Musa Kâzım GÜLÇÜR
17 Kasım/2019
İçindekiler
Efendimizin (sas) Müşriklere Karşı Hilmi 4
Efendimizin (sas) Münafıklara Karşı Hilmi 5
Efendimizin (sas) Ehl-i Kitaba Karşı Hilmi 7
Efendimizin (sas) Yöntem Bilmez Müslümanlara Karşı Hilmi 11
Giriş
Hilim kelimesi pek çok erdemi kapsayan ahlâkî bir kavramdır. Hilim kelimesi, sabır, temkin, ağır başlılık, sebat, akıllı ve uygarca davranış anlamlarına gelmektedir. Hilim kelimesi, aklın sonuçlarından birisi olduğu için akıllı olma halinin eyleme dönüşmesi ve ilim anlamına da kullanılmıştır. Buna göre hilim sahibi insanın bir özelliği akıllı ve bilgili olmak, ahmaklıktan, sefahetten ve cahillikten uzak durmaktır. Bu kelimenin tam zıttı, öfke ve nefretle saldırma manası taşır ve bu durum, sefihlik, cahillik, öfke, zayıflık ve tezemmür kelimeleri ile karşılanır.
Kur’ân-ı Kerim’de hilim, çoğul hali olan ve “akıllar” anlamına gelen “ahlâm” (Tur, 52/32) kelimesi ile kullanılmıştır. “Hilim sahibi” anlamındaki “Halîm” kelimesi ise Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin esma-i hüsnasından olup on bir kadar ayet-i kerimede yer almaktadır. Bunlardan altısı “Ğafûr” (bütün günahları bağışlayan), üçü “Alîm” (her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilen), biri “Ğani” (bütün zenginliklerin sahibi) ve biri de “Şekûr” (az iyiliklere çokça karşılık veren) esma-i hüsnaları ile birlikte gelmiştir.
(اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلَامُهُمْ بِهٰذَا)
“Bunu kendilerine akılları mı emrediyor?” (Tur, 52/32)
Bu ayet-i kerime, dolaylı olarak, aklın irşadına uymayı, akıllı davranmayı ve cahillikten uzak durmayı gerekli kılmaktadır. Çünkü sahih ve müstakim akıl, hakka, hakikate, doğruya, iyiye ve güzele tabi olmayı emreder. Böylece Kur’an-ı Kerim’de sıklıkla tekrar edilen “akıl etme, bilme, tefekkür, tedebbür, itibar, nazar (düşünme)” gibi zihinsel faaliyetler ile hilim erdemi arasındaki bağlantı ortaya çıkmakta, İslam’ın bir “hilim, ilim, kalp, ruh ve akıl” dini olduğu tebarüz etmektedir.
Hilim, aklın sefahate dur demesi, fani ve değersiz tutkulara da geçit vermemesidir. Hilim, gerçek bir üstünlük ve güçtür. Hilmin ilimle, affın da kudretle birleşmesi çok üstün bir fazilettir. Muktedir olduğu halde sabır ve hoşgörüyle davrananlar gerçek hilim sahipleridir. Hilim, sıkıntılara karşı bir perde, dininde ve imanında güçlü, kararlı, sağlam, bilgili, zeki ve merhametli olmadır.
Esma-i hüsnadan Halîm kelimesi, “çok sabırlı, kullarının isyanını hemen cezalandırmayan, onlara mühlet veren, her işi gerektiği miktar ve ölçüde yapan” anlamlarına gelmektedir. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de kendisini “akıl” kelimesi ile değil de aklın hem isim hem de fiil olarak bütün yönlerini kapsayan “halîm” kelimesi ile vasıflandırmaktadır. Dolayısıyla bu yüksek sıfatın insanlardaki tecelli ve tezahürü de o derece önemli hale gelmektedir. Halîm kelimesi ayrıca, iki ayette Hazret-i İbrahim’in (as) (Tevbe, 9 /114; Hud, 11/75), bir ayette Hz. İshak’ın (as) (Saffat 37/101), bir ayette de Hz. Şuayb’ın (as) (Hud, 11/87) sıfatı olarak zikredilmektedir.
Efendimizin (sas) Hilmi

Peygamberimiz açısından baktığımızda, Efendimiz’in (sas) peygamberliğinden önce de sonra da insanların en halimi, en yumuşak huylusu olduğunu, hayat-ı seniyyeleri boyunca da bu meziyetini devam ettirdiğini görmekteyiz. Bu yumuşak huyundan dolayı Cenab-ı Hak kendisini şu şekilde övmektedir:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلٖيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِى الْاَمْرِ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلٖينَ
“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kötü huylu, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmran, 3/159)
Bu âyet-i kerime, Hz. Muhammed’in (sas) ümmetine karşı şefkatli ve yumuşak huylu olmasında, Allah’ın (cc) rahmetinin en temel etken olduğunu açık bir şekilde beyan etmektedir. Bu sebeple Efendimiz (sas), kötü huylu ve katı yürekli olmadan uzak tutulmuştur. Ashabından sadır olabilecek yanlışlıkları ve hataları affetmesi, affetmekle kalmayıp yanlış davranışlarda bulunanlar için Cenâb-ı Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden onların bağışlanmalarını talep etmesi istenmiştir. Yine bu âyet-i kerimenin vurguladığı ve emrettiği önemli hususlardan birisi de mutlaka müşavere ile hareket edilmesi, istişare sonucu varılan kararın uygulanması hususunda azimli olunması, netice hususunda da Allâh’a tevekkül ile sonucun beklenmesi gereğidir.
Ayet-i kerimede yer alan (فَظًّا) kelimesi, “huysuz / kötü huylu” demektir. (غَلٖيظَ الْقَلْبِ) tamlaması ise, “hiçbir şeyden etkilenmeyen ve müteessir olmayan katı kalpli” demektir. Dolayısı ile bu her iki kelime anlam itibarı ile birbirinden farklıdır. Çünkü bir insan, hiç kimseye eziyet vermeyen, nazik, kibar, iyi huylu olduğu halde, diğer insanlar için rikkat ve merhamet hissetmeyen birisi olabilir. Binaenaleyh bu iki unsur, kötü ahlâka ait özelliklerdir ve Efendimiz (sas) bu kötü ahlâk unsurlarından bütünüyle uzaktır. Çünkü âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖيمٍ
“Sen elbette pek yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 68/4)
Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de şöyledir:
وَاَنْزَلَ اللّٰهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكَ عَظٖيمًا
“Allah, sana kitabı (Kur’an’ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana lütfu çok büyüktür.” (Nisa, 4/113)
Peygamber gönderilmesinden maksat, Allah’ın yüklediği mükellefiyetlerin insanlara tebliğ edilmesidir. Tebliğin yerine ulaşması ve dinin kemale ermesi, ancak kalpler peygambere sevgi duyduğu, gönüller peygamber ahlâkını iktisap ettiği zaman mümkündür. Bu açıdan Efendimiz (sas) merhametli ve kerimdi. İnsanların kusurlarını ve hatalarını bağışlar, affeder ve onlara her çeşit iyilik, ikram ve şefkati gösterirdi. Kötü ahlak O’nun (sas) semtine bile uğramadı. Daima zayıflara ve fakirlere yardım üzere oldu. İnsanların kötülüklerini affetti ve hatalara karşı müsamaha gösterdi.
Efendimiz’in (sas) müminlere karşı yumuşak huylu olması, yüksek bir şefkat ve merhamet taşıyor olması ayet-i kerimede şöyle tasvir buyurulur:
لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُفٌ رَحٖيمٌ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ
“Ant olsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir. Eğer yüz çevirirlerse de ki: “Bana Allah yeter. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O’na tevekkül ettim. O, yüce Arş’ın sahibidir.” (Tevbe, 9/128)
Bu ayet-i kerimede Efendimiz (sas), Allah Teâlâ’nın iki güzel ismi, “çok şefkatli” manasına (رَؤُفٌ) “Raûf” ve “çok merhametli” manasına (رَحٖيمٌ) “Rahîm” kelimeleri ile nitelenmiştir. Yüce Allah’ın, hiçbir peygamberini kendi isimlerinden ikisiyle birlikte anmamış olduğu nazar-ı dikkate alınırsa, Efendimiz’in (sas) Rabbimizin katındaki derecesi daha iyi anlaşılır. Bu güzel isimlerin arka arkaya gelmesi ile, Efendimiz’in (sas) günahlardan ve hatalardan esirgeme hususunda ümmetine karşı büyük şefkat duyduğu anlaşılmaktadır.
Hem Hasan Basrî hem de Übey b. Ka’b hazretlerine göre bu iki ayet-i kerîme en son nazil olan ayetlerdir. Kur’an-ı Kerîm’in nüzulü bu ayet-i kerimelerle tamamlanmıştır.
Efendimizin (sas) Müşriklere Karşı Hilmi

Peygamberimiz şahsına yapılan kötülüklerden dolayı hiçbir şekilde intikam almayı düşünmemiştir. Hz. Muhammed (sas), insanların en az kızanı, en çabuk razı olanı ve en çok bağışlayanı idi. Allah’ın emirlerini insanlara anlatmaya çalıştığı sırada, Kureyş müşrikleri ona her türlü hakarette bulunuyordu. Onunla alay ediyor, ölüm tehdidinde bulunuyor, geçtiği yollara dikenler seriyorlardı. Bununla da kalmayıp, ona sihirbaz, büyücü, kâhin, şair diyorlar, öfkelendirip kızdırmak için her türlü yola başvuruyorlardı. Fakat o, kendisine yapılan bütün bu hakaretlere tahammül ediyor, asla kızmıyordu.
Aslında kim olursa olsun, başkalarının yanında hakarete uğrayan insan muhakkak öfkelenir, tepki gösterir ve kendisine yapılan hakaretlere karşılık vermek ister. Ancak bunların hiçbirini Peygamberimizde görmek mümkün değildi. O gayet sakin, engin, sabırlı ve tahammüllü idi. Üzerine aldığı büyük ve ağır İlahî davet görevini, sağ salim, sağlıklı biçimde yerine getirmeye çalışıyordu. Kendisine yapılan eziyetlere karşılık vermeyişi belki de bundan dolayı idi. Bütün engellemelere karşı ilahi tebliğe nasıl devam ettiği, Tarık b. Abullah el-Muharibî’nin rivayeti ile şu şekildedir:
“Mekke’de kurulan Zü’l-mecaz Panayırında, Efendimiz (sas) üzerinde kızıl renkte bir elbise olduğu halde, “Ey insanlar! La ilahe illallah deyin kurtulun” diyordu. O sırada bir de baktım, arkasında dolanan bir adam, ona hem taş atıp duruyor hem de mütemadiyen şöyle söylüyordu:
“Ey insanlar! Sakın ha bu adama itaat etmeyin, çünkü o (haşa) yalancıdır.” Ben,
“İnsanları (dine) davet eden kim?” diye sordum.
“Abdülmuttalib’in torunu” dediler.
“Peki şu arkasında dolanan ve taş atıp duran adam kim?” diye sorduğumda,
“Bu amcası Abduluzza Ebu Leheb” dediler.[1]
Efendimiz’in (sas) bu zor şartlar altında dahi Ebu Leheb’e bir karşılık verdiğini bilmiyoruz. Şayet bir karşılık vermiş olsaydı, bu hadiseye şahit olan ravi Tarık b. Abullah el-Muharibî bu durumu da bize aktaracaktı.
Efendimizin (sas) Münafıklara Karşı Hilmi

“Muhakkak ki ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Bir diğer rivayette, “…salih ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.”)
Buhari, Edebu’l-Müfred, Mektebetu’l-Maarif, Riyad-1998, C. 1, s. 143 (273); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/381 (8939); Hâkim, Müstedrek, 2/720 (4280).
Peygamberimiz, sahabeden hasta olan Sa’d bin Ubade’yi ziyarete gitmişti. Yolda münafıkların elebaşlarından Abdullah bin Ubey’in de bulunduğu bir topluluğa rast geldi. Orada bir müddet durdu. İbni Ubey, Peygamberimize sataşmaya başladı ve küstahça;
“Dikkat etsene adam, hayvanın yerden toz kaldırıyor, buradan uzaklaş, hayvanın bizi rahatsız ediyor” diyerek ileri geri konuşmaya durdu. Peygamberimiz oradakilere selâm verdikten sonra bazı şeyler anlattı. İbni Ubey, halkın Peygamberimizi dinlediğini görünce daha da küstahlaştı ve;
“Bize Müslümanlıktan bahsedip durma, sana gelen olursa ona istediğini anlatırsın” diyerek, hakarete varan sözler sarf etmeye başladı. Fakat Peygamberimiz onun bu adap dışı davranışlarına da bir karşılık vermedi.
İbni Übey’in haddini aşan sözlerine karşılık büyük şair Abdullah bin Revaha ayağa kalkıp:
“Ya Resulallah, buraya her zaman geliniz, bize konuşma yapınız, sizi çok seviyoruz” diyerek sevincini dile getirdi.
Bu sırada Müslümanlarla münafıklar arasında tartışma başladı. Kavga edecek duruma geldiler. Çok sakin davranan ve hiç öfkelenmeyen Peygamberimiz onları yatıştırdı ve daha sonra oradan ayrılarak Sad ibn Ubade’nin yanına vardı. Resülullah (Ensâr’ın ve Hazrec kabilesinin ulularından olan) Sad’a hitaben:
— “Ey Sad! Ebu Hübab’ın (Hübab, Abdullah ibn Ubey’in künyesidir. Bu aynı zamanda şeytanın ismi olup “yılan” ve daha başka manalara da kullanılmıştır) söylediklerini duydun mu? O şöyle şeyler söyledi” diyerek (biraz önce geçen vakayı) anlattı. Sad ibn Ubade:
— “Ya Resulallah! Babam sana feda olsun! Sen İbn Ubey’in kusurunu affet ve onu biraz da özürlü sayıp hoş gör! Sana Kitab’ı indiren Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın iradesi, Sana indirdiği hakkı getirmek suretiyle tecelli etmiştir. Halbuki şu belde halkı, İbn Ubey’in başına taç giydirmeye, üzerine de meliklere mahsus olan sarığı sarmaya (bu suretle onu kendilerine kral edinmeye) ittifak edip hazırlanmışlardı. Allah sana vermiş olduğu hak peygamberlikle onların bu tasavvurlarını reddedince, bu mahrumiyet sebebiyle İbnu Ubey mahzun ve kederli oldu. Ya Resulallah! İşte bu keder sebebiyle İbnu Ubey görmüş olduğun çirkin hareketleri yapmıştır! (Sen onu affet!) dedi.
Resülullah da onu affetti. Esasen Resülullah ile sahabeleri, Allah’ın (cc) kendilerine şu âyet-i kerimelerde emrettiği gibi, müşriklerin ve kitap ehlinin kusurlarını affedip eziyetlerine sabrediyorlardı:
لَتُبْلَوُنَّ فٖى اَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ وَلَتَسْمَعُنَّ مِنَ الَّذٖينَ اُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَمِنَ الَّذٖينَ اَشْرَكُوا اَذًى كَثٖيرًا وَاِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا فَاِنَّ ذٰلِكَ مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِ
“Ant olsun, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan üzücü birçok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bunlar (yapmaya değer) azmi gerektiren işlerdendir.” (Ali İmran, 3/186)
وَدَّ كَثٖيرٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ اٖيمَانِكُمْ كُفَّارًا حَسَدًا مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّ فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهٖ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ
“Kitap ehlinden birçoğu, hak kendilerine belirdikten sonra dahi, içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi, imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Siz şimdilik, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoşgörün. Şüphesiz Allah, gücü her şeye hakkıyla yetendir.” (Bakara, 2/109).
İşte Resülullah (sas), Allah’ın kendisine onların affı hakkında emretmiş olduğu bu emirleri yerine getirip uyguluyordu. Nihayet Allah, Peygamberine onlar hakkında harbe izin verdi. İşte bu izin üzerine Resülullah, Bedir gazvesine gitti. Allah (cc), Bedir’de Resülullah’ı ve sahabelerini zafere ulaştırmış ve ganimet kazanmış olarak Medine’ye döndüklerinde, Ubey Selül oğlu ve beraberinde bulunan müşrikler ve puta tapanlar:
— Artık bu Bedir vakası işi, Müslümanlığa açık bir zaferdir! Allah’ın Resulüne İslâm dinine girmek üzere biat ediniz! dediler ve Müslüman oldular.[2]
Abdullah ibn Ubey’in ve onun başkanlık ettiği zümrenin Müslüman olmaları zahirî idi. Hakikatte kinlerini ve düşmanlıklarını gönüllerinde gizlemişler ve her vesile ile fesat çıkarmışlardır. “Münafık” adiyle anılan bu zümrenin çirkin hâlleri ve işleri, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde ve hadislerde ortaya konulmuştur.
Efendimizin (sas) Ehl-i Kitaba Karşı Hilmi

Arap yarımadasındaki Yahudiler bilgiye ve okumaya önem veriyor, bu açıdan ahir zaman Peygamberinin aralarından çıkmasını bekliyorlardı. Peygamberimiz, Allâh’tan gelen peygamberliğini açıkça tebliğ etmeye başladığında, kıskançlık ve düşmanlık saikasıyla birisi Peygamberimize büyü yaptı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz hastalanıp yatağa düştü. Rahatsızlığı birkaç gün sürdü. Sonunda Cebrail (as) geldi, durumu Peygamberimize haber verdi. Büyü kuyudan çıkarıldı. Düğümler açılır açılmaz Efendimiz sanki bağları çözülen bir kimse gibi oldu, rahatladı. Bununla birlikte Peygamberimiz büyü yapan kişiyi bildiği halde bu durumu onun yüzüne vurmadı.[3]
Yine zehirleyip öldürmek istediklerinde Efendimiz (sas) bu işi yapanların huzuruna getirilmesini emretti. Sonra onlara:
— “Şimdi size bir şey sorsam, bana doğru cevap verir misiniz?” diye sordu. Onlar:
— “Evet, doğru cevap veririz”, dediler. Resülullah:
— “Bu koyunun içine zehir koydunuz mu?” diye sordu. Onlar:
— “Evet, koyduk!” dediler. Resülullah:
— “Bu cürmü işlemeye sizi ne sevk etti?” dedi. Onlar da:
— “Biz şöyle düşündük: Eğer Sen bir yalancı (peygamber) isen, (koyunu yer ölürsün), biz de Senden kurtulur istirahate kavuşuruz. Eğer gerçek bir peygamber isen, bu zehir Sana zarar vermez!” diye cevap verdiler.[4] Efendimiz (sas) onlara herhangi bir ceza vermedi.
Peygamberimizin Tevrat’ta anlatılan ve yer verilen en belli vasıflarından birisi de hilmi idi. Yumuşak huyluluğuna, insanları İslam’a davet ederken gösterdiği tahammül ve sabra Tevrat’ta işaret edilmişti. Yahudi bilginleri, Peygamberimizin Tevrat’ta bulunan pek çok sıfatını bizzat gözleriyle görüp tanımışlardı. Bazıları ise hâlâ araştırmaya devam ediyordu. Peygamberimizin Tevrat’ta anlatılan bütün sıfatlarını görecekler, ondan sonra iman edeceklerdi. Bu Yahudi bilginlerinden birisi de Zeyd b. Sa’ne’dir. Şöyle anlatıyor:
“Muhammed’in (sas) yüzüne baktığımda, ikisi dışında peygamberlik alametlerinin tamamını görmüş ve anlamıştım. Ancak iki alameti henüz öğrenememiştim. Bunlar, hilminin öfkesinin önüne geçmesi ve kendisine karşı yapılan kızgın hareketlerin onun hilmini daha da arttırmasıydı. Hilmini ve kızgınlığını öğreneyim diye, onunla olabilmek için fırsat arıyordum.
Bir gün Resülullah (sas), beraberinde Hz. Ali b. Ebî Talip olduğu halde evlerinden çıktılar. O sırada devesinin üzerinde bedevîye benzer birisi ona doğru geldi ve şöyle dedi:
“Ey Allah’ın Resulü, falanca oğullarının köyü İslâm’a girdiler. Onlara, Müslüman olurlarsa rızıklarının bol bol geleceğini söylemiştim. Ancak yağmurların kesilmesinden ötürü kıtlığa ve maddi sıkıntıya düştüler. Ya Resulallah, rızka tamah ederek Müslüman oldukları gibi, yine rızka tamahkârlık sebebi ile İslâm’dan çıkmalarından korkuyorum. Eğer onlara yardım edecek birisini göndermeyi münasip görürsen, birisini yollarsın.”
Bunun üzerine Resülullah (sas) Hz. Ömer’e (ra) baktı ve ona sordu:
— “Yanımızda hiç mal var mı?”
Hz. Ömer (ra):
— “Hayır, ya Resülullah, hiçbir şey kalmadı” dedi.
Zeyd b. Sa’ne şöyle devam ediyor. “Tam o anda Hz. Peygambere döndüm ve:
— “Ey Muhammed (sas), bana filan oğullarının bağındaki belli bir miktar hurmayı, belirlediğimiz bir tarihte bana teslim etmek üzere şimdi satar mısın?” Peygamber (sas) buyurdular ki:
— “Sana belli bir tarihte teslim alman üzere, belirlediğimiz bir miktar hurmayı satarım. Fakat filan oğullarının bahçesi diye isimlendirme olmasın.”
Ben de buna muvafakat ettim. Hz. Peygamber’e (sas) belirlediğimiz bir tarihte teslim alacağım hurmalar için 340 gram altın verdim. Hz. Peygamber (sas) de o altınları, az önce devesinin üzerinde gelen bedevîye verdi ve:
— “Darlığa düşen o köylüler için acele et, bu paralarla onlara yardım et” dedi.
Bedevi de paraları alarak uzaklaştı. Borç ödeme zamanının gelmesinden iki veya üç gün evvel, Resülullah (sas) Ensarilerden bir kişinin cenazesi için, beraberinde Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve ashabından bir grup olduğu halde çıkıp geldi. Cenaze namazını kılınca, gölgesinde oturmak için bir duvara yanaştı. Ben öfkeli bir tavır takınarak:
— ‘Ya Muhammed, hakkımı ödemen gerekmiyor mu? Zaten siz Abdülmuttalip oğullarının, borçlarını zamanında ödemeyip savsaklamak âdeti olduğunu biliyorum’ dedim. Ömer b. Hattab’a dönüp baktığımda gözlerinin, yuvasında öfkeden yıldız gibi döndüğünü gördüm. Bana baktı ve dedi ki:
— “Ey Allah’ın düşmanı! Benim duyduğumu Resülullah’a (sas) söylüyor, gördüğümü de yapıyor musun? O’nu hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki, Resülullah’ı (sas) kaybetmekten korkmasam, şu kılıcımla senin boynunu vururdum” dedi.
Resülullah (sas) sükûnet ve teenni içinde Ömer’e bakıyordu. Sonra Resülullah (sas) Ömer’e dedi ki:
— “Ey Ömer, Biz senden, başka türlü bir davranış beklerdik. Bana, onun bende olan hakkını güzellikle ödememi, ona da alacağını güzel bir şekilde tahsil etmesini söyleyecektin. Ey Ömer! Onu götür ve onun borcunu öde. Onu korkutmanın karşılığı olarak da 60 kg. fazla hurma ver.”
Zeyd b. Sa’ne der ki: Ömer beni alıp götürdü ve borcumu ödedi. 60 kg. hurma da fazladan verdi. O’na:
— “Bu fazlalık nedir?” diye sorduğumda:
— “Resülullah (sas), seni korkutmam karşılığında daha fazla vermemi emretti” dedi. O’na:
— “Ey Ömer! Beni tanıyor musun?” dedim:
— “Hayır, sen kimsin?” dedi.
— “Ben, Zeyd b. Sa’ne’yim” dedim. Ömer:
— “Yahudi din adamı olan mı?” dedi.
— “Evet, Yahudi din adamı.” Ömer (ra) şöyle sordu:
— “Resülullah’a (sas), o söylediklerini söylemeye ve yaptıklarını yapmaya seni ne sevk etti?” Zeyd b. Sa’ne cevap verdi:
— ‘Ey Ömer, biliyor musun, Resülullah’a niçin böyle davrandım? Çünkü Resülullah’ın peygamberlik alametlerini bütünüyle onun yüzünde gördüm. İki alameti tecrübe edememiştim. Birincisi; hilminin, öfkesinin önüne geçmesi. İkincisi, O’na öfkeli davranışlara karşı hilminin daha da fazlalaşması. Bugün Resülullah’ta (sas) bu iki özelliği de öğrendim. Ey Ömer! Şahit ol ki Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, Nebi olarak Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den razı oldum. Malımın yarısını da ümmet-i Muhammed (sas) için sadaka olarak verdiğime seni şahit tutarım.”
Zeyd b. Sa’ne (ra) ve Hz. Ömer (ra) daha sonra beraberce Efendimiz’in (sas) yanına gelmişler, Zeyd, Efendimiz’in (sas) karşısında da şehadet getirerek Müslüman olmuş, düzgün bir hayat sürmüş ve bu güzel sahabi, Tebuk gazvesi sırasında vefat etmiştir.[5]
Efendimizin (sas) Yöntem Bilmez Müslümanlara Karşı Hilmi

Efendimiz kendisine karşı çıkan, gereksiz sözler eden insanları da olgunlukla karşılar, hoşgörü gösterir ve yumuşak davranırdı. Herkesin yapamayacağı, yapması mümkün olmayan güzel ahlâk örnekleri sergilerdi. Ebu Said el-Hudri anlatıyor:
“Peygamber Efendimiz, Huneyn gazvesinden dönerken Cirane mevkiinde Bilal’in evinde altın, gümüş ve ganimet mallarının taksimini yapıyordu. Bu arada Temim oğullarından Zül-Huveysıra adında birisi geldi ve
— ‘Yâ Resulallah! Adaletten ve hakkaniyetten ayrılma. Vallahi bu dağıtımda Allah rızası aranmamıştır!’ diye itiraz etti. Peygamberimiz üzüldü ve şöyle cevap verdi:
— “Yazıklar olsun sana, ben âdil davranmazsam, kim davranır? Eğer ben adalet etmezsem (sen âdil olmayan bir insana tâbi olduğun için) muhakkak eli boş kalmış ve ziyan etmiş olursun” buyurdu.[6]
Yeni Müslüman olmuş ve İslâm’ın yüce ahlâk esaslarını bütün varlığı ile benimseyip olgunlaşma fırsatını henüz bulamamış bedevilerin kaba ve sert davranışları olurdu. Eğitimsiz bir milletti. Üstelik medeni imkânlardan mahrum bir hayat yaşıyorlardı. Birtakım olumsuzluklar sergilemelerinin sebebi de buydu.
Bir defasında Peygamberimiz Mescitte sahabeleri ile oturmuş sohbet ediyorlardı. Bedevinin biri içeri girdi ve iki rekât namaz kıldıktan sonra ellerini açtı ve şöyle dua etti:
— ‘Allah’ım, bana ve Muhammed’e rahmet et. Başka kimseye rahmet etme.’ Bedevinin bu duasını duyan Peygamberimiz onun hatasını şu şekilde düzeltti:
— ‘Çok geniş olan Allah’ın rahmetine sınır çektin.’
Bedevi biraz sonra kalktı ve gitti Mescidin bir tarafına abdestini bozdu. Sahabîler onu bu halde görür görmez adamın başına üşüştüler. Peygamberimiz onlara müdahale etti ve şöyle buyurdu:
— ‘Onu bırakınız. İşini görsün. Sonra da oraya bir kova su dökersiniz. Çünkü siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, güçleştirici olarak değil.’
Sonra bedeviyi yanına çağırdı, şu dersi verdi:
— ‘Bu mescitler ne abdest bozmak için ne başka pislik yapmak için değildir. Buralar Allah’ı anmak, namaz kılmak ve Kur’ân okumak için yapılmıştır.’[7]
Aslında bu olayda Peygamberimizin kendi eliyle yaptırdığı ve sadece ibadet maksadıyla kullanılan Mescide birisinin gelip, büyük bir yanlışlıkta bulunması söz konusuydu. Fakat Peygamberimiz biliyordu ki, bedevi bu işi kasten değil, bilmeyerek yapmıştı.
Anlayış göstermek, hoşgörülü davranmak, yumuşak davranmak, bağışlayıcı olmak, tahammüllü olmak, ancak olumsuz davranışlarla muhatap olunduğunda bir mana kazanır. Yoksa sıradan olaylar karşısında zaten hemen herkes sakin ve sabırlıdır. Peygamberimiz her konuda olduğu gibi, hilmi ve yumuşaklığı ile de bambaşkaydı. Hatta bir taneydi. Onun üstüne bir diğerini düşünmek mümkün değildi.
Peygamberimizin hilim ve yumuşaklığının bir örneğini de Enes bin Mâlik anlatıyor:
“Peygamberimizle birlikte yürüyordum. Üzerinde Necrân dokumalarından kalın kenarlı bir ridâ (bir nevi kaftan) bulunuyordu. Bir çöl Arabisi Peygamber’e yetişti ve ridâsını şiddetle çekti. Peygamber’in boynu ile iki omuzu arasına baktım da bedevînin ridâyı şiddetle çekmesinden dolayı, kalın kenarının Peygamber’in boynunda iz bırakmış olduğunu gördüm. Bundan sonra bedevi, Peygamber’e:
— “Yanında bulunan Allah malından bana bir şey verilmesini emret” dedi.
Bunun üzerine Peygamber (sas), bedeviye şefkatle bakarak güldü, sonra bu bedeviye biraz dünyalık verilmesini emretti.[8]
Peygamberimiz emri altında bulunan ve hizmetini gören kimselere de son derece yumuşak davranır, onlara kızmaz, kalplerini kırmazdı. Onlar dediğini yapmasalar, ihmal de etseler, sadece yumuşakça ve nazikçe sebebini sorardı.
Hz. Peygamber’le (sas) görüşmek üzere Mekke’den Medine’ye gelen bir grup, doğrudan Efendimiz (sas)’in yanına giderken, Eşec lakaplı bir sahabi, arkadaşlarından ayrılmış, temizlenip, güzel bir elbise giydikten sonra Resülullah’ın huzuruna çıkmıştır. Onun bu davranışını çok beğenen Resul-i Ekrem (sas), İbnu Abbas’tan (ra) yapılan rivayete göre şöyle demiştir:
“Muhakkak ki sende, Allah ve Resul’ünün sevdiği iki haslet var; hilim ve teenni.”[9]
Bu hadis-i şerifteki hilim “akıl”, teenni de “kararlılık ve acelecilikten sakınma” anlamına gelmektedir.
Uzun yıllar hizmetinde kalan Enes bin Malik, Peygamberimizin ahlâkını şöyle anlatıyor:
“Resülullah’a (sas) on sene hizmet ettim. Bana ne ‘Öf dedi, ne de yapmadığım bir iş için ‘Keşke onu yapsaydın’ ve ne de yaptığım bir iş için ‘Bunu niye yaptın?’ dedi.”[10]
Hz. Enes, Peygamberimizin hilmi ile ilgili yaşadığı bir örneği şöyle anlatır:
“Resülullah (sas) ahlâkça insanların en halimi idi. Bir gün beni bir iş için bir yere gönderdi. Ben ‘Vallahi gitmem’ dedim. Hâlbuki içimden Resülullah’ın beni gönderdiği yere gitmek geliyordu. Dışarı çıktım, çocukların yanına uğradım, onlar sokakta oynuyorlardı. Ben de aralarına karıştım, oynamaya başladım. Derken Resülullah geldi, arkamdan başımı tuttu. Yüzüne baktım, gülüyordu:
— ‘Enescik, seni gönderdiğim yere gittin mi?’ diye sordu.
— ‘Evet, gidiyorum yâ Resulallah’ dedim.”[11]
Bir seferinde de Peygamberimiz Hz. Âişe’ye (r. anhâ) şu tavsiyede bulunuyordu:
“Ey Âişe, yumuşak davran. Zira yumuşaklık bir şeyde bulunursa onu mutlaka süsler, bir şeyden çıktğında da onu çirkinleştirir.”[12]
Peygamberimiz gerçek yiğitliğin ve kahramanlığın maddî güç ve kuvvette olmadığını, esas yiğitliğin öfke anında sakin bulunmakta ve öfkesini yenip yumuşak davranmakta olduğunu biliyordu.
Abdullah bin Mesud anlatıyor: Resülullah (sas) bize sordu:
— ‘Siz aranızda kimi yiğit sayarsınız?’ Biz de:
— ‘Kendisini pehlivanların yıkamadığı, mağlup edemediği kimseyi’ dedik. Resülullah:
— ‘Hayır, pehlivan o değildir. Asıl pehlivan, öfke anında kendisine hâkim olabilen, kendisini tutabilendir’ buyurdu.[13]
Bu yönüyle de Peygamberimiz gerçek bir yiğit ve pehlivandı. Onun bu yönünü düşmanları bile yıkamamış, mağlup düşürememiş, alt edip istediklerini yaptıramamışlardı. Peygamberimiz yalnız şahsına yapılan, nefsine karşı işlenen hataları yumuşaklıkla karşılardı; Allah’a ve imana yapılan bir hücum olunca asla susmaz, gereken cevabı verirdi. Onun yumuşak huyluluğundaki asıl maksadı, iman ve İslam’ın güzelliğini muhtaç gönüllere sunmaktı.
Hz. Aişe’nin (r. anha) rivayetine göre Peygamberimiz (sas) şöyle buyurmaktadır:
“Muhakkak Allah Teâlâ Refîk’tir ve rıfkı sever. Sertlik ve kabalığa vermediği şeyleri (mükâfatı) rıfk ve yumuşaklığa verir.”[14]
Cerir’in (ra) rivayetine göre Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Kim rıfktan mahrum olursa, hayırdan da mahrum olmuş demektir.”[15]
Sonuç

Güzel ahlakla birlikte yumuşak huylu olabilmenin temel şartlarından birisi de gelişi güzel bir şekilde öfkelenmemek ve kızmamaktır. Eski bir atasözümüz bu durumu “öfke ile kalkan zararla oturur” şeklinde özetlemektedir. Bu açıdan yerli yersiz öfkelenme ve sinirlenme, hilmin yani yumuşak huylu bir karakter ve ahlakın tam zıddı bir konumdadır. Öyle ki, sadece çabuk öfkelenme ve sinirlenme ahlakını değiştirme dahi çok büyük pozitif sonuçlar meydana getirebilecek bir değişimdir.
Hilim, yumuşak huylu, yavaş, uslu, sessiz, sakin olma, heyecana kapılmayıp öfkeyi yenme, nefsine hâkim olup kızmama ve gücü yettiği halde affetme demektir. Hilim, hoşa gitmeyen şeyler karşısında sabredip tahammül gösterme, tahrik edici sebepler karşısında soğukkanlılığı koruma, vakarlı ve ağırbaşlı bulunma, acı ve ıstırap verici hareketlerle yüz yüze gelince kendini tutma gibi anlamlara gelen güzel bir ahlâktır. Allah’ın (cc) razı olduğu ahlâkların başında hilim ve tevazu gelir. Bu iki ahlâk bütün iyi huyların menşei ve eşrefidir.
Hilim, vakar ve sekinet sahibi olma, acele etmeme, teenni ile hareket etme demektir. Bunun neticesi ise afv ve ihsan gibi yüksek ahlâkın meydana gelmesidir. Hilim, aklın kemaline ulaşmasına sebep olur ve diğer huylar üzerinde de olumlu bir etki meydana getirir. İlim onu öğrenmekle elde edilebildiği gibi, hilim de onu elde etmeye çalışmakla meydana gelir. Yani hilmin kazanılması, önceleri zorlanmakla ve üzerinde çalışmakla mümkündür.
Hilim, aynı zamanda öfke duygusunu kontrol edebilmekle de yakından ilgilidir. Öfkesini yenemeyen ya da kontrol edemeyen kimselerin hilim sahibi olabilmeleri de o derece güçtür. Gazap halinde hilimle hareket edebilme amellerin en faziletlilerindendir. İnsan mümtaz bir varlıktır. Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, hiçbir yaratılmışa vermediği akıl, zekâ, vicdan, ruh yüksekliği, merhamet, şefkat, acıma ve yardım etme, saygı vb. üstün vasıfları sadece insana vermiştir. Bu açıdan insan yaratılmışların en kıymetlisidir. Bu vasıf tamamen yumuşaklığa delâlet etmektedir ki, kusurları görmeme, insanları bağışlama, diyalog adına herkese açık olma gibi tavırların hemen hepsi bu temel vasıftan kaynaklanır.
[1] İbnu Hibban, Sahih, Müessesetü’r-Risale, Beyrut-1993, C. 14, ss. 517-518 (Hadis no: 6562).
[2] Buhari, Edeb, 115 (6207); Müslim, Cihad, 40 (1798).
[3] Buhari, Tıbb, 50 (5766), Edeb, 56; Müslim, Selam, 17 (2189).
[4] Buhari, Tıbb, 55 (5777)
[5] İbn Hibban, Sahih, Müessesetü’r-Risale, Beyrut-1993, C.1, s. 521-524 (Hadis no: 288); Ebu Nuaym el-Isbahani, Delaili’n-Nübüvve, Daru’n-Nefais, Beyrut-1986, s. 91 (Hadis no: 48); Hâkim en-Neysâbûrî, Müstedrek, C. 3, ss. 604-605 (Hadis no: 6547); Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, C. 5, s. 222 (Hadis no: 5147). Bu hadise, İbn Mace’nin Sünen’inde de muhtasar olarak geçmiştir. Bkz. İbn Mace, Sünen, Ticârât, 59 (Hadis no: 2281).
[6] Buhari, Menakıb, 25 (3610); Müslim, Zekât, 47 (1063); İbn Mace, Ezan ve Sünne, 12 (172).
[7] Buhari, Vudu, 58 (220); Ebu Davud, Taharet, 138 (380); Tirmizi, Taharet, 112 (147); Nesai, Taharet, 45 (56).
[8] Buhari, Libas 18 (5809); Farzu’l-Humus, 19 (3149); Edeb, 68 (6088).
[9] İbn Mace, Zühd, 18 (4187); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/23 (11193); Müslim, İman, 6 (25).
[10] Buhari, Edeb, 39 (6038); Müslim, Fedâil, 13 (2309); Tirmizi, Birr, 69 (2015).
[11] Ebu Davud, Edeb, 1 (4773).
[12] Müslim, Birr, 78 (2594); Ebu Davud, Cihad 1 (2478); Edeb, 11 (4808).
[13] Müslim, Birr, 30 (2608); Ebu Davud, Edeb, 3 (4779).
[14] Müslim, Birr, 23 (2593).
[15] Müslim, Birr, 23 (2592).
© Her hakkı mahfuzdur. İşbu web sitesi ve içeriğine ilişkin tüm fikrî haklar ile her türlü telif hakları www.dinveilim.com sitesine ait olup, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tâbidir. www.dinveilim.com internet sayfalarındaki yazıların, bütün olarak elektronik ya da matbu bir ortamda yayımlanması yasaktır. Ancak www.dinveilim.com sitesinde yer aldığının belirtilmesi ve doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazılardan kısa bölümler iktibas edilebilir.