْ حَمَّادٍ رَجُلٍ مِنْ أَهْلِ مَكَّةَ ، قَالَ : لَمَّا هَبَطَ آدَمُ عَلَيْهِ السَّلَامُ إِلَى الْأَرْضِ أَتَاهُ جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلَامُ بِثَلَاثَةِ أَشْيَاءَ بِالدِّينِ وَالْعَقْلِ وَحُسْنِ الْخُلُقِ فَقَالَ : إِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ يُخَيِّرُكَ فِي وَاحِدَةٍ مِنَ الثَّلَاثَةِ فَقَالَ : يَا جِبْرِيلُ ، مَا رَأَيْتُ أَحْسَنَ مِنْ هَؤُلَاءِ إِلَّا فِي الْجَنَّةِ فَمَدَّ يَدَهُ إِلَى الْعَقْلِ فَضَمَّهُ إِلَى نَفْسِهِ فَقَالَ لِذَيْنِكَ : اصْعَدَا قَالَا : لَا نَفْعَلُ قَالَ : أَتَعْصِيَانِي قَالَا : لَا نَعْصِيكَ وَلَكِنَّا أُمِرْنَا أَنْ نَكُونَ مَعَ الْعَقْلِ حَيْثُمَا كَانَ قَالَ : فَصَارَ الثَّلَاثَةُ إِلَى آدَمَ عَلَيْهِ السَّلَامُ
Adem (as) yeryüzüne indirildiğinde, Cebrail (as) ona üç şey, “akıl, din ve güzel ahlâkı” getirerek, “Allâh (cc), içlerinden birisini seçmen konusunda seni muhayyer bırakıyor” demiştir. Adem (as), “Ey Cibril, ben bu kadar güzel unsurları sadece Cennet’te gördüm” diyerek, elini uzatıp aklı seçmiş ve onu kucaklamıştır. Cebrail (as), “Aklı seçtiğine göre, siz ikiniz (din ve güzel ahlâk) yükseliniz (ayrılınız)” demiş, onlar “Yapamayız” dediklerinde, Cebrail (as), “Bana karşı mı geliyorsunuz?” demiş, onlar da “Hayır, biz sana karşı gelmiyoruz. Ancak her durumda biz akılla beraber olmakla emrolunduk” deyince, Adem (as) üçüne birden sahip olmuştur.[33]
Bundan dolayıdır ki “Allâh Teâlâ akıldan daha şerefli ve daha güzel bir şey yaratmamıştır” denilmiştir.[34]
Kişi, Allâh’tan (cc) başka hiç kimsenin kulların ihtiyaçlarını karşılayan, işlerini düzenleyip yürüten, onlara azık ve rızık veren bulunmadığını, en üstün rızkın da akıl olduğunu bilmelidir. Çünkü Allâh (cc), bilhassa akıl nimetini kime vermişse onu yüceltmiş, kimi de bu nimetten mahrum bırakmışsa onu alçaltmıştır.
Bu güzel ismin önemini bilen kimse, gücü yettiğince yakın-uzak muhtaç insanlara yardım etmeli, bilhassa da bakmakla yükümlü olduğu kişilerin nafakalarını terk etmemelidir. Efendimiz (sas) bu hususta, (كَفَى بِالْمَرْءِ إِثْمًا أَنْ يُضَيِّعَ مَنْ يَقُوتُ) “Kişinin, bakmakla yükümlü olduğu kimseleri ihmal etmesi, günah olarak yeter”[35] buyurmaktadır.
41. (اَلْحَسِيبُ) “EL-HASÎB” (cc)

“Herkesin yaptığı işlerin hesabını bilen ve kullarını ahirette hesaba çeken, yeten, kâfi gelen.”
“El-Hasîb” güzel ismi, üç âyet-i kerimede yer almaktadır (Nisa, 4/6, 86; Ahzab, 33/39). Bu güzel ismin çoğul hali (وَهُوَ اَسْرَعُ الْحَاسِبٖينَ) “O, hesap görenlerin en süratlisidir” (Enam, 6/62; Enbiya, 21/47) şeklinde iki ayet-i kerimede geçer ve Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini niteler. Bu ayet-i kerimelerde, Allâh’ın (cc) bütün davranışların hesabını soracağı beyan edilmektedir.
Ez-Zeccâcî, “El-Hasîb” güzel ismi ile ilgili anlamları şu şekilde ayrıntılandırmaktadır:
1. Allâh’ın (cc), kullarının amellerini / işlerini hesaplaması ve ona göre mükafat ve ceza vermesi,
2. Yukarıdaki anlam haricinde, kişinin cömert, alicenap ve şerefli olması,
3. Yeten, kifayet eden.[36]
Ḥalîmî, “El-Hasîb” güzel ismini, “cüzleri / parçaları ve miktarları, ortaya çıkan bir hal ya da meydana gelen bir iş olmadan bilen” şeklinde anlamlandırır.[37]
Kuşeyrî, “El-Hasîb” güzel ismini hem “kuluna yeten” hem de “kulunu hesaba çeken” şekillerinde anlamlandırır ve her iki hususla ilgili olarak şunları kaydeder:
“Kul, Allâh Teâlâ’yı kendisine yeterli bildiğinde, ihtiyaçlarını O’ndan başka kimseye iletmez. Allâh Teâlâ, kendisinden başka her şeyden alakasını kesen ve her halinde tevekkül ile kendisine yönelen kişinin duasına süratli bir şekilde icabet edendir. Özellikle de ihtiyacı, yalnızca Allâh Teâlâ ile ilgili haklarda ise. Zira ihtiyaçları kendi nefsi hakkında olduğunda, bazen ihtiyaçlarının giderilmesi gecikebilir.
Allâh Teâlâ’yı kendisine yeterli bilen kişi, mahlukatın yüz çevirmesinden yalnızlığa düşmez. Onların kendisine hüsnü kabul göstermelerine ünsiyet duymaz. Çünkü insanlar kendisinden yüz çevirse de kendisine taksim edilen şeyin elinden kaçmayacağına güvenir. Her ne kadar insanlar kabul etseler de kendisi için taksim olunmayan şeyin kendisine ulaşmayacağını bilir.
Kul, Allâh’a (cc) bu güzel dostluğu üzere devam ederse, Mevlâ’sı kendi seçmiş olduğu şeyle onu yakın bir zamanda razı eder. Bu durumda, yokluğu varlığa, fakirliği zenginliğe tercih eder. Emsalinin, sebeplerle ve madde ile ünsiyetlerine karşı, kendisi sebepleri yok sayma ile rahata ulaşır.
Allâh Teâlâ’nın kendisini hesaba çekeceğini bilen kimse, Allâh Teâlâ’nın küçük ve büyük, hatta hurma çekirdeği zarı kadar ya da bir zerre büyüklüğündeki hususlardan dahi kendisini hesaba çekeceğini bilir. Bu durumda da hesaba çekilmeden önce kendi nefsini, Allâh Teâlâ’nın haklarını yerine getirmesi hususunda da talep edilmeden önce kalbini hesaba çeker.”[38]
Gazzâlî, “El-Hasîb” güzel ismini şu şekilde yorumlar:
“El-Hasîb” güzel ismi, kifayet eden (yeten) anlamına gelmektedir. Allâh Teâlâ herkese ve her şeye kafidir (yetendir). Bu öyle bir vasıftır ki, hakiki anlamı Allâh’tan başkası için düşünülemez. Çünkü kifayet, kifayet edilenin (kulun) varlığı, varlığının devamı ve varlığının mükemmelliği için gereklidir. Varlık aleminde, Allâh Azze ve Celle’den başka, yalnız başına her şeye kâfi gelecek varlık yoktur. Allâh (cc), hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmadan yalnız başına her şeye yetendir. Eşya ancak onun sayesinde vücut bulmakta, devam etmekte ve mükemmel hale gelmektedir.”[39]
“El-Hasîb” güzel ismini bilmenin faydalarından birisi, her sorumlu kulun, iyi ya da kötü olarak yaptıklarının karşılığını bulacağı şuuruna ulaşmasıdır. Hesaba çekileceğini kesin bir şekilde bilen her kalp ehli, henüz dünyada iken kendisini hesaba çeker. Amel defterinin tertemiz olması için üstün bir çaba ve gayret gösterir. Allâh’ın (cc) belirlemiş olduğu sınırların dışına çıkmamaya azami özen gösterir. Yalnız Allâh’a (cc) güvenir ve dayanır. İsteyeceklerini de sadece O’ndan (cc) ister. Allâh’ın (cc) kullarına yettiğini, bütün varlıkları yaratanın O (cc) olduğunu, eğer dilemeseydi hiçbir ihtiyacın karşılanamayacağını, insanların bütün ihtiyaçlarını Allâh’ın (cc) karşıladığını, onlara nimetler vererek yetenin sadece Allâh (cc) olduğunu bilir.
42. (اَلْجَلِيلُ) “EL-CELÎL” (cc)

“Ululuk ve celâl sâhibi, en âli, hiçbir kayıt ve kıstas kabul etmeksizin azamet sahibi, mertebesi, kadir ve kıymeti en yüce.”
“El-Celîl” güzel ismi, (وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ) “Azamet ve ikram sahibi Rabbinin Zâtı bâki kalacaktır” (Rahmân, 55/27) ve (تَبَارَكَ اسْمُ رَبِّكَ ذِى الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ) “Azamet ve ikram sahibi Rabbinin adı ne yücedir” (Rahmân, 55/78) terkibiyle iki ayet-i kerimede yer almıştır.
Hattâbî, “El-Celîl” güzel ismini, “Allâh (cc), karşısında bütün yücelerin küçüldüğü, tüm yüksek konum sahiplerinin alçaldığı yegane Yüce’dir” şeklinde anlamlandırır.[40]
“El-Celîl” güzel isminin fiil hali “Celle” ile “daima galip ve üstün” anlamındaki “El-Azîz” güzel isminin fiil hali “Azze” kelimeleri, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini tazim / yüceltme amacı ile “Azze ve Celle” şeklinde en çok söylenen cümlelerden biri olmuştur.
Kuşeyrî, Cenâb-ı Allâh’ın “El-Celîl” güzel ismi ile ilgili şu hususlara dikkat çekmektedir:
“Bil ki Allâh Teâlâ, bazen Celâl bazen de Cemâl vasfı ile kalplerdeki perdeyi kaldırır. Cemâl vasfı ile kalplerdeki perdeyi kaldırdığında, o kalbin durumu susuzluk içinde susuzluk olur. Celâl vasfı ile kalplerdeki perdeyi kaldırdığında, o kalbin durumu dehşet içinde bir dehşet olur. Allâh Teâlâ, Celâli ile perdeyi kaldırırsa kişiyi yok eder. Cemâl vasfı ile perdeyi kaldırırsa kişiyi diriltir. Celâl’in görünmesi yok olmayı ve kaybolmayı, Cemâl’in görünmesi uyanıklığı ve yakınlığı gerektirir. Allâh Teâlâ’nın Celâl vasfı helâki ve yokluğu, Cemâl vasfı neşeyi ve varlığı netice verir. Celâl vasfı ile tecelli ettiğinde ârifler yok olurlar. Cemâl vasfı ile tecelli ettiğinde ise muhipler daha bir güzelleşirler. Yok olan kimse şaşkın, güzel olan kimse ise uğurlu olur.
Bil ki âbidler, Allâh’ın (cc) fazlına şahit olmuş, benliklerini bu yolda harcayıp tüketmişlerdir. Ârifler ise, O’nun Celâline şahit olmuş, kalplerini bu uğurda sarf etmişlerdir. Muhipler, O’nun Cemâline şahit olmuş, ruhlarını bu yolda harcamışlardır. İlmü’l-yakîn sahipleri de O’nun fazlını bulmuşlardır. Hakka’l-yakîn sahipleri de O’nun Cemâline şahit olmuşlardır.”[41]
Gazzâlî, Cenâb-ı Allâh’ın “El-Celîl” güzel ismi ile ilgili şu yorumu yapar:
“Allâh, Celâl sıfatlarına sahiptir. Celâl sıfatları; “El-Azîz” (her şeyin galibi ve mağlûp edilmesi mümkün olmayan), “El-Melik” (mülkün gerçek sahibi ve kâinatın mutlak hükümdarı, görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi), “El-Kuddûs” (düşünülebilecek bütün noksan sıfatlardan, güzel ve yetkin olmayan her türlü nitelikten, zıtlardan ve evlattan münezzeh), “El-Alîm” (bilgisi her şeyi kuşatan, yerde ve gökte kendisine hiçbir şey gizli kalmayan, olmuş ve olmakta olanlar ile gelecekte olacak her şeyi bilen), “El-Ğaniy” (hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç olmayan, kullarının bütün ihtiyaçlarını karşılayan mutlak zengin) ve “El-Kadîr”dir (her şeye gücü yeten, kuvvet ve kudretine hiçbir sınır olmayandır).
Bu sıfatların hepsini mutlak şekilde cem eden Allâh’tır. Allâh’ın (cc), “El-Kebir” güzel ismi, Zat’ının kemâlini, “El-Celîl” güzel ismi, sıfatlarının yüksekliğini ve yüceliğini, “El-Azîm” güzel ismi ise hem Zat’ının hem de sıfatlarının kemâlini gösterir. Mutlak Celîl, Allâh’tır (cc).”[42]
Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, “El-Celîl” güzel ismi ile ilgili şu tevcihleri yapmaktadır:
“1. Allâh (cc), idraklerden sonsuz uzaklığı itibarı ile “El-Celîl”dir. O’nun için bir miktar düşünülemez.
2. Sonradan olan varlıklar için bir sebep olmaktan yüce ve münezzehtir. Çünkü O (cc), müsebbibü’l-esbâbtır (sebepleri var eden / yaratandır).
3. O’na (cc), kesin bir şekilde baş eğilmeli, itaat edilmelidir.
4. İnsanlardaki kadir-kıymet, ancak O’na (cc) itaat ile gerçekleşir.
5. Sadece O’nun (cc) yükselttikleri bir şerefe ulaşabilir.
6. Sonradan yaratılmışlarda cari hususlardan, O (cc) en yüce ve en yüksektir.”[43]
“El-Celîl” güzel ismini bilmenin faydalarından birisi, Allâh’ın (cc) kendisine iyilik ve bağışta bulunduğu kimselerin, bu güzel ismin tecellisine mazhar bir şekilde başkalarına da iyilikte bulunmaları, insanların yaptıkları hataları ve yanlışlıkları bağışlamalarıdır. Böyle bir kul, güzellikle kötüleri terk eder, Celîl Rabbinin hoşnutluğunu kazanmak için, kendisini kötüleyene ve sövene karşılık vermez, gelen eziyetleri sabırla karşılar.
43. (اَلْكَرِيمُ) “EL-KERÎM” (cc)

“Vaadini mutlaka yerine getiren, çok verici, lütuf ve ihsanı bol, kendisine sığınanı asla geri çevirmeyen.”
“Bir isme gelmişim misli adîmdir, nazîri yok kerem ıssı Kerîm’dir,
Eder kullarına daim atâlar, eder iken ona kullar hatalar,
Kerîm ismi ile yâd eden Hüdâ’yı, ne derdi var ise bulur devâyı,
Kamu zehre bu tiryak oldu sehâ, ne gam ejder olursa cümle a’dâ.” (İbn Îsâ Saruhânî)
“El-Kerîm” güzel ismi Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine atfen gelir:
(فَتَعَالَى اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْكَرٖيمِ) “Mutlak mülk sahibi Allâh çok yücedir. Ondan başka hiçbir İlâh yoktur. Arş’ın sâhibidir. Kerîm’dir.” (Müminun, 23/116)
Bu ayet-i kerimedeki “El-Kerîm” güzel ismi, “Rab” güzel isminin sıfatı olarak kabul edilirse, Cenâb-ı Hakk’ın güzel ismi olur. Biz de meali bu şekilde vermiş olduk.
(وَمَنْ شَكَرَ فَاِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهٖ وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ رَبّٖى غَنِىٌّ كَرٖيمٌ) “Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, Rabbim Ganî’dir (her bakımdan sınırsız zengindir ve şükre ihtiyacı yoktur), Kerîm’dir (lütuf ve ihsanı bol ve kendisine sığınanı geri çevirmeyendir).” (Neml, 27/40)
(يَا اَيُّهَا الْاِنْسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَرٖيمِ) “Ey insan, seni Kerîm Rabbine karşı aldatan nedir?” (İnfitar, 82/6)
Ez-Zeccâcî, “El-Kerîm” güzel ismini, “1. (الجواد) Cevâd (cömert, ikram edici), 2. (اَلْعَزِيزُ) Azîz (her şeyin galibi ve mağlûp edilmesi mümkün olmayan), 3. (الصفوح) Safûh (çok bağışlama, çok affetme)” kelimeleri ile eş anlamlı kabul eder.[44]
Ebû Hüreyre’nin (ra) âzatlısı, tâbiîn nesli âlimlerinden, muhaddis, fakih ve zâhid Hayve b. Şüreyh (ö. 158/775) şöyle diyor:
“Ukbe b. Müslim (tâbiîn nesli âlimlerinden) ile karşılaştım ve ona:
“Duydum ki, sen Abdullah b. Amr b. el-As’tan Resülullah’ın (sas) mescide girerken:
(أَعُوذُ بِاللَّهِ الْعَظِيمِ وَبِوَجْهِهِ الْكَرِيمِ وَسُلْطَانِهِ الْقَدِيمِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ) “Kovulmuş şeytandan, Yüce Allâh’a, O’nun Kerîm Vechine ve Kadîm Galebesine sığınırım” diye dua ettiğini rivayet etmişsin? dedim.
“(Soracağın sorunun) Hepsi bu mu?” dedi.
“Evet” dedim. Şöyle cevap verdi:
Mescide giren kimse, bunu söyleyince şeytan, “Günün geri kalan kısmında da benden emin oldu” der.”[45]
Şeytanın insanoğluna tasallutu vakidir. Bundan emin olmak için Allâh’a (cc), O’nun Kerîm Vechi’ne sığınmak, O’ndan yardım dilemek gereklidir. Çünkü, faydalı unsurları temin edebilecek, zararlı olan şeyleri de uzaklaştırabilecek tek merci Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleridir.
Ömer b. el-Hattâb (ra), “Ey insan, Kerîm Rabbine karşı seni aldatan nedir?” ayetini okumuş ve “VAllâhi onu aldatan cahilliğidir” demiştir.[46]
Gazzâlî, “El-Kerîm” güzel ismini şu şekilde yorumlar:
“Allâh (cc), vaat ettiği zaman yerine getiren, verdiği zaman dileklerin çok ötesinde veren, ne kadar verdiğine ve kime verdiğine aldırmayandır. O (cc), ihtiyaçların başkalarına arz edilmesine razı olmayan, başkasına boyun eğildiğinde hoşlanmayan, kendisine sığınanı ve gönül vereni boş çevirmeyen, vesilelere ve şefaatçilere muhtaç bırakmayandır. İşte bu vasıfları kendisinde bütünüyle cemeden, mutlak Kerîm ancak Allâh’tır (cc).”[47]
“El-Kerîm” güzel ismini kendisine rehber yapan inançlı bir şahsiyet, herkese cömert bir şekilde davranır, iyilik yapmaktan hiç geri kalmaz. Sahip kılındığı maddi-manevi zenginlikleri cömertçe paylaşmaktan ruhani bir lezzet alır.
44. (اَلرَّقِيبُ) “ER-RAKÎB” (cc)

“Varlıkların bütün yaptıklarını görüp gözeten, bütün mevcudat üzerinde gözcü durumunda olan, bütün işleri murakabesi ve kontrolü altında bulunduran.”
“Er-Rakîb” güzel ismi, şu ayet-i kerimede Zât-ı ilâhiyeye nispet edilmekte ve Allâh’ın insanları daimi bir kontrol altında tuttuğu şu şekilde vurgulanmaktadır:
يَا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذٖى خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَثٖيرًا وَنِسَاءً وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّذٖى تَسَاءَلُونَ بِهٖ وَالْاَرْحَامَ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقٖيبًا
“Ey insanlar! Sizi bir tek kişiden, ondan da eşini yaratan, sonra da o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının. Adını anıp Kendisini vesile ederek birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allâh’a saygısızlık etmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakınınız. Allâh sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.” (Nisâ, 4/1)
Aile kurumuyla toplum, ahlâken yükselir. Fertler toplumsal kokuşmadan, bozuntudan kurtulup güvene kavuşur. Bu şekildeki toplumlar adap, terbiye ve güzel ahlakın zirvesine ulaşırlar. Böylece görevlerini yerine getirmeye layık, sorumluluk alanlarını Allâh’ın murat ettiği şekilde düzenlemeye müsait hale gelmiş olurlar.
Ailenin, bütün medeniyetler, dinler ve hukuk sistemlerinde, içtimai hayatın vahdet ve bütünlüğünü sağlamaya yönelik düzenlemelerde en önemli öğelerden birisi olduğu açıktır. Bu yönü ile aile, insanlık tarihi boyunca temel bir müessese konumundadır ve tarihi değişmelerin devamlı yaşanmasına rağmen, sürekliliğini ve temel olma yapısını hemen her zaman korumuştur.
“Er-Rakîb” güzel ismi, Hz. İsa’nın (as) kendisinden sonra ümmetinin yegâne gözetleyicisinin Allâh olduğunu vurgulayan niyazında da şu şekilde geçmektedir:
مَا قُلْتُ لَهُمْ اِلَّا مَا اَمَرْتَنٖى بِهٖ اَنِ اعْبُدُوا اللّٰهَ رَبّٖى وَرَبَّكُمْ وَكُنْتُ عَلَيْهِمْ شَهٖيدًا مَا دُمْتُ فٖيهِمْ فَلَمَّا تَوَفَّيْتَنٖى كُنْتَ اَنْتَ الرَّقٖيبَ عَلَيْهِمْ وَاَنْتَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ شَهٖيدٌ
“Sen bana ne emrettinse, ben kendilerine ondan başkasını söylemedim. Hep, Rabbim ve Rabbiniz olan Allâh’a kulluk edin, dedim ve aralarında bulunduğum müddet, üzerlerine gözcü idim. Ne zaman ki beni içlerinden aldın, üzerlerinde gözetleyici yalnız Sen kaldın. Zaten Sen her şeye şâhidsin.” (Maide, 5/117).
Şu ayet-i kerimede de “Er-Rakîb” güzel ismi ile, Allâh’ın (cc) her şeyi gözetleyici olduğu bildirilmektedir:
وَكَانَ اللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ رَقٖيبًا
“Şüphesiz Allâh, her şeyi gözetleyendir.” (Ahzab, 33/52).
“Er-Rakîb” güzel isminin kuldaki tecellisi, onun bütün davranışları itibarı ile sürekli bir biçimde Allâh tarafından gözetlendiğinin bilincini taşır hale gelmesidir. Bu bilincin özel adı murakabedir. Murakabe, kulun sürekli biçimde Allâh Teâlâ’nın gözetimi altında bulunduğunun şuur ve idrakinde olunmasıdır. Allâh (cc), insanları bu güzel ismiyle doğrudan denetlediği gibi, “Rakîb” ve “Atîd” (Kaf, 50/18) adlı melekleri vasıtasıyla da denetler.
Allâh’ın (cc), kendisini devamlı olarak kontrol ettiğini ve gördüğünü, ne yaparsa yapsın, bütün yaptıklarından haberdar olduğunu bilen bir kul, Gazzâlî’ye göre murakabe haline ulaşmış olur. Gazzâlî, nefis ve şeytanın başlıca düşmanlar, insanları gaflete ve Allâh’a (cc) asi olmaya götürmek için fırsat kollayan kötü varlıklar olduklarını bilmenin, onlara karşı dikkatli olmanın, saldırabilecekleri menfezleri ve yerleri bilmenin, bu şerli varlıklara karşı bütün kapıları kapamanın da murakabe olduğunu belirtmektedir.[48]
“Er-Rakîb” güzel ismini kavrama çabası içerisindeki inanmış bir gönül, Yüce Allâh’ın kendisini ve bütün varlıkları gözettiğini, bunun için görevli melekleri bulunduğunu, ahiretteki ceza ve mükafatın da bu murakabe esasına göre olacağını derk eder. Bu şuur derecesine ulaşan kimse, vaktini boş ve yararsız işlerle geçirmez. Bütün gücünü ve çabasını Allâh’ın (cc) emir ve yasaklarına uyma, insanlara faydalı olma yönünde kullanır.
45. (اَلْمُجِيبُ) “EL-MÜCÎB” (cc)

“İstekleri karşılayan, ihtiyaçlara cevap veren, dua ve niyazları kabul eden.”
Toplumların Allâh’a (cc) ibadete yönelmelerinin lüzumu, insanların yeryüzündeki vazifelerinin şuurunda olmaları zorunluluğu, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan yakınlığı ve onların çağrılarına hemen cevap verişi, Hz. Salih’in (as) dili ile bir âyet-i kerimede, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin “El-Karîb” ve “El-Mücîb” güzel isimleri ile birlikte şöyle beyan edilmektedir:
وَاِلٰى ثَمُودَ اَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْرُهُ هُوَ اَنْشَاَكُمْ مِنَ الْاَرْضِ وَاسْتَعْمَرَكُمْ فٖيهَا فَاسْتَغْفِرُوهُ ثُمَّ تُوبُوا اِلَيْهِ اِنَّ رَبّٖى قَرٖيبٌ مُجٖيبٌ
“Semud toplumuna (nesepçe) kardeşleri Salih’i peygamber gönderdik. (Onlara şöyle) Dedi: “Ey kavmim! Allâh’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka bir ilâhınız yok. O, sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi yeryüzünün imarında görevli (ve buna donanımlı) kıldı. Öyle ise O’ndan bağışlanma dileyin. Ayrıca O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim Karîb’dir (yakındır) ve Mücîb’dir (dualara cevap verendir).”
Bir başka ayet-i kerimede, Cenâb-ı Hak, Hz. Nuh’un (as), duasına külliyetli bir şekilde icabetini, “El-Mücîb” güzel isminin çoğul hali “El-Mücîbûn” güzel ismi ile beyan etmektedir:
(وَلَقَدْ نَادٰینَا نُوحٌ فَلَنِعْمَ الْمُجٖيبُونَ) “Ant olsun, Nuh bize dua edip seslenmişti. Biz ne güzel cevap vereniz.” (Saffât, 37/75)
“El-Mücîb” güzel isminin sonucu olan “icâbet” kavramı, âyet-i kerimelerde fiil hali ile Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine izafeten şu şekilde gelir:
وَيَسْتَجٖيبُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَيَزٖيدُهُمْ مِنْ فَضْلِهٖ وَالْكَافِرُونَ لَهُمْ عَذَابٌ شَدٖيدٌ
“Allâh, iman edip de salih ameller işleyenleri bağışlar, (dua ve ibadetlerini kabul eder). Fazlından onlara ziyade de verir. İnkar edenlere gelince, onlara şiddetli bir azap vardır.” (Şura, 42/26)
اَمَّنْ يُجٖيبُ الْمُضْطَرَّ اِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاءَ الْاَرْضِ ءَاِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِ قَلٖيلًا مَا تَذَكَّرُونَ
“Yahut kendisine dua ettiği zaman zorda kalmışa cevap veren ve başa gelen kötülüğü kaldıran, sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allâh ile birlikte başka ilâh mı var!? Ne kadar az düşünüyorsunuz!” (Neml, 27/62)
Abdullah b. Abbas’tan (ra) rivayetle, Efendimiz’in (sas) “El-Mücîb” güzel ismini kullanarak yaptığı dualardan birisi şu şekildedir:
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ؛ أَنَّ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم كَانَ يَقُولُ، فِي دُعَائِهِ
رَبِّ أَعِنِّي وَلاَ تُعِنْ عَلَيَّ. وَانْصُرْنِي وَلاَ تَنْصُرْ عَلَيَّ. وَامْكُرْ لِي وَلاَ تَمْكُرْ عَلَيَّ. وَاهْدِنِي وَيَسِّرِ الْهُدَى لِي. وَانْصُرْنِي عَلَى مَنْ بَغَى عَلَيَّ. رَبِّ اجْعَلْنِي لَكَ شَكَّاراً. لَكَ ذَكَّاراً. لَكَ رَهَّاباً. لَكَ مُطِيعاً. إِلَيْكَ مُخْبِتاً. إِلَيْكَ أَوَّاهاً مُنِيباً. رَبِّ تَقَبَّلْ تَوْبَتِي. وَاغْسِلْ حَوْبَتِي. وَأَجِبْ دَعْوَتِي. وَاهْدِ قَلْبِي. وَسَدِّدْ لِسَانِي. وَثَبِّتْ حُجَّتِي. وَاسْلُلْ سَخِيمَةَ قَلْبِي
“Rabbim! Bana yardım et ve aleyhimde (düşmanıma) yardım etme. Yardımını benden esirgeme ve aleyhimde (düşmanımı) destekleme. Düşmanımı cezalandır, beni cezalandırma. Beni hayırlı işlere yönelt ve hayır yolunda ilerlemeyi bana kolaylaştır. Bana zulüm ve haksızlık edene karşı bana yardım et. Ey Rabbim! Beni, Sana çok şükreden, çok zikreden, Sen’den çok korkan, Sana çok itaat eden, Sana çok boyun eğip tevazu eden, Sana çok yakarıp ağlayarak tövbekâr eyle. Ey Rabbim, tövbemi kabul eyle, günahımı gider, duamı kabul et, kalbimi hidayet üzerine daim kıl, dilimi doğrulukla hakkı söylemekten ayırma, hüccetimi sabit kıl ve kalbimi fenalıktan arındır.”[49]
Kuşeyrî, Cenâb-ı Allâh’ın “El-Mücîb” güzel ismi ile ilgili şu hususları öne çıkarır:
“Cenâb-ı Allâh’ın lütfunun özelliklerinden birisi, kulu daha istemeden vermesi, kulu bir talepte bulunduğunda da çok güzel bağışta bulunmasıdır. Selman el Farisî’den (ra) rivayete göre, Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
عَنْ سَلْمَانَ الْفَارِسِيِّ، عَنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم قَالَ
إِنَّ اللَّهَ حَيِيٌّ كَرِيمٌ يَسْتَحِي إِذَا رَفَعَ الرَّجُلُ إِلَيْهِ يَدَيْهِ أَنْ يَرُدَّهُمَا صِفْرًا خَائِبَتَيْنِ .
“Allâh çok haya sahibi ve ikram edicidir. Kişi, O’na ellerini kaldırıp dua ettiği zaman onları boş çevirmekten haya eder.”[50]
Allâh (cc), daha zihinlerine getirdikleri anda, dilleri ile talepte bile bulunmadan dahi dostlarının ihtiyaçlarını giderendir. Yüce Allâh, bazen de dostlarının halleri sıkıntılı bir duruma dönüştüğünde, dualarına icabet edilmeyeceğini zannettiklerinde, güzel bir şekilde yardımı ve yaratması ile onların imdadına yetişendir.”[51]
Gazzâlî, “El-Mücîb” güzel ismini şu şekilde yorumlar:
“Allâh (cc), istekleri hemen karşılayan, dualara icabet buyurandır. Sıkıntıda ve muztar durumda kalanların imdadına yetişen, hatta kendisinden istenmeden bile sayısız nimetler veren, dua edilmeden fazlından lütfedendir. Bu sadece Allâh Azze ve Celle’ye mahsustur. Çünkü daha onlar istemeden, muhtaçların durumundan haberdardır. O (cc), bu gibi durumları ezelden bilir. Bu sebeple, ihtiyaçların karşılanacağı azık, yiyecek vb. ile ilgili önemli unsurları ve kolaylaştırıcı alet ve edevat gibi sebepleri önceden yaratmıştır.”[52]
“El-Mücîb” güzel ismini kavramış bir mümin, daima Allâh’a (cc) muhtaçlığının bilincinde olmalı, sadece O’na (cc) güvenip dayanmalıdır. Allâh’ın (cc) dualarını işittiğini, varsa başına gelen bela ve musibetleri bildiğini, sıkıntı ve zorluklarından haberi bulunduğunu, belli bir zaman sonra bile olsa icabet buyuracağını unutmamalı ve ümitsizliğe kapılmamalıdır. Diğer taraftan kişinin dua ve talepleri, kendisini Allâh’a (cc) yaklaştıracak istekler şeklinde olmalıdır. Allâh’ın (cc), dualarına cevap vermesine mukabil, kendisi de Mevlâ’sını hoşnut edecek itaat ve ibadetlere yönelmeli, marufla ilgili çağrılara icabet etmelidir.
46. (اَلْوَاسِعُ) “EL-VÂSİ” (cc)

“İlim ve kudretinin kapsamı çok geniş, fazl-u rahmeti çok yaygın, ihsan ve ikramı sonsuz genişlikte, rahmeti her şeyi bürümüş Yüce Zât.”[53]
“Gel ey gam-gîn olup gönlü olan dar, eğer var ise dilde fikr ü dildâr,
Gönül mecruhsa cevr ü cefâdan, düni gün gâm çekersen bî-vefâdan,
Sür imdi Vâsi’i vüs’at bulasın, cefâdan kurtulup bî-gâm olasın,
Cefâ ve cevr eden ol bî-vefâ yâr, ayağına gele sürdükçe her bâr.” (İbn Îsâ Saruhânî)
Kur’ân-ı Kerîm’de “El-Vâsi” güzel ismi, dokuz ayet-i kerimede Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini isimlendirmektedir (Bakara, 2/115; Bakara, 2/247; Bakara, 2/261; Bakara, 2/268; Ali İmran, 3/73; Nisa, 4/130; Maide, 5/54; Nur, 24/32; Necm, 53/32)
وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ
“Doğu da Batı da Allâh’ındır. Nereye dönerseniz Allâh’ın Yüzü işte oradadır (Bütün cihetlerin sahibi ve yöneticisi Allâh’tır). Şüphesiz Allâh, Vâsi’dir (lütufları, ihsanları, Vâcip Varlığı, her şeyi ile sonsuzdur), Alîm’dir (her şeyi tamamıyla bilendir).” (Bakara, 2/115)
Tefsîru’l-Kur’âni’l-’Azîm adlı eseriyle tanınan hadis hâfızı, müfessir ve fakih İbnu Ebî Hatim’in (v. 327/938) kaydettiğine göre, İbn Abbâs (ra) yukarıdaki ayet-i kerimeyi açıklarken şöyle demiştir: “Doğu olsun, batı olsun hangi yöne dönersen, Allâh’ın (cc) kıblesi orasıdır.”[54]
وَاللّٰهُ يُؤْتٖى مُلْكَهُ مَنْ يَشَاءُ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ
“Allâh mülkünü dilediğine verir. Şüphesiz Allâh, Vâsi’dir (lütufları, ihsanları, Vâcip Varlığı, her şeyi ile sonsuzdur), Alîm’dir (her şeyi tamamıyla bilendir).” (Bakara, 2/247)
وَاللّٰهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ
“Allâh dilediği kimseye kat kat verir. Şüphesiz Allâh, Vâsi’dir (lütufları, ihsanları, Vâcip Varlığı, her şeyi ile sonsuzdur), Alîm’dir (her şeyi tamamıyla bilendir).” (Bakara, 2/261)
Câmiʿu’l-beyân ʿan teʾvîli âyi’l-Ḳurʾân ve Târîḫu’l-ümem ve’l-mülûk adlı eserleriyle tanınan müfessir, tarihçi, muhaddis ve fakih İbn Cerîr’in (v. 310/923) bildirdiğine göre, Etbâu’t-tâbiînden Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem (v. 182/798), “Vâsi” güzel ismini “tükenmez olan lütfundan dilediği kadarını ziyadesi ile veren”, “Alîm” güzel ismini de “kime ne ziyade ile vereceğini bilen” şeklinde anlamlandırmıştır. [55]
وَاللّٰهُ يَعِدُكُمْ مَغْفِرَةً مِنْهُ وَفَضْلًا وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ
“Allâh size, kendi katından mağfiret ve bol nimet vaat ediyor (size infak ettiğinizden daha iyisini vereceğini ya da ahirette sevap vereceğini müjdeliyor). Şüphesiz Allâh, Vâsi’dir (lütufları, ihsanları, Vâcip Varlığı, her şeyi ile sonsuzdur), Alîm’dir (her şeyi tamamıyla bilendir).” (Bakara, 2/268)
İbn Cerîr, ayet-i kerimedeki “Vâsi” güzel ismini, “Allâh’ın (cc), kullarına kendi hazinesinden bolca vereceğini vaat ettiği fazlının sonsuzluğu, “Alîm” güzel ismini de “kullarının ihtiyaçlarını, yaptıkları infakları ve tasaddukları bilmesi, bu davranışlarını da ahiret hayatında mükafat olarak önlerine koyacağı için kullarının hesabına kaydetmesi” olarak anlamlandırır.[56]
قُلْ اِنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللّٰهِ يُؤْتٖيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ
“De ki: Doğrusu fazilet (ihsan) Allâh’ın elindedir. Onu dilediği kimseye verir. Şüphesiz Allâh, Vâsi’dir (lütufları, ihsanları, Vâcip Varlığı, her şeyi ile sonsuzdur), Alîm’dir (her şeyi tamamıyla bilendir).” (Ali İmran, 3/73)
Kuşeyrî, Cenâb-ı Allâh’ın “El-Vâsi” güzel ismi ile ilgili şu hususlara dikkat çeker:
“Bil ki Allâh’ın (cc) nimetleri iki kısımdır:
1. Menfaat nimeti. Bu nimet, O’nun (cc) bize uygun gördüğü nimetlerdir. Bizler, bu nimetleri görür ve biliriz.
2. Önleme nimeti. Bunlar da Allâh’ın (cc), bizlerden gidermiş olduğu bela ve afetler nimetidir. Bunlar meçhuldür, ancak çok azını bilebiliriz. Bu nimet, menfaat nimetinden daha önemlidir. Zira, zararı giderme, menfaati elde etmeye göre daha önceliklidir. Bil ki Allâh Teâlâ’nın nimetleri, sadece kişinin dünyevi düzeninin yerinde olması, isteklerini elde etmesi değildir. Bilakis, Allâh’ın (cc) dünyevi imkanlarını elinden almış olması, kişi için daha büyük bir ihsan ve lütuftur. Çünkü kulun Allâh’a (cc) yakınlaşması, dünyadan uzaklaşması nispetinde olur.”[57]
Gazzâlî, “El-Vâsi” güzel ismi ile ilgili olarak şöyle söyler:
“Bu güzel isim, bazen birçok malûmatı içine alan geniş bir ilme izafe edilir, bazen de bol ihsan ve ikrama izafe edilir. Hangi yönden düşünülürse düşünülsün Mutlak Vasi hiç şüphe yok ki Allâh’tır (cc). Çünkü ilmi açısından baktığımızda, O’nun malûmat denizinin sonu yoktur. Zira bütün denizler, O’nun sözlerine mürekkep olsa tükenir de O’nun ilmi bitmez. Şayet ihsan ve ikramı itibarı ile bakacak olursak, o da sonsuzdur ve bitmez. Bütün geniş isimler ve bütün ihsanlar, O’nun ilmi ve ihsanı yanında hiç mesabesindedir.”[58]
“El-Vâsi” güzel isminin delaleti ile bir mümin, Cenâb-ı Allâh’ın Yüksek Sıfatlarının ve İsimlerinin, had ve hesaba gelmeyecek vüsatta bulunduğunun bilincine ulaşır. Çünkü O (cc), yüceliği, sonsuz mülkü, nihayetsiz fazlı, keremi ve her şeyi ile sınırsızdır. O (cc), bütün bir mükevvenatı, zamanları ve fizik ötesi alemleri kuşatandır. O’nun (cc) güç ve kudreti, bütün güçleri ve kudretleri kontrol edendir. Hiçbir durum ve hal O’nu (cc) sınırsız seviyedeki bilgisinden ve ilgisinden alıkoyamaz, meşgul edemez. Hiçbir ses ve yakarış, bir başkasının nidası ve duası sebebiyle O’ndan (cc) perdelenemez. O’nun (cc) iyilik ve ihsanı, bütün varlığı kapsamış ve kuşatmıştır.
47. (اَلْحَكِيمُ) “EL-HAKÎM” (cc)

“Son bulması tasavvur edilemeyen daimî ve ezelî en yüksek ilme sahip, fiillerinde ve sözlerinde gerçek hikmet sâhibi, hikmeti ve adâleti gerektirdiği için eşyayı yerli yerine yerleştiren, kusursuz şekilde kâinatı yöneten.”
Kur’ân-ı Kerîm’de “El-Ḥakîm” güzel ismi, doksan yedi yerde geçmektedir. “El-Hakem” güzel isminde izaha çalıştığımız üzere, “El-Hakem, El-Hâkim ve El-Hakîm” güzel isimleri aynı kökten gelmekte, anlam yönünden ince ayrıntılarla birbirinden ayrılmaktadırlar.
Ez-Zeccâcî, “El-Hakîm” güzel ismini şu şekilde açıklar:
“Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Zât’ını “El-Hakîm” diye isimlendirmiştir. Çünkü fiillerinde eksiksiz bir sağlamlık, son derece mükemmellik, muhteşem bir düzen ve intizam vardır. Bu bakış açısından, “El-Hakîm” güzel ismi, varlıktaki “hikmet” haline delalet eder. “El-Hakîm” güzel ismi, ayrıca “El-Alîm” güzel ismini de yansıtır ki, “ilim” ve “hikmet” sıfatlarına en yüksek şekilde sahip Zât anlamına gelir. Zât’ın en yüksek şekilde ilim ve hikmetle vasıflandırılması demektir. Çünkü, varlığın nihayet derecede muhkem yapanın, filleri sağlam ve aralarında çelişki bulunmayanın, eşya ile ilgili bilgisinde en küçük bir noksanlık muhaldir, söz konusu bile değildir.”[59]
Ḥalîmî, “El-Hakîm” güzel ismini, “doğrulardan başka herhangi bir şeyi söylemeyen ve yapmayan”[60] şeklinde açıklamaktadır.
Sad b. Ebi Vakkâs’tan (ra) rivayete göre bir Arabî, Resülullah’a (sas) gelip:
“Bana, söyleyeceğim (kendisi ile duada ve tesbihte bulunacağım) bir söz öğret” dedi. Resülullah (sas), ona şu duayı okumasını talim buyurdu:
لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ اللَّهُ أَكْبَرُ كَبِيرًا وَالْحَمْدُ لِلَّهِ كَثِيرًا سُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ
“Lâ ilahe illAllâh Vahdehu lâ şerike leh, Allâhu Ekber Kebîra ve’l-hamdu lillâhi kesîra sübhânAllâhi Rabbi’l-âlemîn, lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh El-Azîz El-Hakîm.”
Arabî: “Öğrettiğin bu sözler, Rabbim içindir. Benim için ne var?” dedi. Resülullah (sas) şöyle söylemesini emir buyurdular:
اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي وَارْحَمْنِي وَاهْدِنِي وَارْزُقْنِي
“Allâhümmeğfir lî verhamnî vehdinî verzuknî = Allâhım! Bana mağfiret eyle! Bana merhamet eyle! Bana hidayet et! Beni rızıklandır.”[61]
Hânî İbn Zeyd’den (ra) rivayet ediliyor:
عنْ هاني أنَّهُ لما وفَد إلى رسولِ اللهِ صلَّى اللهُ عليهِ وسلَّمَ مع قومِه سمعَهم يكْنونَه بأبي الحكمِ ، فدعاه رسولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم فقال
إن اللهَ هو الحكمُ ، وإليه الحكمُ ، فلم تكَنَّى أبا الحكمِ ؟
فقال: إن قومي إذا اختلفوا في شيءٍ أتوْني فحكمتُ بينهم ، فرضَي كِلاَ الفريقيْن، فقال رسولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم
ما أحسنُ هذا ، فما لك من الولدِ؟
قال: لي شريحٌ ، ومسلمٌ ، وعبدُ اللهِ، قال
فمن أكبرُهم ؟
قلت: شريحٌ ، قال
فأنت أبو شريحٍ
Kendisi kavmiyle birlikte Resülullah’a (sas) geldiğinde, Resülullah (sas) kavminin onu “Ebü’l-Hakem” künyesiyle çağırdığını duymuş, kendisini çağırarak:
“Muhakkak ki gerçek hakem Allâh’tır. Hüküm (ondan çıkar, yine) ona döner. Binaenaleyh sen niçin (böyle) Ebu’l-Hakem künyesiyle çağırılıyorsun?” diye sormuş (da o da):
“Benim kavmim bir anlaşmazlığa düştükleri zaman bana gelirler, bende aralarında hüküm veririm. Her iki taraf da (benden) razı olurlar” cevabını vermiş. Bunun üzerine Resülullah (sas):
“Bu (tarafları hoşnut edecek hüküm vermek) ne kadar güzel! (Ama “El-Hakem” ismi Allâh’a mahsus olduğu için kullar bu isimle künyelendirilemeyeceği için) Kaç çocuğun var?” diye sormuştur. (O da):
“Benim Şüreyh, Müslim ve Abdullah (isimli üç oğlum) var” demiş. Resülullah (sas):
“(Yaşça) Hangisi daha büyük?” diye sormuş. (Hâni de:)
“Şüreyh” cevabını vermiştir. (Bunun üzerine) Resulü Ekrem Efendimiz (sas) onu:
“Öyleyse, sen Ebu Şüreyhsin” şeklinde künyelendirmiştir.[62]
Hadîs-i şerifin metninde de açıklandığı üzere Hz. Hânî (ra), kavmi arasında meydana gelen olaylarda hakemlik yapması için kendisine müracat edilen ve verdiği hükümlerle de tarafları memnun edebilen bir kimse olduğundan kavmi ona bu künyeyi vermişti. Ancak, “El-Hakem” güzel ismi, Allâh’ın esmâ-i hüsnasından olduğu için, bu ismi künye olarak dahi alan kişi bu güzel ismin ifade ettiği manalarda Allâh’a ortaklık etmiş gibi görülebileceğinden, Efendimiz (sas) bu künyeyi ondan almış ve Hz. Hânî’yi (ra) en büyük oğlu Şüreyh’e izafe ederek, “Ebu Şüreyh” künyesiyle künyelendirmiştir. Çünkü, “El-Hakem” güzel ismi, “hükmüne karşı konulamayan hâkim” demektir ki bu da Allâh’tan (cc) başkası değildir.
Efendimiz’in (sas), verdiği bu künyenin bereketiyle Hz. Şüreyh (ra), fazilette en büyük sahabelerin makamına erişmiş, müftülük yapmış, daha sonra da Hz. Ali (ra) onu kadı tayin etmiştir. Bu kadılığı sırasında mahkemeye intikal eden bir davada, Hz. Hasan’ın (ra), Hz. Ali (ra) lehine yaptığı bir şahitliği kabul etmemiştir.
Ebu Davud’un bu hadisin sonunda da açıkladığı gibi, Hz. Şüreyh (ra), Tüster’in fethinde bulunmuş, şehrin zincirlerini kırmış, gizli yollardan içeriye girmiş, Tüster’in kapısını kırarak Müslümanların oradan şehre girmelerini sağlamıştır.[63]
Cenâb-ı Allâh’ın “El-Hakîm” güzel ismi, bütün varlıklarla ve dini emir-yasaklarla ilgilidir. Gerek varlıkların yaratılışındaki çok yüksek hikmet, gerekse de dini emir ve yasaklardaki büyüleyici güzellik, son derece hâkimane ve mükemmel icraat-ı sübhânî’nin tecellileri ve yansımalarıdırlar. Kulun bu güzel isimden nasibi, her şeyde doruk noktasındaki hikmete sahip yaratıcısına karşı ibadetler ile, O’nun (cc) tarifi imkansız lezzetteki kurbiyetine yol aramasıdır.
48. (اَلْوَدُودُ) “EL-VEDÛD” (cc)

“Kullarını çok seven, onları lütfa, ihsana gark eden, sevilmeye lâyık ve müstahak yalnız kendisi olan.”
وَاسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا اِلَيْهِ اِنَّ رَبّٖى رَحٖيمٌ وَدُودٌ
“Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra, (günahlardan) ona tevbe edin. Gerçekten Rabbim Rahîm’dir (çok merhametlidir, tevbe edenler için rahmeti sonsuzdur), Vedûd’dur (çok sevgilidir, çok seven birinin sevdiği kişiye yaptığı gibi çok güzel muamele eder, lütufkârdır).” (Hud, 11/90)
Ayet-i kerimede beyan buyurulan Cenâb-ı Hakk’ın sevgisi, “El-Vedûd” güzel ismi ile arasındaki fark mahfuz, merhamete yakın bir anlam ifade etmektedir. Merhamet, darda kalmış, zayıf ve muhtaç birisine karşı acımayı çağrıştırırken, “El-Vedûd” güzel ismi, bu çağrışımın biraz daha dışında, ilahî sevginin bir sonucu olarak nimet verilişini ifade eder. Bu açıdan Allâh (cc), mutlak “El-Vedûd”dur. O’nun sevgi, iyilik ve ihsanı, kullarına ve dostlarına kesintisiz ve meccânen ulaşır. Bu gerçek, ayet-i kerimede şu şekilde beyan buyurulur:
اِنَّ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُدًّا
“İnanıp salih ameller işleyenler için Rahmân, (gönüllere) bir sevgi koyacaktır.” (Meryem, 19/96)
Ebu Hüreyre’den (ra) rivayete göre, Resülullah (sas) şöyle buyurmuştur:
إِذَا أَحَبَّ اللَّهُ الْعَبْدَ نَادَى جِبْرِيلَ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ فُلاَنًا فَأَحْبِبْهُ. فَيُحِبُّهُ جِبْرِيلُ، فَيُنَادِي جِبْرِيلُ فِي أَهْلِ السَّمَاءِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ فُلاَنًا فَأَحِبُّوهُ. فَيُحِبُّهُ أَهْلُ السَّمَاءِ، ثُمَّ يُوضَعُ لَهُ الْقَبُولُ فِي الأَرْضِ .
“Allah Teâlâ bir kulu sevdiği zaman Cebrâil’e: “Ben filanı seviyorum onu sen de sev!” diye emreder. Cebrâil de onu sever ve sonra gök halkına: “Allah filanı seviyor, onu siz de seviniz” diye seslenir. Gök halkı o kimseyi sever. Sonra da o kimse için yeryüzünde kabul oluşturulur.”[64]
Kul, Allâh’ın (cc) meşieti, izni ve muvaffak kılması neticesinde, ibadet ü taatleri ile Rabbine kendisini sevdirdiği zaman, Allâh (cc) bu kulunu sadece kendisinin sevgisi ile değil ama aynı zamanda başkalarının sevgisi ile de mükafatlandırır. Çünkü, kullarının kendisine olan sevgileri, şükürleri, ibadet ve taatleri ile Allâh (cc) o kullarını sevmiş, başkalarına da sevdirmiştir. Daha sonra bu sevgiyi, dostlarının kalplerinde öyle bir noktaya ulaştırır ki, artık bu noktada Kendisi dışındaki diğer bütün sevgiler yok olup gider.
Allâh (cc), kullarına lütfetmiş olduğu marifetullah ve muhabbetullah vesilesi ile dostları tarafından, sonsuz şekilde tecelli buyurduğu af ve mağfireti sebebi ile bilhassa günaha dalıp çıkmış kulları tarafından, yerdeki ve gökteki bütün varlıkları maddi ve manevi şekilde rızıklandırmasından dolayı bütün şuurlu canlılar tarafından en sevilendir. Bu açılardan, Yüce Allâh hem seven hem de çok sevilendir. Allâh (cc), Peygamberleri (ase), mümin kullarını, melekleri sever, onlar da Allâh’ı (cc) severler (Maide, 5/54).
Allâh (cc) sevgisi, her kulun kalbinde bütün sevgilerden önce gelmelidir (Bakara, 2/165; Tevbe, 9/24). Sevilenin her isteği yerine getirilmeli ve O’na bağlı kalınmalıdır. Allâh’ın (cc), muvaffak kılması neticesinde kul Yüce Yaratıcıyı sevince, onun için acil bir mükafat meydana gelir ki o da Sonsuz Merhametli Rabbimizin o kulunu sevmesidir. Seçkin kullarının kalplerine, dünyevi sevgilerin zayıflayıp yok olması ile kendi sevgisini yerleştirerek zorluklara tahammül gücü veren, ibadetlerden ve inançtan yüksek seviyede tat alınmasını sağlayan, onlara çok çeşitli kerametler lütfeden Allâh (cc) ne yücedir.
وَهُوَ الْغَفُورُ الْوَدُودُ
“O (Allâh), Ğafûr’dur (çokça affeden), Vedûd’dur (çok sevgilidir, çok seven birinin sevdiği kişiye yaptığı gibi çok güzel muamele eder, lütufkârdır).” (Bürûc, 85/14)
“El-Vedûd” güzel ismi, diğer güzel isimler gibi çok yüksek bir anlam barındırır. Bu ayet-i kerime bizlere şöyle bir sır vermektedir: Yüce Allâh, tevbe eden kullarını sever ve bu tevbelerine karşılık olarak da onların günahlarını ve hatalarını mağfiret eder ve bağışlar. Bu sebeple ayet-i kerimede “El-Vedûd” güzel ismi, “El-Gafûr” güzel ismi ile birlikte gelmiştir.
Gazzâlî, “kullardan bu isme ve bu vasfa layık olan o kişidir ki, Allâh’ın (cc) mahlûkatına karşı daima iyilik murat eder, kendisi için arzuladığını onlar için de arzular, hatta onların menfaatlerini kendi menfaatlerine tercih eder” demektedir.[65]
“El-Vedûd” güzel isminin anlamını, belirli bir seviyede kavrayabilen her Müslüman, insanlarla sevgi ve muhabbete dayalı bir diyalog geliştirir, ibadet ü taatleri ile Allâh’ın (cc) sevgisini kazanmaya çalışır. Başta Yüce Yaratıcıyı, sonra da Efendimiz (sas) ile birlikte diğer peygamberleri, bütün melekleri ve Allâh’ın (cc) salih kullarını sever.
İnşâAllâh, esmâ-i hüsnâdan; 49. El-Mecîd, 50. El-Bâis, 51. Eş-Şehîd, 52. El-Hak, 53. El-Vekîl, 54. El-Kavî, 55. El-Metîn, 56. El-Velî, 57. El-Hamîd, 58. El-Muhsî, 59. El-Mübdi, 60. El-Muîd, 61. El-Muhyî, 62. El-Mümît, 63. El-Hayy, 64. El-Kayyûm güzel isimleri ile devam etmeye çalışacağız.
[1] Ebû Süleyman Hamd b. El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/63-64, (Tahk. Ahmed Yûsuf ed-Dekkāk), Dâru’s-Sekâfeti’l-Arabiyye, Beyrut-1992.
[2] Ebû Abdullah el-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc fî Şuabi’l-İman, 1/200-201, (Thk. Muhammed Fude), Daru’l-Fikr. 1979.
[3] Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, ss. 142-143, Dâru Âzâl, Beyrut-1986.
[4] Ebu Davud, Salat, 151 (869).
[5] Müslim, Salat, 41 (479); Ebu Davud, Salat, 152 (876).
[6] Buhari, Daavât, 27 (6346).
[7] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/64-65.
[8] Ebû İshâk İbrâhîm b. İsmâil es-Saffâr el-Buhârî, Telḫîṣü’l-Edille li-Kavâʿidi’t-Tevḥîd, 1/514-515, (Tahk. Anjelika Brodersen), El-Ma’hedü’l-Almânî li’l-Ebhâsi’ş-Şarkiyye, Beyrut-2011.
[9] Ebu’l-Kâsım Abdurrahman b. İshâk ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, s. 94, (Thk. A. Hüseyin Mübarek), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-1986.
[10] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/65.
[11] Buhârî, Mezâlim, 2 (2441); Edeb, 60 (6070); Müslim, Tevbe, 8 (2768).
[12] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/205.
[13] Buhari, Musakat, (2363); Müslim, Selam, (2244); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/375 (8861).
[14] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/66.
[15] Tirmizî, Birr, 35 (1954); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/258 (7495); Ebu Davud, Edeb, 12 (4811).
[16] Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, Risâle-i Kuşeyrî, (Çeviren: Ali Arslan), s. 226, Arslan Yayınları, İstanbul-1980.
[17] Müslim, Sıfâtu’l-Kıyâme, 18 (2820); Buhari, Tefsir, 48 (4837).
[18] Buhârî, Tefsîr, 32/1 (4779); Müslim, Cennet, 2-5 (2724, 2825).
[19] Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, El-Emedü’l-Aksâ fî Şerhi Esmâillâhi’l-Hüsnâ ve Sıfâtihi’l-Ulâ, s. 1/385, Darü’l-Hadisi’l-Kittaniyye, Tanca-2015.
[20] Ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, s. 155.
[21] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/66.
[22] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/188.
[23] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 103.
[24] Ebû Bekr Ahmed b. Amr b. Abdilhâliḳ el-Bezzâr, El-Baḥrü’z-Zeḫḫâr, 10/315 (4439), Mektebetü’l-Ulûm ve’l-Hikem, Medine-2003; Nureddin Heysemî, Keşfü’l-Estâr an Zevâidi’l-Bezzâr, 4/61 (3198), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-1979.
[25] Ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, s. 146.
[26] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/204.
[27] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, ss. 110-113.
[28] Tirmizi, Kıyame, 59 (2516)
[29] Bediüzzaman Said Nursi, Şuâlar, ss. 199-203, Envar Neşriyat, İstanbul, trsz.
[30] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 70.
[31] Buhari, Rikâk, 17 (6460).
[32] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/203.
[33] İbnu Ebi’d-Dünya, Kitâbu’l-Akli ve Fadlih, s. 20 (Hadis no: 21), Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekâfiyye, Beyrut-1993; İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dımaşk, 7/444, Dâru’l-Fikr, Beyrut-1995; İbnü’l-Cevzî, Zemmü’l-Hevâ, s. 16, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-1971.
[34] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 154.
[35] Ebu Davud, Zekat, 45 (1692); Müslim, Zekat, 13 (996).
[36] Ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, s. 129.
[37] El-Ḥalîmî, Kitabu’l-Minhâc, 1/200.
[38] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, ss. 156-157.
[39] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 114.
[40] El-Hattâbî, Şe’nü’d-Duâ, 2/70.
[41] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, ss. 160-161.
[42] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 115.
[43] Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, El-Emedü’l-Aksâ, 1/404.
[44] Ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, s. 176.
[45] Ebu Dâvud, Salât, 18 (466)
[46] İbn Ebû Hâtim, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-Aẓîm Müsneden ʿani’r-Resûl ve’ṣ-Saḥâbe ve’t-Tâbiʿîn, s. 3408, (Tahk. Esat M. Tayyib), Mektebetü Nezâr Mustafa el-Bâz, Riyad-1997.
[47] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 117.
[48] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 118.
[49] Tirmizi, Daavât, 103 (3551); İbn Mâce, Dua, 2 (3830); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/227 (1997); İbn Hibban, Sahih, 3/227-229 (947, 948).
[50] Tirmizi, Daavât, 105 (3556); İbn Mâce, Dua, 13 (3865).
[51] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, s. 168.
[52] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 118.
[53] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/198.
[54] Ebû Muhammed Abdurrahmân b. Muhammed b. İdrîs er-Râzî (İbnu Ebî Hâtim), Tefsîru’l-Kur’âni’l-’Azîm Müsneden an Rasûlilâh (sas) ve’s-Sahâbeti ve’t-Tâbi’în, 1/212 (1124).
[55] İbn Cerir et-Taberî, Câmiʿu’l-beyân ʿan teʾvîli âyi’l-Ḳurʾân, 4/654, Dâru Hicr, Kahire-2001.
[56] İbn Cerir et-Taberî, Câmiʿu’l-beyân ʿan teʾvîli âyi’l-Ḳurʾân, 5/8.
[57] El-Kuşeyrî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, ss. 171-172.
[58] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 119.
[59] Ez-Zeccâcî, İştikâku Esmâillah, s. 60.
[60] El-Ḥalîmî, Kitâbu’l-Minhâc, 1/191.
[61] Müslim, Zikir, 33 (2696); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/180 (1561).
[62] Ebu Davud, Edeb, 70 (4955); Nesâî, Âdâbu’l-Kudât, 7 (5387).
[63] Ebu Davud, Edeb, 70 (4955).
[64] Buhari, Bed’ül halk, 6 (3209); Edeb, 41 (6040); Müslim, Birr, 157 (2637).
[65] El-Gazzâlî, El-Maḳṣadü’l-Esnâ, s. 122.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.