Hadîd Suresi Yorumu I, Mevcûdâtın Tesbîhi, İhyâ, İstivâ ve Sudûr

Musa Kâzım GÜLÇÜR

25 / 8 / 2020

İçindekiler

Summary of the Surah al-Hadîd 1

Hadîd Suresi Yorumu 1 Giriş 3

Mevcudatın Allâh’ı (cc) Tesbih Etmesi 6

İhyâ ve İmâte 10

Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın 13

Yerin ve Göklerin Altı Günde Yaratılması, Arş ve İstivâ 16

Mülk ve Melekût 18

Gecenin Gündüze Gündüzün de Geceye Dahil Olması 20

Sudûr (Sineler) 22

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم

بِـــــــــــــــــــــــــــــــــسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اللَّهُمَّ صَلِّ وسلـم عَلَى الْأَوَّلِ فِي الْإِيجَـادِ وَالْـجُـودِ وَالْوُجُودِ، اَلْفَاتِـحِ لِكُلِّ شَــاهِدٍ وَمَشْـهُودٍ، حَضْرَةِ الْمُشَـاهَـدَةِ وَالشُّهُودِ، اَلـسِّــرِّ الْبَـاطِـنِ وَالنُّـورِ الظَّاهِرِ الَّذِي هُـوَ عَيْنُ الْمَقْصُودِ، مُمَيِّزِ قَصَبِ السَّـبْقِ فِي عَالَمِ الْخَلْقِ الْمَخْصُوصِ بِالْعُبُودِيَّةِ، اَلرُّوحِ الْأَقْدَسِ الْعَلِيِّ وَالنُّـورِ الْأَكْمَلِ الْبَهِيِّ، اَلْقَائِمِ بِكَمَالِ الْعُبُودِيَّةِ فِي حَضْرَةِ الْمَعْبُودِ، اَلَّـذِي أُفِيضَ عَلَى رُوحِي مِـنْ حَضْرَةِ رُوحَانِيَّتِهِ، وَاتَّصَلَتْ بِمِشْكَاةِ قَلْبِي أَشِـــعَّةُ نُـورَانِيَّتِهِ، فَهُوَ الرَّسُـــولُ الْأَعْظَمُ وَالنَّبِيُّ الْأَكْـرَمُ وَالْوَلِيُّ الْمُقَرَّبُ الْمَسْـعُودُ، وَعَلَى أٰلِـهِ وَأَصْحَابِهِ خَزَائِنِ أَسْـرَارِهِ، وَمَعَارِفِ أَنْوَارِهِ، وَمَطَالِـعِ أَقْمَارِهِ، كُنُوزِ الْحَقَائِقِ، وَهُدَاةِ الْخَلَائِقِ، نُجُومِ الْهُدَى لِمَنِ اقْتَدَى، وَسَلَّمَ تَسْلِيماً كَثِيراً كَثِيراً

Summary of the Surah al-Hadîd

Surah Al-Hadîd is in the 57th in the Quran. The name of the surah is entitled by the word “hadîd” which takes place in verse 25th. The word “hadîd” means “iron”. The Surah Al-Hadid is the first of the surahs that start with the words “sebbeha” (declaring the Praises and Glory of Allah) and “yusebbihu” (glorifieth Allah) and defined as “Musebbihat” (Surahs that begins with declaring the Praises and Glory of Allah) and consists of 29 verses. The other Musebbihat surahs are Al-Isra (The Night Journey) Al-Hashr (The Exile), As-Saf (The Ranks), Al-Jumu’ah (The Congregation, Friday), At-Taghabun (The Mutual Disillusion), and Al-A’lâ (The Most High).

It is possible to summarize the main subjects of Surah al-Hadîd as follows:

1. First of all, everything in the heavens and the earth glorifies Allah (Subhanahu wa ta’ala / the most glorified) and since He created the earth and heavens from nothing, He is also able to revive and kill all living beings in that respect. Everything in the universe belongs to Him and Allah (SWT) always exists before and after all creatures, and beyond nature’s visible and invisible face.

2. Since Allah (SWT) created the earth and the heavens in six time periods and knows their existence in the finest detail, all things will turn out to the before Allah (SWT). Believing in Allah who makes the day and night circulate with wisdom, makes all existence at the disposal of humanity, and brings people from darkness to light, and also believing His Messenger Prophet Muhammad (ﷺ) is a fundamental duty on every conscious living being.

3. People should spend their spiritual and material riches bestowed upon them by Allah (SWT) for getting the return of it in an infinite amount in Paradise. Also, this reward will return to them as magnificent light on the morning of the resurrection. However, the hypocritical characters who do not trust this word of Allah, especially those who expect to happen of various disasters to the believers in the world life and who are deeply happy with these disasters, will be deprived of this light when they need it most. Because they are in the devil’s net. They will neither be able to return to the world for repentance nor will they be asked for a ransom in exchange for getting rid of punishment.

4. Believers must soften their hearts with the invocation, take refuge to Allah (SWT) from heart stiffness, and stay away from doing bad things as basic requirements of their respect for Allah.

5. Believer men and women who accept the existence and absolute singleness of Allah (SWT) and give alms are going to be granted to go to Paradise as the reward for their in-cash or in-kind charities. Those who have these qualifications are also true people in their essence and words.

6. The life of the world is nothing but the commodity of play, entertainment, obtaining more stuff, the race to have more kids, and deception. However, the abode of the hereafter is a place that is determined according to the deeds in the world either a severe torment or a place of forgiveness and approval of Allah (SWT).

7. Disasters such as famine and drought and infectious disasters such as diseases and disasters are recorded in advance in all details in the books titled Lawh-i Mahfuz (The Preserved Tablet), Kitab-ı Mubîn (The Clear Book) or Imam-ı Mubîn (The Clear Register) in the pre-eternal science circle of Allah (SWT). This situation has a direct and close relationship with the belief in fate in Islam.

8. Stinginess is a bad morality, and this denial of morality does not even have the slightest effect on Allah Almighty and His Holiness. Because Allah (SWT) is only the giver of abundance, He is not in need of anything.

9. Allah Almighty sent down the Prophets and the books with them so that humanity could live in peace and balance. He also sent down iron, which is the driving force of people’s technological developments and has many benefits, so that they can be used against the enemies of God and the religion with weapons made of iron.

10. Allah Almighty sent the prophets (pbuh) one after another for guiding humanity and bestowed a subtle feeling and mercy on the hearts of Jesus (pbuh) and those who believed in him. However, Christians channeled the feelings of compassion and mercy in the wrong direction regarding the creatures favored by Allah (SWT) by transforming them into the clergy.

11. Narrated Irbad bin Sariyah, that the Prophet Muhammad (ﷺ) would recite the Musabbihat (Chapters; 17 – The Israelites, 57 – The Iron, 59 – The Banishment, 61 – The Ranks, 62 – The Congregation, Friday, 64 – The Mutual Disillusion & 87 – The Most High) before sleep and say, “Indeed there is an Ayah in them that is better than one thousand Ayat.” (Jami` at-Tirmidhi, Chapters on The Virtues of the Qur’an, (Hadith: 2921).

Hadîd Suresi Yorumu 1 Giriş

Hadîd Suresi Yorumu başlıklı bu yazımızda Hadîd Suresindeki inceliklere biiznillâh temas etmeye çalışacağız. Mushaftaki sıralamada 57’nci sıradaki Hadîd Suresi, adını 25’inci ayetinde geçen “hadîd” kelimesinden almıştır. “Hadîd” kelimesi “demir” anlamına gelmektedir. Hadîd Suresi, “sebbeha” ve “yüsebbihu” kelimeleriyle başlayan ve “Müsebbihat” olarak tanımlanan surelerin ilkidir ve 29 ayetten oluşur. Diğer Müsebbihat sureleri 17 – İsrâ, 59 – Haşir, 61 – Saff, 62 – Cuma, 64 – Tegâbün ve 87 – A’lâ’dır.

Hadîd Suresi’nin 29 ayetinde, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin esmâ-i hüsnasından 19’u yer almaktadır. Bu güzel isimler suredeki sırası ile şöyledir:

Allâh (Bütün kemal sıfatların kendisinde bulunduğu, mutlak, hakîkî, eksiksiz, ezelî, ebedî, her şeyin yegâne sâhibi, mâliki ve yaratıcısı, eşi, benzeri ve zıddı tasavvur edilemeyen, diğer varlıkların zarûrî kaynağı ve gerçek sebebi, Vâcibu’l-Vücûd),

Er-Rahmân (Mümin kâfir ayırmadan yarattığı bütün varlıklara merhamet eden, ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irade buyuran, rızıkları ve her türlü iyilikleri sonsuz bir şekilde ihsan eden, nimet veren),

Er-Rahîm (Verdiği nimetleri iyi kullananlara daha büyük ve ebedî nimetler veren, Âhirette mümin kullarına acıyan, merhamet eden),

Hüve (Hiçbir varlığın müşahede edemeyeceği Allah’ın mutlak gaybı ve sırrı, Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin Zâtına işaret eden ismi, mukarrebûnun makamı),

El-Azîz (En üstün ve şanı en yüce, benzeri olmayan, eşsiz kudret sâhibi, mağlûp edilmesi imkânsız, her şeye hâkim),

El-Hakîm (Son bulması tasavvur edilemeyen daimî ve ezelî en yüksek ilme sâhip olan, künhünü kendisinden başkasının tam manasıyla bilemeyeceği bir ilimle bilen, gerçek hikmet sâhibi),

El-Kadîr (Her şeye gücü yeten, kuvvet ve kudretinde sonsuz, dilediği gibi yapmaya gücü yeten, dilerse yapan, dilemezse yapmayan, acz tahallül etmeyen),

El-Evvel (Bir sonu olmadığı gibi bir başlangıcı da bulunmayan, bütün mevcudata nispetle her şeyden önce, ezelî),

El-Âhir (Bir evveli olmadığı gibi bir sonu da olmayan, her şeyden sonra kalacak ebedî),

Ez-Zâhir (Mukaddes varlığı kâinatta tecellisiyle her şeyden daha aşikâr, açık olarak anlaşılan, her şeyden sezilen),

El-Bâtın (Mukaddes Zâtı idraklere sığmayacak derecede yüce, görünmeyen, gizli),

El-Alîm (Ezelî ilmiyle, büyük-küçük, mümkün-muhal, gizli-aşikâr her şeyi bilen, ilmi yaratılmış ve yaratılmamış her şeyi birlikte ihata eden),

El-Basîr (Aydınlık karanlık, uzak-yakın, büyük-küçük her şeyi, bütün kâinatı en mükemmel, külli, mutlak ve sonsuz şekilde noksansız olarak gören),

Er-Raûf (Yarattıklarına karşı çok merhametli, kulları hakkında kolaylık murat eden, her mahlukunun bütün ihtiyaçlarını gören ve düşmanlarından emin kılacak her türlü duygularla ve azalarla donatan, bol ihsan eden),

El-Habîr (Eşyanın hakikatlerini ve gizliliklerini bilen, her şeyden haberdar, hiçbir gizlilik kendisinden saklanamayan),

El-Ğani (Hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç olmayan, kullarının bütün ihtiyaçlarını karşılayan mutlak zengin),

El-Hamîd (Kulları tarafından ebediyete kadar övülen, kemal sıfatları zikredilerek kendisine hamd edilen),

El-Kaviy (Kuvveti tam ve eksiksiz, yegâne güçlü, zaaftan münezzeh, her şeye galip),

El-Ğafûr (Affediciliği tam, çok mağfiret eden, çok şefkat gösteren, bağışlayan, yarlıgayan, melaike ve ruhanîlere karşı kulların kusurlarını örten).

Hadîd Suresi’nin ana konularını özet olarak şu şekilde görmek mümkündür:

1. Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı (cc) tesbih etmektedir. Yerleri ve gökleri hiçlikten var eden Allâh (cc), bu açıdan bütün canlı varlıkları da hem dirilten hem de öldürendir. Kâinattaki her şey O’nundur ve bütün mevcudatın evvelinde, sonunda, görünen ve görünmeyen yüzünün verasında hep Allâh (cc) vardır.

2. Allah (cc), yeri ve gökleri altı zaman diliminde yaratmıştır. Varlığı en ince ayrıntısına kadar bilen ve gören olması hasebiyle bütün işlerin dönüp varacağı yer Allâh’ın (cc) huzurudur. Gündüzü ve geceyi hikmetle deveran ettiren, varlığı insanlığın emrine amade hale getiren, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaran Allah’a ve Peygamberine iman etmek, şuur sahibi varlıkların üzerinde temel bir borçtur.

3. İnsanlar, Allah’ın (cc) lütfettiği maddi, manevi ve dünyevi zenginliklerden, kendilerine ebedi Cennet şeklinde ödenmek üzere sarf etmelidirler. Ayrıca bu mükafat, onlara haşir sabahında muhteşem bir ışık şeklinde verilecektir. Ancak, Allâh’ın (cc), bu sözüne güvenmeyen, bilhassa da dünya hayatında müminlerin başlarına çeşitli felaketlerin gelmesini bekleyen, musibetlere içten içe sevinen münafık karakterler, en ihtiyaç duydukları anda bu ışıktan mahrum kalacaklardır. Çünkü onlar artık şeytanın ağındadırlar. Ne tövbe için dünyaya geri dönebilecekler ne de kurtulmaları karşılığında onlardan bir fidye istenecektir.

4. İman eden müminlerin, Allâh’a (cc) saygılarının temel bir gereği olarak, evrâd u ezkar ile kalplerini yumuşatmaları, kalp katılığından Allâh’a sığınmaları ve fısk u fücûrdan uzak kalmaları gerekmektedir.

5. Allâh’ın (cc), varlığını ve birliğini tasdik eden ve sadaka veren, imanlarının gereği olarak yakın ve uzak kimselere ayni ya da nakdi yardımlar yapan mümin erkeklerle kadınların bu iyilikleri, kendilerine Cennet mükafatı olarak geri dönecektir. İşte bu vasıftaki kimseler aynı zamanda özleri ve sözleri doğru kimselerdir.

6. Dünya hayatı, ancak oyun, eğlence, süs, övünme, çok mal, evlat sahibi olma yarışından ve aldanış metaından başka bir şey değildir. Halbuki ahiret yurdu ise, dünyadaki amellere göre ya Allah’ın (cc) mağfiret ve rıza yurdudur veya çetin bir azaptır. Mağfiret ve Cennet, Allâh’ın (cc) çok büyük bir lütfudur.

7. Kıtlık ve kuraklık gibi arazî, hastalık ve âfetler gibi enfüsî musibetler, Allah’ın (cc) ezelî ilmi dairesinde Levh-i Mahfûz, Kitab-ı Mübîn ya da İmâm-ı Mübîn unvanlı kitaplarda bütün ayrıntıları ile önceden kaydedilmiştir. Bu durumun İslâm’daki kader inancı ile doğrudan ve sıkı bir ilişkisi bulunmaktadır.

8. Cimrilik, kötü bir ahlâk olup, bu redî ahlâkın Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine en küçük bir şekilde etkisi söz konusu değildir. Çünkü Allâh (cc), sadece bol bol verendir, hiçbir şeye muhtaç olmayandır.

9. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, insanlığın huzurlu ve dengeli yaşayabilmesi için Peygamberleri (ase) ve onlarla birlikte kitapları indirmiştir. Allâh ve din düşmanlarına karşı kullanılsın, dinine ve peygamberlerine yardım edenler belli olsun için, insanların teknolojik gelişmelerinin muharrik gücü olan ve birçok faydaları bulunan demiri indirmiştir.

10. Cenâb-ı Hak, insanlığın hidayeti için peygamberleri (ase) art arda göndermiş, bilhassa İsa (as) ile ona inananların kalplerine ince bir duygu ve merhamet ihsan etmiştir. Ancak Hristiyanlar, Allâh’ın (cc) kendilerine lütfettiği yaratılmışlara şefkat ve merhamet duygusunu, ruhbanlığa dönüştürerek yanlış yöne kanalize etmişlerdir.

11. İrbad b. Sariye’den (ra) rivayete göre, Resülullah (sas) yatmadan önce Müsebbihat surelerini (İsra, Hadîd, Haşir, Saf, Teğâbün ve A’lâ) okur ve “Bu sureler içinde bir ayet vardır ki bin ayetten daha hayırlıdır” buyururdu.[1]

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم

بِسْـــــــــــــــــــــــــــــــمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

والحمد لله رب العالمين، والعاقبة للمتقين، والصلاة والسلام على عبده ورسوله وأمينه على وحيه وخليله وصفوته من عباده نبينا وإمامنا وسيدنا محمد بن عبدالله، وعلى آله وأصحابه، ومن سلك سبيله، واهتدى بهداه إلى يوم الدين

رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْرِ

رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي

ربنا زدنا علما وفهما نافعا وتمم لنا بالخير يا الله ويا رب العالمين

Mevcudatın Allâh’ı (cc) Tesbih Etmesi

 سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ ۖ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 1

Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ı tespih etmektedir. O, Azîz’dir (her şeye galiptir), Hakîm’dir (her işinde hikmet sahibidir).” (Hadîd, 57/1)

Tesbih” kelimesi, Cenâb-ı Hakk’ı uluhiyetle bağdaşmayan her türlü eksiklik ve noksanlıktan, zıddı, eşi ve benzeri bulunmasından tenzih, Zâtı, sıfatları, fiilleri, esmâ-i hüsnâsı ve hükümleri itibarı ile takdis, ilmi ile bütün malûmatı kuşattığını, her türlü makdürata kadir olduğunu ve mutlak vahdetini ikrar etme demektir. Allâh’ın (cc) hükmünün, bütün varlığa şamil olduğunu, hiçbir hususun O’nun açısından bir zorunluluk teşkil edemeyeceğinin dil, kalp ve akıl ile ifade edilmesidir. Kısaca “tesbih”, kulun Allah’a ibadet etme niyetiyle her türlü kötülükten hızla uzaklaşarak, Allâh’a (cc) yönelmesidir.

Kur’an-ı Kerim’de, seksen yedi ayette seksen dokuz yerde geçen “sebh” kavramı, ikisi Mekkî, beşi Medenî yedi surenin başında yer alır. Medenî sureler olan Hadid, Haşr, Saf, Cuma ve Teğabün Sureleri bu kelime ile başladığı için “Müsebbihât Sureleri” olarak da anılır.

Yine “sebh” kökünden gelen “Sübbûh” kelimesi de Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin esmâ-i hüsnâsındandır.[2]

Hz. Âişe’den (r.anhâ) rivayete göre Resülullah (sas) rükûlarında ve secdelerinde: “Subbûhun, Kuddûsün, Rabbu’l-melâiketi ve’r-Rûh” (Tesbih edilensin / Münezzehsin, Mukaddessin, Melekler ile Rûhun / Cebrail’in Rabbisin) şeklinde dua ederdi.”[3]

Cenâb-ı Hak Sübbûh’tur, çünkü tesbih edilendir. Her türlü noksandan münezzeh ve müberrâdır. Kuddûs’tür, çünkü takdis edilendir. Her türlü şerikten ve uluhiyet muktezasına zıt hususlardan mukaddestir. Bütün varlıkların olduğu gibi meleklerin ve Rûh’un da Rabbidir.

Kur’ân-ı Kerîm’de evrendeki bütün gök cisimlerinin hareketleri “sebh” kelimesi ile (وَكُلٌّ فٖى فَلَكٍ يَسْبَحُونَ)Hepsi (güneş, ay ve yıldızlar ayrı ayrı) bir yörüngede yüzerler (hareket ederler)” (Yasin, 36/40) şeklinde beyan edilmiştir.

Ayrıca “Yedi gök ve yer, bir de bunlar içinde bulunanlar (insan, cin ve melekler) Allah’ı tesbîh ederler. Hiçbir varlık yoktur ki, O’nu hamd ile tesbîh etmesin. Fakat siz, onların tesbihini (dillerini bilmediğinizden) anlamazsınız. O gerçekten Halîm’dir, Gafûr’dur” (İsra, 17/44) buyurularak, akıllı-akılsız ayrımı yapılmaksızın bütün mevcudatın Yüce Allah’ı tesbîh ettiği beyan edilmektedir.

Yine, “Göklerde ve yeryüzünde bulunan kimselerle, sıra sıra (kanat çırparak uçan) kuşların Allah’ı tespih ettiğini görmez misin? Her biri duasını ve tesbihini kesin olarak bilmektedir. Allah, onların yapmakta oldukları şeyleri hakkıyla bilendir” (Nur, 24/41) buyurularak sadece canlıların yapmış oldukları tesbih ibadeti nazarlara verilmiştir.

Yukarıdaki her iki ayet-i kerimede de canlı varlıkları nitelemek için kullanılan (مَنْ) kullanılmaktadır ki tesbih yapanların; insanlar, melekler, cinler ve akıl sahibi canlı diğer varlıklar olduğu anlaşılmaktadır.

Mamafih, yorumu sadedinde bulunduğumuz Hadîd suresi birinci ayetinde ve diğer ayet-i kerimelerde (Haşr, 59/1, 24; Saf, 61/1; Cuma, 62/1; Teğâbün, 64/1), tesbih yapan varlıklar Arapça’da hem canlı hem de cansız varlıkları nitelemede kullanılan (مَا) “” edatı ile beyan edilmektedir. Ayrıca dağların (Enbiya, 21/79) ve gök gürültüsünün Allâh’ı (cc) tesbih ettiği Kur’ân-ı Kerîm’de yer almaktadır. Gök gürültüsünün tesbihi şu şekilde beyan edilmektedir:

وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهٖ وَالْمَلٰئِكَةُ مِنْ خٖيفَتِهٖ وَيُرْسِلُ الصَّوَاعِقَ فَيُصٖيبُ بِهَا مَنْ يَشَاءُ وَهُمْ يُجَادِلُونَ فِى اللّٰهِ وَهُوَ شَدٖيدُ الْمِحَالِ

Gök gürültüsü, Allah’a hamd ile, Melekler de Allah’tan korkarak tesbîh ederler. Allah, yıldırımlar gönderip onunla dilediğini çarpar. Böyle iken o kâfirler, hadlerini bilmezler de Allah hakkında mücadele ederler. Halbuki Allah’ın darbesi pek şiddetlidir.” (Rad, 13/13)

Enes b. Malik (ra) anlatıyor:

“Resülullah (sas), bir sahabesini, Allâh’ın varlığını ve birliğini kabul etmesi için müşriklerin liderlerinden birine gönderdi. Müşrik adam:

“Beni kendisine davet ettiğiniz bu ilah altından mı, gümüşten mi yoksa bakırdan mıdır?” deyince, bu söz sahabinin çok gücüne gitti ve Resülullah’ın (sas) yanına dönüp olanları anlattı. Hz. Peygamber (sas):

Tekrar yanına git” buyurdu.

Sahabi, tekrar müşrik adama gitti. Ancak müşrik yine aynı şeyleri söyledi. Sahabi, Resülullah’ın (sas) yanına dönüp olanları bildirince, Allah Resulü (sas):

Tekrar yanına git” buyurdu.

Sahabi bir daha gitti. Müşrik adam aynı şeyleri bir daha deyince, sahabi dönüşe geçti. Yoldayken Yüce Allah gökten gönderdiği bir yıldırımla o müşriki yaktı. Sahabinin bundan haberi yoktu. Vardığında Resülullah (sas) ona şöyle dedi:

Yüce Allah o adamı helak etti. Yüce Allah bu konuda:O yıldırımlar gönderir de onunla dilediğini çarpar” (Rad, 13/13) ayetini indirdi.[4]

Cansız gibi görünen varlıkların Allâh’ı (cc) tesbih etmeleri ile ilgili örnekler, Efendimiz’in (sas) hayat-i seniyyelerinde bolca mevcuttur.

Bunlardan birisini Hz. Cabir (ra) şöyle anlatıyor:

Resülullah (sas) hutbelerini bir hurma kütüğünün üzerine dayanarak verirdi. Marangoz çalışanı olan Ensarî bir kadın:

“Ya Resulallah! Benim bir marangoz çalışanım var. İsterseniz sizin için, üzerinde hutbe okuyacağınız bir minber yaptırabilirim. Olur mu?” dedi. Resülullah da (sas):

Olur” dedi.

Resülullah (sas) için minber yapıldı. Cuma günü geldiğinde, artık o minberin üzerinde hutbe okumaya başlamıştı.

İşte bu esnada, daha önce üzerinde durduğu kütük, bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Resülullah (sas) minberden indi, hurma kütüğünü kucakladı. Bunun üzerine kütük sakinleşti ve Efendimiz (sas):

Bu, yanında yapılan zikri dinlemekten uzak kaldığı için ağladı” dedi.”[5]

İbnu Büreyde’nin babası, Hz. Peygamber’in (sas) bu hurma kütüğünün üzerine elini koyup şöyle dediğini rivayet etmiştir:

İstersen, yüce Allah’a dua edeyim. Seni, eskiden olduğun yere geri dikeyim. İstersen, seni Cennete dikeyim, Cennet ırmaklarından ve pınarlarından sulanır, orada güzelce yetişir ve meyve verirsin. Allah’ın sevgili kulları da meyvenden yerler. Nasıl istersen öyle yapayım” dedi.

Resülullah (sas): “Olur, öyle yapayım, olur öyle yapayım” dedi. Bunun üzerine Resülullah’a (sas) kütüğün neyi istediği soruldu:

Cennete dikmemi istedi” buyurdular.[6]

İbnu Abbas (r. anhümâ) anlatıyor: “Bir bedevi gelerek Aleyhissalâtu vesselâm’a:

“Senin Allah elçisi olduğunu ne ile bileyim?” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:

Hurma ağacından şu salkımı çağırmamla. O benim Allah’ın elçisi olduğuma şehadet eder!” dedi ve onu çağırdı. Salkım, ağaçtan inmeye başladı. Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın yanına düştü ve:

İki defa; “Selam senin üzerine olsun ey Allah’ın Resulü!” dedi. Sonra Aleyhissalâtu vesselâm ona:

Haydi yerine dön!” diye emrettiler. Salkım, yerine döndü ve eski yerine kaynadı. Bedevi (bu manzara karşısında) Müslüman oldu.”[7]

Abdullah b. Mesud (ra) şöyle diyor: “Yemin olsun ki, biz (Resülullah’ın yanında) yemek yenirken yemeğin “sübhanallah” dediğini işitirdik.[8]

Güneş doğmadan ve batmadan önce, gece ve gündüzün değişik saatlerinde Allah’ı tesbih etmenin emredildiği ayetlerde (Ali İmran, 3/41; Taha, 20/130; Rum, 30/17-18; Fetih, 48/9; Kaf, 50/39-40) tesbihin “namaz” anlamında kullanıldığı görülmektedir.

İhyâ ve İmâte

لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ ۖ يُحْيِي وَيُمِيتُ ۖ وَهُوَ عَلَىٰ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ 2

Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnızca O’nundur. Diriltir ve öldürür. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Hadîd, 57/2)

Allâh (cc), hiçbir varlığa ihtiyacı olmayan, bütün varlığın da kendisine muhtaç olduğu “Vâcibu’l-vücuddur”. Allâh’ın dışındaki her varlık, ister maddi isterse de manevi hüviyete sahip olsun, varlığı ya da yokluğu birbirine eşit “mümkün” kategorisindedir. Bütün mevcudat O’nun sadece “ol” emri ile vücuda gelmiş, mülkü sonsuz olmasına rağmen, insanların anlayışına hitap etmek için, ayet-i kerimede önce “makro-kozmos / büyük evren” sonra da “mikro-kozmos / küçük evren” zikredilmiştir.

İhyâ” ve “imâte” Cenâb-ı Allâh’ın fiilî sıfatlarındandır. “Muhyî” kelimesi “hayat” kökünden sıfat olup “can veren, dirilten, hayat bahşeden” anlamında esmâ-i hüsnâdan Allah’ın en güzel isimlerindendir. “Mümît” ise “can verdiği mahlûklara ölümü kader olarak yaratan, öldüren” anlamında yine esmâ-i hüsnâdan Allah’ın en güzel isimlerindendir.

Allâh (cc), ezelî ve ebedî “hayat” sıfatı ile yaşatan, sonra öldüren, öldürdükten sonra da tekrar diriltecek olandır. Cenâb-ı Hakk’ın “hayat” sâhibi olması, hayat vasfı ile en kâmil manada muttasıf olması demektir. Cenâb-ı Hak hakkında, vacip/zorunlu olan bu sıfat, mahlûkatta görülen ve maddenin ruh ile birleşmesinden doğan, geçici ve maddî bir hayat olmayıp, bütün hayatların kaynağı olan hakikî hayattır.

Kur’an-ı Kerîm’de “Hay” (diri) ve “Muhyî” (dirilten, can veren) şeklinde zikredilen isimleriyle (el-Bakara 2/255; er-Rûm 30/50) Cenâb-ı Allah hayatı bahşedendir. Bir âyet-i kerimede Cenâb-ı Hakk’ın hem “Hayat” sıfatı hem de ölümsüzlüğü şu şekilde beyan buyurulur:

(وَتَوَكَّلْ عَلَى الْحَيِّ الَّذٖى لَا يَمُوتُ) Ebediyen ölmeyecek, o mutlak Hayat sahibine güven.” (Furkan, 25/58)

Hayat” sıfatı, “İlim, İrade, Kudret” gibi kemâl sıfatlarıyla yakından ilgilidir. Bu sıfatların sâhibi bir Zâtın, hayat sâhibi olması zarurîdir. Çünkü ölü bir varlığın ilim, irade ve kudret gibi kemâlâtın sâhibi olacağı düşünülemez. Bunun içindir ki “Hayat” sıfatı, “Cenâb-ı Hakk’ın ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarla vasıflanmasını sağlayan ezelî bir sıfattır” diye târif edilmiştir. Hayat sıfatının zıddı memât, yani ölü olmaktır. Bu ise Allah hakkında bütünüyle muhaldir.

Hayy”, Allah’ın Zâtî isimleri ve sübûtî sıfatları arasında yer alır ve tenzîhî sıfatlar gibi Zat-ı İlâhiyenin dışında hiçbir şeye taalluk etmez. “Hayy” ism-i şerîfinin, biraz sonra Hadîd, 57/3 ayet-i kerimesinde geleceği üzere, “Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın” esmâ-i hüsnâları ile anlam beraberliği bulunmaktadır.

قُلِ اللّٰهُ يُحْيٖيكُمْ ثُمَّ يُمٖيتُكُمْ ثُمَّ يَجْمَعُكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ لَا رَيْبَ فٖيهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

De ki: “Size hayat veren ve sonra da sizi öldüren Allah’tır. Sonunda O, hepinizi Kıyamet Günü bir araya toplayacaktır. O (günün gelip çatması) her türlü şüphenin üstündedir. Ancak insanların çoğu bu gerçeği anlamamaktadır.” (Câsiye, 45/26)

Şu ayet-i kerimeler de “Allâh’ın diriltme ve öldürme” sıfatlarını açık bir şekilde beyan etmektedir:

(وَاللّٰهُ يُحْيٖ وَيُمٖيتُ)Allâh (cc), yaşatan ve öldürendir” (Ali İmran, 3/156; Araf, 7/158; Yunus, 10/56). (ثُمَّ يُمٖيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيٖيكُمْ) Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir” (Bakara, 2/28; Hac, 22/66)

Kur’ân-ı Kerîm’de, Cenâb-ı Allâh’ın “ihyâ” sıfatı, maddi, biyolojik ve tabiatın işleyişi için koyduğu kanunlar çerçevesinde yaratmasının haricinde, kâfirden müminin, kötü kişiden iyinin ve cahilden âlimin çıkması anlamlarında, kalp ve ruh planındaki “manevî dirilişi ve hayatı” yaratanın da Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri olduğu bizlere şu şekilde beyan edilmektedir:

يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اسْتَجٖيبُوا لِلّٰهِ وَلِلرَّسُولِ اِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيٖيكُمْ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهٖ وَاَنَّهُ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ

Ey Müminler! Peygamber, size hayat verecek olan (dini emir ve yasaklara sizi dâvet ettiği zaman), Allah’a ve Resulünün çağrısına uyun. Bilin ki Allah, kesinlikle kişi ve kalbi arasına girer (böylece size manevi bir diriliş lütfeder, hayat bulursunuz). Ve siz muhakkak toplanıp Allâh’a (huzuruna) varacaksınız.” (Enfâl, 8/24)

Efendimiz (sas), Cenâb-ı Allâh’ın “Hayy” ve “Lâ Yemût” sıfatlarını bir arada zikrettiği duasında teslim-tevekkül-inâbe korunağına şu şekilde sığınmaktadır:

عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم كَانَ يَقُولُ

اللَّهُمَّ لَكَ أَسْلَمْتُ وَبِكَ آمَنْتُ وَعَلَيْكَ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْكَ أَنَبْتُ وَبِكَ خَاصَمْتُ اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِعِزَّتِكَ لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ أَنْ تُضِلَّنِي أَنْتَ الْحَىُّ الَّذِي لاَ يَمُوتُ وَالْجِنُّ وَالإِنْسُ يَمُوتُونَ

Abdullah İbn Abbâs’tan (ra) rivayet edildiğine göre Resülullah (sas) şöyle dua etmiştir:

Allahım! Ancak Sana teslim oldum. Sana iman ettim. Sana tevekkül ettim. Sana yöneldim. Ancak Seninle düşmana karşı mücadele ettim. Allahım! Beni sapıklığa düşürmenden Senin izzetine sığırım. Senden başka ilah yoktur. Ölmeyen diri ancak Sensin. Cinler ile insanlar ise ölürler.[9]

Cenâb-ı Hakk’ın “Muhyî” ve “Mümît” isimleri, “Kâbız, Bâsıt, Bâri’, Hâlik, Musavvir, Muîd, Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın” gibi esmâ-i hüsnâsı ile anlam yakınlığı içerisindedir.

Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın

هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ ۖ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ 3

O, (her şeyden önce mevcut olan) Evvel’dir ve (her şey helâk olduktan sonra geriye kalacak) Âhir’dir ve (Varlığı sayısız delillerle) Zâhir’dir ve (akılların idrak edemeyeceği Zât’ı ise) Bâtın’dır. O, her şeyi bilendir.” (Hadîd, 57/3)

Allâh (cc), Kendisi dışında kalan her şeyin, zamansal olarak sonradan var edilmiş bütün insanların akıllarının künhünü anlamaya güç yetiremeyeceği ve kuşatamayacağı bir Evvel, bir Ezel-i Lâ Yezâl’dir. Bu kapalılık, Allâh’ın (cc) Ezeliyet ve Evveliyet nurlarının azameti ve parlaklığı sebebiyledir.

Allâh Teâlâ, mükâfat ehline mükâfatını, ceza ehline cezasını verdikten sonra, Cenneti ve Cennetlikleri, Cehennemi ve Cehennemlikleri, Arşı, Kürsî’yi, Melekleri, bütün varlığı yok edip neticede, Kendisinden başka hiçbir şeyin kalmayacağı bütün sonların en sonu Âhir’dir.

Ebu Hüreyre’nin (ra) rivayetine göre Resülullah (sas) şöyle buyurmuşlardır:

Allâh (cc), yeri ve gökleri yarattığı zaman sur’u da yarattı ve onu İsrâfîl’e teslim etti. İsrâfîl, sur ağzında, gözlerini iyice açmış, sur’a üfleme emri ne zaman gelecek diye beklemektedir.

Ebu Hüreyre: “Sur nedir?” diye sordu. Efendimiz (sas) cevap verdi:

O bir borazandır.

Ebu Hüreyre: “Nasıldır?” Efendimiz (sas):

Çok büyüktür. Benliğim kudret elinde olana yemin ederim ki, o borazanın kenarları yer ve göklerin büyüklüğündedir. Bu borazana üç defa üflenir. Birincisi feza’ (korkunç ses) üflemesi (Neml, 27/87), ikincisi saika (öldürme) üflemesi (Zümer, 39/68), üçüncüsü ise Rabbü’l-âlemîn için kıyam (Mutaffifîn, 83/6) nefhasıdır.

Cenâb-ı Hak, İsrâfîl’e feza’ (korkunç ses) nefhası için emir verir, göklerde ve yerde olanlar (meleklerle insanlar) korkudan ölürler. Ancak Allah’ın diledikleri bundan istisna edilir. Cenâb-ı Hakk’ın; Bunlar ancak (vakti gelince) asla geri kalmayacak (korkunç) bir ses bekliyorlar” (Sad, 38/15) ayetinde beyan ettiği husus budur. Dağlar yürütülür, buluta sonra da seraba dönüşürler. Yer, ahalisini sarsar. Cenâb-ı Hakk’ın;Büyük bir sarsıntının olacağı o günde o sarsıntıyı, peşinden gelen başka bir sarsıntı izleyecektir” (Nâziât, 79/6-7) ayeti ile bu husus anlatılmaktadır. Yer, kendisine dalgaların çarpıp durduğu bir gemi gibi sarsılır. Her emzikli kadın emzirmekte olduğu çocuğundan geçer ve her hamile kadın da karnındaki çocuğunu düşürür. Çocuklar yaşlanır. Şeytanlar dünyayı terk eder, ancak melekler onları semada karşılar, suratlarına vurur ve onları tekrar insanların olduğu yere döndürürler. Onların bir kısmı bir kısmına şu ayet-i kerimedeki gibi seslenir: O gün arkanızı dönüp kaçmak istersiniz, ama sizi Allâh’ın azabından kurtaracak kimse yoktur.” (Mümin, 40/33) Onlar bu haldelerken yeryüzünün bir baştan bir başa yarıldığını görürler. İş büyüktür. Göğe baktıklarında da onu erimiş bakır gibi kırmızı renkte görürler (Meâric, 70/8). Güneş ve ay ışıklarını yitirmişlerdir. Gök yerinden sökülmüştür (Tekvir, 81/11). Yıldızlar kararıp dökülür (Tekvir, 81/2). Ölmüş olanlar bunların hiçbirisini hissetmezler.

Ebu Hüreyre: “Ya Resulallah, Cenâb-ı Hakk’ın “sûr’a üfürülüp de göklerde ve yerde olanlar (meleklerle insanlar) korkudan ölecekler, ancak Allah’ın diledikleri müstesna” (Neml, 27/87) buyruğunda istisna edilenler kimlerdir?” diye sordu. Efendimiz (sas) cevap verdi:

Bunlar şehidlerdir. Rableri yanında rızıklandırılmaktadırlar. Allâh onları, o günün kötülüklerinden muhafaza etmiş, onları emniyete almıştır. O günün korkunç sesi, Allâh’ın şerli kullarına ulaşacak bir nevi azaptır. Sonra Cenâb-ı Hak, İsrâfîl’e; “Bir daha üfle” der. Bu defa da nefha-i saika (ölüm sesi) üflenir. Allâh’ın diledikleri müstesna, yerde ve gökte olan bütün canlılar ölür.

Ebu Hüreyre: “Ya Resulallah, “Allâh’ın (cc) istisna ettikleri” (Zümer, 39/68) kimlerdir?” diye sordu. Efendimiz (sas) cevap verdi:

İstisna edilenler Cebrâil, Mîkâîl, Melekü’l-Mevt’tir (Azrâîl). Bütün canlılar ölünce Melekü’l-Mevt, Cebbâr’a (Allâh’a) gelir ve:

“Ya Rab, yer ve gök ehli öldüler” der. Allâh (cc) ona (en iyi şekilde bildiği halde):

Kim kaldı?” diye sorar. Melekü’l-Mevt:

Ya Rab, hiç ölmeyen ve daimî hayat sahibi Sen, Cebrâîl, Mîkâîl, Hameletü’l-Arş ve bir de ben kaldık” der. Allâh azze ve celle:

Hameletü’l-Arş ölsün” der ve onlar da ölürler. Melekü’l-Mevt, Cebbâr (Allâh’a) gelir ve:

Ya Rab, Hameletü’l-Arş öldüler” der. Allâh (cc) ona (en iyi şekilde bildiği halde):

Kim kaldı?” diye sorar. Melekü’l-Mevt:

Ya Rab, hiç ölmeyen ve daimî hayat sahibi Sen, Cebrâîl, Mîkâîl ve ben kaldık” der. Allâh azze ve celle:

Cebrâîl ve Mîkâîl de ölsünler” der ve ölürler. Arş dile gelir ve Cenâb-ı Hakk’a:

Cebrâîl ve Mîkâîl’i de öldürüyor musun?” der. Allâh azze ve celle:

Sus, ben Arşımın altındaki herkese ölümü takdir ettim” der. Sonra Melekü’l-Mevt Cebbâr (Allâh’a) gelir ve:

Ya Rab, Cebrâîl ve Mîkâîl de öldüler” der. Allâh (cc) ona (en iyi şekilde bildiği halde):

Kim kaldı?” diye sorar. Melekü’l-Mevt:

Ya Rab, hiç ölmeyen ve daimî hayat sahibi Sen ve ben kaldık” der. Allâh (cc) ona:

Sen de benim yarattıklarımdansın. Gördüğün gibi seni ben yarattım. Bundan dolayı sen de öleceksin” der.

Artık Vâhid, Ehad ve Samed Allâh’tan başka hiç kimse kalmaz. En son durum, en baştaki durumdur artık. Yerler ve gökler kitabın kapatılması gibi dürülür ve kapatılır. Sonra onları açar, atar ve şöyle der:

Ben Cebbârım.Sonra,Bugün mülk kimindir?diye sorar ve Kendisi şu şekilde cevap verir: “Tek ve Kahhâr Allâh’ındır.” Sonra da şöyle nida eder:Bana ortak olduğunu iddia eden gelsin!Kimse gelemez. Bu nidayı tam üç defa tekrarlar.[10]

Netice itibarı ile Cenâb-ı Hak, mümkünât âlemini tümüyle yok eder, bütün mahlûkâtı öldürür ve sadece Kendisi kalır. Böylece Âhir ism-i şerîfi tecelli eder.

Allâh (cc), mekânsal açıdan bütün görünenlerin en görüneni, varlığına ait deliller itibarı ile en Zâhir’dir. Bütün gizlilerin en gizlisi Bâtın’dır. Bu dört âlî sıfat, Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî sıfatlarındandır.

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، رضى الله عنه قَالَ كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم يَأْمُرُنَا إِذَا أَخَذَ أَحَدُنَا مَضْجَعَهُ أَنْ يَقُولَ

اللَّهُمَّ رَبَّ السَّمَوَاتِ وَرَبَّ الأَرَضِينَ وَرَبَّنَا وَرَبَّ كُلِّ شَيْءٍ وَفَالِقَ الْحَبِّ وَالنَّوَى وَمُنْزِلَ التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ وَالْقُرْآنِ أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ كُلِّ ذِي شَرٍّ أَنْتَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهِ أَنْتَ الأَوَّلُ فَلَيْسَ قَبْلَكَ شَيْءٌ وَأَنْتَ الآخِرُ فَلَيْسَ بَعْدَكَ شَيْءٌ وَالظَّاهِرُ فَلَيْسَ فَوْقَكَ شَيْءٌ وَالْبَاطِنُ فَلَيْسَ دُونَكَ شَيْءٌ اقْضِ عَنِّي الدَّيْنَ وَأَغْنِنِي مِنَ الْفَقْرِ

Ebû Hüreyre (ra) rivayet ediyor:

“Resülullah (sas), herhangi birimiz yatacağında bize şöyle dua etmemizi emrederdi:

Allah’ım, Ey göklerin ve yerlerin Rabbi, bizim ve her şeyin Rabbi. Taneyi ve çekirdeği yaran, Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’ân’ı indiren! Her şerlinin şerrinden sana sığınırım ki her şeyin iradesi Senin elindedir. Evvel Sensin, Senden önce hiçbir varlık yoktur. Ahir Sensin, Senden sonra hiçbir varlık yoktur. Zahir Sensin, Senin üzerinde hiçbir varlık yoktur. Bâtın Sensin, Senin ötende hiçbir şey yoktur. Benim borçlarımı ödettir ve beni fakirlikten kurtar.[11]

Yerin ve Göklerin Altı Günde Yaratılması, Arş ve İstivâ

هُوَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَىٰ عَلَى الْعَرْشِ ۚ يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْأَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَاءِ وَمَا يَعْرُجُ فِيهَا ۖ وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ ۚ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ 4

O’dur ki, Gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra arş üzerine istiva buyurdu, Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve ona yükseleni hepsini bilir. Ve her nerede olsanız sizinle beraberdir. Hem Allah her ne yaparsanız görür.” (Hadîd, 57/4)

Kur’ân-ı Kerîm’de, göklerin ve yerin altı günde yaratılması ifadesi yedi defa geçmektedir. Ayrıca, semalar ile arzın önceleri bitişik olduğu, sonradan ayrıldığı ve hayatın başlangıcının suya dayalı olduğu (Enbiya, 21/30) ve “duhân” (gaz bulutu) halinde olan semanın yedi gök haline getirildiği (Fussilet, 41/9-12) de beyan edilmektedir.

قُلْ اَئِنَّكُمْ لَتَكْفُرُونَ بِالَّذٖى خَلَقَ الْاَرْضَ فٖى يَوْمَيْنِ وَتَجْعَلُونَ لَهُ اَنْدَادًا ذٰلِكَ رَبُّ الْعَالَمٖينَ وَجَعَلَ فٖيهَا رَوَاسِىَ مِنْ فَوْقِهَا وَبَارَكَ فٖيهَا وَقَدَّرَ فٖيهَا اَقْوَاتَهَا فٖى اَرْبَعَةِ اَيَّامٍ سَوَاءً لِلسَّائِلٖينَ ثُمَّ اسْتَوٰى اِلَى السَّمَاءِ وَهِىَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِیَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَا اَتَيْنَا طَائِعٖينَ فَقَضٰیهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ فٖى يَوْمَيْنِ وَاَوْحٰى فٖى كُلِّ سَمَاءٍ اَمْرَهَا وَزَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ وَحِفْظًا ذٰلِكَ تَقْدٖيرُ الْعَزٖيزِ الْعَلٖيمِ

“(Ey Resulüm) De ki: “Arzı iki günde yaratanı, siz mi inkâr edeceksiniz ve O’na eşler mi koşup duracaksınız? O, bütün âlemlerin Rabbidir. Allah, dört gün içinde, arz üzerinde ağır baskılar (dağlar) ve bereketler yarattı. Arzda bulunanların rızkını da takdir etti. Sonra (Allah), buhar halinde olan göğü istiva etti de ona ve arza: “İkiniz de isteyerek veya istemeyerek gelin meydana çıkın” dedi. Onlar da: “Biz isteyerek geldik” dediler. (Allah’ın emrine boyun eğdiler). Böylece iki günde yedi gök olarak yarattı. Her göğe kurallarını vahy etti. Biz dünya göğünü de yıldızlarla donattık. Dünya semasını (afetlerden) koruduk. İşte bu, Azîz, Alîm Allah’ın takdiridir.” (Fussilet, 41/9-12)

Allah katında gün, yalnız bizim hesap ettiğimiz yirmi dört saatten ibaret değildir. “Ân” ve daha uzun devirlere kadar uzanan bir zaman süreci söz konusudur. Allah katında insanların hesabına göre bin yıl (Secde, 32/5) ve elli bin yıl süren günlerin bulunduğunu (Meâric, 70/4) Kur’ân-ı Kerîm bizlere haber vermektedir. Mesela, Rahmân suresinde yer alan “gün” kelimesi de (Rahmân, 55/29) “ân” manasındadır.

Ayrıca, henüz bütün göklerin ve bu arada güneş sisteminin yaratılma safhasında olduğu bir dönemde, şimdi anladığımız bir tarzda “gün” mefhumunun bulunmayacağı açıktır. Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde, “yevm / gün” kelimesi “vakit / zaman” anlamına da gelmektedir. Bu durumda yerin ve göklerin “altı gün” içinde yaratılması, “mahiyeti bizler için nispeten kapalı, süresini ancak Allah’ın bildiği safha, merhale, evre ya da zaman dilimleridir” denilebilir.

Yüce Allâh, iki günde yedi kat olarak yarattığı gökleri, (Allâhu a’lem) bir anlamda yıldızları, gezegenleri, yıldız ve gezegenler arası maddeler olan gaz ve toz bulutlarını, göktaşlarını ve tespit edilebilen en büyük sistem olan galaksileri yaratmış, daha sonra da arşa istiva buyurmuştur (Hadîd, 57/4; Araf, 7/54; Yunus, 10/3; Furkan, 25/59; Secde, 32/4).

Ayet-i kerimede, Cenâb-ı Hakk’a ait biri “halk / yaratma” diğeri de “istiva / hakimiyet” gibi iki tecelli mertebesi görünmektedir. Varlığı, önce benzersiz bir şekilde ve tedriç kanunu dahilinde var etmiş, daha sonra bir düzene koyarak, hiç yoktan ve benzersiz yaratmasına, var ettiği hassas dengenin ve düzenin sahibi olduğuna ve ilâhî hakimiyet manasına “istiva” kelimesi ile işaret etmiştir.

Arş” kelimesi sözlükte “yükseklik, yüksek yer veya yüksek şey” anlamına gelmektedir. Istılahta ise, bütün varlığı kaplayan, beşer aklının idrak edemeyeceği ve ilm-i ilâhî’ye ait bir kavramdır. Bütün gökler, Cennetler, Sidretü’l-müntehâ ve kürsî “arş” kavramının ihatasındadır. Arşın olduğu yerde, artık bütün mekânî ve zamanî sınırlar yok olmuş, arşın ihata edilebilmesi imkânsız hale gelmiş demektir.

İstiva” kelimesinin hakîki anlamının, “arş” kelimesinde olduğu gibi beşere ait zaman ve mekân kayıtlarının bütünü ile dışında olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü her iki kavramı cismani bir şekilde anlamanın şeri bir delili yoktur. Tam aksine buradaki istivanın, Cenâb-ı Hakk’a ait bir keyfiyet olup beşer tarafından bilinemeyeceği, Kur’ân-ı Kerîm’deki (لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَیْءٌ) O’na benzer hiçbir şey yoktur” (Şura, 42/11) nassı iktizasınca, Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin Zâtı ve icraatının beşer aklı ile tam olarak kavranamayacağı açıktır. Dolayısı ile istivaya cismani bir anlam vermek ve Cenâb-ı Hakk’a mekân izafe etmek, şeri şerifin dışına çıkmaktır.

Mâlikî mezhebinin büyük müçtehidi ve muhaddis İmam Mâlik (v. 179/795) hazretleri, kendisine istivanın nasıl olduğunu soran bir kimseye, “İstiva malum, nasıllığı ise meçhuldür. İstivanın gerçekliğine iman farz, niceliğini sormak ise bidat çıkarmaktır. Ben senin zındık olduğunu düşünüyorum. Çıkarın bu adamı mescidden” diyerek soru soran kişiyi kovdurmuştur.[12]

Cenâb-ı Hak, bir önceki ayette “O, hem Evveldir hem Âhirdir hem Zahirdir hem Bâtındır” buyurarak, arşın, göklerin ve yerin ilâhı olduğunu beyan etmiş, en sonunda da “Her nerede olsanız, O sizinle beraberdir” cümlesi ile kudreti, îcadı, tekvîni ve ilmi ile bizimle beraber olduğunu beyan etmiştir.

Mülk ve Melekût

لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ ۚ وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الْأُمُورُ 5

Bütün göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Bütün işler (netice itibariyle) Allâh’a döndürülür.” (Hadîd, 57/5)

Mülk” kelimesi sözlükte, beş duyu ile bilinen, hissedilen âlem ve şehadet âlemi anlamındadır. Yukarıdaki ayet-i kerimedeki gibi, Cenâb-ı Hakk’a izafe edilerek kullanıldığında, Allâh’ın (cc) bütün mevcudat ve varlık alanı üzerindeki hükümranlığı kastedilmiş olur. Allâh’ın (cc) esma-i hüsnâsından birisi de “Mâlikü’l-mülk”tür.[13]

Kur’ân-ı Kerîm’de “mülk” kelimesinin daha güçlü beyan edilmiş hali “melekût” kelimesidir ve yine “mülk” anlamına gelmektedir. Elmalılı “melekût” kelimesini, “bütün alemin tam bir mülk, bir saltanata tabi memleket olması ve bu memleketi zabt u idare eden esrâr-ı rububiyet ve saltanat kanunları” olarak tanımlar.[14]

Melekût” kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de iki yerde, (مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ)göklerin ve yerin melekutu” (Enam, 6/75 ve Araf, 7/185) ve iki yerde de (مَلَكُوتُ كُلِّ شَیْءٍ)her şeyin melekûtu” (Müminun, 23/88 ve Yasin, 36/83) şeklinde geçmektedir.

Ezelden ebede mülkün sahibi ve hükümdarı ancak Allah’tır (cc). Yerde ve gökte olanlar O’na aittir. Sadece bu mükevvenat değil, ahiret de O’nundur. Bu âlemde hiç kimse mülkün gerçek sahibi değildir. Cenâb-ı Hakk’ın “Mâlikü’l-mülk” isminin tecellisini mertebeleriyle görenler, Yüce Allah’ın mülkün hakiki sahibi olduğunu, kendilerini mülk sahibi zannedenlerin de büyük yanılgılarını görür ve anlarlar. Allah’ın (cc), kudret eli zahiri ve batınî mülkün her yerindedir. Bu açıdan, Allah’ın (cc) kullarına zulüm yapan ve zahiren mülk sahibi görünen kimseler bu gerçeği daima göz önünde tutmalıdırlar.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri “Mâlikü’l-mülk” güzel isminin geçtiği bir ayet-i kerimeyi, bizlere dua formunda öğreterek şöyle söylememizi istemektedir:

قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ تُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ وَتُخْرِجُ الْحَیَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَیِّ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ

De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allahım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Bütün hayırlar senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin. Geceyi gündüze sokarsın, (geceler kısalıp gündüzler uzar) ve gündüzü geceye sokarsın (da gündüzler kısalıp geceler uzar.) Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de hesapsız rızık verirsin.” (Ali İmran, 3/26-27)

Ayet-i kerimenin fezlekesinde yer alan (وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ) Bütün işler Allah’a döndürülür” beyanı, Kur’ân-ı Kerîm’de altı yerde (Bakara, 2/210; Ali İmran, 3/109; Enfal, 8/44; Hac, 22/76; Fâtır, 35/4; Hadîd, 57/5) tekrar eder.

Kur’ân-ı Kerîm’de, bu fezlekeye benzeyen diğer ayet-i kerimeler, (وَاِلَى اللّٰهِ الْمَصٖيرُ)Ve nihâyet gidiş Allah Teâlâ’yadır” (Al-i İmran, 3/28; Nur, 24/42; Fatır, 35/18), (اِنَّ اِلَيْنَا اِيَابَهُمْ)Şüphesiz onların dönüşleri ancak bize olacaktır” (Ğaşiye, 88/25) ve (اِلَى اللّٰهِ مَرْجِعُكُمْ جَمٖيعًا)Hepinizin dönüşü Allah’a olacaktır” (Maide, 5/48; Maide, 5/105; Hud, 11/4) buyruklarıdır.

Gecenin Gündüze Gündüzün de Geceye Dahil Olması

يُولِجُ اللَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ ۚ وَهُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ 6

 “(Allâh) Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar. Hem O, bütün sinelerde saklı olanları bilir.” (Hadîd, 57/6)

Mâlikü’l-mülk” Allâh Teâlâ, bütün varlığa muhteşem bir düzen ve ahenk lütfetmiştir. Bu ahengin bilhassa da güneş sistemimiz ve dünyaya bakan yönlerinden bir tanesi de gece ve gündüzün oluşum keyfiyetidir. Bu hakikat Kur’ân-ı Kerîm’de dört yerde (Hac, 22/61; Lokman, 31/29; Fatır, 35/13 ve Hadîd, 57/6) zikredilir ve Cenâb-ı Hakk’ın “geceyi gündüze, gündüzü de geceye katması” şeklinde beyan edilir. Bir yerde ise yukarıda değindiğimiz dua formunda (تُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ) (Allâhım) geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın” (Ali İmran, 3/27) şeklinde gelir.

Bu âyet-i kerimenin bir benzeri de şöyledir:

خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّ يُكَوِّرُ الَّيْلَ عَلَى النَّهَارِ وَيُكَوِّرُ النَّهَارَ عَلَى الَّيْلِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرٖى لِاَجَلٍ مُسَمًّى اَلَا هُوَ الْعَزٖيزُ الْغَفَّارُ

Gökleri ve yeri hak ile (hikmetle) yarattı. Geceyi gündüzün üzerine sarıyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. Güneşi ve ayı, insanların menfaatine bağladı. Her biri, belirlenen sonlarına doğru gitmektedirler. Bil ki, O Azîz’dir (her şeye galibdir), Ğaffâr’dır (çok bağışlayandır).” (Zümer, 39/5)

İbn Abbas, Mücahid, Hasen, Katade ve Süddî, (r. anhum) hazeratı, (يُولِجُ اللَّيْلَ فِي النَّهَارِ)Geceyi gündüze katarâyetini, Cenâb-ı Allâh’ın geceden eksilttiği zamanı gündüze katması ve gündüzün en uzun olduğu on beş saate kadar çıkması, gecenin de dokuz saat ile en kısa hale gelmesi şeklinde yorumlamışlardır. (وَيُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ) “Gündüzü de geceye katar” ayeti de böyledir. İbn Mesud’dan (ra) da bu açıklama rivayet edilmiştir.[15]

Şimdi bu ayet-i kerimede beyan edilen hakikati, dünyada gündüzlerin ve gecelerin uzayıp kısalmasının nedenlerini, gezegendeki tüm yerlerin neden aynı gece ve gündüz süresi yaşamadığını bazı ayrıntıları ile kısaca hatırlamaya çalışmamızda fayda bulunmaktadır.

Mevsim değişikliklerine de sebep olan gece ve gündüz sürelerinin değişmesi, iki gerçekle ilgilidir: Biri, Dünyanın Güneş etrafında dönerken kendi ekseni üzerinde de dönmesi, ikincisi Dünya’nın ekseninin 23,5 derece eğik olması.

Dünya, Güneşimizin etrafında dönerken, ekseni 23,5 derecelik eğiklikle doğrudan neredeyse Kuzey Kutup Yıldızını gösterir. Dünya’nın bu eksen eğimi nedeniyle, geceler ve gündüzler uzar ya da kısalır. Dünyanın dönüşü, batıdan doğuya doğru olduğu için de güneş doğudan batıya doğru hareket ediyor gibi görülür.

21-22 Mart’ta Güneş Ekvatora 90 derece açı ile gelir. Bu tarihte, kuzey yarımküre bahar ekinoksunda, güney yarımküre de sonbahar ekinoksundadır. Her iki yarımküre, benzer miktarda güneş ışığı alır, gündüz ve gece uzunluğu dünyadaki tüm yerlerde aynıdır. Bu tarihten sonra, kuzey yarımkürede ilkbahar başlar ve gündüzler gecelerden daha uzun olur. Güney yarımkürede ise sonbahar başlamıştır ve gündüzler gecelerden artık daha kısadır.

21-22 Haziran’da Güneş Yengeç Dönencesine 90 derece açı ile gelir. Bu tarihte kuzey yarımküre yaz gündönümünde en büyük miktarda güneş ışığı alırken, güney yarımküre artık kış gündönümüne girmiştir. Bu tarihte, kuzey yarımkürenin gündüz uzunluğu yılın en uzunu, güney yarımkürenin gündüz uzunluğu ise yılın en kısasıdır. Bunun yanı sıra artık Kuzey Kutup Dairesi’nde 24 saat boyunca gündüz dönemi, Antarktik Bölgesi’nde de 24 saat boyunca karanlık dönemi başlamıştır.

22-23 Eylül’de Güneş tekrar 90 derece açı ile Ekvatorun üzerindedir ve Ekvator bölgesi en fazla miktarda güneş ışığı alır. Bu tarihten itibaren kuzey yarımküre sonbahar ekinoksunda, güney yarımküre ise bahar ekinoksundadır. Bu tarihte, iki yarımküre de benzer miktarda güneş ışığı alır ve dünyadaki tüm yerlerde gündüz ve gece uzunluğu aynıdır. Bu tarihten sonra, kuzey yarımkürede sonbahar başlamış olur ve gündüzler de gecelerden artık daha kısadır. Güney yarımkürede ise bahar başlar ve gündüzler de gecelerden daha uzun olur.

21-22 Aralık’ta Güneş, 90 derece açı ile Oğlak Dönencesi üzerindedir. Güney yarımküre yaz gündönümünde ve en fazla güneş ışığı aldığı dönemdedir. Bu tarihte kuzey yarımküre ise kış gündönümündedir. Bu tarihte, kuzey yarımkürede gündüz uzunluğu yılın en kısası, güney yarımkürede ise yılın en uzunudur. Kuzey Kutup Dairesi’nde de 24 saat karanlık dönemi, Antarktik Bölgesi’nde de 24 saat gün ışığı dönemi başlamış olur.

قُلْ اَرَاَيْتُمْ اِنْ جَعَلَ اللّٰهُ عَلَيْكُمُ الَّيْلَ سَرْمَدًا اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ مَنْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللّٰهِ يَاْتٖيكُمْ بِضِيَاءٍ اَفَلَا تَسْمَعُونَ قُلْ اَرَاَيْتُمْ اِنْ جَعَلَ اللّٰهُ عَلَيْكُمُ النَّهَارَ سَرْمَدًا اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ مَنْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللّٰهِ يَاْتٖيكُمْ بِلَيْلٍ تَسْكُنُونَ فٖيهِ اَفَلَا تُبْصِرُونَ

De ki: “Hiç düşündünüz mü, Allah geceyi üzerinizde Kıyamet Günü’ne kadar sürekli kılacak olsa, söyleyin, Allah dışında size ışık getirebilecek başka bir tanrı var mı?” O halde, artık (gerçeğin sesine) kulak vermeyecek misiniz?

De ki: “Hiç düşündünüz mü, Allah gündüzü üzerinize Kıyamet Günü’ne kadar sürekli kılacak olsa, söyleyin, Allah dışında, bağrında dinlendiğiniz geceyi size (geri) getirebilecek başka bir tanrı var mı?” Peki, artık (gerçeği) görmeyecek misiniz?” (Kasas, 28/71-72)

Şayet Dünya’nın ekseni, Güneş çevresindeki yörüngesel düzlemine 23,5 derece eğik değil de dik bir şekilde olsaydı, Dünya üzerindeki tüm yerlerde yıl boyunca her gün eşit miktarda gece gündüz yaşanır ve mevsimsel değişkenlikler de gerçekleşmezdi. Keza yine Dünya kendi ekseni etrafında tıpkı uydusu Ay gibi dönmüyor olsaydı, bir taraf daima gece bir taraf da daima gündüz olurdu.

Sudûr (Sineler)

(وَهُوَ عَلٖيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ) Allâh, bütün sinelerde saklı olanları bilir” (Hadîd, 57/6) cümlesi, Kur’ân-ı Kerîm’de zamirli hali ve Lafza-i Celâl ile on iki defa tekrar edilmektedir (Al-i İmran, 3/119; Al-i İmran, 3/154; Maide, 5/7; Enfâl, 8/43; Hud, 11/5; Lokman, 31/23; Fatır, 35/38; Zümer, 39/7; Şura, 42/24; Hadîd, 57/6; Teğâbun, 64/4; Mülk, 6/13). Bu beyanı, “sadrın şerh edilmesi” kavramı ile birlikte mütalaa etmemizde fayda bulunmaktadır.

(الصُّدُورِ) kelimesi (ﺻﺪﺭ) “sadır” kelimesinin çoğuludur ve “sîne, göğüs, kalp, yürek, bir şeyin baş tarafı, doğmak, meydana çıkmak” gibi anlamlara gelmektedir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin “kalp” kelimesi yerine “sadır” kelimesi kullanmasının bir sebebi, sadrın vesvese mahalli olması dolayısıyladır.

Kur’ân-ı Kerîm’de (اَلَّذٖى يُوَسْوِسُ فٖى صُدُورِ النَّاسِ)O şeytan, insanların sadırlarına vesvese verir” (Nâs, 114/5) buyurulduğu üzere “sadır” (sîne, göğüs), şeytanın nüfuz alanıdır. Binâenaleyh bu vesveselerin Efendimiz’den (sas) bütünüyle giderilmesi, şeytana nüfuz alanı bırakılmaması ve sadrın bütünüyle vahye tahsis edilmesi “şerh-i sadır” yani “göğsü açma” ve lümme-i şeytaniyenin yok edilmesi ile gerçekleştirilmiştir.

فَمَنْ يُرِدِ اللّٰهُ اَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِ وَمَنْ يُرِدْ اَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَاَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِى السَّمَاءِ كَذٰلِكَ يَجْعَلُ اللّٰهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ

Allah, kime hidayet etmeyi dilerse, onun sadrını (göğsünü, kalbini) İslam’a açar. Her kimi de sapıklıkta bırakmak isterse, onun sadrını göğe çıkıyormuş gibi daraltır ve sıkıştırır. Allah, iman etmeyenler üzerine, böyle murdarlık (azap, sıkıntı) bırakır. (Enam, 6/125)

(شرح)Şerh” kelimesi, “açılma, genişleme ve sevinme” manalarına gelmektedir. Hidâyet de dalâlet de Allah’tandır. “Şerhu’s-sadr”, kalbin açılıp genişletilmesi, ilim ve hikmet ile doldurulması demektir. Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bir kimsenin kalbine hidayet dilediği zaman, o kimsenin kalbine dini ve İslâmî hayata ait arzu ve isteği lütfeder. Böylece o kimsenin kalbinde, İslâmî ve imânî bir duyuş ve seziş, kalbî bir istidat hasıl olur. İşte bu durum, kalbin ve ruhun genişlemesi ya da şerhidir.

Konuyu Efendimizin (sas) yüksek beyanları içerisinde görmeye çalışırsak, karşımıza şu hadîs-i şerîf çıkar:

“Allah, her kimin hayrını isterse ona din hususunda büyük bir anlayış verir. Ben (verici değil) yalnız taksim ediciyim. Veren Allah’tır. Bu ümmet, Allah’ın (kıyamet) emri zuhur edinceye kadar, Allah’ın dini üzerinde hep sebat edip duracak ve kendilerine muhalefet edenler onlara zarar veremeyecektir.”[16]

Efendimiz (sas), dini tebliğ ederken, Allah tarafından her ne bildirilmiş ise herkese eşit surette tebliğ etmektedir. Tebliğ farksız olmakla beraber, insanlar tarafından farklı derecelerde anlaşılabilmektedir. Çünkü anlayışı veren Allah’tır. Anlayışlar da insanlarda farklı derecelerde tezahür etmektedir. Bu hadîs-i şerîf, dinde bilginin üstünlüğünü, hakikatte verenin Allah olduğunu ve bu ümmetten bir kısmının ebediyen hak din üzerinde sabit kalacağını haber vermektedir.

Cenâb-ı Allah, kâfiri ise imandan nefret edip kaçan, imanın ona ağır gelmesi bakımından sanki güç yetiremeyeceği şeye ulaşmaya çalışan, bundan dolayı da göğsü sıkışan kimseye benzetmiştir.

Bu kimsenin tam zıttı konumda bulunan inanmış bir şahsiyetin kalbinin, İslâm’a ve onun yüksek hakikatlerine Allâh’ın izni ile nasıl açılacağını beyan eden diğer bir âyet-i kerîme ise şöyledir:

اَفَمَنْ شَرَحَ اللّٰهُ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّهٖ

Allah’ın, sadrını (kalbini, göğsünü) İslâm’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse (göğsü, kalbi imana kapalı kimse) gibi midir?(Zümer, 39/22)

Ruhlar, mahiyetleri itibarı ile farklılık gösterirler. Bir kısmı dini hususlarda alabildiğine bir ihlas hali yaşarken, bir kısmı da dine tamamen karşı ve düşmandır. Ayette bahsedilen “inşirah” (göğsü açma) ile kastedilen, dini hayat itibarı ile ruhta yer alan pozitif istidattır. Böyle bir kabiliyete sahip ruhtaki din duygusu, küçücük bir kıvılcım ile tutuşur ve kuvveden fiile çıkar. Ayetteki “nûr”, hidayet ve marifet demektir. Önce göğüste bir “inşirah” meydana gelmekte, arkasından da Cenâb-ı Hakk’ın “nûru”, manevi kalpte tecelli etmektedir.

Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Efendimiz’e (sas) ve O’nun muallâ ve müberrâ şahsında bütün müminlere şu şekilde hitap buyurur:

اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ وَوَضَعْنَا عَنْكَ وِزْرَكَ اَلَّذٖى اَنْقَضَ ظَهْرَكَ وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ

(Habîbim) senin göğsünü (fâiden) için (açıb da) genişletmedik mi? (Genişlettik). Senden yükünü de (kaldırıb) attık. (Öyle yüktü ki o) senin sırtına ağır gelmiş, (kemiklerini gıcırdatmıştı). Senin nâmını da yükselttik.(İnşirah, 94/1-4)

Efendimiz’in (sas), göğsünün açılıp sevinç, huzur ve güvene kavuşturulmasını anlatan “İnşirah Suresi” Kur’ân-ı Kerîm’de doksan dördüncü sure olarak yer almaktadır. Bu hadise, İslam alimleri tarafından iki şekilde anlaşılmıştır:

Birincisi, Efendimiz’in (sas) daha çocukken Cebrail (as) vasıtası ile göğsünün açılması ve kalbinin temizlenmesidir. Bu Efendimize (sas) Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin verdiği bir mucizedir. Peygamberlikten önce meydana gelen bu tür mucizelere “irhâsât” adı verilmektedir.

İkincisi ise ise, “göğsün genişletilmesi”, Efendimiz’in (sas), iman, itikat, dünyanın önemsizliği ve ahiretin mükemmelliğini en mükemmel hali ile yaşaması demektir.

آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَأَنْفِقُوا مِمَّا جَعَلَكُمْ مُسْتَخْلَفِينَ فِيهِ ۖ فَالَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَأَنْفَقُوا لَهُمْ أَجْرٌ كَبِيرٌ 7

Allah’a ve Resulüne iman edin ve sizi üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı maldan, (Allah yolunda) harcayın. İçinizden iman edip de (Allah yolunda) harcayanlar var ya, onlar için büyük bir mükâfat vardır.” (Hadîd, 57/7)

İslâmî ıstılahta “iman”; “Resûl-i Ekrem’in (sas), Allah Teâlâ katından getirmiş olduğu haber ve hükümlerde, bilerek ve iradî bir şekilde kalp ile mutlak bir tasdik, dil ile ikrar ve azalarla amel etmedir. Aklî ve naklî delillere dayanarak iktisap edilen kuvvetli imana, “tahkîki iman” denilir. İman aynı zamanda “salih amel” işlemeyi de iktiza eder. İman, şüphe ve tereddüt kabul etmez. “Lâ ilâhe illallah, Muhammedu’r-Resülullah” demek ve bunu kalp ile tasdik etmek “icmâlî iman” olup, imanın ilk mertebesi ve İslâm’a dahil olmanın da ilk şartıdır. Ancak kişinin burada kalmaması, imanın diğer temel rükünlerini ve esaslarını, amelî ve ahlâkî hükümlerini öğrenmesi ve inanarak amel etmesi “tafsîlî iman” olmaktadır.

İnfâk”, kapsamı geniş bir kavramdır ve Allah yolunda harcama yapmanın unvanıdır. İslâm’a göre bütün mülk Allah’ındır. Allah (cc), insanları sağlıkla, malla, geniş imkanlarla ve çocukla sınamaktadır. Allah (cc), insanlara lütfettiği mallardan, muhtaç kimselere vermemizi emretmektedir. İnfakın en faziletlisi, kişinin muhtaç akrabalarına yaptığı harcamalardır. İnfâk ahlâkı sayesinde, toplumdaki kişiler arasında ahenk, dayanışma ve sevgi meydana gelir, kıskançlık, düşmanlık ve hasede kuvvetli bir set çekilmiş olur.

Bu ayet-i kerimede yer alan “İman” konusunu “İmanın Yenilenmesi ve Güçlenmesi” ve “Hucurât Suresinin İncelikleri IV” te, “İnfak” konusunu ise “İhsan Şuuru I , İhsan Şuuru II ve İhsan Şuuru III” başlıklı yazılarımızda ayrıntılandırmaya çalışmıştık.

İnşâAllâh “Hadîd Suresi Yorumu II” başlıklı yazı ile, anlama çabalarımıza kaldığımız yerden devam etmeye çalışacağız.


[1] Tirmizi, Sevâbu’l-Kur’ân, 21 (2921); Ebu Davud, Edeb, 108 (5057); Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 22 (3467); Ebû Abdirrahmân Ahmed b. Şuayb b. Alî en-Nesâî (v. 303/915), Kitâbü’s-Süneni’l-Kübrâ, (Thk. Hasen Abdülmün‘im Şelebî), 9/264 (10483), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut-2001.

[2] Takıyyüddîn Ahmed b. Teymiyye el-Harrânî (v. 728/1328), Mecmû‘atü’l-Fetâvâ, (Thk. Enver el-Bâz-Âmir el-Cezzâr) 22/485, Dârülvefâ-2005.

[3] Müslim, Salât, 42 (487); Ebu Dâvud, Salât, 151 (872); Nesaî, Tatbîk, 11 (1048).

[4] En-Nesâî, Kitabu’s-Süneni’l-Kübra, 10/136-137 (11195); Ebû Ya‘lâ Ahmed b. Alî b. el-Müsennâ et-Temîmî el-Mevsılî (v. 307/919), Müsnedü Ebu Ya‘lâ el-Mevsılî, (Thk. İrşâdu’l-Hakk), 3/351 (3341), Daru’l-Kıble, Cidde-1988; Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn b. Alî el-Beyhakî (v. 458/1066), Delâilu’n-Nübüvve ve Marifetü Hâli Sâhibi’ş-Şerîa, 6/283, (Yay. Abdülmu‘tî Kal‘acî), Dâru’l-Kütübi’l-İlmî, Beyrut-1988; Ebü’l-Hasen Alî b. Ahmed b. Muhammed en-Nîsâbûrî (v. 468/1076) (Vahidî), Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 451-452, Daru’l-Meyman, Riyad-2005.

[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/300 (14255); Buhârî, Kitâbu’l-Menâkıb, 25 (3584).

[6] Dârimî, Mukaddime, 6 (32).

[7] Tirmizî, Menâkıb, 6 (3628).

[8] Buhari, Menâkıb, 25 (3579); Tirmizî, Menâkıb, 6 (3633); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/460 (4393); Süleymân b. Ahmed b. Eyyûb et-Taberânî (v. 360/971), el-Mucemü’l-Evsat, 4/384 (4501), 7/261 (7447), Dâru’l-Harameyn, Kahire-1995.

[9] Müslim, Zikir, 18 (2717).

[10] İbn-ü Ebi’d-Dünya (v. 281/894), Kitâbu’l-Ehvâl, ss. 107-112, (Tahkik: Muhammed İdris Mübarekfuri), ed-Dâru’s-Selefî, Bombay-Hindistan-1993.

İbn-ü Ebi’d-Dünyâ, çok sayıdaki eseriyle tanınan muhaddis, mutasavvıf, eğitimci ve Hanbelî fakihidir. Kütüb-i Sitte müelliflerinin faydalandığı hocaların birçoğundan rivayette bulundu. Ahmed b. Hanbel’in talebesi oldu. Özellikle ahlâka dair eserlerinden İmam Gazzâlî, tarihe dair eserlerinden Hatîb el-Bağdâdî, Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî gibi pek çok âlim istifade etti. İbn Ebü’d-Dünyâ, daha çok mânevî eğitim ve karakter terbiyesine yönelik eserler yazmış, zühd ve takvâ ile ilgili hadisleri derlemeye öncelik vermiştir.

[11] Tirmizi, Daavât, 68 (3400); İbnu Mâce, Dua, 2 (3831); Müslim, Zikir, 1 (2713).

[12] Ebû Nasr Tâcüddîn Abdülvehhâb b. Alî b. Abdilkâfî es-Sübkî (v. 771/1370), Tabakatu’ş-Şâfiiyyeti’l-Kübra, (Thk. Mahmûd Muhammed et-Tanâhî – Abdülfettâh Muhammed el-Hulv), C. 4, s. 287, Dâru İhyai’l-Kütübi’l-Arabî, trsz.

[13] Tirmizi, Daavât, 83 (3507).

[14] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 3/1966.

[15] Ebû Abdillah el-Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkâmi’l-Kur’ân, (Thk. Abdülmuhsin et-Türkî), 5/85-86, Müessesetü’r-Risâle, Beyrût-2006.

[16] Buhari, İlim, 13 (71); Müslim, İmare, 53 (1037).

© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.