Musa Kazım GÜLÇÜR
1 Temmuz/2019
İçindekiler
2. Toplumların Helak Şekilleri 4
3.1. İtikadî / İnançla İlgili Sebepler 5
3.1.3. Mucizelere İnanmama ve Dini İnançla Alay. 8
4. Amel / Davranışla İlgili Sebepler 11
4.1. Nimetler ya da Ekonomik Refah İçinde Şımarma. 11
4.2. Ticari ve Ekonomik Hayatın Bir Aldatmacaya Dönüşmesi 12
5. Helâkten Koruyan Bazı Unsurlar 15
Giriş
Kur’ân-ı Kerîm’de toplumların helak sebepleri konusuna genel olarak bakıldığında, “helak” ve “sünnetullah” kavramlarının birbirleri ile çok yakın münasebetinden bahsetmek mümkündür. Bu açıdan konuyu incelemeye çalışırken “sünnetullah” kavramına da elden geldiğince açıklık getirme ihtiyacı bulunmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm daha önceden çeşitli suçları sebebi ile helak edilen kavim ve topluluklardan geniş sayılabilecek bir ayetler silsilesinde bahsetmektedir.
Kısaca aktarmamız gerekirse, Nuh peygamberi yalanlamaları sebebi ile tufanla helak edilen Nuh ve daha sonra gelen Ress ve Firavun toplumları.
Maddi güçleri ve uygarlıkları ile kibir içerisinde övünen, başta Hûd peygambere ve ıslahçılara kötü davranan, şirk içerisinde imrar-ı hayat eden, ahkâf yani kum tepelerini kendilerine mesken yapmış, fakat Allâh’ın kendilerini kıskıvrak yakalaması ve dehşetli bir şekilde cezalandırmasından kurtulamamış Âd toplumu.
Kendilerine gönderilen mucizeleri inkâr etmiş, Salih peygambere inanmamış, içlerindeki en haydut kılıklı olan kişinin, arkadaşlarını da yardıma çağırarak, imtihan unsuru olan deveyi kesmeleri sonucu, bütünüyle ezilmiş, parçalanmış ve tanınmaz hale gelmiş Semud toplumu.
Uyarıları yalanlayan, sapıklıklarına ısrarla devam eden, peygamberin gözü önünde fısk u fücura yeltenen, neticede de gözlerinin silinip kör edildiği çok kötü bir azap çeşidi ile yok edilen Lût toplumu.
Sayıca az ve güçsüz iken, Allâh’ın kendilerini çoğalttığı, güçlü hale getirdiği, ancak verilmiş bu nimetlere rağmen Allah yolundan gidenleri tehdit ederek, Şuayb peygambere iman edenlere eziyet ederek, Allah’ın yolunu eğri ve çelişkili göstermek için her yolu deneyen, sonunda da korkunç bir ses ile yurtlarında dizüstü çöküp kalan Medyen ve Eyke toplumları.
Süleyman peygamber ile doğru yolu bulan, ancak daha sonraları yeniden şirke ve zulme bulaşan, yemyeşil ve bereketli topraklara, verimli ovalara sahip iken, nankörlükleri sebebi ile tamamen yok edilen Sebe ve Tübba toplumları.
Buraya kadar saydığımız ve daha niceleri de tarihin karanlık safhalarında yok olan bu toplumlarla ilgili işlemiş olan temel yasa “sünnetullah”tır. Şimdi kısaca bu konuyu görmeye çalışalım.
1. Sünnetullah Kavramı
“Sünne” kelimesi lügatte, iyi olsun kötü olsun “takip edilen yol, alışkanlık haline getirilmiş âdet ve olay” anlamındadır. “Sünne” kelimesinin çoğulu olan “sünen” kelimesinin, iki âyet-i kerimede yer aldığı görülmektedir. Birincisinde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌ فَسٖيرُوا فِى الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبٖينَ
“Sizden önceki (milletlerin başından) nice hadiseler (sünen) gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin dolaşın da yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün.” (Ali İmran, 3/137)
Diğer âyet-i kerîme ise şöyledir:
يُرٖيدُ اللّٰهُ لِيُبَيِّنَ لَكُمْ وَيَهْدِيَكُمْ سُنَنَ الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَيَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَكٖيمٌ
“Allah, size (hükümlerini) açıklamak, size, sizden öncekilerin olaylarını (sünen) göstermek ve tevbelerinizi kabul etmek istiyor. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/26)
Çoğulu “sünenullah” olan “sünnetullah” kavramı ise, evrensel ve değişmez kevnî yasaları beyan etmekte olup, “Allah’ın insanlara ve toplumlara muamele tarzı, toplumların bilhassa da çöküşleri ile ilgili Allah’ın kanunları, hükümleri ve cezaları” anlamlarına gelmektedir. Bu yasalardaki “değişmezlik ve genel geçerlik” özelliği Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde vurgulanır:
اِسْتِكْبَارًا فِى الْاَرْضِ وَمَكْرَ السَّيِّئِ وَلَا يَحٖيقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ اِلَّا بِاَهْلِهٖ فَهَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا سُنَّتَ الْاَوَّلٖينَ فَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَبْدٖيلًا وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَحْوٖيلًا
“Çünkü (onlar) yeryüzünde büyüklenmek, fena ve hileli tuzaklar kurmak istiyorlar. Halbuki kötü düzen, ona ehil olandan başkasını kuşatmaz. Yoksa onlar daha evvelki ümmetler hakkında yürürlükte olan kanundan daha başkasını mı bekliyorlar? Hayır, sen Allah’ın kanunlarında (sünnetullah) asla bir değişiklik bulamazsın. Sen Allah’ın kanunlarında asla bir sapma/eğrilme de bulamazsın.” (Fatır, 35/43)
Allâh’ın kanunlarındaki değişmezlik, bilhassa da toplumların helaki söz konusu olduğunda nasıl işlemektedir? Sosyal hadiselerin ve tarihin akışı içerisinde “iradetullah” hangi sebeplerle bir toplumun çöküşünü kararlaştırmış olmaktadır? vb. sorulara kısaca cevaplar bulmaya çalışacağız.
2. Toplumların Helak Şekilleri
Toplumların, içinde yaşadıkları nimetlerin nikmetlere dönüşmesini netice veren, huzur ve refahlarının helâke dönüşmesini başlatan amillerin en başında o toplumların mevcut iyi hasletlerini kötü olanlarla değiştirmesi olduğu anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm bu hususu beyan için şöyle buyurur:
ذٰلِكَ بِاَنَّ اللّٰهَ لَمْ يَكُ مُغَيِّرًا نِعْمَةً اَنْعَمَهَا عَلٰى قَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْ وَاَنَّ اللّٰهَ سَمٖيعٌ عَلٖيمٌ
“Bir toplum, sahip oldukları evsafı değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği nimetleri değiştirmez ve şüphesiz Allah hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.” (Enfal, 8/53)
Benzer bir diğer âyet-i kerîme de şöyledir:
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْ وَاِذَا اَرَادَ اللّٰهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِهٖ مِنْ وَالٍ
“Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o kötülük geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı da yoktur.” (Rad, 13/11)
Yok olmayı ve helâki hak eden toplumların, ceza biçimleri ile de orantılı olarak, uğradıkları helâket ve felaketler, Kur’ân-ı Kerîm’de şu isim ve sıfatlarla tavsif edilmektedir:
Son ve sonuç anlamına (عاقبة) “âkıbet” (Ali İmran, 3/137; Enam, 6/11), gidermek, götürmek ve yok etmek manasına (اذهاب) “izhâb” (Nisa, 4/133; Enam, 6/133), tutmak ve yakalamak manasına (اخذ) “ahz” (Ali İmran, 3/11; Nisa, 4/153), darmadağın etmek ve parçalamak manasına (تمزيق) “temzîk” (Sebe, 34/7, 19), yerle bir etmek, kökünü kazımak ve yok etmek manasına (تدمير) “tedmîr” (İsra, 17/16; Furkan, 25/36), yerin dibine geçirmek ve batırmak manasına (خسف) “hasf” (Nahl, 16/45; İsra, 17/68) kırıp geçirmek ve mahvetmek manasına (قصم) “kasm” (Enbiya, 21/11), helâk etmek, kırmak ve darmadağın etmek manasına (تتبير) “tetbîr” (İsrâ, 17/7; Furkân, 25/39), kaldırıp yere çarpmak manasına (اهوى) “ihvâ” (Necm, 53/53), kesmek, kökünü kurutmak ve parçalamak manasına (قطع) “kat’” (Ali İmran, 3/127), biçilmiş ekin manasına (حصيد) “hasîd” (Hud, 11/100), başlarına indirmek ve yağdırmak manasına (امطار) “imtâr” (Araf, 7/84), belaya uğratmak, zillete düşürmek ve mahvetmek manasına (خزى) “hizy” (Bakara, 2/85).[1]
3. Helâk Sebepleri
3.1. İtikadî / İnançla İlgili Sebepler
3.1.1. Zulüm ve Şirk
Toplumların çöküşü ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de elbette çeşitli suçlar tanımlanmıştır. Fakat bu suçların en temelinde görünenler, adaletsizlik ve zulüm bileşenleridir.
وَكَمْ قَصَمْنَا مِنْ قَرْيَةٍ كَانَتْ ظَالِمَةً وَاَنْشَاْنَا بَعْدَهَا قَوْمًا اٰخَرٖينَ فَلَمَّا اَحَسُّوا بَاْسَنَا اِذَا هُمْ مِنْهَا يَرْكُضُونَ لَا تَرْكُضُوا وَارْجِعُوا اِلٰى مَا اُتْرِفْتُمْ فٖيهِ وَمَسَاكِنِكُمْ لَعَلَّكُمْ تُسْأَلُونَ قَالُوا يَا وَيْلَنَا اِنَّا كُنَّا ظَالِمٖينَ فَمَا زَالَتْ تِلْكَ دَعْوٰیهُمْ حَتّٰى جَعَلْنَاهُمْ حَصٖيدًا خَامِدٖينَ
“Biz zulmetmekte olan nice memleketleri kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka toplumlar meydana getirdik. Onlar azabımızı hissedince, hemen oradan süratle kaçıyorlardı. Onlara, “Kaçmayın, o içinde şımartıldığınız bolluğa ve yurtlarınıza dönün. Çünkü sorgulanacaksınız” denildi. “Eyvah bizlere! Bizler gerçekten zalim kimseler idik” dediler. Nihayet biz onları biçilmiş bir ot, ocakları sönmüş bir kül yığını haline getirinceye kadar daima feryatları bu söz olmuştur.” (Enbiya, 21/11-15)
Ayet-i kerimede kullanılan ve “nimetler, bolluk, lüks ve kolay yaşantı” anlamına gelen “teraf” kelimesi ile, bir toplumda kolay yoldan zengin olma ahlâkının egemen ve baskıcı hale gelmesi, neticede de o toplumu çöküşe sevk etmesi ifade edilmektedir.
“Nimetler içinde kolay şekilde, çalışmadan ve bohem bir hayat süren kimseler” manasına gelen “mütrefîn” kelimesi ise, kapitalist üretim biçiminde, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan, geçimlerini el emeği ile sağlamayan, artık değere (surplus value) el koyarak, ücretli emeği sömürerek yaşayan, iktidarların karar mekanizmalarını etkileme gücüne sahip olan şımarık ve kendini beğenmiş sermayedarlar ya da tek kelime ile burjuva sınıfı anlaşılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm, bu “mütrefîn” kesim ile ilgili olarak şu uyarıları yapar:
وَاِذَا اَرَدْنَا اَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً اَمَرْنَا مُتْرَفٖيهَا فَفَسَقُوا فٖيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمٖيرًا
“Biz bir memleketi helak etmek istediğimiz vakit, onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına (iyiyi ve doğruyu) emrederiz de orada (bu emre rağmen) itaatten çıkarlar. Artık o (memlekete) karşı söz (azap) hak olmuştur. İşte biz, onu artık kökünden mahv-ü helak etmişizdir.” (İsra, 17/16)
Bu mütrefîn gurubun itaat dairesinin dışına çıkmalarındaki temel âmiller, onların büyük yalanlar ve cinayetlerde ısrar ederek toplumsal barışı berhava etmeleridir. Bilhassa haşir, öldükten sonra hesap verme düşüncesi ve akidesinin dejenere edilerek, dinin asıllarının toplumda bozulmasına sebebiyet vermeleridir. (Bkz. Vakıa, 56/46-47)
Neticede böyle bir toplumun geleceği nokta şu durum olacaktır:
وَلَقَدْ اَهْلَكْنَا الْقُرُونَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا كَذٰلِكَ نَجْزِى الْقَوْمَ الْمُجْرِمٖينَ
“Andolsun, sizden önceki nice nesilleri peygamberleri, kendilerine apaçık deliller getirdikleri hâlde (yalanlayıp) zulmettikleri vakit helâk ettik. Onlar zaten inanacak değillerdi. İşte biz suçlu toplumu böyle cezalandırırız.” (Yunus, 10/13)
3.1.2. Küfür ve Yalanlama
Toplumlardaki helâk ve yok oluşun bir diğer sebebi, yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi ya dinin bir kısım asılları itibarı ile reddedilmesi ya da tamamının inkâr edilmesidir.
ثُمَّ اَرْسَلْنَا رُسُلَنَا تَتْرَا كُلَّمَا جَاءَ اُمَّةً رَسُولُهَا كَذَّبُوهُ فَاَتْبَعْنَا بَعْضَهُمْ بَعْضًا وَجَعَلْنَاهُمْ اَحَادٖيثَ فَبُعْدًا لِقَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ
“Sonra arka arkaya peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmete kendi peygamberi geldikçe, onu yalanladılar. Biz de onları birbiri ardından helâk ettik ve onları birer ibretli hikâye yaptık. Artık inanmayan bir kavim, Allah’ın rahmetinden uzak olsun!” (Müminun, 23/44)
قُلْ سٖيرُوا فِى الْاَرْضِ ثُمَّ انظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبٖينَ
“De ki: “Yeryüzünde gezin dolaşın da (Peygamberleri) yalanlayanların sonu nasıl olmuş bir görün.” (Enam, 6/11)
Sözlükte “örtmek, inkâr etmek, inanmamak” gibi anlamlara gelen “küfür” kelimesi, ıstılahta ise, “Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmeme, dînin esaslarına inanmama ve peygamberler (aleyhimüsselam ecmain) vasıtası ile Allâh tarafından bildirilen dini esas ve kuralları kabul etmeme ya da reddetme” anlamlarına gelmekte, böyle bir kişiye de “kâfir” denilmektedir. Istılahta, “inkâr” kelimesi yine “küfür” kelimesi karşılığında kullanılmakta, “dinin esaslarını inkâr eden” kimseye de “münkir” denilmektedir.
“İman” kelimesi, dinin asıllarını kalben tasdik olduğuna göre, “küfür” kelimesi de (Allâh sizleri ve bizleri korusun) dinin asıllarının bir kısmını ya da tamamını kalben reddetme manası taşımaktadır.
Peygamberlerin ve getirmiş oldukları vahiylerin yalanlanması, tarihin geçmiş dönemlerinde çeşitli toplumların mutlak helak sebepleri olmuştur. Ancak Müslüman olmayan toplumların helâkinin, bilhassa da İslâmiyet sonrası devam edip etmediği, ayrıca Müslüman ülkelerde de helâklerin ve yok oluşların yaşanıp yaşanmayacağı ile ilgili olarak çok net bir şey söylemek zor görünmektedir.
“Ne kadar memleket varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helâk edeceğiz ya da şiddetli bir azapla cezalandıracağız. İşte bu, Kitap’ta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış bulunuyor.” (İsra, 17/58)
Bu ayet-i kerime, helâkin, Müslüman olsun ya da olmasın, toplumlar açısından hala devam eden bir süreç olduğunu düşündürmektedir.
Bilhassa Müslüman toplumlar söz konusu olduğunda, şimdi mealini vereceğimiz âyet-i kerimenin beyan buyurduğu helâk çeşitlerinden sonuncusu olan “guruplar halinde birbirine düşme” olgusunun yaşanıp yaşanmadığı dikkatleri çeken bir durumdur:
قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلٰى اَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَابًا مِنْ فَوْقِكُمْ اَوْ مِنْ تَحْتِ اَرْجُلِكُمْ اَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعًا وَيُذٖيقَ بَعْضَكُمْ بَاْسَ بَعْضٍ اُنْظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَفْقَهُونَ
“De ki: ‘O, size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeğe, ya da sizi grup grup birbirinize düşürmeğe ve kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya gücü yetendir.’ Bak, anlasınlar diye, ayetleri değişik biçimlerde nasıl açıklıyoruz.” (Enam, 6/65)
Bu ayet-i kerime, Müslüman olup olmadığına bakmaksızın, toplumların yanlış yönelişlerinin neticesi olarak çeşitli şekillerde helâklerinin hâli hazırda söz konusu olabileceğine işaret etmektedir.
Efendimiz (sas), konu ile ilgili bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah bana yeri dürüp topladı da onun doğusunu ve batısını beraberce gördüm. Hiç şüphe yok ki, ümmetimin mülkü bana gösterilen yerlere kadar ulaşacaktır. Bana kırmızı ve beyaz iki hazine de verildi.
Ben Rabbimden ümmetimi, kıtlık seneleriyle helâk etmemesini, onların üzerine kendilerinden başka bir düşman musallat etmemesini istedim. Rabbim:
“Yâ Muhammed! Ben bir hüküm verirsem, o geri çevrilemez. Ben, ümmetini, umumi bir kıtlıkla helâk etmeyeceğime, üzerlerine kendilerinden başka bir düşman musallat etmeyeceğime söz verdim. Velev ki, üzerlerine her taraftan gelmiş olsunlar. Ancak, birbirlerini helâk edip, birbirlerini esir almaları hariç” buyurdu.”[2]
Benzer bir diğer hadîs-i şerifte ise şöyle buyurmaktadır:
“Rabbimden üç şey istedim. Bana ikisini verdi. Birini vermedi. Rabbimden ümmetimi açlıkla helâk etmemesini istedim, onu bana verdi. O’ndan, ümmetimi suda boğarak helâk etmemesini diledim, onu da verdi. Felâketlerini kendi aralarında oluşturmamasını diledim. Bunu bana vermedi.”[3]
Bu hadis-i şeriflerden de anlaşılacağı üzere, Müslüman toplumların, dini açıdan bir küfre ya da yalanlamaya düşmedikleri halde, grupçuluk, hizipçilik, mezhepçilik, siyasal tarafgirlik ya da daha başka amil ve saiklerle birbirlerine düşebilecekleri, birbirlerini yok edebilecekleri anlaşılmaktadır.
3.1.3. Mucizelere İnanmama ve Dini İnançla Alay
Toplumların helâk sebeplerinden birisi de Allâh’ın peygamberleri eli ile meydana getirdiği mucizelerin inkâr edilmesi ya da dini inançlarla alay edilmesidir. Efendimiz (sas) dönemindeki müşrikler de inanmaları için mucizeler gelmesi gerektiğini öne sürüyorlardı. Ancak mucizeler geldikten sonra dahi inkârda inat ve inanmama tavrı devam etmiştir.
Bu hususu “Peygamber Efendimizin (sas) Mucizeleri” adlı yazımızda tahlil etmeye çalışmıştık.
وَمَا مَنَعَنَا اَنْ نُرْسِلَ بِالْاٰيَاتِ اِلَّا اَنْ كَذَّبَ بِهَا الْاَوَّلُونَ وَاٰتَيْنَا ثَمُودَ النَّاقَةَ مُبْصِرَةً فَظَلَمُوا بِهَا وَمَا نُرْسِلُ بِالْاٰيَاتِ اِلَّا تَخْوٖيفًا
“Bizi, (Kureyş’in istediği) mucizeleri göndermekten, sadece öncekilerin mucizeleri yalanlamış olması alıkoydu. (Nitekim) Semûd kavmine o dişi deveyi açık bir mucize olarak verdik de onlar bu yüzden zalim oldular. Oysa biz mucizeleri sırf korkutmak için göndeririz.” (İsra, 17/59)
وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِنْ قَبْلِكَ فَحَاقَ بِالَّذٖينَ سَخِرُوا مِنْهُمْ مَا كَانُوا بِهٖ يَسْتَهْزِٶُنَ
“Ant olsun, senden önce de birçok peygamberle alay edildi de içlerinden alay edenleri, o alaya aldıkları şey kuşatıverdi.” (Enbiya, 21/41)
Alay tavrı, inkârın başka bir halidir. Alay etme, küçümseme ve hafife alma inançsızlığın en belirgin tezahürlerindendir. Bu şekildeki toplumlar Allâh tarafından helak edilmişlerdir. Peygamberleri alaya alanların akıbeti tarihi açıdan da malumdur. Değişmez ilahi yasa, bu cezaları netice vermiştir. Geçmişte peygamberleri yalanlayanların harap olmuş yurtları da bu cezalara tanıklık edip durmaktadır.
Acizane düşüncemizce, inkâr neticesinde helâki getiren ilâhî yasa hala geçerlidir. Din ile alay eden toplumlar, şu ya da bu şekilde helake ve hüsrana uğrayacak, ıssız yurtlarında diz çökmüş halde kalakalacaklardır.
3.1.4. Kibir
“Kibir” sözlükte, “büyüklük taslama ve kendini herkesten üstün görme” demektir. “Kibir” de temel helâk sebeplerinden birisidir. Ancak burada bahsettiğimiz helâke sebep olan kibir, bireysel olmaktan daha ziyade toplumsal bir tavır, hastalıklı bir şekilde toplumsal bir üstten bakma halidir.
اِسْتِكْبَارًا فِى الْاَرْضِ وَمَكْرَ السَّيِّئِ وَلَا يَحٖيقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ اِلَّا بِاَهْلِهٖ فَهَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا سُنَّتَ الْاَوَّلٖينَ فَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَبْدٖيلًا وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَحْوٖيلًا
“Yeryüzünde kibir ve büyüklük taslamak, kötü tuzak kurmak için (böyle inançsız davranıyorlardı). Oysa kötü tuzak, ancak sahibini kuşatır. Onlar ancak öncekilere uygulanan kanunu bekliyorlar. Sen Allah’ın kanununda hiçbir değişiklik bulamazsın. Sen, Allah’ın kanununda hiçbir sapma bulamazsın.” (Fatır, 35/43)
وَاِنّٖى كُلَّمَا دَعَوْتُهُمْ لِتَغْفِرَ لَهُمْ جَعَلُوا اَصَابِعَهُمْ فٖى اٰذَانِهِمْ وَاسْتَغْشَوْا ثِيَابَهُمْ وَاَصَرُّوا وَاسْتَكْبَرُوا اسْتِكْبَارًا
(Nuh dedi ki:) “Kuşkusuz sen onları bağışlayasın diye kendilerini her davet edişimde parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, inanmamakta direndiler ve büyük bir kibir gösterdiler.” (Nuh, 71/7)
Yukarıdaki her iki ayette geçen (اِسْتِكْبَارًا) ve (اسْتَكْبَرُوا) “istikbar / büyüklenme, kibir gösterme” kelimeleri, inkarcılar arasından özellikle varlıklı ve aristokrat kesimin, yoksul ve zayıf çoğunluğa karşı takındığı aşağılayıcı ve baskıcı tutumu ifade etmektedir. Bu kesimin peygamberlere karşı tutumu şu âyet-i kerîmede açık bir şekilde dile getirilir:
فَقَالَ الْمَلَاُ الَّذٖينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِهٖ مَا نَرٰیكَ اِلَّا بَشَرًا مِثْلَنَا وَمَا نَرٰیكَ اتَّبَعَكَ اِلَّا الَّذٖينَ هُمْ اَرَاذِلُنَا بَادِىَ الرَّاْیِ وَمَا نَرٰى لَكُمْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلٍ بَلْ نَظُنُّكُمْ كَاذِبٖينَ
Nuh toplumunun inkârcı melesi (mele: komprador, burjuva ve aristokrat kesimi, soyluluk iddiasındaki sınıf): “Biz, senin ancak bizim gibi bir insan olduğunu görüyoruz. İlk bakışta, sana uyanların da ancak proletaryadan (alt sosyal sınıf, işçi kesimi, ücretli çalışan, üretim araçlarının mülkiyeti elinde olmayan) ibaret olduğunu görüyoruz. Sizin bize karşı herhangi bir üstünlüğünüzü göremiyoruz. Aksine sizin yalancı kimseler olduğunuzu sanıyoruz” dediler. (Hud, 11/27)
Kibir ve büyüklenmenin, toplumsal seviyede olanı ve bir tür sosyal hastalık durumunu Kur’ân-ı Kerîm şu şekilde resmeder:
فَاَمَّا عَادٌ فَاسْتَكْبَرُوا فِى الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَقَالُوا مَنْ اَشَدُّ مِنَّا قُوَّةً اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّ اللّٰهَ الَّذٖى خَلَقَهُمْ هُوَ اَشَدُّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَكَانُوا بِاٰيَاتِنَا يَجْحَدُونَ
“Âd kavmi ise yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslamış, ‘Bizden daha güçlü kim var?’ demişlerdi. Onlar, kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi? Onlar bizim ayetlerimizi inkâr ediyorlardı.” (Fussilet, 41/15)
Bilindiği üzere ahlâkın ve iyi huyların temeli, Yaratıcıya alabildiğine saygı gösterme, varlıklara da güzel ve mütevazı davranmadır. Kibir ise bu durumun tam tersidir. Kibir gerçeği inkâr etme, hakkı kabul etmeme, insanları küçümseme ve hor görmedir. Kibirli insanlar ve toplumlar hem Yaratıcısını tanımaz hem de diğer insanlara tepeden bakar. Onları, sanki köleleriymiş gibi görür ve aşağılarlar.
Bu tür toplumsal tavırlar, geçmiş dönemlerde Ad toplumunda olduğu gibi toptan bir yok olmayı netice vermiştir. Kur’ân-ı Kerîm bu yok oluş şeklini şu şekilde beyan eder:
فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رٖيحًا صَرْصَرًا فٖى اَيَّامٍ نَحِسَاتٍ لِنُذٖيقَهُمْ عَذَابَ الْخِزْىِ فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَخْزٰى وَهُمْ لَا يُنْصَرُونَ
“Biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o mutsuz kara günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı elbette daha rezil edicidir. Onlara yardım da edilmez.” (Fussilet, 41/16)
4. Amel / Davranışla İlgili Sebepler
Toplumların yok oluş sebeplerinin bir kısmı da inançtan daha ziyade davranış tarzları ile alakalıdır. Şimdi kısaca bunları tahlil etmeye çalışacağız.
4.1. Nimetler ya da Ekonomik Refah İçinde Şımarma
Yok oluş sebeplerinden bir tanesi o toplumun kendisini her şeyden üstün görerek şımarması, adeta kendini sarhoş gibi kaybetmesidir. Netice ise rezillik ve rüsvaylıktır.
وَكَمْ اَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍ بَطِرَتْ مَعٖيشَتَهَا فَتِلْكَ مَسَاكِنُهُمْ لَمْ تُسْكَنْ مِنْ بَعْدِهِمْ اِلَّا قَلٖيلًا وَكُنَّا نَحْنُ الْوَارِثٖينَ
“Biz nimetler içinde şımaran nice memleket halkını helâk etmişizdir. İşte kendilerinden sonra içlerinde pek az oturulmuş yurtları! (O yurtlara) biz varis olduk, biz.” (Kasas, 28/58)
Bir ülkenin zengin ve müreffeh iken, nasıl helak olabileceği ilk anda insana kapalı gelebilir. Ancak Cenâb-ı Hak dilemiş ve irade etmişse, ne kadar zengin, gelişmiş ve müreffeh olursa olsun, o ülkenin çöküşünün ve felaketinin kaçınılmaz hale gelmesi an meselesidir.
Yakın dünya tarihi ile ilgili bir iki örnek vermek sanırız konuyu aydınlatmaya yetecektir.
1900’lü yılların ortalarından itibaren birçok zengin ülke, baskıcı diktatörlüklere, sömürücü ve dışlayıcı siyasal kurumların tahakkümüne boyun eğdi. Sanayileşmelerine ve halklarının iyi eğitimli olmasına rağmen mesela bir Almanya’da Nazi partisinin yükselişi, bir Japonya’da askeri rejimin işbaşına geçmesi, neticede o ülkelerin felaketi ve helaketi oldu. Yine mesela on dokuzuncu yüzyılın başlarında İngiltere’den daha zengin durumda ve gelişmişlikte dünyanın ilk on ülkesi durumunda olan Arjantin’de çoğulculuk, demokrasi ve refah sürdürülemedi. Ülke diktatörlüğün pençesinde fakirliğe, zillete, perişanlığa ve yoksulluğa düştü.
Bir başka örnekle daha iyi görmeye çalışırsak, mesela İngiltere’de, sanayileşme döneminde gerçekleşen yapısal değişim ve dönüşüm, Müslüman bir ülke olmasına, nüfus ve nüfuzunun büyüklüğüne rağmen, bilhassa son iki asırda diktatörlüğe yöneldiği için Osmanlı Devleti’nde gerçekleşemedi ve nihayetinde koca devlet parçalandı. Osmanlı devletinin bilhassa da son zamanlarındaki dikta uygulamasını gösteren unsurlardan sadece bir tanesini bile zikrettiğimizde konu daha da berraklaşacaktır.
Osmanlı, birkaç asır önceden başlayan ve matbaayı dahi yasaklayabilecek tarzda, oldukça merkezi ve gayet sıkı bir yönetime sahipti. Mesela Gutenberg 1445 yılında matbaayı icat ettiğinde, Osmanlı yönetimi önce 1485’te, sonra daha sıkı bir şekilde 1515’te matbaayı yasakladı. Bu yasak, eğitim ve öğretim adına çok kötü sonuçlar meydana getirdi. 1800’lü yıllarda Osmanlı toplumunun sadece %2 ya da 3’ü okur-yazardı. Aynı yıllarda İngiltere’de ise erkeklerin %60’ı kadınların da %40’ı okur-yazardı.
Osmanlı yönetimi, İbrahim Müteferrika’ya matbaa kurma izni verdiğinde, tarihler 1727’yi gösteriyordu. Bu matbaanın çalıştığı 14 yıl boyunca ise bastığı kitap sayısı sadece 17’ydi. Neticede koskoca bir Osmanlı devleti siyasal bütün kurum ve kuruluşları ile yok oldu.
Demek ki müreffeh ve güçlü olmasına rağmen, şımarma, böbürlenme, kibirlenme ve büyüklenmeye bağlı siyasal yapılar ya da toplumsal tutum ve davranışlar neticesinde çok büyük imparatorluklar dahi yok olabilmekte, tarihin tozlu sayfalarında yerlerini almaktadırlar.
4.2. Ticari ve Ekonomik Hayatın Bir Aldatmacaya Dönüşmesi
Bir ülkenin ticari faaliyetleri o ülkenin hayatiyeti ve devamı açısından olmazsa olmazlardandır. Ticari hayatın olmazsa olmazı ise “dürüstlük” ve “hakça bölüşmedir.” Şayet bu ahlâk kaybedilmişse o toplumun inkırazı kaçınılmazdır. Kur’ân-ı Kerîm, hakların dürüst ve adilane bölüşümü ile ilgili olarak bu çok temel konuya şu şekilde dikkatleri çekmektedir:
وَاَوْفُوا الْكَيْلَ اِذَا كِلْتُمْ وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَقٖيمِ ذٰلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَاْوٖيلًا
“Ölçtüğünüz zaman tam ölçün, doğru terazi ile tartın. Bu (doğru ölçmek ticaretiniz için) daha hayırlıdır ve netice itibariyle de daha güzeldir.” (İsra, 17/35)
Ticari hayatın sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi için en önemli unsur, ticarette güvenin tesis edilmiş olmasıdır. Şayet ticaret adı altında, her türlü aldatmaca bir toplumda yaygınlaşmış, kanun ve kurallar haklının ve dürüstün yanında olma yerine, mafyatik yapılarla hareket etmeye başlamışsa, o toplum, siyasal kurumları ile beraber bir şekilde içten içe çürümeye başlamış demektir.
Ticaret hayatındaki güven ve dürüstlüğün önemi Efendimiz’in (sas) şu hadîs-i şerîfi ile de açık bir şekilde ortadadır:
“Emin (güvenilir) doğru sözlü tüccar, Nebiler, Sıddıklar ve Şehitlerle beraberdir.”[4]
Bu durumun aksi, yani güvenilir ve doğru sözlü olmayan, dini ve ahlâkî hassasiyetlerle hareket etmeyen tüccarların ve onların ticari hayatlarının durumu ise, Efendimiz (sas) tarafından şu şekilde betimlenmektedir:
“Muhakkak ki tüccarlar kıyamet gününde facir (günahkâr) olarak dirilirler. Ancak Allah’tan korkanlar, sözlerinde duranlar ve doğru sözlü olanlar bu durumdan müstesnadır.”[5]
Kur’ân-ı Kerîm, ticari hayatın olmazsa olmazlarından dürüstlük ve güvenin, ne şekilde yok olabileceğinin ana unsurlarını şu şekilde beyan etmektedir:
وَيْلٌ لِلْمُطَفِّفٖينَ اَلَّذٖينَ اِذَا اكْتَالُوا عَلَى النَّاسِ يَسْتَوْفُونَ وَاِذَا كَالُوهُمْ اَوْ وَزَنُوهُمْ يُخْسِرُونَ
“Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay hâline! Onlar insanlardan (bir şey) ölçüp alırken tam ölçerler, fakat kendileri onlara bir şey ölçüp yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar.” (Mutaffifîn, 83/1-3)
Mutaffifîn suresi, normalde Mekke’de inen son surelerdendir. Bilindiği üzere Mekki sureler, genelde tevhid ve akîde gibi ruhsal ve zihinsel kodlar üzerinde odaklanmışken, bu surenin ticaret hayatının nirengi noktası olan ölçü ve tartıda dürüstlük gibi ahlâkî ve amelî bir konuyu işlemiş olması, ticari dürüstlük ve ticarette güvenin, bir toplum hayatında, itikadî konular kadar olmasa da çok temel ahlâkî ve amelî bir konu olduğunu göstermektedir.
Bu surede yer alan “ölçü” ve “tartı” kelimelerini, basit şekilde anlamamakta büyük fayda bulunmaktadır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in mesajı evrensel ve çağlar üstüdür. Evet, bakkaldaki tartı veya bir kuyumcudaki ölçü unsurları önemlidir. Ancak, surenin anlatmak istediği hususa, bireysel bakışla birlikte küresel ekonomi açısından bakma daha önemlidir. Dolayısıyla surenin başlangıcındaki bu âyet-i kerimelere, ülkeler ve ülkeler arası ticaret, büyük sermaye, çalışan kesimin haklarının tastamam ödenmesi perspektiflerinden bakmak istersek Allâhu a’lem şu sonuçlara ulaşmamız mümkündür.
Üretim araçlarını ellerine geçiren burjuva kesimi, bu üretim araçlarından alabilecekleri verimi maksimize edebilmek için, vahşi bir hırs ve yarışa girmektedirler. Çünkü insan, bir vadi dolusu koyunu olsa, ikinci bir vadi koyunu daha olmasını isteyecek bir tînettedir. Bir noktadan sonra bu burjuva kesim için ana amaç, doğru ticaret ya da insanlığa faydadan ziyade, kârlarını daha da katlama daha da büyütme haline dönüşmektedir. Böylece büyük sermaye, geniş kitleler karşısında tekelleşmeye başlar ki bu durum bir toplum için ekonomik felaket kapılarının açılması demektir.
Daha büyük tenakuzları olmakla birlikte, kapitalizmin en esaslı çelişkilerinden bir tanesi, sermaye sahiplerinin, çalışan geniş kesimin emeklerini metalaştırması, işçi ücretlerinin ödenmesi faaliyetini kendi kârlarından bir zarar gibi kabul eder hale gelmeleridir. Özellikle küresel çapta olabilen büyük ekonomik krizlerin yaşanmasının ana sebeplerinden birisi bu çok haksız ve yanlış bakış açısıdır.
Ekonomik kriz, sermaye birikiminin iç çelişkilerinden doğmakta ve bu çelişkiler de çok aşamalı süreçlerde tezahür etmektedir. Bu aşamalardan birincisi, işçi sınıfının gücünün kırılması ve ayette beyan buyurulduğu gibi maaşlarının ya da ücretlerinin eksiltilmesi ya da azaltılmasıdır. Çalışan insanların hakları sermaye sahipleri tarafından kendilerine daha az bir şekilde ödenirken temel gaye, kar maksimizasyonudur. Bu tutum ile, çalışan insanların ücretlerinden kesintiler yapılıp hakları yendiği ölçüde, özellikle de finans alanındaki şirketlerin mesela bankaların kârları hızlı bir şekilde artışa geçmektedir. Kârları artan şirketler, bu büyümeyi sürdürebilmek için, insanların haklarından kesinti yaparak elde ettikleri sermayeyi, arzlarını daha da arttırmak için kullanır.
Sürecin devamında ise, hakları eksik ödenmiş ve bu sebeple alım gücü düşmüş, yine bu sebeple alış-verişlerini kısma mecburiyeti hisseden çalışan kesimin, yeniden tüketici davranışları sergileyebilmelerini temin için, finans sektörü şişirilerek, hakları yenmiş çalışan kesimin ödeme zorluğu çekeceği de bilinerek, kolay yollu kredi kartları, daha çok sayıda taksitlendirmeler vb. suni imkanlar sağlanır. Böylece dar ve orta gelirli çalışan kesimlerin yeniden alış-veriş davranışına dönmesi beklenir. Ancak bu durum bir müddet sonra, çoğunluğun sahip olması gereken geniş sermayenin, belirli kişi veya küçük gruplar tarafından ele geçirilmesi ve sömürülmesi, geniş kesimlerin azalan maaşları ve artan borçları, domino etkisi ile önce bireysel sonra da şirket bazında iflaslar, büyük ekonomik krizlerin kapıyı çalması, neticede de o ülkelerin ve halklarının helâket ve felâketleri demektir. Sermayenin sadece zenginler arasında dolaşan bir servet ve güç hâline gelmemesi gerektiği konusunda Kur’ân-ı Kerîm’in çok önemli bir ikazı bulunmaktadır (Haşir, 59/7).
Görüldüğü üzere yukarıdaki ayet-i kerimede zikredilen ölçü ve tartıda haksızlık yapma; insanların emeklerinin ve haklarının kesilerek ödenmesi, sermaye sahiplerinin ise karlarını maksimize etme hırs ve vahşetidir, üstelik bu durum yerel sorundan daha ziyade küresel bir problemdir. İslam, bu küresel problemlerin çözümlerine sahiptir. Elverir ki âkil insanlar daha geniş bir perspektiften baksınlar.
5. Helâkten Koruyan Bazı Unsurlar
5.1. Islah Faaliyetleri
Toplumların helâkini önleyen ana unsurlardan birisinin “ıslah” faaliyetleri olduğu anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:
وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرٰى بِظُلْمٍ وَاَهْلُهَا مُصْلِحُونَ
“Senin Rabbin, ahâlîsi (hem nefislerini hem yekdiğerlerini) ıslah edip dururken, o memleketleri (sırf) şirk yüzünden helak edecek değildir.” (Hud, 11/117)
“Islah”, kişinin kendisini veya insanlara arasındaki ilişkileri düzeltme ve dengeleme faaliyetlerinin geneline verilen bir addır. Bu kelimeden türeyen “muslih” ise “daha iyi bir şekle ve hâle koyan, iyileştiren, düzelten, ıslâh eden, barışı sağlayan ve ara bulan kimse anlamına gelmektedir. Kur’ân terminolojisinde ıslah ifsadın, muslih de müfsidin karşıtıdır.
Bir toplumda ıslahçılar varsa, o toplumda iyileşme, düzelme, yeniden düzenleme, yenileştirme ve tamir etme faaliyetleri kesintisiz bir şekilde devam edebilecek, bu da o toplumun manevi, ruhsal ve ahlâkî yapısının terakki ve takaddümüne vesile olacaktır. Bu manevi terakkinin sosyal ve entelektüel ilerlemeyi beraberinde getireceği şüphesizdir. Islah, bir toplumda yaşayan insanların hayatlarının bütününü müspete yönlendiren bir faaliyettir. Böylece ıslah faaliyeti yeni ufukları işaret edecek, toplum kapitalizmin, yabancı hegemonyaların ve modernitenin dayattığı kölelik zincirlerinden kurtularak, sosyal, ruhsal, kültürel ve entelektüel terakkiye, Allâh’a hakiki kul olma özgürlüğüne kavuşacaktır.
Elbette ahlâkî, manevi, sosyal ve kültürel ıslah faaliyetlerinin birtakım zorlukları, statüko mensuplarının değişime direnmeleri ile her dönemde karşılaşılabilecektir. Ancak inişli çıkışlı da olsa ıslah faaliyetlerinin mutlaka olumlu sonuçlar doğuracağı bilimsel bir kesinliktir. Kur’ân’a ve Sünnete dayalı, temel ve ilk prensipleri önceleyen, kâmil imanları, takvaları, salih amelleri ve dini bilgileriyle selef-i sâlihînin örnek ahlâkî tutum ve davranışlarını modelleyen üstün bir anlayış, gerçek ve sahih İslam inancını da beraberinde yükseltecek, hakiki Allâh dostlarından muktebes güçlü ışık ile insanlık aydınlanacaktır. Buna yeniden iman, yeniden İslam, yeniden ihsan hareketi de denilebilir. Kur’ân ve sünnet, dinin esası, hatta bütün boyutlarıyla dinin kendisidir. Çünkü din duygusunu insanlarda yeniden yeşertecek ve dindarlığa istikamet verecek ahlâkî değerler ve kılavuz hükümler ancak Kur’ân ve Sünnet-i sahihadan istinbat edilebilir. Islahçının görevi, Kur’ân ve sahih Sünnetin aydınlık mesajlarını uyanık gönüllere, ruh, zihin ve kalplere mümkün mertebe yaklaştırmak olmalıdır. Bir ıslahçı bu şekilde kalp ve ruh itminanını, en önemlisi ve büyüğü de Allâh’ın rızasına ulaşma imkanını yakalayacaktır.
İnsan şahsiyetinin yeniden inşası için yapılan ıslah faaliyeti, yabancı kültür ve değerleri kopya ederek değil, İslam’ın özündeki kültürel ve ahlâkî gelenekten ilham alarak, toplumsal ve bireysel yasaları yeniden inşa ederek, şirkin müdahalesini reddederek, tam bir ıslahçı dayanışması ruhu ile gerçekleştirilebilir. Islahçı ruh, Kur’ân, Sünnet, İcma ve İçtihad dörtlüsünü asli dinamikler olarak kabul ederken, şuursuz ve körü körüne taklidi ise reddeder. Islahçının Kur’ân, Resulü Ekrem (sas) ve selef-i sâlihînin yolunu izlemesi ise taklit değil, ittibadır. Bu konuyu “İttiba, Tabi Olma ya da Uyma” başlığı altında sitemizde yer alan makalemizde incelemeye çalışmıştık.
Körü körüne taklit, akıl sahibi insanların bu melekelerini tam anlamıyla kullanmaları gerektiğini öngören İslam’ın ruhuna aykırıdır. Sahte şeyhlere adeta tapınırcasına bağlılık ve anlamsız teslimiyet, insanları hayvan sürüsü mantığı ile güden ve aklı kullanmayı neredeyse necaset seviyesinde gören kötü geleneksel yapılar, İslam dünyasının kültürel durgunluğu ve gerilemesinin en temel ve baş suçlularıdır. Halbuki insan, ancak Allâh’ın kendisine lütfettiği en büyük armağanlardan birisi olan akıl ile, dine gerçek anlamda muhatap olabilir, selim bir kalp ile batıl hurafe ve inançlardan korunabilir, insani donanımları ile ilimde ancak derinleşebilir.
5.2. Tevbe ve İstiğfar
وَالَّذٖينَ اِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً اَوْ ظَلَمُوا اَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّٰهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ اِلَّا اللّٰهُ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلٰى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ
“Onlar (müttakîler), çirkin bir iş yaptıkları yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenlerdir. Zaten Allah’tan başka günahları kim bağışlar? Ve onlar, bile bile işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir.” (Ali İmran, 3/135)
“Tevbe” kelimesi, dinin hoş görmediği hususlardan, dinin hoş ve güzel gördüğü tutum ve davranışlara yönelme, şayet tevbe kelimesi Allâh’a (cc) izafe edilerek kullanılmışsa kulun tevbesini kabul edip lütuf ve ihsanı ile ona yönelmesi manalarına gelmektedir.
“İstiğfâr” ise, kişinin hata ve kusurlarının Yüce Allâh tarafından affedilmesi için yalvarıp yakarması, gerekiyorsa af talebini uzun denilebilecek bir zaman diliminde dahi devam ettirmesi ve bir daha aynı hataya dönmeme hususunda azim ve irade içerisinde olması demektir.
Bütün insanlar hatalıdır. Hatalıların en hayırlısı da tevbe eden yani bir yanlış yaptığından rücu edip, aynı hataya bir daha düşmeme azim ve iradesini gösterebilenlerdir.[6] Islahçı da neticede bir insandır. Günahlardan bütünüyle uzak olsa bile, Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerine tam anlamı ile şükür mümkün olmadığı için, tevbe ve istiğfardan müstağni olamaz. Ayrıca düşmeleri ve sürçmeleri de olabilecektir. Çünkü peygamber değildir. Geçmiş ve geleceği adına mağfiretle müjdelenmiş olmasına rağmen Efendimiz (sas), “Ben bazen günde yüz kez istiğfar ederim”[7] buyuruyorsa, O’nun aydınlık yolunun takipçileri de O’na benzemeye çalışmalı, hayatını tevbe ve istiğfarlarla süslemeli, kalbî yönelişinde sapmaların olup olmadığını kontrol etmelidir.
Sonuç
Toplumlar tarih sahnesinde iyi ve güzel davrandıkça Allâh’ın (cc) koruması ve inayeti ile gelişip büyümüşler, ilahi yasalara başkaldırdıklarında da tarihin tozlu sayfalarında yerlerini almışlardır.
İlahi yasalara başkaldıran toplumların kimisinin başlarına taş yağdırılmış, kimisini korkunç bir ses yok etmiş, kimisi yerin derinliklerine gömülmüş, kimisi de sel ve tufan suları altında boğulmuşlardır.
Toplumların helaklerinin temel sebepleri ise geçmişten günümüze değişmemiş, bir sünnetullah olarak kâinatta hükmünü icra etmiştir, etmektedir ve etmeye devam edecektir. Bu helak sebepleri; zulüm, kibirlenme, dini yalanlama, dini inançlarla alay etme, nimetler ya da ekonomik refah ile şımarma ve kendinden geçme, iktisadi ve içtimai bünyeyi sarsıcı aldatma, hile, tamahkarlık, adaletsizlik ve düşmanlık gibi gayr-ı ahlâkî tutum ve davranışlar olmuştur.
Toplumların helakinin sebepleri olduğu gibi onu ayakta tutan dinamikler de mevcudiyetini muhafaza ettiği sürece helak sebepleri geçersizleşmiş, ıslah faaliyetleri, tevbe, evbe, inabe ve istiğfar ile kendilerini temiz tutmayı başarabilen toplumlar da hayatiyetlerini Allâh’ın izni ve inayeti ile devam ettirebilmişlerdir.
Günümüz toplumları da bu genel-geçer ilahi yasaların dışında değillerdir. Baskıyı, otoriterliği ve zulmü bir idare şekli olarak benimseyen siyasal yapılar ve bu siyasal yapıların idaresindeki devletler, artık dönülemez bir noktaya geldiklerinde yıkılır, yok olur ve ıssız viranelere dönüşürler.
Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden tüm dünyada sulh ve sükûnun yüksek seviyede tesisi, insanlar arasında ekonomik eşitsizliklerin giderilerek kâmil adaletin temini, siyasal ve ekonomik kurumların ehil olanlarla temsili, ahlâk ve fazîlet ışığının her tarafta nümâyan olması dilek ve temennilerimle…
[1] Ejder Okumuş, “Kur’ân’da Toplumsal Çöküş”, Diyanet İlmî Dergi, C. 46, sayı: 4, s. 74.
[2] Müslim, Fiten, 19; Ebû Dâvud, Fiten, 1.
[3] Müslim, Fiten 20.
[4] Tirmizi, Büyu, 4; Darimi, Büyu, 8.
[5] Tirmizi Büyu, 4; İbni Mace, Ticaret, 30; Darimi, Büyu, 7.
[6] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyame ve’r-Rekâik, 49 (Hadis no: 2499).
[7] Müslim, Zikir, 41; Ebu Davud, Vitir, 26.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.