Musa Kazım GÜLÇÜR
9 Haziran/2019
İçindekiler
Kur’ân-ı Kerim’de Fıtrat Kelimesi 2
Hadîs-i Şerîflerde Fıtrat Kelimesi 3
Dua, Amel ve Tabiat-ı Sâniye 8
Giriş

“Fıtrat” kelimesi Arapça “fa-ta-ra” fiil kökünden türemiş olup lügatlerde “yarmak” ve “ayırmak” anlamlarına gelmektedir. Aynı kökten gelen “iftar” kelimesi “orucu açmak”, “infitâr” ise “yarılmak ve açılmak”, “futûr” da “yarıklar” ve “çatlaklar” anlamındadır.
Bir şeyin herhangi bir maddeden veya ilk yaratılışta olduğu gibi yoktan icadı ve ilk çıkışına “fatara”, ortaya çıkış biçimine ve taşıdığı özellikleriyle birlikteki görünüşüne de “fıtrat” denir.
“Fıtrat, her insanın Allah’a inanmaya ve O’na kulluk etmeye meyilli bir hal üzere yaratılması demek olup, ulvî hakikatleri kabul ve anlama kabiliyetidir. Allah Teâlâ’nın insan türü şuur sahibi varlıkları, kendisini bilip tanıyacakları ve idrak edebilecekleri bir hal ve bir kabiliyet üzere yaratmasının adıdır fıtrat.”[1]
İnsanın bütün cevherlerinin, latifelerinin, zahirî-bâtınî hâsselerinin ve duyularının bir yaratılış hikmeti ve her birinin kendisine has vazifesi vardır.
İnsanın dünyaya gönderiliş hikmetini anlaması, ubûdiyete ait sorumluluklarını kavraması ve hep hayır peşinde olması haline de “fıtrat” denir. Bu itibarla, selim bir fıtrata ve tabiata sahip insan, kendini bildiği andan itibaren Hakk’ı tanımaya ihtiyaç duyar, devamlı O’nu arar ve O’na kulluk sayesinde itminana erişir.
Kur’ân-ı Kerim’de Fıtrat Kelimesi

(Rum, 30/30)
Kur’ân-ı Kerim’de on dokuz âyet-i kerîmede “fatara” kökünden türemiş fiil/isim bulunmaktadır. Istılahî anlamdaki “fıtrat” kelimesinin geçtiği âyet-i kerîme şu şekildedir:
“Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum, 30/30)
Bu âyet-i kerime ile ilgili olarak Kurtubî hazretleri şöyle söylemektedir:
“Fıtrat, her doğan kimsenin, Rabbini bilmesi noktasında yaratılışında bulunan hususiyettir. Doğan her bebek, büyüme noktasına ulaştığı takdirde, Rabbini bilip tanıyabileceği bir yaratılış üzeredir. Şu âyet-i kerimelerdeki “fâtır” kelimesi “yaratan” anlamındadır:
“Hamd, göklerle yerin fâtırı (yaratıcısı) Allah’a mahsustur.” (Fâtır, 35/1)
“Ben, fâtırıma (yaratanıma) ne diye ibadet etmeyecekmişim?” (Yasin, 36/22)
“(İbrahim) dedi ki: “Bilakis Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir. O, bunları yaratandır (fatarahunne) ve ben de buna şahitlik edenlerdenim.” (Enbiyâ, 21/56)
O halde “fıtrat” yaratılış, “fâtır” da yaratıcı anlamındadır.[2]
Hadîs-i Şerîflerde Fıtrat Kelimesi

Hadîs-i şerîflerde “fıtrat” kelimesi, insanın bedeninin temizliği ile ilgili olarak zikredilmiş,[3] latif bir içecek olan sütün insan fıtratı ile olan paralelliğine işaret edilmiş, Efendimiz (sas) kendisine bir kapta şarap, bir kapta süt, bir kapta da bal getirildiğini, kendisinin sütü aldığını, Cebrail (as)’in de: “Bu, fıtrattır, sen ve ümmetin bu fıtrat üzeresiniz!” dediği nakledilmiştir.[4]
Fıtrat kelimesinin kullanıldığı ve Bera b. Âzib (ra) rivayeti ile gelen bir hadîs-i şerifte Resülullah (sas) şöyle buyurmuşlardır:
إِذَا أَخَذْتَ مَضْجَعَكَ فَتَوَضَّأْ وُضُوءَكَ لِلصَّلاَةِ ثُمَّ اضْطَجِعْ عَلَى شِقِّكَ الأَيْمَنِ ثُمَّ قُلِ اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْلَمْتُ وَجْهِي إِلَيْكَ وَفَوَّضْتُ أَمْرِي إِلَيْكَ وَأَلْجَأْتُ ظَهْرِي إِلَيْكَ رَغْبَةً وَرَهْبَةً إِلَيْكَ لاَ مَلْجَأَ وَلاَ مَنْجَا مِنْكَ إِلاَّ إِلَيْكَ آمَنْتُ بِكِتَابِكَ الَّذِي أَنْزَلْتَ وَبِنَبِيِّكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ وَاجْعَلْهُنَّ مِنْ آخِرِ كَلاَمِكَ فَإِنْ مُتَّ مِنْ لَيْلَتِكَ مُتَّ وَأَنْتَ عَلَى الْفِطْرَةِ . قَالَ فَرَدَّدْتُهُنَّ لأَسْتَذْكِرَهُنَّ فَقُلْتُ آمَنْتُ بِرَسُولِكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ قَالَ قُلْ آمَنْتُ بِنَبِيِّكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ
“Döşeğine yattığın vakit namaz için aldığın abdest gibi abdest al, sonra sağ tarafına yat. Sonra, “Allah’ım ben yüzümü sana teslim ettim. İşimi sana havale kıldım. Sırtımı (sevabına) tamaan ve (azabından) korkarak sana dayadım. Kurtulup iltica edecek ancak sen varsın. İndirdiğin kitabına iman ettim. Gönderdiğin Nebine de iman ettim” de! Bunlar son sözün olsun. Şayet o gece ölürsen fıtrat üzere olduğun halde ölürsün.” buyurdular.
Bera diyor ki: Ben bunları hatırlamak için tekrarladım da: “Gönderdiğin resulüne iman ettim” dedim. Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Gönderdiğin nebine iman ettim de!” buyurarak düzelttiler.” [5]
Ebu Hüreyre (ra)’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (sas):
“Her çocuk fıtrat üzerine doğar” buyurdu ve sonra da “Şu ayeti okuyun” dedi:
“Allah’ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata sımsıkı tutunun.” (Rum; 30/30).
Sonra Resülullah (sas) sözünü şöyle tamamladı:
“Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir. Tıpkı hayvanın doğurunca, azaları tam olarak yavru doğurması gibi. Siz kesmezden önce, kulağı kesik olarak doğmuş hayvana rastlar mısınız?”
Dinleyenler:
“Ey Allah’ın Resulü, küçükken ölenler hakkında ne dersiniz (cennetlik mi, cehennemlik mi?)” diye sordular. Hz. Peygamber (sas) şu cevabı verdi:
“(Yaşasalardı) nasıl bir amel işleyeceklerdi Allah daha iyi bilir. Doğan hiçbir çocuk yoktur ki, konuşmaya başlayıncaya kadar şu din üzere olmasın.”[6]
Bu rivayeti destekleyen diğer bir hadîs-i şerifte ise, Efendimiz (sas)’in Miraç gecesi Cennet bahçesinde uzun boylu olarak gördüğü İbrahim (as)’ın etrafındaki çocukların, fıtrat üzere yani buluğa ermeden ölen çocuklar olduğu belirtilmiştir. Bu hadîs-i şerifi işiten sahabeden bir zat Efendimiz (sas)’e:
“Müşrik çocukları da mı (Cennette olacaklar)?” diye sormuş, Resülullah (sas):
“Evet” demiştir.[7]
“Her çocuk fıtrat üzere doğar” anlamındaki hadis-i şerîf, insanların tabii, aslî ve fıtrî dinlerinin İslâmiyet olduğunu, daha sonra çevre tesirleriyle farklı dinlere yönelmenin, asıldan ve fıtrattan bir ayrılma olduğunu gösterir. Bu hadîs-i şerife göre, gayr-i Müslimlerin çocukları da Müslüman sayılır, dünyada ve âhirette Müslüman muamelesi görürler.
“Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir” ifadesi, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman yatkınlığının çocukluk devresinde çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu göstermektedir.
Fıtrat, insanın hem ruhî hem de fizikî bakımdan yaratılıştan sahip olduğu temel ve üstün özellikleri ifade etmektedir. Çünkü insan, Allâh’ın yeryüzünde en keremli şekilde yarattığı üstün bir varlıktır. Bu açıdan, lüzumsuz ve hevâî maksatlarla vücut üzerinde aslî yapıyı yok edecek nitelikteki müdahaleler, insandaki üstün yapıyı ve fıtratı bozmaya yönelik davranışlardır. İslâm âlimleri ilgili diğer hadîs-i şerîfleri de göz önüne alıp bu tür yönelişleri sakıncalı bulmuşlardır.
İnsan, doğuştan gelen selîm ve hakiki bir fıtrat ile sonradan kazanımı sonucunda elde ettiği ikinci bir tabiata -ki buna “fıtrat-ı sâniye”nin yanı sıra “itiyad-ı sâniye” ya da “tabiat-ı sâniye” de denilebilir- sahiptir. Kişi içten isteyerek ve samimi çaba göstererek, fıtrat-ı selîmesine uygun davranışlar sonucunda, Allah’ın sevdiği ve beğendiği güzel ahlak özelliklerine ulaşmaktadır. Aksi durumlarda ise kötü ahlâkı iktisap etmekte, böylece kalp ve vicdan rahatsızlıklarına maruz kalmakta, kalp, ruh ve aklının fesada uğraması ile de aslî fıtratını bozmuş olmaktadır.
Bir kudsî hadiste Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor:
“Ben bütün insanları Hanif (sâlim fıtrat ve tabiat) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onları dinden saptırdılar. Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler, insanlara bana ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortakların var olduğuna dair hiçbir delil indirmedim.”[8]
Hadîs-i kudsîde ifade edilen “hanîf” olma hali, yani doğuştan bir mevhibe-i ilâhî olarak bütün insanlara bahşedilmiş olan insanî özelliklerin tamamı, “fıtrat-ı evvel” ya da “tabiat-ı evvel” (birinci yaratılış) olarak isimlendirilmektedir. Ebeveyn, çevre ve eğitimin olumlu-olumsuz her türlü katkısı sonucu meydana gelen ikinci şekillenmeye ise “tabiat-ı sâniye” (ikinci tabiat) denilmektedir.
Bu durumda “tabiat-ı evvel” insanda başlangıçta mevcut olan, gömülü, gizli ve örtülü bir orijinal arılık manası taşır. “Tabiat-ı sâniye”, bu orijinal saflığın ya da diğer tabirle birinci tabiatın iki şekilden birisine tahavvül etmesidir. Birinci şekilde, kökü yerin derinliklerinde ve sabit, dalları semaya uzanmış ulu bir çınar gibi, şahsiyeti yerine oturmuş bir kelime-i tayyibeye dönüş vardır. İkinci şekilde ise (hafizanallâh) kararsız, her türlü rüzgâra göre yön değiştiren, oturmamış bir karakter yapısı ve bir kelime-i habiseye dönüşüm söz konusudur.
Ahlâk ve Tabiat

Tabiat ve ahlâk birbirlerine paralel unsurlardır. Çünkü ahlâk, huy ya da mizaç, insanların veya toplumların yaratılışları yani tabiatlarına uygun olan davranış biçimlerinin bütününe verilen bir addır. Bir başka ifadeyle ahlâk, hem bireyin ruhî ve zihnî hâl ve huylarını, hem de bir toplumun alışkanlık, töre ve âdetlerini, değerlerini ve sosyal ahlâklarını anlatan bir terimdir.
Dolayısıyla ahlâk, insanların ruhlarında ve nefislerinde yerleşik olan iyi ve güzel veya kötü ve çirkin eğilim ve davranışların, doğuştan gelen veya sonradan kazanılan iyi ve kötü tavır ve hareketlerin bir bütünüdür. Bu açıdan ahlâkı iki temel kısma ayırmak mümkündür:
Birincisi tabiî ahlâktır ki; doğuştan gelen ve değiştirilmesi bazen zor olan huyları belirtmek için kullandığımız bir tabirdir ve insanın, doğuştan aceleci veya sinirli olması vb. halleri ifade eder.
İkincisi ise müktesep ahlâktır ve akıl, zihin, kalp ve vicdan unsurlarıyla, bazen de sosyal çevrenin etkisiyle eğitilip iktisap edilen ahlâkı betimlemek için kullanılan bir tabirdir.
Ferdin kalp, ruh, akıl ve iradesini kullanarak kendisini yaratılışındaki asliyetine uygun hale getirmesi de “tabiat-ı sâniye” olarak nitelendirilebilir. Bu açıdan baktığımızda, ahlâk-ı âliyeyi ikinci bir tabiat, diğer bir tabirle temel bir karakter haline getirebilme maksadına yönelik ciddiyet, vakar, temkin ve itmi’nan insanı olabilmenin önemli olduğu ortadadır.
Şurası açıktır ki ahlâkî vasıfları kazanabilmek için pratiğe yönelik birtakım adımlar atılması gerekmektedir. Bu adımlar önceleri suni ve yapmacık bir şekilde de başlayabilir. Bireyin önceleri riyakârca görülebilecek bu tavrı, meseleyi bilmeyenlerce tenkit edilse dahi, bu tenkitlere takılıp kalınmaması gerektiği ortadadır. Çünkü insanın temel ahlâkî vasıfları kazanabilmesi, uzun emek ve çabaları gerektirmektedir.
Başlangıç aşamasındaki zorlukların üstesinden gelinebilmesi durumunda, yüksek ahlâkî vasıflar insanın artık ayrılmaz bir parçası haline gelir. Kişi, nefsinin olumsuz bütün arzu ve isteklerine rağmen, insanı insan yapan vasıfları Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’in rehberliğinde karakterinin temel bir parçası haline getirmiş olur.
Bu açıdan baktığımızda, insanda yer etmiş gibi görünen bazı kötü huy ve hasletlerin iradi bir şekilde değiştirilebileceği sonucuna ulaşırız. Dolayısıyla; “insanlar huylarını değiştiremezler!” ya da “can çıkar, huy çıkmaz!” vb. dilimize ve gündelik kullanımımıza yerleşmiş görünen ifade ve deyimlerin yanlış olduğu görülür. Çünkü insanda iradi bir şekilde değişim yaşanabilir ve tabiat, Allah ve Resulünün istediği yöne çevrilebilir.
İnsanın gönlünde kökleşen, gelişen ve süslenen inancı, bütün davranışlarını olumluya ve güzele yönlendirecek, bu durum, kişinin yücelikler, şerefler, ululuklar ve üstün derecelere olan iştiyakından tutun, ta sanat ve estetik telâkkilerine kadar yansıyacaktır. Bu telakkilerden kaynaklanan insiyaklar, zamanla onun her yanını saracak, belli bir süre sonra da ferdin zihnî ve ilmî aktiviteleri üzerinde tesirini göstere göstere onda ikinci bir tabiat oluşacaktır. Fert, Allah’ın bu ihsân ve vergisini inkişaf ettirebildiği ölçüde de kendi gerçek dünyasını ve kişiliğini inşa etmiş olur.
Dua, Amel ve Tabiat-ı Sâniye

İhlâs, sadakat, vefa, gıybet etmeme, vb. güzel ahlâka ait esaslar, insanda temel bir karakter halini alabilir. Bu dönüşüm uzun da sürebilir. Ancak nefis ve donanımlarının Allâh’ın rızasına uygun bir hale gelebilmesi için bıkmadan, sabırla, samimi, azimli ve kararlı bir şekilde davranmak, fiilî duanın yanı sıra kavlî duayı da önemsemek, dünyaya dünya kadar, ukbaya da ukba ölçüsünde değer vermek gerekmektedir.
Dini hayattaki düşünce kaymaları ile sürçmeleri önleme hususunda ibadetler bütünüyle fonksiyoneldir. İnsanın kendi tabiatı ile bütünleşebilmesinde ibadetlerin yeri tartışılmazdır.Bu yüzdendir ki mârifetullah ve muhabbetullah ufkuna ulaşabilmede, nazarî aklın rehberliğindeki amelî akıl yani ibadet ü taatler oldukça önemli dinamiklerdir. İslâm’da “ibadet ü taat” oldukça kapsamlı bir kavram olup, tevhid düşüncesinden marifetullaha, ahlâk-ı âliyeden evrâd u ezkâra, amel-i salihten muhabbetullaha ve rıza-i ilâhîye kadar geniş bir kavramlar silsilesini ihtiva etmektedir.
İbadet ü taatler, insanda temel ikinci bir tabiattırlar ve insanın Allah (cc) ile olan bağlantısını her an canlı tutması açısından da önemli dayanaklardır. Namaz ise bu ibadetler içinde en temel bir boyuttur. İbadetlerini önemseyerek istikamet dairesinde hareket eden bir kimse, her türlü probleminin çözümünde ilâhî desteği arkasında hissedecektir. Bu açıdan, inanç ve akide ile ilgili terminolojinin öğrenilmesi ve pratiğe dökülmesi oldukça ehemmiyet taşımaktadır.
Sonuç

İnanç-amel bütünlüğümüzü koruyabilmek için, temel duygularımızı rıza-i ilâhîye uygun bir şekilde geliştirmemiz, gadab ve akıl gibi donanımlarımızı iyiye ve güzele kanalize ederek daha mükemmele doğru ilerlememiz, kevni kanunların hususiyetlerinin farkında olarak daha dikkatli yürümemiz, formüle ederek söylememiz gerekirse “taallüm ile tekemmül” etmemiz gerekmektedir.
Şevk ve iştiyak ateşinin batmayan bir güneş gibi olması ve etrafı aydınlatma düşüncesinin insan hayatının gayesi haline gelmesi temel bir ülküdür. Ancak nebilerin davasını omuzlamaya ne ilmen ne cismen ne de tabiaten ve fıtraten namzet olamayacaklardan ve peşlerindeki insanları sonu nerede biteceği bilinemeyen maceralara sürükleyebileceklerden de daima Allâh’a sığınmak gerekmektedir. İnsanların istidatlarını ve yapabileceklerini Allâh’ın bahşettiği basiret ve firasetle görebilme ve sezebilme müminin en önemli hususiyetidir.
Bu açıdan, fertler küçük yaştan itibaren dini ve ahlâkî değerlerimiz açısından fıtrat ve tabiatları ile uyumlu ve sağlam bir şekilde yetiştirilir, din ve güzel ahlâk, basiret ve firaset gençlerde ve toplumumuzda ikinci ve temel bir fıtrat haline gelirse, devasa gibi görünen problemlerin söneceği ve yok olacağı müşahede edilecektir.
Problemlerin ve sıkıntıların dini prensiplerle, övgüye layık bir tabiat-ı sâniye ile halledilmeye çalışılması, başkalarının haklarına saygılı, insanlara şefkat ve merhamet penceresinden bakan, aleyhlerindeki durumları dahi hoşgörü ile karşılayabilen bireylerin hâkim olduğu daha güzel bir gelecek dilek ve temennileri ile…
[1] İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, Beyrut, 5/55.
[2] Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, El-Câmiu li Ahkâmi’l-Kurân, Dâru Âlemi’l-Kütüb, 14/27.
[3] Buhari, Libas 63, 64; İsti’zan 51; Müslim, Taharet, 39.
[4] Buhari, Bed’ü’l-halk 6, enbiya 22, 43, Menakıbu’l-Ensar, 42; Müslim, İman, 264 (164).
[5] Buhari, Da’avat 7, 9; Tevhid 34; Müslim, Zikr, 56.
[6] Buhari, Cenâiz, 80, 93; Müslim, Kader, 22, (2658); Muvatta, Cenâiz, 52, (1, 241); Tirmizi, Kader, 5.
[7] Buhari, Ta’bir, 48, Ezan, (sıfatu’s-salât) 166, Teheccüt, 12; Cenâiz, 93; Büyu, 2; Cihad 4.
[8] Müslim, Cennet, 63; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/162.
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.